30 Mart 2008
Türkİye’nin dört bir tarafındaki vatandaşlara, ülkemizin en bilinen ve büyük ilçesi hangisidir diye soracak olsanız, tereddütsüz herkes Çankaya cevabını verecektir. İlçe Ümitköy’den Kurtuluş’a, Oran’dan Sıhhiye’ye kadar geniş bir alana yayılırken, kendisiyle aynı adı taşıyan Çankaya semti ise iktidarla bütünleşmiş yapısıyla göze çarpar. Tüm devlet erkanı, Çankaya’da bir avuç denebilecek alan içine sıkışıp kalmış durumdadır.
Halk, şehrin eteklerinden, yani aşağıdan kafasını yukarı doğru kaldırır ve 864 rakımlı tepeye bakarak iktidarı izler. Cumhurbaşkanı, milletvekilleri, bakanlar, askeri erkan, mülki erkan, en zenginler, yabancı şirket temsilcilikleri, diplomatik temsilcilikler hep ordadır. Dahası, çok kazanan bürokratların, doktorların, avukatların, gazetecilerin, iş adamlarının Ankara’daki çocukları oradadır. Lüks yapılar, şehrin en trend eğlence ve yeme içme yerleri oradadır... Kısacası, görünür veya görünmez iktidar adına ne varsa, geçmişte olduğu gibi bugün hálá Çankaya sınırları içindedir.
ÇANKAYA BLOĞU ÇATLADI
Ancak, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, Çankaya’da mukim iktidar bloğunun parçalanmaya değilse de çatlamaya başladığı öne sürülebilir. Bloğu çatlatan ilk darbe de, daha Başbakan olmadan, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, milletvekillerine, "lojmanlara yerleşmeyin" talimatıdır. Ona göre lojmanlar hem devletin sırtında bir yüktür, hem de vekillerin milletle kaynaşmasına engel bir yerleşim düzenlemesidir...
Bu anlayış, daha sonra Başbakanlık konutu için de geçerli olur. Makamla özdeşleşen bu mekan, ailecek ev sahibini değil de, resmi bir organizasyonun davetlilerini ağırlamaya başlar. Gerek Başbakanlık konutu, gerekse lojmanlarda oturması gerekenler, kendilerine halkın içinde yaşayacakları yerler bulmanın telaşına girer. Birtakım nifak tohumcuları(!), bu yaklaşımı, devletle türbanlının ve hacı-hoca takımının sık sık bir araya gelip çatışması riskine karşı bir önlem gibi algılayıp değerlendirdiyse de, sonuca etkisi olmaz.
YÜZDE SEKSENİ GECEKONDUYDU
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Keçiören semtini seçtiği malumunuz. Çok değil, 20 yıl öncesine kadar Keçiören, çok uzun yıllar ihmal edilmiş, her tarafında derme çatma gecekondular bitmiş, yer yer çöp kokan, fakir insanların yaşadığı bir varoş yerleşim birimiydi. Özal iktidarının serbest bıraktığı "kaynaklar" yerli yersiz harcandıkça şehrin yüzü gibi ilçelerin de yüzü değişmeye başladı.
Her zaman köylü ve muhafazakar bir profil vermiş olan Keçiören’i halen, belediye başkanı olarak, sonradan AKP mensubu olan, MHP orijinli Turgut Altınok yönetiyor. Yıllardır görevini sürdüren Altınok, Keçiören’in varoş semti olmak bir yana, Türkiye’nin en yeşil yerleşimlerden biri olduğunu; buralarda bina yapmak üzere Çankaya’dan müteahhitlerin akın akın geldiğini; bazı semtlerinde 150 bin dolardan aşağı daire bulunamadığını; halen sürmekte olan projeler bittiğinde Keçiören’in Ankara’nın turistik merkezi olacağını; çöplükten pırıl pırıl bir ilçe yarattığını hayli iddialı ifadelerle söylüyor.
BAŞBAKANA RAĞMEN ÇANKAYA’YI TERK ETMEDİLER
Başkanın söylediklerini dinleyip bir de yaptıklarını gezip görünce, Başbakan Erdoğan’ın neden Keçiören’i seçmiş olabileceğine ilişkin spekülasyon olanağı genişliyor. Her ne kadar kendisi bu yönde bir cümle söylemiş değilse de, Keçiören, AKP’nin Türkiye vizyonunun küçük bir örneği sayılabilir. Nitekim bu değerlendirmeyi Başkan Turgut Altınok da benimsiyor.
Altınok, "Başbakan niye burayı seçti" sorusunu, her seferinde, "kendisine sorun" diye savuştursa da, seçilen yerin cazibesini gayet etraflıca ortaya koyuyor. "Keçiören Türkiye’dir" diyor ve ekliyor; "Burada Türkiye’nin her yerinden insan vardır."
Keçiören’in Erdoğan bakımından bir de, "AK Parti kurulduktan sonra halka açık ilk konuşmayı burada yapmış olmak" gibi bir özelliği var... Sonuçta, Başbakan için Çankaya resmi, Keçiören ise özel yaşamının sürdüğü birer semt olarak yüzyüze bakıyor. Atakule’ye alternatif olarak 166 metrelik Keçiören Cumhuriyet Kulesi dikilmeye çalışılsa da, cazibe merkezi olma rekabeti tüm hızıyla sürüyor ve bu yarıştan Başkentliler kazançlı çıkıyor. Nasıl mı? Tabii ki daha fazla hizmet alarak. Gerçi Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne taşınması bile AKP’li Büyükşehir Belediyesi’ni harekete geçirmese de üzüm üzüme baka baka kararır misali, Çankaya da rekabetten nasibini alıyor.
Ancak, halkla kaynaşmak için Lojmanlara taşınmayan AKP iktidarının bir çok mensubu, Başbakan’ın aksine meskenini Çankaya il sınırlarından seçiyor. . Hatta kimi Çankaya semtinin mütevazı apartman daireleri yerine, Ümitköy’ün, Oran’ın, Bilkent’in, Sögütözü’nün muhteşem villalarını, dubleks dairelerini tercih ediyor.
Yarım asırlık ustadan ünlülerle çok özel anılar
BU hafta size, halen elinde makas 51 yılı geride bırakan bir ustadan söz edeceğim. Adnan Menderes’ten Süleyman Demirel’e, Nazmiye Demirel’den Semra Özal’a, Tansu Çiller’den Berna Yılmaz’a, Zeki Müren’den Bülent Ersoy’a, kısacası yıllardır adını sayamayacağım kadar bir çok ünlü isim saçlarını ona emanet etti. Günümüzün birçok tanınmış siması da emanet etmeye devam ediyor. İşte bu ustayla geçenlerde bir aradaydım. Mesleğiyle ilgili bilgi birikimini ve çok ilginç anılarını anlatırken kısa kısa notlar tuttum. Bir çoğunu köşeme aktarmamı istemedi, ama müsaade ettikleri bile tarihte ilginç bir yolculuğun kapılarını açtı.
Yıl 1957... Elinde bezden bavulu, Artvin’den Ankara’ya gelen 16 yaşındaki berber çırağı Hakkı Kutlugün’nün ilk hedefi, karnını doyuracak bir iş bulmaktır. Daha sonraki düşüncesi ise baba mesleği kuaförlükte, Türkiye’nin en iyisi olmaktır. Ailesinin üç kuşaktır berberlik mesleğini seçmesi ise onun en büyük referansıdır. Ancak bir farkla; babası ve dedesi gibi erkek değil, kadın kuaförü olmaktır.
Günlerce aç kalır, sefalet çeker, ama yılmaz. 1960’lı yılların sonlarına doğru, içinde parfümeri, bijuteri, mini bar ve güzellik salonunun da yer aldığı, kendi işletmesini açar. Dönemin koşullarına göre, "Ankara için bir hayli lüks" işletmesinin faaliyete geçmesiyle birlikte, müşteri profili bir anda ünlü politikacılar ile eşleri, sosyetesinin seçkin isimleri ve sanatçılardan oluşur.
SİYASİLER KAPIYI AŞINDIRDIKÇA
MEKAN SÜTATÜKOYU BELİRLEDİ
Hakkı Kutlugün’ün ünü, gün geçtikçe yayılır ve İstanbul sosyetesi de onun kapısını aşındırmaya başlar. Nazmiye Demirel, Turgut ve Semra Özal gibi önemli isimler neredeyse akraba kadar yakını olur. Sonuçta Paris Kuaför’e gitmek bir prestij göstergesine dönüşür.
Hakkı Kutlugün ise geldiği noktayı yeterli bulup, hiç durmaz. Sık sık yurt dışına çıkıp, yeni saç trendlerini yakından takip etmeyi sürdürür. Ve gelinen son noktada Paris Kuaför zincire dönüşür ve toplam beş şubesiyle Türkiye’nin en seçkin kuaförleri arasındaki yerini alır.
Ve geliyoruz bu günlere. Hakkı Kutlugün, 51. yılına yaklaşan mesleki yaşamında 4 bine yakın kuaför yetiştirdi. Hala da işinin başında, ancak Paris Kuaför’ü emanet edebileceği emin ellere sahip olmanın da huzuru içinde. Oğlu Hakan, kızı Eda, damadı Necdet Koşar boynuz kulağı geçer misali babalarından kaptıkları bayrağı daha yükseğe çıkarma gayreti içindeler.
TÜRBAN, SEKTÖRE
BÜYÜK DARBE VURDU
Hakkı Kutlugün yıllarca politikacı eşlerine hizmet verdi. Ancak son dönemde müşteri portföyündeki parlamenter eşi sayısında bir azalma var. Nedeni de mecliste büyük bir sayısal çoğunluğa sahip AKP milletvekillerinin eşlerinin birçoğunun türbanlı olması.
"Parlamenter eşleri dükkanımıza büyük renk katıyordu. Mesleğin farklı ambiyanslarıydı. Ama şu sıralar bundan mahrumuz" diyen Hakkı Kutlugün’ün erkek müşterileri arasında ise tabii ki yine günümüz politikacıları var. Her ne kadar eşleri türbanlı olduğu için kuaföre gitmese de çok sayıda bakan ve milletvekili Paris Kuaför’ün erkek bölümünü tercih ediyor.
ÖZAL’I KARBON
KAĞIDIYLA KAMUFLE ETTİ
Hem Semra Özal, hem de rahmetli Turgut Özal, Hakkı Kutlugün’ün yıllarca müşterisi olmuş. Özallarla tam 15 kez parasını kendi cebinden vermek kaydıyla yurtdışı gezisine çıkmış. Ünlü kuaförün Turgut Özal’la ilgili hoş bir anısı da var. Başbakanlığının ilk dönemlerinde Özal’ın saçlarını modern bir kesim vererek kesmiş. Beyazlıkları da ona haber vermeden karbon kağıdı sürerek yok etmiş. Tıraştan sonra Turgut Bey, Semra Özal’ı çağırarak, "Beni çok değişik bir adam yaptı" demiş. Ama Hakkı Kutlugün bıyıkları da karbon kağıdıyla boyamaya kalkışca Turgut Bey, "Vay sahtekar, vay" deyip kahkahayı basmış. O günden sonra şampuan boyalarla Turgut Özal’ın saç ve bıyıklarındaki akları yok etmiş, ama ciddi bir boyama hiç yapılmamış.
ZEKİ MÜREN’LE 25 YIL
Paris Kuaför Hakkı’nın ünlü müşterileri sadece siyasetçi ve eşleriyle sınırlı değil. Türkiye’nin en büyük sanatçılarının saçlarını da yıllarca o şekillendirdi. Bunlardan bir olan, Sanat Güneşi rahmetli Zeki Müren, saçlarını tam 25 yıl boyunca Hakkı Kutlugün’e emanet etmişti. "Zeki Müren kadar sohbet etmesini seven birisine rastlamadım. Saçlarını kadınlar bölümünde yaptırırdı. Bazen laubali hareketleri olurdu, ama kendisine böyle davranılmasından hiç hoşlanmazdı. Peruk takardı. Önlerde hiç dökülme yoktu ama, saçı arkadan seyrelmişti. İlk kez 1974’te bir tepe peruğu taktım. Yıllarca hep onu kullandı. Saçlarına daima röfle yaptırırdı."
