Bu işin sonu nereye varır derseniz; bence kartlar yeniden karılıyor, herkes kendine avantaj sağlamak için atakta. Ancak, şahsen, küreselleşmenin bir bütün olarak süreceğini, büyük ülkelerin sonunda uzlaşacaklarını tahmin ediyorum. Ancak belli ki bu yeniden uzlaşma aşamasına kadar küresel ekonomide, özellikle ticarette yeni işbirlikleri, yani hamleler göreceğiz.
Türkiye’nin de artık kendi iç meselelerinden sıyrılıp, küresel ticarette olanları gözden geçirip, bir strateji oluşturma ihtiyacı acilleşiyor. Geçen hafta sonu TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik’in Hesap Uzmanları Vakfı’nda yaptığı konuşma, bence bu konuya dikkat çeken önemli ve uyarıcı bir konuşmaydı.
İngiltere’nin çıkış kararı ile başlayan AB’nin yeniden yapılandırılması sürecinin yeni ve daha dengeli bir AB modeli için umut verdiğini kaydeden Bilecik, bu aşamada Avrupa ile daha iyi entegre olmuş bir modele yönelmenin mümkün olduğunu, gümrük birliğinin modernizasyonu müzakerelerinin bu bağlamda değerlendirilip, hemen başlanması gerektiğini söylemiş. Tarım, hizmetler va kamu alımlarını kapsayan ve diğer ülkelerle daha fazla serbest ticaret anlaşması yapılacak yeni modelin, her iki tarafta da katma değeri artıracağını, anlaşma halinde milli gelirin yüzde 1.9, toplam ihracatın yüzde 15 artacağını, tüketici fiyatlarının yüzde 1.5 azalıp, hane halkı tüketiminin yüzde 1.6 artacağını belirtmiş.
ABD’deki yeni yönetimin de, yeni politika ve ticari ilişkiler arayışı içinde olduğunu hatırlatan Bilecik, her ne kadar Trans-Pasifik ve Trans-Atlantik antlaşmaları rafa kalkmış görünse de ikili anlaşmalarla AB ile ilişkilerin mutlaka ABD’nin gündeminde olacağını söylemiş. Bilecik, “Türkiye, bu yeni küresel dengeler içerisinde konumunu güçlendirmeli, ticari ilişkilerini en üst düzeye çıkarmalı ve dünya ekonomisinden aldığı payı artırmalıdır. Bunun için uluslararası alanda itibarımızı, Türkiye markasına yönelik algıyı güçlendirmek zorundayız” şeklinde konuşmuş
“OHAL’DE YABANCI YATIRIMCI GELMİYOR”
Bilecik’in dediği gibi; Gümrük Birliği anlaşmasının modernizasyonu çok önemli. Ancak hem AB ülkelerindeki seçimler hem de içerideki hamaset, AB ile ilişkileri “bitirilmeden sürdürülmeye çalışan bir ilişki” düzeyine düşürdü. Yani karşılıklı olarak güven kaybedildiği için artık önemli adımlar atılamıyor.
Hem ilişkideki genel hava hem AB ülkelerindeki mevzuatın çetrefilliği, bu anlaşmanın hayata geçirilmesinde ciddi sıkıntılar yaşanacağını gösteriyor.
Halbuki ABD ile ipleri gevşeten bir AB’ye, hem ekonomik hem siyasi olarak çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir iklimdeyiz. AB ile mutlaka güven tazelenip, zaman geçmeden gümrük birliği anlaşması dahil, ciddi adımlar atılması gerekiyor.
Yeni bir kalkınma hamlesi ve reform sürecinden söz ediliyor ama siyasi otoritenin reform anlayışının piyasalardan ayrı düştüğü, bence yakında somut biçimde ortaya çıkmaya başlayacak. Çünkü Hükümeti’nin, reform ve kalkınma hamlesinden “Yeni büyük altyapı yatırımları yapmak, büyümeyi pompalamak, bunun için KOBİ başta olmak üzere işletmelere ucuz kaynak vermeye devam etmek, bunu yaparken de faizleri ve kurları mümkün olduğunca baskı altında tutmaya devam etmek” gibi bir anlayış içinde olduğu görülüyor.
