Çanlar adak için çaldı, cemaat kapıda kaldı

ANKARA’da ki gayrimüslim cemaati rahatsız eden bir modadan söz edeceğim. Altı kuşaktır Ankara’da yaşayan ve Türk vatandaşı olmaktan onur duyan Katolik bir arkadaşım dertliydi.

Yaklaşık üç yıldan bu yana, güvenlik nedeniyle ziyaretçilere kapalı olan Vatikan Sefareti içindeki kilisede Noel ayinine katılamıyordu. Ancak, kilisenin kapalı olmasından daha çok, açık olduğu süreçte Müslümanların akın akın gelmesi onu rahatsız ediyordu. Allah’ın evinde herkese yer olması gerektiğini vurgularken de, bu kalabalığın oluşma nedenini anlatıyordu.

Özellikle İstanbul sosyetesi St.Antuan Katolik Kilisesi’ne gidip, adak yarışına girirken, onlara özenen bazı Ankaralılar da Vatikan Kilisesi’ne doluşmaya başlamış. Bu moda öyle bir hal almış ki gayrimüslim cemaatin ibadet imkanı ortadan kalkmış. Yani, doluluğun nedeni dini vecibeleri yerine getirmek değil, adak çılgınlığı olmuş. Üstüne bir de güvenlik nedeniyle ziyaret kısıtlaması gelince, Katolik vatandaşlarımızın dini vecibelerini yerine getirme imkanı ortadan kalkmış.

İçkiyi makinede eserlerimizi ise iş merkezinde öğütüyorlar

Sık sık yabancı misyon temsilcileri ile biraraya gelip, ilginç konular üzerine sohbetler yaparız. Tıpkı geçen gün olduğu gibi... Batılı bir ülkenin ataşesi ve Dışişleri Bakanlığımızın şu sıralar Türkiye’de görev yapan büyükelçisiyle akşam yemeğinde buluştuk.

Sohbette söz dönüp dolaşıp dünya mutfağına, oradan da Suudi Arabistan’daki yaşama geldi. Geçmişte her iki diplomat dostum da bu ülkede görev yaptığı için enteresan anılarını birbiri ardına sıralamaya başladılar. Ana konumuz ise en fazla cam öğütme makinesinin Suudi Arabistan’da kullanılıyor olmasıydı.

Meğerse, evlerde içilen içkilerin şişelerini çöpe atıp, deşifre olmamak için bu cam öğütme makinelerine çok ihtiyaç duyuluyormuş. İçki satışını bırakın, içmenin bile yasak olduğu bu ülkeye alkol sokmanın da belirli püf noktaları varmış. Elçilikler bu işi özel kargolarla hallederken, büyük kolilerin üzerine "Kırtasiye Malzemesi" yazarak, içkiyi ülkeye sokarlarmış. Hatta Avrupalı bir ülkenin büyük elçisi sık sık piyano kolisi adı altında içki sandıklarını getirtirmiş. Suudi yetkililer de bu kadar piyanoyu rezidansın neresine sığdırdığını merak edermiş.

Piyano sever elçinin başına ilginç bir olay da gelmiş. Uçakla gelen piyano kargosu için Suudi gümrük polisi elçiliği aramış ve "Kargonuzu bir an önce gelip alırsanız iyi olur, zira içinden bir şeyler akıyor" diyerek ikazda bulunmuş.

Aslında yasalar gereği içki yasakmış, ama elçiliklerin bu takiyesine Suudiler göz yumuyormuş. Bu arada bazı dipolmatlar bu işin ticaretini bile yapıyormuş. Örneğin viskinin şişesi 150 dolara kadar alıcı buluyormuş. Eh, bu işi meslek edinenlerin kazandığı parayı siz hesaplayın.

Bir de her ikisinin de bizim için üzücü olan ortak gözlemi var. "Yıkılıp, yerine İş merkezi yapılan Türk kalesini bırakın da, Medine Garı’na gidip bir bakın. Orada sizi çok daha üzecek görüntülere rastlarsınız."