ABACI BONKÖR, EMEL SAYIN CİMRİ
Hakkı Kutlugün’ün bugüne kadar tanıdığı en bonkör müşterisi Muazzez Abacı olmuş. "Hiç para hesabı yapmazdı" diyor ve ekliyor, "Kasayı açıp parayı kendisi bırakırdı. Onu çocukluğundan beri tanırım. Çok iyi kalplı bir kızdır"
Abacı’nın bonkörlüğü kadar Emel Sayın’ın cimriliği de Hakkı Kutlugün’ün hafızasında kalanlardan. Onunla ilgili bir anısını ise şöyle anlatıyor, "Emel Sayın bir peruk istemişti. Geldi, yaptığımız peruğu beğenmediğini söyledi. Halbuki o kadar güzel bir peruk olmuştu ki, omuzlarının altına kadar iniyordu. Herhalde 2 milyon lira kadar bir fiyatı vardı. Pazarlık yapmak için beğenmediğini söyledi. Elinden peruğu alıp ’size yapılacak peruğum yok’ dedim"
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2008
Kızılay merkez olmak üzere, Ankara’nın Keçiören, Beşevler, Sincan, Demetevler gibi semtlerinde faaliyetini sürdüren ve ismi bende saklı bir mağazalar zinciri var. Bu mağazalarda, yiyecekten giyeceğe kadar her çeşit ürün satılıyor. İşletmenin sahibi ve yöneticileri bir dini gruba mensup olduğu için, reyonlarında tek satılmayan ürün ise alkollü içecekler. Daha doğrusu kapısından içeriye girene kadar öyle olduğunu zannediyordum. Aslında bu tür müesseselere adımımı bile atmam. Zira bilirim ki, harcadığım her kuruş yeşil sermayenin veya bir tarikatın güçlenmesine katkı sağlar. Neyse, gidiş sebebim bazı okuyucuların telefonla arayıp, dergi reyonunu şikayet etmesiydi. Meraklısı oldukları bazı yayınları bulamamaktan yakınıyorlardı.Bu arada bilmeyenler için tekrar bir hatırlatma yapayım, Hürriyet Gazetesi’ndeki misyonumun yanı sıra, aralarında Tempo, Capital, Ekonomist, Atlas, Elle gibi 28 derginin yer aldığı, eski adı Hürriyet Dergi Grubu olan Dogan Burda Dergi Grubu’nun Ankara Temsilciliği görevini de üstleniyorum. Dolayısıyla bu şikayetlerden yola çıkarak, bizim dağıtım ağıyla temasa geçtim. Onlar tüm yayınlarımızın bu market zincirine gittiğini ve yok denilen dergilerin satılmadığı için kendilerine iade edildiğini belirtiyordu.Yani yok denilen dergiler dağıtılmış, ama olduğu gibi iade edilmişti. Okuyucular ise stantlarda aradıkları yayını bulamamaktan şikayet ediyordu. En iyisi durumu gözden geçirmek için müşteri gibi kendim gitmeliydim. Doğrusunu söylemek gerekirse, iyi ki de gitmişim. Gördüklerim, dinlediklerim ve tespit ettiklerim dudak uçuklatan cinstendi. Mağaza yönetimi değişik sebeplerden dolayı bazı dergileri reyonlarına koydurmayıp, satıştan kaldırıyor, piyasada bulunma süresi tamamlandığı zamanda iade ediyordu. Nedeni ise trajikomik mi desem, vahim mi desem, öğeler içeriyordu. Marketteki görevli elemanlar ve daha sonra görüştüğüm bizim dağıtım ekibinin araştırmaları beni şaşkına çevirmişti. En iyisi tespit ettiğim yayınları ve kaldırılış nedenlerini aktarayım, kararı siz verin. Bu arada yayınlardan bir kısmının rakip dergi gruplarına ait olduğunu da belirteyim. Chica, Dream, Bluejean, Hey Girl: Gençleri genel ahlak kurallarının dışına çıkartacak konular ve resimler içerdiği için,Elele, Elle, Form Sante, Instyle Türkiye, Madame Figaro, Yatch Türkiye: Kapağında çıplak ve makyajlı kadınların resmi bulunduğu için, Lezzet: Arka kapağında rakı reklamı olduğu için,Winnie The Pooh: Ön kapağında çizgi film karakteri olan domuz resmi bulunduğu için, satıştan kaldırılmış.AFİŞLER İNDİ, BAŞBAKAN KONUŞTU VE ..!Gördüğünüz üzere Cumhuriyetin Başkentinde, üstelik Kızılay’ın göbeğinde yaşanan çarpık zihniyet. Eminim ki, bir süre sonra üzerinde kadın resmi bulunan deterjan, konserve, kağıt havlu gibi ürünler de satıştan kaldırılır. Sakın yanlış anlamayın; buradaki eleştirim dergi satışlarının engellenmesine değil, çarpık bakış açısına. Yoksa, bu mağaza zincirinin sattığı üç beş dergi biz yayıncıları ne güldürür, ne de öldürür.Aslında bu durum uzun zamandan beri yaşanan sürecin son halkası. Hatırlayın, önceki yıllarda havaalanına konuşlandırılan bilboardlardan, siyasi müdahale sonucu, "kadın dekolte" diye afişler indirilmedi mi? Yada, Başbakanımız medyaya kızınca şu cümleleri sarf etmedi mi: "Bizi çarşafa sokacaklar diyorlar. Ya insaf! Gazetelerin başköşelerinde toplumun ahlak değerleriyle ters düşen çırılçıplak kadın resimleri basıyorsunuz. Affedersiniz, ilavelerinde her şey ortada... Hangi müdahale yapıldı?" Eh lider bu sözleri sarf ederse, takipçileri daha ileri boyutta hareket etmez mi? Zaten ülkedeki ağır muhafazakar yapı yıllardır baskısını bir norm değer olarak insanların üzerinde bütün ağırlınca hissettirmiyor mu?TÜRKİYE’DE 2 BİN GAZETE, 2 BİN 650 DERGİ VARTürkiye İstatistik Kurumu’nun(TÜİK) önceki yıl başlattığı yeni bir araştırma, Türkiye’deki yazılı medya konusunda ilginç verileri ortaya koyuyor. Bu verilerin içeriği ise özetle şöyle:2006 yılı itibariyle Türkiye’de toplam 4 bin 643 adet yazılı medya organı var. Bu yayınların bin 993’ünü gazeteler, 2 bin 650 sini ise dergiler oluşturuyor. Dergi sayısının gazete sayısından üçte bir oranında daha fazla olduğu görülüyor.Fakat duruma tiraj açısından bakıldığı zaman farklı bir tablo karşınıza çıkıyor. Türkiye’de yazılı basının toplam tirajı, yıllık 2 milyar 350 milyonu bulurken, bunun 2 milyar 241 milyonluk ezici çoğunluğunu gazeteler oluşturuyor. Dergilerin tirajı ise 109 milyonda kalıyor.Gazeteler daha çok yerel olarak faaliyet gösteriyor. Ulusal yayın yapan gazetelerin oranı, yüzde 4.6’ da kalıyor. Dergilerde ise ulusal yayın yapanların oranı, yüzde 53.9 düzeyinde.Dergicilikte daha çok aylık ve üç aylık periyot yaygın. Dergilerin yüzde 28.6’sı aylık, yüzde 25.9’u ise üç aylık periyotta yayınlanıyor. Haftalık olarak yayınlanan dergilerin oranı ise yüzde 25’te kalıyor.Dergilerin içeriklerine bakıldığında ise sektörel yayın yapanların ağırlıkta olduğu görülüyor. Sektörel yayın yapan dergilerin oranı, yüzde 23.5’i buluyor. Ekonomi alanında yayın yapan dergilerin oranı ise yüzde 4.7 olarak hesaplanıyor.Sürücüler 4 şeritli yolu neden ortalar?Sert geçen kışın ardından Başkentin caddeleri ve sokakları köstebek yuvası gibi. Birkaç ana arter hariç aracınızı sarsmadan sürebileceğiniz yol yok gibi. Örneğin en prestijli yer olması gereken Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün etrafını aracınızla şöyle bir gezin. Çukursuz ve tümseksiz bir yol bulmanız imkansız. Hatta kimi delikler aracınız için adeta bir tuzak. Tekeriniz düştüğü an ya lastiğiniz patlar, ya da aracınızın aksı kırılır. Bir başka önemli yer de Kızılay. Ana bulvar üzerinde koca koca delikler size deveyi hendekten atlatmaktan beter anlar yaşatıyor. Dikkat ettiyseniz örneğini verdiğim yerler Büyükşehir Belediyesi’nin hizmet götürmesi gereken caddeler. Aynı perişan görüntüler ilçe belediyelerine ait sokaklar için de geçerli. Diyelim ki, ebadı her gün büyüyen çukurlardan kurtuldunuz, bariyer gibi yamalara takılmadan geçmeniz imkansız. Hal böyle olunca da kazalar birbirini takip ediyor. Zira sürücüler trafik kurallarına göre otomobilini kullanıp, önündeki araçla mesafesini ayarlayacağına, yoldaki deliklere dikkat kesilerek ilerlemeye çalışıyor. Sonuçta da yolun ilerisi yerine, burnunun dibine bakmaktan dolayı karşısına araç çıktığı zaman frene bile basacak zaman bulamıyor.Şöyle bir düşünün, üç, hatta dört şeritli bir yolda arabalar niye yolu ortalayıp gider? Nedeni gayet basit, hep aynı şeritte gitse bir çukura düşmesi an meselesi.Başta Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek olmak üzere, tüm ilçe belediye başkanlarına sesleniyorum. Lafla peynir gemisi yürümüyor; Delikleri hiç değil mi yamayla kapayıp, rögar kapaklarını yol seviyesine çıkarsalar Başkentliler biraz rahat nefes alacaklar.Rakamlar her şeyi anlatıyorDünya devi bir petrol şirketinin Suudi Arabistan’daki yatırımlarında üst düzey görevde bulunan bir dostum anlatana kadar, petrol konusunu herkes gibi ana hatlarıyla biliyordum. O elindeki belgelerle anlattı, ben not tuttum ve bilgileri sizinle paylaşmak istedim.Dünyadaki yıllık petrol üretiminin 1.657 milyon ton olduğu hesaplanıyor. Bunun yüzde 57’sinin Orta Doğu’dan, yüzde 18’i Kuzey Amerika kıtasından, yüzde 8’i Orta ve Güney Amerika’dan, yüzde 7’si Doğu Avrupa ve eski S.S.C.B ülkelerinden, yüzde 6’sı Afrika kıtasından, yüzde 3’ü Asya ve Okyanusya’dan, yüzde 1’i ise Batı Avrupa’dan sağlanıyor. Rakamlar da gösteriyor ki, Dünya petrol ihtiyacının yüzde 57’sini Orta Doğu tek başına karşılıyor. Uzmanların 2020 yılı için yaptığı tahminlere göre de yine Orta Doğu’nun ihracatı 841 milyon ton üretimden 1.585 milyon tona çıkıp, yüzde 88 oranında artacak. Eski S.S.C.B. ülkelerindeki yıllık 264 milyon ton üretim ise yüzde 133’lük bir artışla 2020 yılında 615 milyon tona ulaşacak. Bu üretim artışının diğer petrol üreticisi ülkelere yansımayacağı da ilave ediliyor.481 milyon ton ile dünyanın en büyük petrol ithalatçısı ABD’nin, 2020 yılında yüzde 42’lik bir artışla 685 milyon ton petrol alacağı hesaplanıy
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2008
Oldukça yoğun geçen haftanın ardından yaşadıklarımı ve gördüklerimi aktarmakta bir hayli zorlandım. Zira, dolu dolu geçen haftanın bilançosunu satırlara dökmek hiç de kolay olmadı. Bizzat yaşadıklarımın hangisini ön plana çıkarıp, özetleyerek size aktarmalıydım? Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde yer alan ve kısa adı TMMM olan Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nin düzenlediği "Küresel Terörizm ve Uluslararası İş Birliği" sempozyumuna mı değinmeliydim? Yoksa Cumhurbaşkanı Gül’ün ailesiyle gerçekleştirdiği sinema kaçamağına mı? Ya da Minasera’nın yeni açılan mekanlarındaki Brezilyalı kızları bile gölgede bırakan güzellere mi?
En iyisi başa döneyim; Genelkurmay’ın düzenlediği organizasyonla yazıma başlayayım dedim, ama burada da ikileme düştüm. İki gün süren sempozyuma damgasını vuran Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’a yönelik izlenimlerimi mi öne çıkarmalıydım, yoksa değişik ülkelerden gelmiş 680 konuğun kendi dünya görüşlerine göre konuya yaklaşımlarını mı? Gerçi yazılı ve görsel medya bu konuları en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı. Hatta kimi abartıya kaçarak. Nasıl mı?