Azalan ama ihtiyaç duyulan dış kaynağı bulabilmek için, Yatırım Fonu’ndan ihraçlar ve banka senedi gibi formüller üzerinde duruluyor. Yani son yıllarda bankaların dış borç alarak finanse ettikleri yatırımlar, bu kez varlığa dayalı borç senedi satışlarıyla yapılacak. Tabi ki Türkiye’nin varlıkları rehin verilecek..
Özetle; 2019 Başkanlık seçimlerine kadar yeniden yüzde 5-6’lık büyüme rakamlarına ulaşmak, böylece seçim garanti edilmek isteniyor.
Peki, 2 yıl boyunca böyle bir şeyin sürdürülmesi mümkün mü? Baştan söyleyeyim; bence mümkün değil ve o nedenle erken seçim konuşuluyor...
Neden mümkün olmadığına gelince; çünkü hem kaynak sorununu kabul ediyor, hem de bu kaynak ihtiyacını daha da büyütecek kalkınma hamlesi yapıp, bunu da FED’in faiz artışı gibi size gelecek kaynakların ciddi azalıp, maliyetlerinin yükseleceği bir dönemde yapıyorsunuz. Bunların hepsinin bir arada olması mümkün değil. O nedenle, “Siz faizleri bir de o zaman görün” diyorum..
Referandum öncesi KGF kredileriyle KOBİ’leri rahatlattınız ama bu kredilerin amaca hizmet etmediğini; kimisinin mevcut kredileri kapatmak, kimisinin TL ve döviz mevduatı için, kimisiyle lüks otomobiller alınıp yine şirket yerine şahsi varlık artırımına gidildiğini biliyorsunuz. Belli geri ödemesiz dönemle, çok ucuza alınan kredilerin yüzde 14-15 ile mevduata yatırıldığını, zaten son dönem mevduat ve kredi rakamları gösteriyor. Kısacası; bazı ayrıcalıklı patronların cebine para koydunuz ve bu para sonunda yine halkın cebinden yani Hazine’den çıkacak. Bankalardan çıkacak kısmını da yine Hazine’nin ödeyeceğini biliyoruz.
FAİZLERİ DÜŞÜRMEK
Bu arada Fed’in bu yıl en az 2 faiz artışı daha yapacağını, TL’nin 5’li grup içinde bile en kırılgan para birimi olduğunu da unutmayalım.
Kılıçdaroğlu, “demokrasi ve hukukun üstünlüğü olmayan bir ülkenin büyüyemeyeceğini” belirtirken, “FETÖ darbesini sadece baklavacılar mı yaptı” diyerek, darbenin siyasi ayağının açığa çıkarılmasını istemesi de büyük alkış aldı.
Yeni yönetim sistemiyle birlikte, TOBB Genel Kurulu’nun formatı da değişmiş gözüküyor. Önceki gece Başbakan Binali Yıldırım, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu gibi siyasilerin katıldığı bir plaket töreni yapılırken, dünkü asıl genel kurul toplantısında sadece TOBB Başkanı da Rıfat Hisarcıklıoğlu ile Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan konuştu.
Genel Kurul delegeleri ile sohbet ettiğinizde, Kılıçdaroğlu’nun demokrasi ve adalet vurgularının neden olumlu tepki aldığını anlıyorsunuz. Hemen herkesin FETÖ ile mücadeleye olumlu tepki verdiği, ancak özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın damadı aynı davadan serbest bırakılırken, aynı kapsamda haksız işten atmalar ve hapisler gördüklerini belirten, çok sayıda delegenin tepkili olduğu görülüyor. Yine siyasilerin kapsama alınmamasının FETÖ ile mücadele algısını zayıflattığı belirtiliyor.
Kılıçdaroğlu’nun “Hapisteki 150’den fazla gazeteciyle demokrasiyi anlatamazsınız” gibi sözlerini en çok alkışlayanların genç oda başkanları ve delegelerden oluştuğunu söylemeliyim. Kılıçdaroğlu’nun konuşması sırasında “Yassıada” diye bağıran bir Oda başkanının susması için salondan yoğun itiraz gelmesi de dikkat çekiciydi.
Yeni Genel Kurul formatına bağlı olarak, TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun plaket töreninde kısa bir konuşma yapıp, asıl teşekkür ve taleplerini dile getirdiği konuşmasını Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu toplantıda yapması idi. Erdoğan’ın konuşmasına ara ara, özellikle faiz gibi vurgularda, yoğun alkış gelirken, genelde heyecanın fazla olmadığı da gözlendi.
