TÜBİTAK’tan sonra sıra MTA’da

BAZILARI hatırlamak istemez veya işine gelmez ama Türkiye, TÜBİTAK’ta yapılan kıyımı bu sütunlardan öğrenmişti.

Ne yazık ki, burada yazılanların gücü TÜBİTAK’ı kurtarmaya yetmedi.

Üniversitelerdeki kadroları ‘bilim kadroları’ ve ‘siyasallaşmış kadrolar’ olarak ayırt edemeyen iktidar, TÜBİTAK’ta büyük bir yanlış yaptı.

Şimdi bu yanlış Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nde tekrarlanıyor. Türkiye için uzunca sayılabilecek bir süredir MTA’nın başında bulunan Ali Kemal Işıker, görevden alınıyor. Bununla ilgili duyumları bir süredir alıyordum, ama iktidarın böyle bir ‘hata’ yapacağını açıkçası ummuyordum.

Yanılmışım.

MTA’yı ‘köhne’ bir devlet kuruluşu olmaktan çıkarıp bir bilim merkezi haline giteren Işıker, ‘maksatlı müfettiş raporları’na dayandırılan gerekçelerle görevden alındı.

Oysa Işıker, görevde olduğu süre içinde MTA’nın pek çok bilimsel araştırma yapmasına imkán sağlamış, deprem sırasında ve sonrasında çok önemli görevleri başında bulunduğu kuruma yüklemiş, kurumun Kuzey Anadolu Fay Atlası’nı ve Doğu Anadolu Fay Atlası’nı hazırlatıp bastırtmış, Doğa Tarihi Müzesi’ni kurmuş ve Jeoloji Parkı oluşturmuş bir adamdı.

MTA’yı Batılı anlamda bir kuruluş gibi görüyor ve ona göre yapılandırıyordu. Ve ne yazık ki, politika yapmaktansa iş yapan herkes gibi harcandı.

Çok ama çok üzülüyorum. Bu ülkeye mi acısam, yoksa bu ülke için emek verenlere mi acısam bilemiyorum!

İnanmamıştım

DÜN Ahmet Piriştina’yı kaybetmekle ilgili tek satır yazamamıştım. Nedenini sabah anladım. İçim inanmamıştı. Yakıştıramamıştım.

Ender bulunan adam gibi adamlardan biriydi, ölemezdi. Hele şimdi hiç.

Son İzmir seyahatimde, dar zamanımızda buluşup Kordon’da onunla ve Nedim Demirağ’la rakı içmiştik.

Piriştina, İzmir’de ilk aday olduğunda hayatı boyunca sol partiye oy vermemiş enişteme, ‘Oyunu Piriştina’ya ver’ demiştim. O da beni kırmamıştı. Geçen seçimden önce karşılaştığımızda, ‘Fatih seni dinleyip oyumu Ahmet Bey’e verdim. Ne iyi yapmışım. Bundan sonra başkasına vermem’ diyerek Piriştina’nın hakkını teslim etmişti.

Burası ne şanssız bir ülke. Adam gibi adamları ya iktidarlar görevden alıyor, ya da Tanrı.

Adaletin bu mu!

Barzani ve Talabani, Türkiye vatandaşı olsa ne olur?

ABDULLAH Öcalan
yakalanalı ve Türkiye’de terör eylemlerine ‘ara verileli’ aşağı yukarı beş yıl oldu. Başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu olmak üzere Türkiye rahat bir nefes aldı.

Ama sadece nefes aldı. Son aylara kadar, ne bundan önceki, ne de bu hükümet bölgeyle ilgili hiçbir ‘açılım’ sağlayamadı, hiçbir politika üretemedi. AB ‘baskılı’ yapılan yasal değişiklik ise aslında bölge halkının ‘esas’ beklentilerini karşılayabilir nitelikte değildi.

Teröre neden olan ulusal ve uluslararası şartlar çok da değişmeyince ve ABD açısından Irak Savaşı beklentileri karşılamayınca terör yeniden başlama işaretleri göstermeye başladı.

Oysa 5 yıl içinde çok şeyler yapılabilirdi. Hálá bölgenin ‘yeniden şekillenmesini’ sağlayacak pek çok fikir üretilebilir.

Hele hele Irak Savaşı’nın doğurduğu konjonktür bunu iyice mümkün kılıyor.

ABD’nin Irak’taki rejim değiştirme harekátı beklenen sonucu vermedi. Etnik ve dini yönden hayli karışık olan Irak iyiden iyiye karıştı.

Şimdi Irak’taki tüm gruplar rahatsız. Bunların başında ise Kürtler geliyor.