DEMEK "EN KIL MEN" BÖYLE OLUNUYOR!
Kendi gözlerimle görmesem, konuşmaların geçtiği grubun içinde bulunmasam inanmazdım. Bazı ulusal televizyonların anchorman sıfatıyla ana haber bültenlerine çıkan yüzleri, sempozyum esnasında diğer gazeteci arkadaşlarım gibi, Genelkurmay Başkanı’nın etrafındaki halkaya dahil olmuş, paşanın dudağından dökülen sözlere dikkat kesilmişti. Yaşar Paşa muhalefete bindiriyor, meslektaşlarım ise soru üstüne soru yöneltiyordu. Tabii herkes bu konuşmaları teybe ve mikrofonlar aracılığıyla kameralara kaydediyor, daha sonra da topladıkları bilgileri bağlı bulunduğu medya organına aktarıyorlardı. Anlayacağınız; herkeste aynı bilgi ve görüntüler yer alıyordu.
Ancak, tv ekranlarına baktığınız zaman ise gündüz sempozyumda akşamda anchormanliğini yaptığı tv ekranında boy gösteren şahıslar olayı bize bambaşka bir yorumla aktarıyordu. Efendim, Büyükanıt Paşa sadece kendileriyle konuşmuş gibi bir hava yaratıp, "Bana dedi ki!" cümlesiyle başlayan anlatımlar yapıyorlardı. Sanki ikili bir diyalog kurulmuş tarzında sunulan haber bülteni karşısında şaşırıp kalıyordum. Bu insanlara "anchorman" değil, "En kıl Men" dense yeridir.
Neyse bu da bir dönem. Hatırlayın ana haber bültenlerinde bir zamanlar mankenler modası vardı ve ekranın eğitimli spikerlerinin pabucu dama atılmıştı. Şimdi mankenler "Out" oldu, yaşlı anchormanlar "in".
KARL LAGERFELD YERİNE RECEP İVEDİK
O kızgınlıkla televizyonu kapatıp, çalışma ofisimden çıkarken, soluğu Panora Alışveriş Merkezi’nde alıyordum. Güzel bir akşam yemeği, ardından sinema salonunda film keyfi yapacağım, ama ne mümkün. Sanki o gün kısmetim bağlanmıştı.
Bildiğiniz üzere moda dünyasının imparatoru olarak adlandırılan Karl Lagerfeld’in hayat hikayesinin konu edildiği Lagerfeld Confidentiel adlı filmin galası, Panora Alışveriş Merkezi Sinemaları’nda yapılmıştı. Filmi Türkiye’ye getiren, Vakko’nun sahibi Cem Hakko, bu sinema eserini herkesin görmesini tavsiye etmiş ve hemen hemen tüm salonların tahsis edilmesini sağlamıştı. İşte bu tavsiyeler üzerine filmi izlemek için, sinema bölümüne geçeceğim sırada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve ailesiyle burun buruna geliyordum. Onlar da film izlemek üzere salona giriyorlardı ki, Karl Lagerfeld’in hayatını konu alan filmin kaldırıldığını, yerine bir Türk filmi olan "Recep İvedik"in konduğunu öğreniyordum.
IVY DABLYU İLE KOLKOLA YENİ YERİNDE
Ertesi gün Başkent’in en popüler kafelerinden biri olan Ivy’nin, Çayyolu’ndaki Minasera Alışveriş Merkezi’nde açtığı mekanın davetindeyim. Bu güne kadar Ivy, May Day, Ivy Summer gibi bir çok mekana beraber imza atan Serhat Çelik ile Altay Ağva yine güzel bir konsept yaratmışlar. Minasera’nın teras katında hizmet vermeye başlayan işletmenin, farklı dekoru, bünyesinde hizmet veren Dablyu isimli kulüp ve Brezilyalı güzellerin şovu dikkatimi çekiyor. Ayrıca birbirinden güzel davetli kızların şıklık yarışı da.
Salon hınca hınç dolarken, izdihamdan bunalıp, izin istiyorum ve soluğu Minesera’nın Fransız sokağında alıyorum. Yan yana bir çok lezzet durağının bulunduğu restoranlardan birini seçerken de zorlanıyorum. Zira, hepsi birbirinden farklı mönülere sahip ve şık müşteri profiliyle albenisi yüksek. Kebap çeşitleri ve meyhane mezeleriyle ünlenmiş Okka’yı seçerken de, tercihimin ne kadar isabetli olduğunu anlıyorum. Favori mekanlarım arasındaki Big Chef’s ise o gece benim ve dostlarımın kahve keyfine zemin hazırlıyor.
REKLAMLARDAN AYIKLANMIŞ SİNEMA
Gece geç vakit olmasına rağmen, kapısını ve ışıklarını açık gördüğüm İnkılap Kitapevi’ne girmekten kendimi alıkoyamıyorum. Oldukça büyük ve hoş dekorlu kitapevinde son çıkan kitaplara göz atarken de, yanıma Minesera’nın iki genç sahibi Murat Sonbay ile Üner Karabıyık geliyor. Onlarla beraber gezme fikrini beynime aşılarlarken de sinema katından tura başlıyoruz. 6 salonlu bu sinemanın en büyük özelliğinin film öncesi ve aralarda reklam yayınlamaması olduğunu söylüyorlar. Yani filmler reklamdan ayıklandığı için belirtilen saat ve dakikada başlıyormuş.
En alt kattaki çocuk kreşi ise dikkatimi çeken diğer bir mekan oluyor. Aileler yemeğini rahat yesin, brunchını keyifli yapsın ve alışverişini sakin tamamlasın diye ufak çocuklarını buraya bırakıyormuş. Kreşteki 30’a yakın eğitmen onları bütün bir gün oyalayabilecek donanıma sahipmiş. Kısacası o gün Minesera’yı daha iyi tanıma fırsatı buluyorum. Bir alışveriş merkezinden daha çok yaşam merkezi olduğuna kesin kez inanıyorum.
Başkent’te 5 yıldızlı otel furyası
Ankaralı müteahhitler turizm sektörüyle 1980’lerin ikinci yarısından itibaren tanıştı. Ege ve Akdeniz’in sahil şeridine yüzlerce tesis kurup, işletirken de Türk turizminin lokomotifi oldular. Ancak, "Terzi kendi söküğünü dikemezmiş" misali, dev tesislerini hep Ankara dışındaki yatırım bölgelerine kondurdular. Sonuçta tüm ülkede söz sahibi konuma gelirken de yaşadıkları şehri unuttular. Ta ki, iki yıl öncesine kadar.
Ege ve Akdeniz’de yaptıkları sayısız otel projesinden sonra nihayet Ankara’yı da keşfettiler. Bu keşiflerinde ise AB’ye tam üyelik sürecinde Başkent’e düşen rol kadar; kongre, fuar ve sağlık turizmine yönelik yatırımlar etkili oldu.
KONGRE CAZİBESİ
Yerel yöneticiler kongre, fuar, sağlık turizmi alanında yapılacak yatırımlar sayesinde, 8 yıl sonra Ankara’ya yılda 10 milyon turist gelmesini hesaplıyor. Bu hedefe ulaşma yolunda Eskişehir Yolu, Söğütözü mevkiinde Ankara Ticaret Odası ile Büyükşehir Belediyesi’nin iki ayrı uluslararası kongre ve fuar merkezi inşaatları devam ediyor. Sözkonusu merkezlerin bitmesiyle Başkent, binlerce kişilik kongre salonuna ve yılın 12 ayı faaliyet gösterecek devasa bir fuar merkezine kavuşmuş olacak. Bakanlıklardan sonra, AKP ve CHP’nin yeni genel merkezlerini Eskişehir Yolu’na taşımaları, birbiri ardına açılan alışveriş merkezleri ile iki dev kongre ve fuar merkezinin eklenmesiyle Ankaralı yatırımcılar yönlerini bu bölgeye çevirmiş bulunuyorlar.
Ankara’nın Sheraton, Hilton, Swiss, Bilkent, Metropolitan, Dedeman, Sürmeli, Park, Esenboğa ve Büyük Anadolu gibi beş yıldızlı otellerinden sonra, bugünlerde beş proje gün sayıyor. İşte Ekonomist Dergisi’nin başarılı editörü Aysel Alp ile yaptığımız araştırmanın sonucu önümüzdeki günlerde Ankara’da boy gösterecek 5 yıldızlı oteller ve özellikleri.
KENDİ ELEKTRİĞİNİ ÜRETEN OTEL
Başkent’in ilk beş yıldızlı oteli olma özelliğine sahip Büyük Ankara Oteli, sil baştan değişen yüzüyle kapılarını yeniden açmaya hazırlanıyor. TBMM’nin karşısında yer alması nedeniyle, özellikle milletvekilleri, siyasi partiler ve bakanlık ziyaretçisi işadamlarının uğrak noktası olan Büyük Ankara Oteli, 215 oda ve 400 yatak kapasitesiyle hizmet verecek.
Başkent’in 40 yıllık markalarından olan oteli, 2006 yılında Maliye Bakanlığı’ndan 37 milyon dolara satın alan Çelikler Holding, aynı yılın Aralık ayında başladığı yenileme projesini birkaç ay içinda tamamlamayı hedefliyor. 22 bin metrekare olan otel alanını 40 bin metrekareye çıkaran firma, 18 bin metrekarelik yeni inşaatla birlikte tesisin yenilenmesi için 60 milyon dolar harcadı. Akıllı bina teknolojisinin kullanıldığı otel, soğutma ve ısıtma sistemi için gerekli olan elektriği kendisi üreterek şehir şebekesine ihtiyaç duymayacak.
CROWN PLAZA ŞAKA YAPACAK!
Ankamall AVM’nin yanıbaşında yükselen Crowne Plaza Ankara, Kazova İnşaat tarafından yapılıyor. 1 Mayıs’da kapılarını müşteriye açacak olan otelde, 400 kişilik balo salonu, 4 adet restoran, 280 oda, SPA merkezi, 6 adet özel toplantı salonu, 275 araçlık özel otopark bulunuyor. 30 milyon dolara malolan plaza, "business otel" olarak hizmet verecek. Laledan Turizm, uluslararası kalitede hizmet verebilmek amacıyla dünyada 3 bin 700 civarında otel işletmesine sahip olan, IC Gruptan Crowne Plaza ile 30 yıllık lisans anlaşması yapmış bulunuyor.
SHERATON’A RAKİP OLACAK MI?
Antalya’da geçen yıl hizmete giren Calista Otel’in sahibi Özdoğanlar Grup, Büyükşehir Belediyesi’ne ait kongre merkezinin bitişiğindeki 14 dekarlık arsasına, beş yıldızlı otel yapmak üzere harekete geçti. 320 odalı otelin arsa payıyla birlikte maliyetinin 100 milyon dolar olacağı hesaplanırken, tesisin işletmesini vermek üzere uluslararası otel zincirleriyle anlaşma yapılmış durumda. Bin 200 kişilik kongre salonun bulunacağı otelin mimarlığını, dünyanın ikinci büyük mimarlık bürosu olan Hillier Arch yapacak.
Kısa süre içinde temeli atılması planlanan otelin 2010 yılında hizmete açılması düşünülüyor. Özdoğan Grup Yönetim Kurulu üyesi Ali Özdoğan, otelin Ankara’nın yeni simgelerinden biri olacağını vurgularken, kendilerine rakip olarak Sheraton Otel’i görüyor.
FARKI TEMAYLA YARATACAK
Antalya’da Venezia Palace ve İzmir’de Mysia otellerinin sahibi Ünal Grup, şimdi de Başkent’te beş yıldızlı otel yapma planları üzerinde çalışıyor. Konya Yolu’na yapılması düşünülen projeye ilişkin hazırlıklar devam ederken, inşaatın bu yıl içinde başlaması planlanıyor. 5 bin 100 metrekare büyüklüğündeki kendi arsasına otel yapacak olan Ünal Grup, inşaatını da kendisi üstleneceği için, otelin yatırım maliyetini 20 milyon dolar olarak hesaplıyor. Ancak inşaatın başka bir şirket tarafından yapılması durumunda maliyetin 30 milyon dolara çıkacağı belirtiliyor. 77 metre 15 cm yüksekliğinde; zemin üstü 10 bin 500 metrekare, zemin altı 16 bin metrekare büyüklüğündeki otel, 175 odalı ve 350 yatak kapasiteli olacak. Hilton ve Sheraton ile rakebet etmeyi hedefleyen yönetim, Venezia Palace’ta olduğu gibi, fark yaratan "temalı" bir otel yapmayı planlıyor.