Hisarcıklıoğlu’nun konuşmasında teknolojiye ve dijitalleşmeye uyum üzerinde durup, AB hedefine bağlı kalınmasını istemesi de önemliydi.
‘ÂLİMİN ÖLÜMÜ ÂLEMİN ÖLÜMÜ GİBİDİR’
Plaket töreninde konuşan Başbakan daha çok FETÖ ile mücadele ve işalemi için yaptıklarından söz etti. CHP Lideri Kılıçdaroğlu ise konuşmasına, o sırada salondan ayrılan, Başbakana ithafen
Bence ekonomi yönetimine kim gelirse gelsin, belli ki işler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istediği gibi gidecek, yöneticilerinin ekonomiye damga vurma ihtimalleri çok az olacak. Bu nedenle gelecek isimlerle birlikte uygulanabilecek politikalara bakmak gerekiyor. İsimler elbette yeni dönem ekonomi politikaları için ipuçları verecek ama temel tercihleri değiştirmesi beklenmemeli.
Piyasalar bir ara yeni dönemde Ali Babacan’ın ekonomi yönetiminin başına geleceğini konuştu ama bu iyimserlik rüzgarını boşuna estirdikleri ortaya çıkınca, bundan vazgeçmiş görünüyor. Şimdi piyasaların umudu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in görevini koruması ancak şahsen o konuda da emin değilim. Şimşek mevcut iş bölümü ve Erdoğan’a yakınlık derecesiyle, ekonominin patronu olamadı. Yerinde kalsa da ancak “piyasaları tatmin edecek bir isim” olarak kalabilir, yani ekonominin patronu olamaz gibi gözüküyor.
Bunlardan önce uygulanacak temel ekonomik politikaların neler olabileceğine bakarsak; politikanın geçmiştekinden farklı olacağını düşünmeyenlerdenim. Son dönemde uygulandığı gibi; mümkün olduğunca büyümeyi pompalamak için her şey yapılmaya devam edilecek, enflasyon yine gözardı edilecek gibi gözüküyor. Bununla birlikte sıcak para politikasının devam etmesini, bu amaçla fiili yüksek faiz ve oynaklığı azaltılmış bir kur için çalışılacağını, para politikasının da Merkez Bankası tarafından bu şekilde yönlendirileceğini düşünüyorum. Sözü edilen reformlar ancak bu temel tercihleri besleyecek kararlar olarak kalabilir.
Ekonomi yönetiminin işini zorlaştıracak konulardan biri, dış siyasi gelişmeler olacak. Özellikle AB ile ilişkilerde sıkıntılı bir dönem bekleniyor ki; bence bu, hükümetin tahmininden çok daha fazla, ekonominin olumsuz etkilenmesini beraberinde getirebilir. Yanı sıra Suriye ve Irak’ta, ABD ile ortada bırakılmış askeri sorunların varlığı ortada ve burada çıkacak çatışma ihtimali ekonominin de başının üstünde sallanan bir kılıç olacak gibi gözüküyor.
AB çıpası kalmamış, günü kurtarmaya dönük, mümkünse bunun yeni seçime kadar sürmesini sağlayacak bir ekonomi politikasının bıçak sırtı bir politika olacağı çok açık. Burada ekonomi yönetiminin en küçük bir hata yapma lüksü bile olamayacak. Yani yeni ekonomi yönetiminin işi şimdiden zor gözüküyor.
BANKA SENEDİNDE ÇARK ÖRNEĞİ
Hata demişken, bunun en son örneğini banka senedi olayında yaşadığımızı hatırlatalım. Ekonomi yönetiminde ağırlıklı Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, bankaların kredileri için banka senedi çıkarılacağını, Merkez Bankası’nın bu senetleri alacağını söylemişti. Bankalar bunun için Merkez Bankası yasasının değişmesi gerektiğini söylemiş, bağımsızlık başta olmak üzere bu yasa değişikliğinin yaratacağı sıkıntıları görmüşlerdi. Banka senedi hakkında çıkan haber ve yorumlar üzerine Canikli geçen hafta çark edip, piyasada bu konuda oluşan hassasiyete uyacaklarını belirtti, “Merkez Bankası hiçbir şekilde bunu araç olarak kullanmayacak, geleneksel yöntemlerine devam edecek” dedi.