Irak’taki Kürt azınlık, hiçbir etnik ve dinsel bağı olmayan Irak’ta var olmaya çalışıyor.

Savaş sırasında tarafların takındığı tutum ve Anayasa hazırlanma döneminde meydana gelen gelişmeler, Irak’ta Kürtler ile Şii ve Sünni Arapları birbirinden iyice kopardı. Gelişmeler gösteriyor ki, artık Irak’ta Kürtler ile Arapları üniter bir yapı içinde buluşturmak kolay olmayacak. Buradaki zorlamanın faturasının Türkiye’ye de çıkması muhtemel.

Türkiye, Irak’ın toprak bütünlüğü ve üniter yapısını zorlamak yerine, bugün ister kabul edelim, ister etmeyelim ‘Kürdistan’ diye anılan bölgenin ‘karışık’ Irak’a değil, Türkiye’ye bağlı olmasını zorlamak durumunda.

Bugün Barzani ve Talabani kişiliğinde temsil edilen Iraklı Kürtler, hiçbir ilgileri olmayan Irak’taki merkezi yönetim yerine, hem tarihsel, hem coğrafi, hem de etnik bağları olan Türkiye’ye ‘yakın’ olmakla çok daha rahat edecekler.

Bu durum ilk bakışta ‘çok iddialı’ bir öneri olarak görülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, Atatürk’ün Misak-ı Milli sınırları, bu bölgeyi de kapsıyordu ve buradaki mevcut ‘sınırı’ Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yürüten iki etnik unsur değil, İngilizler ve petrol politikaları oluşturdu.

‘Irak Kürdistanı’nın belki de kendi içinde yapacağı bir ‘self determinasyon’la Türkiye Kürdistanı olması, bölgedeki ‘huzur’ açısından çok önemli farklılıklar yaratabilir.

Bu sindirilmesi güç öneri, en azından tartışılmaya ve üzerinde konuşulmaya değer diye düşünüyorum.

Türkiye böyle bir durumun yaratacağı ‘semptomlardan’ korkmamasını gerektirecek kadar büyük bir ülke.

Ölen ölür, kinim bitmez

İSTANBUL
İl Sağlık Müdürü, ‘Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ ile ilgili olumsuz cümleler kullanınca Bedrettin Dalan hemen aradı. ‘Başkan beni arama. İl Sağlık Müdürü’nü ara’ dedim. Aramış. İl Sağlık Müdürü’nün siyasi nedenlerle Yeditepe Üniversitesi’ne karşı olduğunu söyledi.

Olabilir. Türkiye’de sıklıkla olur.

‘İl Sağlık Müdürü büyük ayıp ediyor. Benim kadrom onun kadrosu. Benim hastanelerim onun hastaneleri’ dedi ve 6 sayfalık tıp fakültesi öğretim görevlisi kadrosunun listesini yolladı.

Bedrettin Dalan da üniversitelerin hastane sahibi olması gerekmediğini söylüyor.

‘En iyi eğitim devlet hastanelerinde. Hasta bol. Vaka çok. Artık dünyanın her yerinde böyle. Ben de bu yüzden bu hastanelerle anlaşma yaptım. Bütün hastanelerde çocuklarımız eğitim görüyor’ dedi.

Ben de ‘Sayın Başkan. Ben de sizinle aynı fikirdeyim. Ancak bakın iki farklı uygulama var. Ona dikkat çekiyorum’ dedim. O da bana ‘Kemal Gürüz’ü ara, sana anlatsın’ dedi. ‘Gürüz benimle konuşmuyor’ deyince kendi anlattı.

‘Ben de Kardiyoloji Vakfı ile birlikte tıp fakültesini kuracaktım. O dönemde Gürüz beni aradı ve uyardı. Cemi Demiroğlu ile aralarında hastanenin kuruluşu ile ilgili anlaşmazlık vardı. Gürüz o zaman bana da söyledi. Eğer Kardiyoloji Vakfı ile ortak olursam bana öğrenci vermeyeceğini belirtti.’

Yani mesele Kemal Gürüz ile Cemi Demiroğlu arasındaki bir meseleden kaynaklanıyor.

O mesele yargıya intikal etmiş, yıllarca davaları sürmüş bir konu. Benim derdim o değil.

Bugün ne Cemi Demiroğlu hayatta, ne de Gürüz görevde. Ama bu imkánlar Türkiye’nin, bu talebeler bizim.

Bilmem anlatabildim mi?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendilerini ve kendi fikirlerini ülkesinden çok sevenler, ülkesini her şeyden çok sevenlere hain demedikleri zaman.
Yazarın Tüm Yazıları