VARAN DA OTEL İŞİNE GİRİYOR
Türkiye’nin en köklü otobüs şirketlerinden Varan Turizm, Başkent’teki yatırımıyla birlikte ilk kez otel işine giriyor. Eskişehir Yolu, Söğütözü mevkiindeki tesislerini taşıyan firma, bu bölgede beş yıldızlı otel yapmayı planlıyor. Mart ayında inşaatına başlanacak otel, 150 odalı, 11 katlı bir "business otel" olacak. 20 milyon dolara malolacağı hesaplanırken,
2010 yılında hizmete girmesi hedefleniyor. Varan Turizm Genel Müdürü Enis Pekuysal, tesislerinin bulunduğu otelin işletmesini uluslararası otel zinciri Mövenpick’in yapacağını belirtirken, Sögütözü’nün son yıllarda hızlı bir büyüme trendine girdiğini söylüyor.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2008
Medyadan takip etmişsinizdir; Ankaralılar bir gün arayla iki farklı defileye tanık oldu. Sheraton Otel’de yapılan organizasyonların ilkini Setre Giyim isimli tesettür firması, ikincisini ise Ankara Giyim Sanayicileri Derneği(AGSD) gerçekleştirdi. Birbirinden bağımsız oluşturulan defileler, hazırlanışıyla, izleyenleriyle ve tarzıyla, ortaya iki farklı tablo çıkardı. İlkinde
Associated Pres, AFP ve
Reuters gibi dünyanın en önemli haber ajanslarının
"Türkiye’de İslami Moda" başlığıyla geçtiği tesettür defilesi, Konya merkezli
Setre Giyim’in
Setrms markası için düzenlendi. Gerek podyumun üstündeki mankenler, gerekse izleyici bölümündeki davetliler tesettür şovun birer parçası gibiydi. Dahası kapı girişinde davetlileri karşılayan üçü bayan, diğer üçü bay firma sahibi ve yetkilileri karşı cinsle tokalaşmadı. Beyler beylerle, hanımlar hanımlarla el sıkıştı, karşı cinsten yönelenlerin eli ise havada kaldı.
DEVLET KONUKEVİ’NE GÖZ DİKMİŞLERDİ Toplumsal hafızamız zayıf olduğu için bir hatırlatmada bulunayım. Aslında aynı firma ilk olarak bundan 5 yıl önce yaptığı organizasyonla adını duyurmuştu.
"Osmanlı’dan Günümüze Türk Kadını" adı altında bir defile düzenlenmek için kolları sıvamış, içeriğiyle siyasi tartışmalara neden olmuştu. O sıralar
TBMM Başkanlığı koltuğunda oturan
Bülent Arınç’ın eşi
Münevver Arınç ile yine aynı dönemin
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün eşi
Hayrünisa Gül’ün himayeleri altında gerçekleşeceği bildirilen defilenin yeri olarak da, eski adı
Ankara Palas olan
Devlet Konukevi seçilmişti. Hedeflenen mekan oldukça ilginçti. Çünkü burası, Cumhuriyet’in kurulduğu o ilk yıllarda, modern Türkiye’nin değişen çehresinin aynasıydı.
Cumhuriyet Baloları da dahil olmak üzere,
Atatürk’ün katıldığı tüm davetler burada gerçekleştiriliyordu.
Defilenin
Devlet Konukevi’nde yapılacağının duyulmasıyla birlikte, muhalefet ve medya karşı kampanya başlattı. Sonuçta,
Hayrünisa Gül ve
Münevver Arınç adlarının, kendi izinleri olmadan organizasyona karıştırıldığını söyledi. Hal böyle olunca da, yoğun baskı karşısında defilenin yeri değiştirildi. Defile
Dedeman Büyük Anadolu Oteli’ne kaydırılırken de
Münevver Arınç ve
Hayrünisa Gül davete gelmedi. Zaten, firmanın davetli listesi bir hayli kabarık olmasına rağmen salonun yarısı boş kaldı.
MÜNEVVER ARINÇ BAŞROLÜ KİMSEYE KAPTIRMIYOR
Aradan bir yıl geçmişti ki, firma aynı tarz defileyi tekrarladı ve sürpriz konuk olarak
Münevver Arınç’ı ağırladı. Daha sonraki yıllarda ise
Münevver Hanım, değişmez baş konuk oldu. Tıpkı son olarak
Sheraton Otel’de gerçekleşen defilede olduğu gibi. Tabii ki yanında
AKP İktidarının bakan eşlerinden bir demet hiç eksik olmadı.
Geçmişteki türban defileleriyle bugünkülere bakıyorum da boş salonlar dolmaya, tesettürü kafasına geçiren hanımlar çoğalmaya başladı. Ajansların geçtiği görüntüler ise benim gözlemimin tescili gibi.
Bu arada defile esnasında yaşananlara da değinelim. Podyumda sergilenen karoagrafi
Ertuğrul Özkök’ün de köşesine taşıdığı gibi, tam anlamıyla trajikomikti. Podyumda yürüyen türbanlı kızın yanına güya başı açık bir kız geliyor. Sonra ikisi kolkola yürüyor ki, burada verilmek istenen mesaj aslında toplumun türbanlı ve türbansız kızların arasında hiçbir sorunun yaşanmadığı. Her ikisi de podyumun ortasına geldiği zaman kırmızı şerit karşılarına çıkıyor ve sözüm ona zavallı türbanlı kız bu çizginin ötesine geçemiyor. Burada verilmek istenen mesaj ise
"laik yapının olmazsa olmaz kırmızı çizgisi ve türbanlıların üniversiteye girememekten dolayı mutsuz olmaları"
Sonra bir bakıyorsunuz birileri geliyor ve o kırmızı şeridi yerden alıp atıyor. Şimdi her iki kız da mutludur ve kol kola ileriye doğru yürümektedir. Bir gücün, muhtemelen
AKP’nin devreye girip, makul politika izlemesi sonucu yasaklar kalkıyor.
İşte, dinin siyasete alet edilmesi gibi, moda da siyasete böyle kurban gidiyor. Peki, tesettür dışında yaratılan bir tarz akıllarda kalıyor mu? Elbetteki
"Hayır". Zira, kıyafetlerdeki hem renkler, hem çizgiler, hem de kumaşlar günümüz modasından çok uzak. Amaç, insanlara son trentleri sunmaksa pek ala kapalı bir kıyafetle de bunu gerçekleştirebilirsiniz.
BİR GÜN SONRA BAŞKENTİN ÇAĞDAŞ YÜZÜ Sheraton Otel’deki
tesettür defilesinden bir gün sonra ise bu kez çok daha farklı bir organizasyona tanık olduk. Her yıl geleneksel olarak düzenlenen
Başkent Moda Günleri’nin 15’incisi gerçekleşiyordu. Defilenin yapıldığı salon podyumdan izleyici koltuklarına kadar bambaşka bir görünüme bürünüyor, Başkentin modern yüzü kendini gösteriyordu. Defileye, Ankara’da üretim yapan, 14 bayan giyim firması katılıyordu. Yine 2008 ilkbahar yaz kreasyonları tanıtılıyordu, ama bu kez kıyafetler çok farklıydı. Mankenlerin yüzü görünüyor,
Paris Kuaför’ün maharetli elemanlarının elinden çıkmış saç modelleri 2008 çizgilerini yansıtıyordu. En önemlisi ise defileyi izlemeye gelen Başkentin çağdaş insanları salonu hınca hınç dolduruyor, hatta pek çoğu ayakta kalıyordu. Şıklıkları ile podyumda boy gösteren mankenlerden geri kalmayan bu insanlar cinsiyet ayrımına girmeden birbirleriyle el sıkışıyor, medeni diyaloglarla ayak üstü sohbetlere giriyordu. Üstelik aralarında bulunan başı kapalı hanımları dışlamadan.
CANİP BEY SAYESİNDE AYAKTA KALIYOR
Bu arada
Ankara Moda Günleri’nin mimari,
Ankara Giyim Sanayicileri Derneği(AGSD) Başkanı Canip Karakuş’a değinmeden geçemeyeceğim. Yıllardır bu organizasyonun yaşayabilmesi için olağanüstü gayret sarf ediyor. Hem Ankara tekstilini uluslararası rekabet ortamında yarıştırıyor, hem de siyasi kaygılar taşımadan her kesimle güzel bir diyalog kuruyor. Ancak, her girişiminde, her söyleminde ülkemizin çağdaş yüzünü yansıtmaktan geri kalmıyor.
Sonuçta, bir gün arayla düzenlenen bu iki defile, Ankara’nın iki farklı yüzünü gözler önüne seriyordu. Biri,
AKP iktidarıyla birlikte, her gün biraz daha güçlenen tesettür cephesi, diğeri ise Ankara’nın moderniteye açık yüzünü temsil eden kitleleri. Biri uluslararası haber ajansları sayesinde bırakın Ankara’yı ülke imajını zedeleyerek adını tüm dünyaya duyururken, diğeri Türk medyasında bile sesini duyurma sıkıntısını yaşıyor.
TESETTÜR DEFİLESİNDEN ENÇOK ANKARALI TEKSTİLCİLER RAHATSIZBu tesettür defilesinden en çok rahatsız olanlar ise Ankaralı tekstilciler. Zira, medyaya yansıyan türban görüntüleri yüzünden, Başkent tekstilinin imajına ciddi darbenin vurulduğunu düşünüyorlar. Üstelik Konya kökenli bir firmanın, apayrı bir kulvarda yer alırken Ankara modası içinde değerlendirilmesinin yanlış olduğunu savunuyorlar. Haksızda değiller. Günümüzde
Tüzün,
Polo, Park Bravo, Karton gibi tüm ülkede tanınan stil sahibi markalarımız ve vitrinleri süsleyen ürünleri varken, tesettür firmasının Ankara’yla özleşmesinin yanlış olduğu bir gerçek.
ANKARA’NIN BİLİNEN TEKSTİL MARKALARI Başkentin bağrından kopup, tüm ülkeye, hatta kimi zaman dünyaya adını duyuran Ankaralı tekstil markalarını şöyle bir hatırlayalım.
Levent Özçoban’a ait
Polo,
Tüzün Mirza’ya ait
Tüzün,
Kamil Özçoban’a ait
Park Bravo,
Fethi Ağralı’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı’nda
Ağralı ve
Tan Ailelerine ait
Yeni Kara Mürsel,
Tontu Ailesine ait
Dörtel,
Sedat Onur’un yarattığı, ama iflas edince
Junior ile
Modateks Tekstil’e geçen
Tiffany&Tomato,
Barış Küce’ye ait
Limon,
Canip Karakuş’a ait
Karton ve
Ercan-Erkan Görür kardeşlere ait
Journey.Sahi biz bunları neden yaparız?
Her gün posta kutuma yüzlerce e-mail gelir. Bunlar arasında en ilgimi çeken ise genelde Enis Akdağ’dan ulaşanlar olur. Her bir maili kimi zaman düşündürür, kimi zaman güldürür, kimi zaman ise dünyaya bakış açıma yenilikler getirir. İşte geçenlerde gelen bir e-mail, hem düşündürdü, hem de güldürdü. Sadece onun yolladığı yazıya sadık kalmayıp, bir iki ilave de ben yaptım. İşte trajikomik nedenler zinciri...
n Neden, hiçbir trafik kuralında olmamasına rağmen sisli havalarda aracın dörtlülerini yakıp, yola öyle devam ederiz? Bu yüzden sağa ya da sola dönüş esnasında arkadan gelen araca hiçbir sinyal vermediğimiz için kazalara sebep oluruz.
n Neden kırmızı yanarken trafik lambasının önünde durmayıp, yaya geçidini bile geride bırakırız. Bu yüzden de yeşil yandığını görmeyip, arkamızdaki araçların korna sesleriyle harekete geçeriz.
n Neden bozulan otobüsün yolcuları bizim otobüsümüze aktarıldığında onlara mülteciymişler gibi bakarız
n Neden mayoların üzerindeki etikette güneşte solar yazar. Mayolar gece giymek için midir?
n Neden alkollü içecekler tütün mamullerine ekran yasağı gelir de, silaha hiçbir yasak konmaz. Sadece sigara ve alkol mü öldürür?
n Neden insanlar birbirlerine sarılınca sağa-sola sallanırlar?
n Neden öğrenciler ilköğretimin beşinci sınıfına kadar öğretmene "öğretmenim" diye seslenirken altıncı sınıfta bir anda "hocam" diye seslenmeye başlarlar?
n Neden insanlar kapalı bir alandan yağmur yağan alana çıkınca kafalarını eğerler? Yağmura duyulan saygıdan mıdır yoksa ondan tırstığımız için midir?
n Neden dükkanını kapatıp giden esnaf, kapıya "10 dakika sonra döneceğim" yazar, ne zaman gittiğini nasıl anlarız?
n Neden gözlerinden öperim denir? insan vücudunda öpülecek daha uygunsuz bir yer var mıdır? Kimse kimseyi gözünden öpmüş müdür?
n Düğünlerde neden "Dom Dom Kurşunu" ile göbek atılmaktadır. "Bir avcı vurdu beni, bin avcı beni yedi" gibi sözler eşliğinde kendinden geçen başka milletler var mıdır?
n Neden bazı kızlarımız şirin bir hayvancağız gördüklerinde "ay inanmıyorum!" derler, inanılmayacak olan nedir?
n Cumartesi ve Pazartesi’nin neden kendi isimleri yoktur?
neden? neden ?
