1700’lü yıllar... İngiliz gemiciler, Karadeniz sahillerinden satın aldıkları on çift tavşanı İngiltere ile Fransa’ya götürür ve kraliyet ailelerine hediye eder.
Hediyenin, en önemli özelliği ise dünyada yününden iplik üretilebilen tek tavşan olmasıdır. Kısa sürede Avrupa saraylarında evcil hayvan olarak beslenmeye başlayan tavşanlara Angora (Ankara) tavşanı adı verilir. Yünü uzun, ince, yumuşak, parlak ve dokumaya elverişli olan tavşanlar, özellikle 1700’lü yılardan itibaren dünya giyimine yön veren Avrupalı modacıların vazgeçilmezleri arasına girer. Tavşan tüyünden yapılan ürünler, yüksek fiyatları nedeniyle üst gelir gruplarının statü sembolü haline gelir.
Gelelim bu günlere... Angora tavşanı yetiştiriciliği dünyada halen ne kadar önemliyse, adını aldığı Ankara ve İç Anadolu’da da bir o kadar ihmal edilmiş durumda. Son yıllarda, küçük ölçekli az sayıdaki çiftlikte Angora tavşanı yetiştiriciliğine yeniden hız verilmeye çalışılıyor, hepsi o. Kısacası Angora tavşanının İngiliz gemicilerle başlayan dünya yolculuğunun rotası, bu küçük çiftliklerle birlikte yeniden anavatanında doğrulmaya çalışıyor.
Çiftliklerin, iplik üreticilerinin ciddiye alacağı miktarlarda ürün çıkartmaması nedeniyle şimdilik çok karlı bir yatırım alanı olarak görülmüyor. Ancak, Angora tavşanı üreticilerini zorlayan tavşan yemi ve ilaç sorunu aşılırsa Türkiye, dünya pazarında önemli bir konuma gelme şansına sahip.
Türkiye’de bugün 60’ın üzerinde Angora tavşanı üretim çiftliği bulunuyor. Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerinde, 1990 yılında 5 bin 352 kilogram angora ithal ediliyor. Verilere göre, iki binli yıllarda ise toplam 38 bin 419 kg angoraürün ithal edildiği görülüyor.
Gelelim bu tavşanın ve sağladığı ürünün özelliklerine: Tavşanın tüyünden elde edilen ürün, yüzde yüz anti alerjik ve koyun yününden yedi kat fazla ısı veriyor. Üstelik terletmiyor. Genelde eldiven ve atkı yapımında kullanılıyor. Saf olarak kullanıldığı yer ise çok az. Zira, maliyeti çok pahalı. Örneğin bir kazakta yüzde 80 yün, yüzde 20 angora kullanılıyor. Bu hayvanların kırkımından sonra tüylerinin yeniden uzaması yaklaşık 2,5 ay sürüyor. İlk kırkımında kaliteli yün elde edilemiyor, ama ikinci kırkımdan sonra kaliteli yün çıkmaya başlıyor. Birinci kalite denilen 6 santimlik yün için 3 ay gerekiyor. Sürekli bakım ve tarama sonucunda kaliteli yün elde ediliyor.
Bu tavşanlar 28 günde bir çiftleşebiliyor. Yetiştirme çiftlikleri tarafından çiftleşme dönemleri kontrol altında tutuluyor. Angora tavşanları, ilk doğumlarında çok fazla yavrulayamıyorlar. Daha sonraki doğumlarda ise 6 yavrudan 12 yavruya kadar sayı degişiyor.
Prestij için fasona değil markaya yöneldiler
Geçen hafta, "Prestij mekanlar para basıyor" başlığıyla kapasitelerini sonuna kadar zorlayıp ucuza yatak satan, daha doğrusu sürümden kazanmaya çalışan beş yıldızlı otellerin, artık yüksek fiyatlara ulaşmak için markalaşmaya ve kaliteye yöneldiğini yazmıştım. Örnek olarak da Kempinski The Dome, Adam&Eve, Rixos Premium, Gloria Golf gibi tesisleri vermişim. Selçuklu mimarisinden esinlenen Kempinski The Dom Otel’den yola çıkarak da iç dekorasyonu, servis anlayışı ve lüksüyle, mutlaka görülmesi gereken bir müze izlenimi verdiğini belirtmiştim. Kullanılan malzemelerde de dünyanın en ünlü markalarına rastladığımı aktarmıştım.
İşte bu yazım üzerine Güral Porsel’in sahiplerinden Nafi Güral’dan bir eleştiri aldım. Doğrusu eleştirisinin bir bölümünde çok haklıydı. Önce konuyu aktarayım, sonra da cevabını yazayım.
Sayfanızdaki, "prestij mekanlar para basıyor" başlıklı diğer yazınızda ise, Turistik bölgelerdeki tesis sahiplerini farklılaşmaya, markalaşmaya yönlendiriyorsunuz. Umarım bu mesajınızı alırlar ve ucuz tesis değil, prestijli marka tesis olurlar. Buraya kadar hepsi çok güzel, ama güzel olmadığını düşündüğüm iki husus var.