Diyeceğim o ki; “işin nereye gideceğini göremeyen, sadece Erdoğan’ın düşük faiz ve büyümenin artırılması söylemine bağlı, tehlikeleri düşünmeden hareket eden bir ekonomi yönetimi” ihtimali çok yüksek. Mevcut küresel finans ve siyasi belirsizlikler ortamında, böyle bir ekonomi anlayışı ve yönetimi seçime kadar işi devirmeden götürebilir mi, göreceğiz.
İş alemi dünkü kongreden sonra, kabine değişikliği ve yeni ekonomi yönetimini merakla bekliyor. Kim gelirse gelsin; yeni dönemde tek patron var ve talepler bu makama iletiliyor. TÜSİAD geçen hafta Türkiye ve ekonomi için temel taleplerini Erdoğan’a iletti. Gerçi AB talebi gibi temel taleplerden birinde neredeyse tam tersi yanıtlar aldı ama yine de somut adımları bekleyecek. Bu hafta TOBB Genel Kurulu’nda da Erdoğan’a talepler iletilecek.
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın konuşması, küresel ve ülke gelişmeleri analiz eden, Türkiye’nin ekonomi dahil her alanda temel önceliklerini belirleyen manifesto niteliğinde bir konuşmaydı.
Küreselleşmenin tıkanması, yarattığı sıkıntıların popülist politikacıların seçimine neden olması, bunun çatışmaları artırması üzerinde duran Özilhan, son dönemde büyümenin başlamasıyla bu konuda umutlanıldığını söyledi. Dijital devrimin, yarattığı muazzam fırsatların yanı sıra yeni riskler doğurduğunu, bu risklerin başında istihdamın geldiğini kaydeden Özilhan, düşük ve orta beceri düzeylerine sahip çalışanların hem iş bulmakta hem de iş bulsalar bile tatminkar gelirler elde etmekte çoktan zorlanmaya başladıklarını, bu sürecin iyi yönetilemediği takdirde çok ciddi toplumsal sorunlara gebe olduğunu belirtti.
Referandumda sandıkların kapandığı dakikada TÜSİAD’ın bir basın bildirisi yayınlayarak, toplumsal dayanışma ve geleceğe bakma çağrısı yaptığını kaydeden Özilhan, bu açıklamada küresel ölçekte rekabetçi Türkiye için gereken reformları; demokrasi, ekonomi ve Avrupa Birliği ile ilişkiler başlıkları altında sıraladıklarını hatırlattı.
AB VE DEMOKRASİ
“Hukukun üstünlüğü, refah, teknoloji ve bilim, eğitim ve kültür gibi bir dizi alanda benzemek istediğimiz yer, Uzak Doğu ya da Orta Doğu değil; Avrupa medeniyetidir” diyen Özilhan, Türkiye’nin küresel rekabette en önemli avantajlarından birisinin AB’ye üyelik süreci olduğunu, bu sürecin sağladığı rekabet gücü, sosyal refah, teknolojik ilerleme, finans, yatırım, ihracat, turizm ve öngörülebilir bir hukuk devleti düzeni unsurlarıyla Türkiye’nin öncelikli milli çıkarı olduğunu kaydetti.
Türkiye’nin toplumsal özgürlük, çoğulculuk ve dayanışma içinde ilerleyebilmesi için demokrasi başlığı altında saydıkları OHAL’in kaldırılması, yargı erkinin bağımsızlığı ve tarafsızlığı, siyasal partiler ve seçim kanunlarında reform, kamu yönetiminde liyakat, düşünce ve ifade özgürlüğü, özgür medya ve internet ortamı maddelerinin önemini vurguladı. Özilhan, ekonomi başlığı altındaki maddelerden iki tanesine; kamu ihaleleri mevzuatının AB standartlarında rekabetçi, saydam ve verimli olacak şekilde yasalaşması ve piyasaları denetleyici ve düzenleyici kurum ve kuruluşların bağımsızlığının korunmasına dikkat çekti. Özilhan, “Unutmayalım ki, kurumsallığın, hukukun üstünlüğünün, şeffaflık ve hakkaniyetin olduğu yapılarda ekonomik performans kağıt üzerinde kalmaz; halka aş ve iş sağlar. Buna karşılık yozlaşmanın, kayırmacılığın, ahbap-çavuş ilişkilerinin olduğu ülkelerde, görüntüdeki başarılar günü gelir sabun köpüğü gibi söner” dedi.