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2008
Kesinlikle evlen! Karın iyiyse mutlu, kötüyse filozof olursun." İşte Sokrates’in bu sözünden yola çıkarak, Türkiye Cumhuriyeti’nde Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamında oturmuş liderlerin evlilik yaşamlarına, daha doğrusu tanışma öykülerine göz attım. Kim filozof, kim mutlu oldu bilemeyeceğim, ama hepsinin evlilik öyküleri, sosyal ve siyasi yaşamlarının birer aynası gibiydi. Aralarında görücü usulü tanışanı da vardı, okul balosunda göz göze gelip flört edeni de. Kimi ise bir gece önce rüyasında gördüğü adamı, ertesi gün siyaset kürsüsün de görüp aşık olmuştu; Kimi de bir elinde bavulu, diğer elinde sevgilisinin omuzu yollara düşüp, memleketinden çok uzaklarda gizli nikah yapmıştı.
En iyisi ben, liderlerin evlilik hikayelerini olduğu gibi aktarayım; yorumu siz yapın. Goethe’nin bir sözünü de ön bilgi olarak sunayım. "Erkeklerin aklı, ev kadınını arar; ama kalbi ve hayal gücü başka özellikler peşindedir." Bu söz niye mi önemli? Bir çok lidere bakın, okumuş, hatta iyi eğitimli eşlerini çalışma hayatından alıp, eve hapsediyor. Hatta daha da ilerisi yurt dışında mükemmel eğitim aldırdıkları kızlarını bile iş yaşamınan uzak tutup, baba ocağından koca evine yolluyor. Kim mi bunlar? Evlilik öykülerini okuyun anlarsınız.
KÜRSÜDE GÖRDÜĞÜ KİŞİ BİR GECE ÖNCE RÜYASINA GİRMİŞTİ
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi ve 4 çocuğunun annesi Emine Hanım ile tanışma hikayeleri oldukça ilginç. Emine Erdoğan, rüyasında hiç tanımadığı bir erkeği görür. Ertesi gün İslamcı kadın Yazar Şule Yüksel Şenler ile İstanbul Tepebaşı’ndaki MSP’nin toplantısına gider. Emine Hanım bir süre sonra rüyasında gördüğü kişinin, yani Recep Tayyip Erdoğan’ın kürsüde konuşma yaptığını fark eder. Ve ilk görüşte başlayan aşk evlilikle taçlanır.
Tabii bu evliliğe girmeden önce Tayyip Erdoğan’ın annesi Tenzile Hanım’ın ciddi engellemesine de bakmak lazım. Tenzile Hanım, o sıralar oğluna Karadenizli ve çarşaflı bir eş bulmuştur. Devreye giren Şule Yüksel Şenler, genç Tayyip’i karşısına alıp şunları söyler: "Bak Tayyip, çok faal bir insansın, istikbalin parlak görünüyor. Yarın başlardan biri olacaksın. Senin yanında çarşaflı bir hanım olmaz..."
Genç Tayyip, Şenler’i dinler ve sonunda annesini ikna edip, Emine Hanım ile 1978 yılında vuslata erer. Nişan, Emirgan yolu üzerindeki Oba Gazinosu’nda, düğün ise Fatih Akdeniz Caddesi üzerinde pastaneden bozma bir düğün salonunda yapılır.
15’İNDE OKULU TERK EDİP GELİNLİK GİYDİ
Malumunuz Hayrunisa Gül, 42 yaşında en genç Cumhurbaşkanı eşi olarak Köşk’e çıktı. Aslen Kayserili olan Hayrunisa Hanım’ın, 1965 yılında İstanbul’da doğduğunu belirterek öyküsünü anlatmaya başlayayım. Liseye hazırlanırken, yaz tatilinde teyze oğlunun düğünü için Kayseri’nin yolunu tutar. Kuzeni, Abdullah Gül’ün hala kızıyla evleniyordur. Bu sırada Sakarya Üniversitesi’nde asistanlık yapan Abdullah Gül’ün ailesi, Hayrunisa Hanım’ı oğullarına istemeye karar verir. Ve aradan çok geçmeden 30 yaşına giren Abdullah Gül, Hayrunisa Hanım’ı istetir.
İki aile de anlaşınca hemen nişan yapılır. Bu mutlu olay derslerinde oldukça başarılı olan Hayrunisa Hanım’ın eğitimle ilgili planlarını suya düşürür. Zira, 1979 yılının eylül ayında, diğer bir deyimle daha 14 yaşındayken Çemberlitaş Kız Lisesi yerine nişan töreninin yapıldığı salona gider. 1 yıllık nişanlılıktan sonra Gül çifti 21 Ağustos 1980’de Kayseri’de yapılan dualı bir düğünle evlenir.
Evliliklerinin 22’nci gününde 12 Eylül darbesi olur. Darbe sabahı Gül çiftinin Erenköy’deki evi askerler tarafından basılır. Abdullah Gül, çiçeği burnunda gelini evde bırakıp cezaevinin yolunu tutar. Metris Cezaevi’ne konulan Gül, kısa bir süre sonra "yanlışlık oldu" denilerek serbest bırakılır. 15 yaşında evinde tek başına kalan Hayrunnisa Gül, 16 yaşına bastığında ise bu sefer eşini askere gönderecektir.
ALMANYA’DAN MESUT GELDİ
Yetmişli yılların başları... Boğaziçi Üniversitesi İş İdaresi Bölümü öğrencisi Berna Hanım, Mesut Yılmaz’ın kardeşi Nilüfer ile sınıf arkadaşıdır. Tanışmaları bu sayede olur. Tanıştıktan sonra arkadaş gurubuyla dolaşma ve bir yıl kadar süren flört dönemi başlar. Mesut Bey Almanya dönüşü ise İstanbul Sheraton Otel’in restoranında evlilik teklifini yapar. "Evet" yanıtıyla da l976 yılında evlenirler.
KRALI TANSU KAPTI
Robert Kolej’in ekonomi öğrencisi Tansu Çiller ile mühendislik bölümü öğrencisi Özer Uçuran, değişik aile yapılarından gelmeydiler. Özer Bey bir mahalle bakkalının oğlu, Tansu Hanım ise İstanbul valisinin kızıydı. Özer Bey o sıralar yakışıklılığı ile özellikle kızların dikkatini çeken bir gençti. Hatta o tarihlerde Robert Kolej’in "En yakışıklı erkeği" yani "kral" seçilmişti.
İlk tanışmaları ise okulun geleneksel balosunda gerçekleşti. Kolejdeki geleneklere göre, Tansu Hanım’ın, ilk dansı hocasıyla yapması gerekiyordu. İşte o dans esnasında Özer Uçuran’ın dikkatini çekmiş ve hocanın ardından ikinci dansı kapmak kendisine nasip olmuştu. Zaten o dans ile başlayan tanışma ve beğeni daha sonraki günler artarak devam etmişti.
Bu tanışma ve birliktelik kısa sürede büyük bir aşka dönüşürken, 1963 yılında evlilik kararı alınmıştı. Yani Tansu Hanım daha 17 yaşında iken. Söz, nişan ve nikah o kadar kısa bir süreye sığmıştı ki, özellikle vali baba bile gelişmelere kendini bırakmıştı.
KENDİ DÜĞÜNÜNE İKİ GÜN GECİKTİ
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve eşi Nazmiye Demirel, 12 Aralık 1948 yılında gerçekleşen düğünle vuslata ermişti. İşte Demirel çiftinin oldukça ilginç evlilik öyküsü.
İslamköy’deki evlerinin kapı komşusu ve kuzeni Nazmiye Şener ile nişanlandığında kendi 17, Nazmiye Hanım ise 14 yaşındadır. Lise bittiği zaman gerçekleşen nişandan sonra Süleyman Bey İstanbul’a, İTÜ Makine Mühendisliği bölümüne üniversite eğitimi için gider. Giderken de, İstanbullu bir kıza gönlünü kaptırmasın diye nişan yüzükleri takılır. Düğün ise tam 8 yıl sonra gerçekleşir. Düğün başladığında Demirel, Burdur Hükümet Konağı inşaatının başındadırve çalışıyordur. Demirel, o günü şöyle anlatıyor:
"Bizim köy düğünleri üç gün sürer. Düğün perşembe günü başlar, pazar günü gelin çıkar. Ben cumartesi günü köye geldim... Perşembe ve Cuma günü yapılan düğünde yoktum."
Yakın çevresi, görücü usulüyle gerçekleşmesine karşın bu evliliği bir "gönül izdivacı" olarak niteliyor. Çünkü, iki gencin, İslamköy günlerinde birbirlerine sevdalı olduklarını belirten bu kaynaklar, olayı, "Aslında platonik bir aşkın vuslata eriş müjdesi" olarak niteliyor.
TRAMVAY AŞIKLARI
Rahmetli Bülent Ecevit, Rahşan Hanım ile İstanbul, Robert Kolej’de okurken tanışır. Okulda, bir tiyatro eseri sahneye konurken, dekorlarını Rahşan Ecevit yapıyordur... Bülent Bey ise şiir kısımlarını okumak için bu gösteride yer alıyordur. Kısacası bir tiyatro çalışması tanışmalarına ve bu günlere kadar süren birlikteliklerine neden olur. Okul arkadaşlığı aşka dönüşürken, Bülent Bey evlilik teklifini tramvayda yapar. l946 yılında da evlenirler.
Peki, muhalefette durum nasıl?
YUMRUĞU YİYİNCE SOLUĞU AKÇAKOCA’DA ALDI
Antalya Lisesi’nde birlikte okuyan Deniz Baykal ile Olcay Hanım arasında aşk filizleri yine bu dönemde yeşerir. Coğrafya öğretmeninin kızı Olcay Hanım, liseden mezun olduğunda İstanbul Tıp Fakültesi’ni kazanır. Ancak, Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanan Deniz Bey’le birlikte olmak için büyük bir özveride bulunup Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni, yani Ankara’yı tercih eder. Kısacası iki sevgili Antalya’dan sonra Ankara’da da birlikte olmayı sürdürür. Bu arada Olcay Hanım’ın sportmen ağabeyinin bu ilişkinin bitmesi için Deniz Bey’e attığı okkalı yumruk ise şimdi tebessümle anlatılan bir anı.
İlk ve tek göz ağrısı Olcay Hanım nedeniyle günlerini SBF koridorlarında geçirmeye başlayan Baykal, 1961 yılının Eylül ayında amacına ulaşır. Gizlice kaçtıkları Akçakoca yolunda evlilik teklifi yapan Deniz Bey’in nikahı da, bu şirin Karadeniz kasabasında gerçekleşir. Genç çiftin nikah tanıklıklarını, o sırada iş takibi için tesadüfen belediye binasında bulunan iki vatandaş yapar. Tabii, bu ani nikahtan sonra balayı da Akçakoca’da gerçekleşir.