Ülkemizde sıkça rastladığım mimarinin benzeri olan Medine Garı’nın hemen dibinde bulunan dört adet hurda lokomotiften bahsediyorlardı. İngiliz ajanı Arabistanlı Lawrence’ın Türk ordusuna sabotajı sonucu hurda haline getirdiği lokomotifler o günkü haliyle kumların içinde duruyormuş. Ne bir bakım, ne bir ilgi...

Türk eserlerine bu kadar duyarsız olan Suudiler buna karşın Lawrence’ın yaşadığı evi müze haline getirmekten geri kalmamışlar.

İktidar yol verince, Irak’ta yeniden doğdu

ONU, her yıl Ankara Vergi Şampiyonları listesinde gördük. "Ankara Büyük Kanal Projesi", "İzmit Entegre Çevre Projesi" gibi ülkemiz açısından önemli yatırımları Vinsan isimli şirketiyle tamamlarken, önemli müteahhitler arasına ismini yazdırdı. Üstelik, bir dönem "Barış Partisi"ni kurarak Alevi oylarla Türk siyasetinde kendine yer edinmeye çalıştı. Sözü fazla uzatmadan, Ali Haydar Veziroğlu’ndan bahsettiğimi anlamışsınıdır.

Böylesine bir geçmişe sahip Ankaralı iş adamı, son yıllarda ekonomik yönden sıkıntıya girdi. Hatta banka ve vergi borçları yüzünden mal varlığına konan ihtiyati tedbir kararlarıyla yüz yüze geldi. Piyasaya olan borçları yüzünden alacaklıları şirket binasını mesken tutarken, çalışan personeli belli süre maaş alamadı. Kendisinin ve ailesinin lüks yaşamından ise eser kalmadı. Üç adet lüks uçağı dahil bir çok mal varlığı ya satıldı, ya da icralık oldu. Uzun bir süreden beri de Ali Haydar Bey’i ortalıkta gören olmadı.

Nihayet, geçenlerde Ali Haydar Veziroğlu’ndan haber geldi. Irak’taydı ve küllerinden yeniden doğmak için büyük yatırımlara imza atıyordu. Müteahhit olarak bu ülkeye gidip, bina ve yol çalışmalarında bulunurken çark tekrar dönmeye, kaybedilen paralar yeniden kazanılmaya başladı. En son kazandığı 220 milyon dolarlık yol ihalesi bile onun düzlüğe çıkmasının göstergesi oldu.

Onun yeniden dirilmesini sağlayan Irak çıkarması başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen olmak üzere AKP iktidarı sayesinde gerçekleşti. Hükümet, Veziroğlu’nun 160 parçadan oluşan makine parkına borçları karşılığı el koyacağına, özel bir izinle Türk gümrüğünden geçmesini sağladı. Kısacası, çalış, kazan ve ülkendeki borçlarını öde zihniyetiyle Ali Haydar Veziroğlu’nun iş makinelerine yol verildi.

Anlaşılan o ki, Ankaralı iş adamı borçlarını beklenenden çok daha kısa bir sürede ödeyecek. Zira, ek iş olarak Irak topraklarında bulunan ve savaştan sonra ıskartaya çıkarılan tank, top, uçak gibi malzemelerin sökülüp, hurda olarak satılması ihalesini de kazanmış. Şimdilerde Türkiye’den götürdüğü 50 civarında kaynakçıyla 600 bin tonu bulan savaş malzemelerini parçalara bölüyor ve Çin, İran gibi ülkelere hurda olarak satıyor.

Bu kenti seviyorum. Çünkü...