Bu taleplerin yeni dönemde yanıt bulacağından şahsen endişeliyim ama bekleyip göreceğiz..
Önümüzdeki siyasi dönem için kaygılı olan da var, umutlu olan da. Umutlu olanlar bu dönemde ekonomik reformlara hız verileceğini, yeniden atılım dönemi olacağını da söylüyorlar.
Türkiye’nin yeni dönemde ekonomide reform yapma iradesinin sorgulanması gerekiyor. Herkesin sözünü ettiği yapısal tedbirlerin hayata geçirilip geçirilemeyeceği yakından izlenecek. Sadece içeride değil dış piyasalarda da yapısal reformların geleceği merak ediliyor.
Dün iki reyting kuruluşundan gelen yorumlar, Türkiye’nin gerekli yapısal tedbirlerin alınacağından büyük şüphe duyulduğunu ortaya koyuyordu. İçeride piyasalar daha çok büyüme üzerinde durup, bu yöndeki adımları memnuniyetle karşılarken, yabancıların aynı adımların riski büyüttüğü görüşünde olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.
Londra’da düzenlediği Gelişen Piyasalar Zirvesi’nde AA muhabirinin sorularını yanıtlayan Moodys’in Bölge Yetkilisi Yves Lemay, Türkiye ekonomisi için şu anda gördüklerini; mali teşvikler yoluyla bankacılıkta kredi büyümesini artırmak için ihtiyati tedbirlerin kolaylaştırılması, parasal politikanın enflasyondan çok büyümeye odaklandığı bir politika olarak özetlemiş.
Hükümet belli ki büyümeyi artırmak için, yıllarca karşı çıktığı yüksek faiz politikasına, adını koymadan, geri döndü. Kurlarda, Merkez Bankası’nın da yardımıyla, belirli bir bant tutturulduğu için geri dönme aşaması için rahatlayan sıcak para, kaç günlük olduğunu bilmediği yüksek kar imkanı için Türkiye’ye geliyor. Sadece Türkiye’ye değil bizim gibi diğer gelişmekte olan ülkelere de gidiyor. Nominal faizi en yüksek ülkelerden biri olduğumuz için bize iştahla gelmeye başladı.
Dün dolar kurunun yeniden düştüğünü gördük. Nedeni hafta sonunda gelen ABD ekonomi verilerinin gevşek olması nedeniyle, doların euro ve sterlin gibi güçlü para birimleriyle birlikte, gelişmekte olan ülke paralarına karşı da değer kaybetmesi. TL de bundan nasibini aldı, dolar kuru 3.55 seviyesine kadar indi.
Ancak bundan sonrasında ne olacağı belirsiz. Piyasalar Fed’in haziran ve aralıkta iki faiz artırımı daha yapmasını bekliyor. Haziran’da 0.25 puanlık faiz artışı beklentisi yüzde 70’leri aşmış görünüyor.
Buna karşılık piyasalarda Fed’in üç ya da daha fazla faiz artışının ekonomik verilere göre yapılabileceği, yılın sonlarında likiditenin kısılmasına başlanacağı gibi beklentiler de konuşuluyor. Yanısıra Avrupa’nın da faiz ve likidite politikasında, geri dönüşe bu yıl içinde geçebileceği konuşulmaya başladı.
Dün Bloomberg’de Barış Balcı’ya konuşan BRIC kavramının mucidi, eski Goldman Sachs yöneticisi Jim O’Neill, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu yabancı sermayeye bağımlı ülkeler için bir uyarı yapmış. O’Neill gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden, temelleri zayıf zemine, ABD ve Avrupa kaynaklı sıcak paraya dayanan her ülkenin, “şahin bir geri çekilişe karşı kırılgan” olduğunu söylemiş. Yani ABD ve Avrupa’da faiz artışları hızlanıp, likidite sıkışmaya başlayınca sıcak paranın ülkesine döneceğini, bu ülkelerin zor durumda kalacağını söylüyor. Türkiye’nin de bu kırılgan ülkeler arasında olduğunu ve “yabancı sermayeye bağımlılığını durdurmak için önlem alması gerektiğini” de özellikle belirtmiş.