1011 ANA TAMİR FABRİKASI AŞIKLARI
Zeki Sezer, 1977 yılında kimya teknisyeni olarak 1011 Ana Tamir Fabrikası’nda çalışırken Ülkenur Hanımı tanışır. O sıralar fabrikada başka başka birimlerde çalışıyorlardır. Ancak yemekhanenin ortak olması birbirlerini görüp sevmeleri için zemin oluşturur. Daha sonraki günlerde, ekonomik olarak güçlü olmadıkları için ancak pastane köşelerinde ve sinema salonlarında arkadaşlıklarını ilerletirler. Çoğunlukla parklarda uzun yürüyüşler yaparak süren arkadaşlıklarının evliliğe dönüşmesi ise 1979 yılına denk gelir.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2008
Bir çoğunuz Yenimahalle semtindeki MİT tesislerinin önünden geçmişsinizdir. Bırakın Ankara’yı, belki de Türkiye’nin içi en merak edilen yerleşkesidir. MİT, 30 yıldan fazla bir süredir bu bölgede yer alır. Semtte kiralık bir bina olduğu zaman "MİT manzaralı" diye ilan verilir. Bir adrese ulaşmak istediğinizde, hangi taksi şoförüne sorsanız sorun, nirengi noktası "MİT’in sağı, solu veya arkası" diye tarif verir. Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından kurulan MİT’in ilk binası Hacı Bayram Camii civarındaki dar bir sokaktaydı. Günümüzdeki adres şekliyle Şehit Keskin Sokak 14 numaradaki bu bina iki katlı, beş odalı ahşap bir yapıydı. Taşındıktan altı ay sonra kurumun personel sayısı artınca, Işıklar Caddesi’ndeki, her katında üç oda bir salon bulunan dört katlı apartmana taşınılmıştı. 1934 yılında bu binanın yıkılması ve yerine Kızılay tarafından han yapılması yüzünden MİT, yeni yerine, yani Gençlik Parkı’nın karşısındaki Vakıflar Binası’na; 1970’li yıllarda ise Yenimahalle’de halen kullanılan bölgeye geçmişti.
Şimdi yüksek duvarlar ardında, oldukça büyük bir alana yayılan MİT arazisinde marketinden spor tesislerine, konutlardan son sistem elektronik malzemeyle donatılmış binalara kadar her türlü gereksinimin karşılandığı koca bir dünya kuruldu. Nereden mi biliyorum? Bir kaç yıl önce tüm medya temsilcilerine verilen bir davet sayesinde bu özel bölgeyi gezip, çok ilginç bilgilere ulaşmıştım.
GÖR AMA SAKIN GÖRÜNTÜLEME
Hiç unutmam, MİT Basın Müşavirliği’nden arayan kişi ertesi gün davetleri olduğunu ve kapılarını biz gazete, dergi ve televizyon kuruluşlarının Ankara temsilcilerine açacaklarını söylemişti. Tabii, konuşmada belirtilen yer ve zamanda oradaydık. Birbirinden şık takım elbiseler içindeki MİT elemanları, oldukça nazik bir şekilde bizi kapıda karşılarken, basın kartımızı göstermemizi ve kendilerinin vereceği yaka kartlarını takmamızı istemişlerdi.
Ardından da görevlilerin otobüse davet sesini duymuştuk. İki büyük otobüse doluşurken de ikaz dolu şu konuşmalar kulaklarımızda çınlamıştı;
"MİT’in içinde bir gezinti yapacağız. Lütfen görüntülü ve sesli hiç bir kayıt alınmasın. Eğer görüntü alan olursa bir daha MİT’in içine girişi yasaklanacak"
Oldukça nazik telaffuz edilen tehdit ile beraber 2 otobüs yola koyuldu. MİT arazisi içinde ağır ağır ilerlerken, rehberlik görevini yerine getiren MİT mensubu, bir kaç ana binayı bizlere tanıttı. Ancak önlerinden hızla geçtiğimiz için ne gibi işlevi olduğunu anlayamadık. Zaten sorunca da internetteki sitelerine bakmamız tavsiye edildi. Gerçi gazeteye döndüğüm zaman ilk iş olarak MİT sitesine girip araştırma yapmıştım ama, ne o gün ne de bu gün soruların yanıtını almış değilim.
MİT-PA’DA GÖZLÜK VE SİLAHTA DAMPİNG
Neyse, İlk durağımız MİT-PA olmuştu. Yani Milli İstihbarat Teşkilatı Marketi. Her türlü yiyecek ve giyecek malzemesi ile buzdolabı ve çamaşır makinesi de dahil olmak üzere, ev eşyalarının satıldığı alışveriş merkezi beklediğimizden büyük ve güzeldi. Alışveriş merkezinin girişinde "Güneş gözlükleri yüzde 25 indirimli" duyurusu ilk dikkatimizi çeken unsurdu. Eh, en çok kullanılan eşyada damping de duyurulurdu yani. Bu arada, benim ve diğer meslektaşlarımın yaptığı inceleme sonucunda, fiyatların diğer alışveriş merkezleriyle büyük farklılık göstermediği ortaya çıkmıştı.
MİT-PA’nın girişinde en çok dikkatimizi çeken, duyuruların asılı durduğu pano olmuştu. Genelde otomobil satış ilanlarının yer aldığı panoda ilgi çekici başka duyurular da vardı. "Sahibinden satılık çok temiz tabanca", "Kuşadası Uydukent’te satılık daire", "Eryamanlar’da satılık kooperatif hissesi",
Tüm meslektaşlarım panonun karşısında pür dikkat ilanları okurken, rehberlik hizmeti sunan görevlilerin hafif tebessümüne ve "Anlaşılan yazacak bir şeyler buldular" sözlerine tanık olmuştuk.
Alışveriş merkezinin gezilmesinden sonra tekrar otobüslere binilmiş ve MİT’in içinde, açık yüzme havuzu da bulunan sosyal tesislerine gelinmişti. Burada düzenlenen kokteyl esnasında, o zamanki MİT Müsteşarı’yla, belki de o güne kadarki en şeffaf sohbet gerçekleşmişti. Sonrası mı? Yine otobüslere doluşup, aynı hızla MİT’in ana giriş kapısında soluğu almıştık. Zannediyorum günün muhasebesini yapınca, benim gibi herkesin kafasına şu sonuçlar takılmıştı.
MİT içinde önemli bir yer görmedik, ilginç bir açıklama da olmadı, üstelik her hangi bir mesaj da verilmedi. Sadece Basın Müşavirliği’nin kurulmasına ve MİT’in tabelasının kapıya asılmasına vakıf olduk, hepsi o."
İSTİHBARAT DEĞİL ZEKA DEYİMİ DİYORLAR
Kokteyl esnasında MİT ile ilgili anlatılanlar arasında ise şu bilgiler çok ilgimi çekmişti. Çağdaş iletişim, bilgi ve uzay teknolojisinin istihbarat sınırlarını aştığını belirten yetkililer, "Gerçekte istihbarat teşkilatları ne kadar açık biçimde çalışırlarsa o kadar verimli olurlar. Zaten istihbaratın büyük bir bölümü açık istihbarattır. 1970’li yıllarda, o zamanki Ana Britannica Ansiklopedisi’nde yazılanlara göre, istihbaratın yüzde 80’i açık istihbarattı. Bu oran şimdilerde yüzde 85’lere kadar vardı. Çünkü çağdaş iletişim teknolojisi, çağdaş bilgi teknolojisi, çağdaş uzay teknolojisi, artık istihbaratın sınırları aşmasını çok daha kolaylaştırıyor. Büyük bir olasılıkla biz burada bu toplantıyı yaparken, uzaydan izleniyoruzdur. Bu artık doğal bir olay haline geldi. Çünkü sırların ve sınırların aşıldığı bir döneme, daha doğrusu çağa girmiş bulunuyoruz. Bu durumda bilgi, istihbaratta öncelikli gereksinme durumuna gelmiş bulunuyor."
Öteden beri Anglo-Saksonlar, İngilizler ve Amerikalıların istihbarat teşkilatı ve etkinlikleri için istihbarat deyimi yerine "zeka deyimini" kullandıklarını anlatan yetkili, bu tanımlamanın halen geçerli olduğunu da ilave etmişti.
EN EBLEH ADAM BİLE İSTİHBARAT YAPAR
Bu arada MİT müsteşarının, gazetecilerin diğer sorularına verdiği yanıtlar ise özetle şöyleydi:
"Bir servis her zaman bir numara kalmaz, iniş, çıkışı vardır. Gönlüm bir numara olmak ister, ama bu tür sıralamalar gereksizdir. Türkiye’nin jeopolitik durumunu dikkate alırsanız, buraya en ebleh adamı koysanız istihbarat yapar. Çünkü bu bölgede dünyanın bütün olayları dönüyor. Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu; her şeyin, herkesin oyunu buradan geçiyor. Eğer bir kurum burada da istihbarat yapamazsa beceriksiz demektir.
Türkiye’de faaliyet gösteren ne kadar yabancı istihbaratçı olduğunu bilseydik dükkanı kapamamız gerekirdi. Tam olarak bir şey söylenemez. Bunlar gelir gider. Kontrespiyonaj bunun üzerinde çalışıyor. Türkiye’nin jeopolitik durumu dünyanın en fazla istihbarat ajanlarının geldiği yer olmasını gerektiriyor. Bu yadırganacak bir şey değil. Sadece Türkiye ile ilgili değil, çevre bölgelerle ilgili istihbarat buranın üzerinden yürüyebilir.
* Bizim alanımızda nüfuz casusu diye bir terim var. Biz ona daha çok tesir ajanları diyoruz. Başka ülkelerin menfaatleri uğruna, bulunduğu ülkenin vatandaşı olup ona kolaylık sağlayacak hizmetleri aleni yapanlar var.
Bu arada meraklılarına hemen aktarayım. Teşkilat-ı Mahsusa’dan 1965 Kanunu’na kadar olan dönemin belgeleriyle birlikte bir kitabı hazırlanmıştı. MİT’in kuruluşunun 76’ıncı yılında, yani 2003 senesinde basıldı. Kitapta espiyonaj ve kontrespiyonaj ağırlıklara yer verilmişti. Mesela Lawrance ile bu kurum nasıl uğraşmış. Çiçero olayına Türkiye ne kadar dahil olmuş. Perde arkası ve arşivlere intikal eden şeyler gibi.
Bir kez daha teşekkür
Üç haftadır köşemden sizlere seslenemiyordum. Zira, üzerime aniden çöken bir rahatsızlık ve ardından gelen ameliyat beni Hacettepe Hastanesi’ndeki yatağıma mahkum etti. Bu süre zarfında gerek bizzat gelerek, gerekse telefonla arayıp, çiçek yollayarak beni yalnız bırakmayan tüm dostlarıma, meslektaşlarıma ve çalışma arkadaşlarıma teşekkür etmek istedim. Tabii bir de destek ve emeğini hiç esirgemeyen Haccetepe’nin değerli doktorlarına ve personeline. Başta ülkemizde Genel Cerrahi dalının öndeki isimlerinden biri olan Prof. Dr. Zafer Öner olmak üzere, Hacettepe Rektörü Prof. Dr. Uğur Erdener’e, eski rektör Prof. Dr. Tunçalp Özgen’e, Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal’a dostluklarından ve çabalarından dolayı bir kez daha minnetlerimi sunuyorum. Tabii en büyük teşekkür ise haftalardır yanımdan bir an ayrılmayan 25 yıllık hayat arkadaşıma, yani eşime.
Bilmelisin yiyeceğin mezeyi, yoksa yorarsın mideyi
Son yazımda Ankara’nın gözde meyhanelerini yazıp, kafamda belirlediğim kriterlere göre isimlerini aktarmıştım. Peki neydi bu kriterler?
İlk etapta mezenin anlamı yazmam gerekirse, kısaca cevabı içki içilirken yenilen hafif yiyecekler denebilir.. Aslında rakı gibi yazılı tarihe geçmiş yönü olmasa da, meze kültürü hepimizin yaşamında var olan bir özellik. Rakının tatlı yakıcılığına ve anason tadına farklı lezzetler katan mezeler, sofrada olabildiğince çeşitli, ama az miktarlarda olmalı. Soğuk ve sıcak olarak ikiye ayrılan mezelerin hazırlanırken öncelikle taze mevsim ürünlerinden oluşmasına gayret edilmeli. Soğuk mezelerde zeytinyağı, sarımsak, maydanoz, dereotu, soğan, nane, kekik, fesleğen gibi tatlandırıcı otlar mutlaka kullanılmalı.
Sofrada nelerin meze sayılabileceğine gelirsek... Buzlu badem, meyveler, salatalar, çiğ ve pişmiş sebzeler, et ürünleri, balık, su ürünleri, yoğurt ve doğaldır ki peynir. Yalnız mezelerin başını çeken peynirde beyaz ya da tulum peyniri rakı ile giden en iyi çeşitler. Krem peynirleri, dil peyniri, taze kaşar gibi kokulu ve kuvvetli peynirlerin çilingir sofrasına pek uygun düşmediğini de ilave edeyim. Salam, sosis, jambon gibi şarküteri ürünlerinin ise rakıdan daha çok şarap veya biraya uygun düşen mezeler olduğunu da belirteyim.