TÜRKİYE’nin en önemli şairlerinden biri olan Atilla İlhan’ın "Ulan Ankara ben senin oğlun değil miyim/ Kasketimin altında tepeden tırnağa bozkır"dizelerini hatırlıyorum. Ardından Metin Altıok’un, şiir tadındaki "Ankara, benim aziz kentim, kestane ağaçları ve aşklarım elbet" cümlesi takılıyor dilime. Ve Ankara’yla ilgili yazılmış binlerce şiire ilham vermiş o mihengi düşünüyorum. Sonra, Ankara’nın, milli mücadele tarihimiz, bağımsızlığımız ve cumhuriyetimiz için taşıdığı önem aklıma geliyor...

Sabahın, ilk ışıklarıyla birlikte Ankaralıların, karınca telaşını andıran hareketliliğiyle, iş yerlerine ulaşmaya çalışmalarını seyrediyorum. Alıveriş merkezlerinde gezinen, kafelerde soluklanan insanların bir çoğunun ev hanımı ve öğrencilerden oluştuğunu gözlüyorum. Mesai bitimiyle birlikte akşamı geceye taşımak isteyenlerin yüzlerini Sakarya, Tunalı Hilmi, Arjantin Caddeleri ya da Gaziosmanpaşa, Yıldız semtlerine çevirdiğine tanık oluyorum.

Sakarya Caddesi’nde, üst düzey bir bürokratla, öğrenci ve işçinin rakı masası komşuluğuna katılıyorum. Ya da Tunalı Hilmi Caddesi’nde bir yöneticiyle aynı şarkıya eşlik eden öğretmenin muhabbetine. Sinema koltuklarında film seyrettiğim komşumun ünlü bir bakan ya da politikacı olmasına aldırmadan gece seansını tamamlıyorum. Kısacası bir çok metropolde yaşananın aksine, insanların içiçeliğinin yarattığı armoniye baka kalıyorum.

Sonuçta da, insan ilişkileriyle var olan bu kente, bozkırı kendine taban yapmış gri binalar içindeki renk tuvalinin dışa da yansımasını istiyorum. Parkların, bahçelerin, yolların ortak beğeniye cevap vermesi ricasıyla da Kuğulu Park kavşağında olduğu gibi işlerin oldu bittiye getirilmemesini arzu ediyorum.

Kategorisi deniz ya! mahsulü ambargo yedi

ET ve deniz ürünlerini batı tarzıyla sunan ünlü bir restorandayım. Yan masamda adı sık sık gündeme gelen ünlü bir bakan ile iş dünyasının yakından tanıdığı sanayici oturuyor. Baş başa koyu sohbet içindeyken, garson yanlarına geliyor, et ve balık ürünlerini sayarak siparişlerini soruyor. Bakan hemen söze girip, "Aman deniz mahsulü olmasın da, ne olursa olsun" diyor.

Garson bu sözler üzerine et mönüsünü sıralarken, sanayici kahkahayı basıyor. Nasıl gülmesin ki? Deniz Baykal’ın muhalefetinden dolayı bunalan bakan, içinde "deniz" kelimesi geçen her şeyi hayatından çıkardığını söylüyor.

Ancak sonradan hatırlıyorum ki, aynı espriyi Osman Müftüoğlu ile beraber yemek yerken, o sıralar YTP Genel Başkanı olan ve Deniz Baykal’a karşı hiç de hoş duygular beslemeyen rahmetli İsmail Cem de yapmıştı.

Bakan Şener gözüyle savaş ekonomisi

DEVLET Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in ilginç bir makalesine rastladım. Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisiyken kaleme aldığı bu yazıda, savaşların ekonomiyi daralttığını, ama bazı sektörlerde de ekonominin gelişmesine sebep olabileceğini yazmış. Örnek olarak da Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı İmparatorluğu’nu göstermiş.

O zamana kadar durağan giden ekonominin, savaşla birlikte canlandığını, bankacılık başta olmak üzere bazı sektörlerde gelişmeler kaydedildiğini vurgulamış. Ancak en alt kısımda da bunun her zaman böyle olamayabileceğini ilave etmiş. Yakın bir zamanda kendisiyle karşılaşıp, konuşma imkanım olursa, ülkemize dair başka örnekler vermesini de isteyeceğim.
Yazarın Tüm Yazıları