YABANCI SERMAYE BAĞIMLILIĞI VARKEN
Fed’in ve Avrupa Merkez Bankası’nın faiz ve likidite kararlarının zamanlaması kesin değil ama dönüş başladığında zorda kalacağımız kesin. O nedenle şimdiden geri dönüşe hazırlık yapmak gerekiyor. Türkiye ne yapıyor derseniz; tam tersi büyümeyi iyice artıracak, borçlanmayı ve riski artırarak ekonomik büyümeye gaz verecek kararlar almaya devam ediyor. Çin’in bile büyümeyi beklenmedik ölçüde indirmeye razı olduğu bir dönemde, büyümek için, tehlikeli olduğu kesin yollar dahil, her türlü yolu deniyoruz. Son dönemde kesinleşen sıcak para politikası da buna dahil...
Ne zamana kadar sürer derseniz; dün nisan bütçe rakamları açıklandı, 3 milyar TL açık vermiş. İlk 4 aylık bütçe, geçen yıl 5.4 milyar TL fazla vermişken, bu yıl 17.9 milyar dolar açığa ulaşmış. İşin kötüsü referandum öncesi başlayan büyümeyi destekleyici tedbirler devam ediyor. Bütçe açığı artıyor, KGF kredileri ve diğer kanallarla borçlanma yükseliyor, faizler de bu nedenle yüzde 15’leri buldu. Tabi ki yabancı sermaye bu faizlere gelir; mevduat yapsa, Hazine kağıdı alsa bile hiçbir ülkede bu getiriyi sağlayamaz ki..
Geçen haftaki Bankalar Birliği Genel Kurulu’nda Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, bankacılık sektörüne şimdiye kadar olmadık övgüler sundu. Bir müjde olarak, “Banka senedi çıkarılıp kredilerini satma imkânı getireceklerini, bunları Merkez Bankası’nın alıp, piyasaya likidite sunacağını” açıkladı.
Bence niyet açık; her gün riski büyüyen araçlarla bankaların kaynak sıkıntılarını rahatlatarak, borçlanmayla harcamaları yükseltip, seçimleri kazanmak...
İşin tuhaf tarafı; bankacılar tüm riskleri görmelerine rağmen hükümetin bu yöntemine uyup, kısa vadede karlılığını artırmaktan başka bir şey düşünmüyorlar. Tüm bankacılar riski görüyor, bazıları ise “Bu işin sonu yok tamam da, devlet batmamıza izin vermez” diyerek, rahatça risk aldığını söylüyor.
Çünkü işin sonu kötü; Merkez Bankası’nın banka senedi alması demek, eski kısa vadeli borç, eski görev zararı uygulamasının hortlaması, popülist kararların sonunda para basarak karşılanması anlamına geliyor. Son küresel krize neden olan türev piyasaları da unutmayalım.
Bankacılarla konuştuğumuzda bu banka senedini sevmiş görünüyorlar. Bazıları kendileri için bir imkân olduğunu ama bunu kimin satın alacağını bilmediklerini söylüyor. Bazıları bu imkanın verilmesinin iyi olduğunu, zaten Merkez Bankası yasasında bunu satın almasının yasak olduğunu, o nedenle fazla risk yaratmayacağını savunuyor. Son dönem kargaşasını fırsat bilip Hükümete yanaşmayı seçen bazı bankacılar ise Merkez Bankası bu senetleri alsa bile sorun olmayacağını, bunun çok ülkede olduğunu belirtiyor. Yani Canikli gibi konuşuyorlar; belki de Canikli’ye bu teklifi götürüp, kabul ettiren de onlar.
BANKACILARA SORULAR
Canikli’nin konuşmasındaki ton da çarpıcı. Canikli, Merkez Bankası’nın son dönemde büyük başarı sağladığını, geç likidite penceresi ile gösterge faizin artırılmasının aynı olmadığını belirtip, “Bu geçici şartlar ortadan kalktığında ve şartlar oluştuğunda herhangi bir kurulun faiz indirmek için karar almasına gerek olmaksızın Merkez Bankası fonlama yöntemini değiştirerek tekrar kaldığı yerden devam edecek” diyor.
Aynen banka senedinde olduğu gibi, Merkez Bankası’nın ne yapacağını açıklıyor. Politikayı Merkez Bankası’nın değil hükümetin belirlediği çok açık...