MEZELERİN PÜF NOKTASI
İşte size bir iki püf noktası daha. Soğuk mezeler günlük ve taze olarak hazırlanmalı ve asla buzdolabına konmamalı. Buzdolabından çıkarılanlar ise 15- 20 dakika sonra mideye indirilmeli. Zeytinyağlı mezeler pişirildikten bir gün sonra yenilirse damak tadına daha uygun olurlar.
Gelelim meze kültüründen meyhane kültürüne. Önce göz zevkini, sonra da damak tadını tatmine yönelinmeli... Küçük porsiyonlar ve seramik tabaklar, zamanla yerini melamin tabaklara, üst üste doldurulmuş yiyeceklere terk etti. Bırakın mide ve içki ile uyumunu, birbiriyle bile uyumsuz o yiyecekler sayesinde meyhane kültürü de kaybolmaya başladı. Çiğ köfte ile içilen viskiler ise uyumsuzluğu doruk noktalara ulaştırdı.
Ankara’da meyhane kültürü farklı tarzlarla yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Mezelerin uyumundan ve lezzetinden daha çok, sazlı sözlü eğlencelere önem verilerek mekanlar ayakta kalmaya çalışıyor. Bu aşamadaki ilk kriter ise meyhanede müziğin volümü asla sizi rahatsız etmemeli ve bir yandan şarkıları dinlerken diğer yandan sohbetinizi sürdürebilmelisiniz.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2008
Geçenlerde eski tarihli Hürriyet gazetelerine göz gezdirip, arşiv taraması yapıyordum. Bende derin izler bırakmış bir habere rastlayınca takıldım kaldım. Ve bu öyküyü sonradan yaptığım araştırmalara da dayanarak sizlere aktarmaya karar verdim.
Tarihler 1974 yılının Ocak ayını gösteriyor. Kış, tüm şiddetiyle kendini hisettirmeye başlamış, yağan kar tüm Ankara’yı beyaza boyadığı gibi, yolları da kapatmıştır. Tipinin bir kamçıdan farksız dokunuşları Başkentlileri evlerine hapsetmiş, birçok türden hayvan ise insanların aksine sığındıkları inlerinden, ağaç kovuklarından çıkıp, yiyecek bir şeyler bulabilmenin telaşına düşmüştür. Bala yaylalarında bugünlerde depremden titreyen binaların aksine, hayvanların mideleri açlıktan titremektedir. Hepsi henüz donmamış su birikintilerinin etrafında karınlarını doyurma çabası içine girip, kümeleşmiştir.
Kış şartlarının böylesine olumsuz bir tablo çizdiği sıralarda Ankara’ya bağlı Beypazarı ilçesinden herkesi şaşırtan bir haber gelir. Bağözü Köyü’nün sakinleri sabah vakti kesilen tipiden fırsat bulup, evine odun, tezek taşıma gayreti içine girerken, o güne kadar hiç karşılaşmadıkları bir hayvanla yüzyüze gelir. Köy dışındaki çeşmeden su almaya giden bir kadın, karlar içinde büzülmüş kocaman kediyi görünce çığlıklar atmaya başlar. Aslında bu büyük kedi Anadolu’da yaşayan son Panter’in ta kendisidir. (zaten o yıldan bu yana da başka bir panter görülmedi)
Kadın biraz meraktan, biraz da diğer köylüleri ikaz için hayvanın yanına sokulunca olanlar olur. Belli ki niyeti kötü olmayan hayvan can havliyle nefsi müdafaaya girer ve kadının kolunu kıracak bir hamle yapar. Sonra da ormanın içine koşup gözden kaybolur. Nefsi müdafaa diyorum, zira bu cins hayvanların karşısındaki canlıyı öldürmek için gırtlağına ya da ensesine yöneldiği bilinen bir gerçek ve sadece kadının koluna yönelir.
PANTERE CANAVAR
MUAMMELESİ
Kadın can havliyle köye doğru koşar. Tabi akabinde, bağrışmalar, panik ve silahları kuşanma takip eder. Köy meydanında toplanan halk, sanki panterden değil de bir canavardan bahseder gibi konuyu abartırken, eli tüfek tutan köylüler 6 tecrübeli avcının önderliğinde ölüm takibine başlar. Hayvanın karda bıraktığı pençe izleri, sürek avındakiler için büyük kolaylık sağlar ve bir geçitte silahlar üstüste patlar. Aldığı kurşun yaraları panter için kaçınılmaz sonu hazırlarken, köylüler zafer nidalarıyla "Müjdeyi!" verir. İntikam alınmış ve canavar yok edilmiştir.
Zavallı hayvanın kanlar içindeki bedeni sürüklenerek köy meydanına getirilir. Doğal olarak da cesedin önünde köylünün meraklı gözlerle süzdüğü resmi geçit töreni başlar. Bu esnada köyün önemli bir şahsiyeti eşine kürk manto yapmak için panterin postunu ister. Köylünün karşı çıkması üzerine de sağlık ocağının doktoru, hayvanın ölüsünü kuduz analizi yapmak üzere Veteriner Bakteriyoloji Enstitüsü’ne yollar. Sonuçta da panter kuduz testinden temiz çıkar, ama gözleri dahil bir çok organı laboratuarda telef olup gider. Doldurulmuş bedeni ise MTA’nın Tabiat Tarihi Müzesi’nin deposuna atılır.
İşte Anadolu’nun son panterinin başına gelenler ve insanların doğaya saygısı. 22 Ocak 1974 yılının Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan resim herşeyi anlatıyor. İnsanların ilkel egoları sürdükçe, gün gelecek, vaşak, karakulak, angut gibi bir çok canlı türünün son bireyiyle de vedalaşacağız. Haksız mıyım?
Ankara’nın yenileri ve dünya mutfağına dönüş
Restoranlar, Ankara’nın sosyal yaşamında önemli bir yer tutar. Dostlarla, aile bireyleriyle leziz yemeklerin eşliğinde geçirilen hoş vakitler bir kenara, hükümet üyelerine, önemli politikacı ve bürokratlara ulaşmanın en önemli adresidir. Bu mekanlarda, yeni siyasi oluşumlar filizlenir, iktidarlar devrilir, kapalı kapılar ardında politik pazarlıklar yapılır. Tabii nice evlilik tekliflerine, doğum günü kutlamalarına, iş yemeklerine de zemin hazırlar.
Türk mutfağının her çeşidinden enternasyonal lezzetlere kadar geniş bir yelpaze sunan mekanlar, karın doyurmanın ötesinde ambiyansıyla da müşterisini kendisine bağlar. Son yıllarda mideden yana değil, ama görselden ve yarattığı sosyal havadan dolayı Başkentin lezzet duraklarında performans düşüşü yaşanıyordu. Kebap kültürünün hakim olduğu bir atmosferde dünya mutfağından örnekler sunup, kaliteli hizmet vermeye çalışan işletmeler geri planda kalıyor, hatta birer birer kapanıyordu. Kimi ise mönüsüne kebap çeşitlerini koyup, alkol servisini kaldırarak ayakta kalmaya çalışıyordu. Sebebi ise apaçık ortadaydı. AKP iktidarının bireyleri ve bürokratlar, alkolsüz kebapçı ve balıkçıları mesken edinip, enternasyonal mutfaktan mümkün olduğunca uzak kalmayı yeğliyordu.
Şimdi gelinen noktada ise önemli bir değişim yaşanıyor. Kebap kültürüyle yoğrulan siyasetçi ve bürokratlar yavaş yavaş yeni lezzetlere ve ambiyanslara doğru yelken açar oldular. Hal böyle olunca da enternasyonal mutfak kültürünü benimseyen restoranlar tekrar rağbet görmeye ve her gün bir yenisi açılmaya başladı.
Son aylarda Ankara restoranlarına önemli katılımlar oldu. Bu mekanlar şık dekorları, batılı tarzdaki hizmet anlayışı ve dünya mutfağından oluşan zengin mönüsüyle kebap ve balık kültürüne esir olmuş müşterilerini geri kazanıyorlar. Üstelik, kendilerine mesafeli duran iktidar mensuplarını da cezp ederek.
BATILI TARZDAKİ YENİ
LEZZET DURAKLARI
Gelelim bu mekanlardan öne çıkanlaraÖ Listemin ilk sırasında Ümitköy’deki Wall var. GOP semtindeki Wok’un sahibi Yüksel Karaca’nın açtığı bu yeni mekan, dekoru ve ambiyansıyla insanı kendine hayran bırakıyor. Üstelik mönüsü önce gözleri, sonra da mideyi tatmin ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim, şu sıralar en favori restoranım.
Diğer bir mekan ise Divan Otel’in altında açılan Niki restoran. Sahibi Mehmet Köse’nin de bizzat servise yardımcı olduğu bu mekanda, barda akşam üstü alınan bir aperatiften sonra bembeyaz örtülerle donatılmış masalarda yemek atıştırmak bir zevk. Mönüsü ise enternasyonal mutfağın güzel örnekleriyle dolu.
Çankaya İran Caddesi üzerinde açılan Hok’s ise iki kata yayılmış düzeniyle ilginç bir mekan. Zaten ilginçliği mönüsüne de yansıtmış. Akdeniz ağırlıklı dünya mutfağından oluşan yemeklerine kendi yorum farklarını da katmaları, güzel bir sentezin ortaya çıkmasını sağlamış. Altı kafe, üstü restoran olarak hizmet veren mekanın dört ortağı ise daha önceden de bu tür işletmelere sahip olan kişiler.
Ümitköy’de halen yapımı süren Minasera Yaşam Merkezi’nin ise iki önemli lezzet durağından biri faaliyete geçmiş durumda. Gamze Cizrelioğlu’nun sahibi olduğu Big Chef’s, salonun her tarafından görülen açık mutfağı ve deneyimli personeliyle değişik bir mekan. Mönü seçimindeki başarısı herkesçe bilinen Gamze Hanım, lezzet seçeneklerini de bir hayli arttırmış. Diğer mekan ise Serhat Çelik’e ait IVY olacak. Bir ay sonra faaliyete geçecek bu mekan, Big Chef’s ile beraber hem Minasera’ya, hem de bölgeye bir hayli hareket getirecek.
AVM’LERDE DURUM BİRAZ FARKLI
Cepa Alışveriş Merkezi’ndeki İtalyan lezzet durağı Mirror ile enternasyonal mutfağa sahip Coconot ve Budakaltı ise hem dekorları, hem de sunduğu lezzetlerle oldukça güzel. Tek dezavantajları girişlerinin alışveriş merkezinin içinden olması ve fastfood katında yer almaları. Duyduğuma göre yakın bir zamanda bağımsız asansöre kavuşmalarıyla bu dezavantajlarını ortadan kaldıracaklarmış.
Yeni açılan Panora Alışveriş Merkezi’nin restoranlarını ise Cepa’dakilerden farklı görmüyorum. Zira, koca bir salonda yan yana sıralanmış Uludağ, Tike, Branca, Midpoint gibi restoranların sunduğu lezzetler güzel de, yarattığı ambiyans biraz farklı.
Yenilerde son durum böyle ama, Wok, Trilye, Köşebaşı, Kalbur, Parkfora, Coconot, Bilkent Fish House, Makkarna, Paper Moon gibi restoranların halen listemin ön sıralarında olduğunu hatırlatayım.
Piknik yeniden hayat buldu
ESKİ Ankaralılar ve yolu sık sık başkente düşenler iyi bilir, Piknik diye bir fastfood restoran vardı. 1953 yılında Türkiye’yi fastfood gerçeğiyle ilk kez tanıştıran mekandı. Piknik’de bira ile birlikte patates tava ve sosisli sandviç yemek, et türevi ürünlerden oluşan aperatifleri atıştırmak çok modaydı. O dönemin ünlü yazarları, sanatçıları, bürokratları, politikacıları ve işadamlarının buluşma noktasıydı. Celal Bayar, Süleyman Demirel, Deniz Baykal gibi ünlü politikacılar bu isimlerden sadece birkaçıydı. Kısacası Piknik, o yıllarda öyle bir rağbet görüyordu ki, İş Bankası günlük hasılatı almak için her gün zırhlı araçla ekiplerini yolluyordu. Zaten kısa bir süre sonra da Piknik’in tam yanına şube açıyordu.