Birincisi, Otellerin isimleri. Selçuklu mimarisinden esinlenerek inşa edilmiş otelin adı "Kempinski The Dom" Yakışmış mı? Ve diğer isimlerin hepsi de özenti ve yabancı. Biz de Güral Ailesi olarak Antalya bölgesinde tatil köyleri inşa ettik ve isimlerini "Club Ali Bey" olarak markalaştırdık. Ve yerel markanın faydasını görüyoruz. Lütfen, yerel isimler kullanılmasının getireceği faydaları yazınız ve ikna olmaları konusunda gayret gösteriniz.
İkincisi, otellerde kullanılan yemek servisi takımlarının yabancı marka olmasının özendirilmesine yönelik yorumlarınız. Tüketime yönelik pek çok marka gibi, sayfanızda konu ettiğiniz markalarda, üretimlerini gelişmekte olan ülkelerde yaptırıyorlar ve dünya pazarlarına sunuyorlar. Ağırlıklı olarak ihraç edilen Kütahya Porselen ile halka hitap eden Güral Porselen markalarının sahibi olan ailemiz, dünya genelinde markalaşmış firmalara fason üretim yapmayı kabul etse, inanın birinci sırada fasoncu olur. Ancak, biz kendi markalarımızı yaratıyoruz ve iddia ediyoruz; kalite olarak en başarılı yabancı ile eşit kalitede porselen üretiyoruz. En önemlisi ise 7 bin 400 kişiye istihdam sağlıyoruz. Türk sanayicisine, kalitesine güvenilmeli ve yabancı karşısında ezdirilmemeli.
Gelelim cevaba... Bence otellere, yabancı isim konmasında bir zarar olmadığı gibi, fayda var. Zira, Kempinski markası tüm dünyada biliniyor ve pazarlama açısından işletmenin önünü açıyor. Özellikle orta ve üstü gelir seviyesine ulaşmış yabancı misafirler bu isme geliyor. Tıpkı, Hilton, Sheraton gibi marka isimlere gittikleri gibi. Örneğin ABD Başkanı, bakanları ya da üst düzey görevlileri ülkemize geldiği zaman Hilton’da kalıyorlar. Zira bu ismi biliyorlar. Ancak, bunları yazarken Türk isimlere karşı olduğumu düşünmeyin. Sadece bir pazarlama metodundan bahsediyorum. Keşke bizim Türk isimli tesislerimiz de dünya markası olarak kabul görse ve pazarlanabilse.
Nafi Bey’in değindiği ikinci konuya da yanıtım şöyle: Aslında yabancı yerine yerli ürün kullanılması gerektiği yönündeki eleştirisinde çok haklı. Kempinski Otel’in kullandığı malzemeleri yazarken, gururumuz olan ülke markalarını göz ardı etmişim. Amacım, dünyadaki emsalleriyle başa baş giden markalarımızı eleştirmek değil, otel işletmesinin lüksün son noktasına ulaşmak için nerelere para harcadığını aktarmaktı.
Biyolojik tehdit var da, aşılar hazır mı?
Türkiye aşı ihtiyacının tamamını yurtdışından karşılıyor ve yerli üretimi yok. Sadece Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi kısıtlı oranda çocuk aşısı, yani bakterilojik aşı üretmekte, hepsi o kadar. Peki, yerli üretici firmalar aşı üretimine neden girmiyor? Daha doğrusu girmelerinin önünde bir engel mi var? Üstelik önümüzdeki beş yıl, biyogüvenlik sektörüne yatırım için en doğru zaman olarak görüldüğü halde.
İşte bu sorunun yanıtı Sağlık Bakanlığı’nda saklı. Aşının üretimi için bürokratik engellere üretici firmaların iştahsızlığı da eklenince yabancı ülkelere muhtaç kalıyoruz. Şu sıralar aşı üretmek için bir tek Genelkurmay’ın girişimi var ki, o da izin işlemlerini bir türlü tamamlayamayan Sağlık Bakanlığı’nın insafına kalmış durumda. Bu konunun ne kadar önemli olduğuna gelin birlikte bakalım.
Biyolojik Harp Maddelerinin Yasaklanması Sözleşmesi’ne imza koymayanlar kadar koyanların da sözleşmeye pek sadık olmadıkları biliniyor. Biyotehdit denince ilk akla gelen "insan güvenliği" olsa da bitki ve hayvan güvenliği de aynı oranda tehdit altında. Çünkü bitki ve hayvan güvenliği kolay ekonomik hedefler oluşturmakta.
Günümüz dünyasında insanların biyosaldırıya karşı en iyi ve belki de tek biyosavunma seçeneği "bağışıklık kazandırma" olarak karşımıza çıkıyor. Bağışıklık kazandırma da en etkin aşı ve serum yoluyla yapılabiliyor. Ve biz bu konuda yabancılara bağımlıyız. Uluslararası ilaç üreticileri, yerli firmaların önünü keserken Türkiye’de açılan ihalelere tam anlamıyla ambargo koymuş durumdalar.