Kızılay Semti’ndeki bu mekan, gündüz atıştıranlara, akşam da demlenenlere yıllarca hizmet verdikten sonra kapandı ve sahipleri Amerika’ya gitti. Daha sonraki zamanda Piknik gibi dekore edilen ve mönü sunan birçok yer açıldı, ama hiçbiri aynı tadı vermedi. Ta ki Armada İş Merkezi’ndeki Piknik açılana dek.
Yıllar önce Amerika’ya giden Reşat Önat, vatan hasretine dayanamayıp Türkiye’ye dönünce Piknik nostaljisini yeniden hayata geçirmeye karar verdi. Sonuçta da Armada’da fastfood katında Piknik’i yeniden açtı. Ancak, yerlisiyle yabancısıyla bir çok yiyecek zincirinin arasında marka değerinin zedeleneceğini düşünerek kısa süre sonra kapattı. Ve son olarak Filistin Caddesi ile Kader Sokak’ın kesiştiği köşe de mütevazı, ama şık yeni Piknik’i açtı.
Kızı Gülen Hanım ile beraber mekanın başında duruyor ve mönüdeki tüm yiyecekleri ilk günkü formülleriyle kendi imalathanesinde üretiyor. Sosisli sandviç, patates kızartma, kuzu şiş, kısacası herşey yeni mekanda eski ağız tadıyla sunuluyor.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2008
Bu hafta Ankara’da yeni yıl eğlencelerinin nasıl geçtiğini yazıp, yaşanan ilginç olaylara değinecektim. Ancak, her sene biraz daha kötüye giden eğlencelerden kayda değeri çok azdı. Bir çok mekan rutin dışına çıkıp, özel bir program uygulamadığı için, az sayıda müşteriye hizmet verebildi. Measalarını dolduranlar ise fazla ücret istemeden, geniş bir mönü sunan işletmeler oldu. Bir de sahnesini tanınmış sanatçıyla süsleyen yerler.
Eğlencenin merkezi kuvvetli mönüsünü Linet ve Asena ile takviye eden Ankara Sheraton oteldi. Onu Gökhan Tepe ve Zeynep Dizdar ile balo salonunu hareketlendiren Siwss Otel takip etti. Fatih Ürek ise Salata’ya hayat verdi.
Her yıl daha da sönük geçen yılbaşı eğlencelerinin kötüye gidiş nedenini ise iki nedene bağlıyorum. Birincisi iktidardaki AKP’nin bu özel geceye soğuk bakmasıyla siyasiler ve bürokratların olumsuz tutumuna iş çevresinin de uyması; ikincisi ise özel bir hizmet vermeden çok para isteyen mekanların şımarık tutumu.
Normal günlerde ortalama 50 YTL hesap ödeyerek çıkabileceğiniz bir mekan, bu özel geceyi fırsat bilip, aynı mönü için 250 YTL isteyebiliyor. İnsan yılbaşı için iki mislini vermeye hazır da, 5 misli fiyat istenince kendini enayi gibi hissediyor. Üstelik, ne özel bir grup, ne bir sanatçı ve şov yokken. Unutulmamalı ki, almadan vermek Allah’a mahsus.
LÜKS HARCAMA İÇİN KUYRUK
Benim esas değinmek istediğim konu Ankara’dan firar edenlere yönelik. Meğerse biz AB’ye çoktan girmişiz de haberimiz yokmuş. Kurban Bayramı ve yılbaşı tatilini fırsat bilip İtalya ve Fransa’ya giden dostlarım anlattı... Özellikle İtalya’nın Milano ve Roma şehirleri Türklerin özerk bölgesi gibi olmuş. Kimi turistik, kimi iş için derken, pek çok kişi soluğu bu ülkelerde almış. Girilen birçok mağazada, ya da restoranda İtalyanca konuşandan daha çok Türkçe konuşana rastlamak mümkünmüş.
Anlattıklarının en ilginci ise mağazalarda yapılan alış-verişlerdi. Gucci, Fendi gibi mağazalarda bizim Türkler kuyruktaymış. En düşük rakamı 500 Euro olan çantalardan almak, kıyafetlerden birine sahip olabilmek için birbirleriyle yarışıyorlarmış.
O esnada Paris’ten dönen arkadaşımız söze girdi ve "Yahu, her gidişte Louis Vuitton mağazasının önünde Japonları görürdüm. Bu kez mağazayı dolduranlar bizimkilerdi. Bin, hatta üç bin Euro’ya çanta alacağım diye birbirlerini eziyorlardı." dedi.
Bir tarafta IMF ile para pazarlıkları yapan bir ülke, diğer tarafta sınırsızca para harcayan vatandaşları. Ne kadar dengesiz bir durum değil mi? Hele hele nüfusunun yüzde 70’ine yakını fakirlik sınırındayken.
ANKARA’DA BRUNCH KEYFİ
Yılbaşı gecesinin, daha doğrusu 1 Ocak gününün en güzel aktivitesi ise insanların yataktan rötarlı kalkış saatlerine denk geliyor. Zaten bu aktivite sırf yılbaşı sabahına değil her Pazar gününe hitap ediyor. O nedenle genelleştirerek konuyu aktarayım.
Bütün bir hafta yorulduktan sonra, Pazar günlerini sadece kendinize ve sevdiklerinize ayırmaya ne dersiniz? Pazar günleri, bir çok aile için, birlikte vakit geçirmenin, dinlenip, huzur bulmanın adıdır aslında. Haftanın bu son gününde, genellikle geç uyanılır, sabah kahvaltısı öğle yemeği ile birleştirilir; bol gazeteli bir masada, keyifli ve uzun bir sohbet başlar aile arasında. İngilizce’de kahvaltı anlamına gelen "breakfast" ile, öğle yemeği anlamına gelen "lunch" sözcüklerinin birleşimi ile oluşan "brunch" kelimesinin, Türkçe’deki karşılığı ise "geç kahvaltı".
Brunch, son zamanlarda Ankara’daki seçkin otel ve cafelerin, özellikle Pazar günleri, müşterilerine sunduğu keyifli ve huzur dolu bir aktivite halini aldı. Eğer, Pazar günleri evde yaptığınız kahvaltılı dakikalar yetmiyor ve daha fazlasını istiyorsanız, Ankara’daki pek çok otel ve cafe sizin için masayı hazırlıyor, çayı demliyor, müziği seçiyor, gazeteleri sergiliyor ve aileniz ile birlikte brunch’a bekliyor.
Dünyada ilk üçe giren merkez ve mayınlar
Geçenlerde bazı komutan dostlarımızla oturmuş, AB’nin Türkiye’ye bakış açısı hakkında konuşuyorduk. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasını herkesten çok istiyorlardı, ama bu süreçte yapılan muameleye kızgınlardı. Devletin belli kademesindeki kişi ve kuruluşlara hakarete varan eleştirilerini içlerine sindiremiyorlardı. Ancak bahsetmek istedikleri konu çok farklıydı.
Ülkemizde birçok yere ziyaretlerde bulunan AB yetkililerinin, terör mağduru gazilerimizi hiç ziyaret etmemesini eleştiriyorlardı. "Askeri hastanede yatanları bir kenara bırakın rehabilitasyon merkezimizde tedavi görenleri ziyaret edebilirdi" diyorlardı.
Küçük bir not; Dünyada ilk üç arasına giren bu merkezde sadece askerler değil, terör ya da başka nedenlerden dolayı zarar gören siviller de tedavi görüyor.
"İyi niyetli olsaydı burayı günün birinde mutlaka ziyaret ederdi" derken de, rehabilitasyon gören terör mağdurlarının içler acısı durumlarına dikkat çekiyorlar. Gözü görmeyen, elleri ayakları olmayan terör mağduru yüzlerce gencin yaşamlarından örnekler veriyorlar. ABD ve İsrail’le beraber dünyada ilk üçe girdiğimiz bu merkezi İsrailliler kurmuş.
Halen yaralı askerlerin gelip, gelmediğini soruyorum. Derin bir iç çekip yanıtlıyorlar;
Eskisi kadar olmasa da, bölgeden yaralılarımız gelmeye devam ediyor. PKK’nın döşediği mayınlar bizim için halen büyük tehlike. Son zamanlarda asker ya da sivillerimizin büyük kısmı bu mayınlar yüzünden yaralanıyor"
Devlet elindekileri sattı, Ata yadigarı kenara atıldı
Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun (YDK), devletin işlettiği altı otelin, özel sektörün işlettiği bir otelin onda biri kadar bile kar edemediğini ortaya koyan raporu, sonunda devlete otelleri sattırmıştı. Raporda, özel sektörün işlettiği İstanbul Hilton Otel, yılı 5.2 trilyon TL (o yıllardaki eski TL hesabıyla) karla kapatırken, devletin işlettiği altı otelin karı sadece 490 milyar TL olmuştu. Bu durum karşısında devlet, elindeki 6 oteli; yani İstanbul Tarabya ve Maçka, Ankara Stad ve Büyük Ankara, İzmir Büyük Efes ile Bursa Çelik Palas’ı özel sektöre devretmişti.
Emekli Sandığı, bu otellerden 2000 yılında yaklaşık 1 milyon dolar gelir elde ederken, 2001’i ise zararla kapatmıştı.
Buraya kadar herşey iyi güzel de, devlet geçmişi unutmamalı. Atatürk Orman Çiftliği bünyesinde bulunan Marmara Otel, 1984 yılında Emekli Sandığı’nın elinden alınmış ve işadamı Tahsin Kaya’ya verilmişti. Bilenler iyi hatırlayacaktır, bu otel Başkentin sosyal yaşamında önemli duraklardan biriydi. Odalarında konaklayan ünlüler bir kenara, lobisi ve salonları buluşma noktası gibiydi. O enfes manzarının karşısında düzenlenen beş çayları, balo salonunda yapılan görkemli düğün ve davetler dilden dile dolaşırdı. Zaten Marmara Otel’de davet vermek bir ayrıcalıktı.
Tahsin Kaya, buram buram tarih kokan bu oteli yenileyip turizmin hizmetine açacaktı. Ancak, aradan 24 yıl geçti ve o canım otel binası yenilenmek bir kenara, mezbelelik gibi kaldı. Üstelik, neredeyse orta halli bir apartman dairesinin bedeli kadar komik bir kira rakamına. Şimdi herkes ihaleye çıkan ve bir kısmı yeniden hizmete açılan bu altı otelin turizme daha iyi katkı sağlayacağını söylüyor da, Atamız’ın göz bebeği gibi baktığı A.O.Ç arazisinin incisi Maramara Oteli’ni aklına hiç getirmiyor.
Psikoseksüel bozuklara askeri üniforma yok
Başımıza, bir de Avrupa Eşcinseller Derneği ve hazırladıkları rapor çıktı. "Eşcinsel haklarına saygı göstermeyen ülke" olarak tanımladıkları ülkemizde, eşcinsel, transseksüel ve travestilerin asker ya da polis olamadıklarından şikayet ediyorlar. Kaynak olarak da Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık Yeteneği Yönetmeliği’ni gösteriyorlar.
Yönetmeliğe göre, eşcinselliğin "psikoseksüel bozukluk" biçiminde tanımlandığını ve "askerliğe engel olarak görüldüğünü" söylüyorlar. Söz konusu yönetmeliğin 17. maddesinde yazan hüküm ise şöyle;
"Seksüel davranış bozukluklarının tüm yaşamında ileri derecede belirgin olması, duygu ve davranışlarına yansımış olması gereklidir. Ayrıca silah altına alınanların, askerlik ortamında sakıncalı bir durum yarattığının veya yaratacağının resmi belgelerle tespiti gereklidir"
Bu yönetmelik nedeniyle eşcinsellerin subay veya sivil memur olması mümkün değil. Ayrıca, eşcinsel olduğunu heyet raporuyla kanıtlayanlar da askerliğe alınmıyor. "Seksüel davranış bozukluğu tespit edilen" ancak düzeyi "ileri derecede olmayan" kişilerin askerliğe alınmaları bir yıl erteleniyor. Bu durumdaki kişiler, yıl sonunda yeniden muayene ediliyor. Askerde olduğu gibi poliste de durum farklı değil.
Rapor hep bunları işliyor ve eşcinsellerin haklarına saygı duyulması isteniyor. Tüm dertlerimiz bitti, bir tek eşcinsellerin üniforma giyip, giymediği kaldı. İster misiniz hiç eşcinsel belediye başkanınız ya da parlamenteriniz yok diye bizi protesto etsinler.
Yazının Devamını Oku