25 Mayıs 2008
Her hafta olduğu gibi Tempo, Ekonomist, Capital dergilerinin gündem toplantısını yaparken, haber önerileri peş peşe gelmeye başlıyor. O esnada arkadaşlardan bazıları son günlerde yazılı ve görsel medyaya yansıyan bir konuyu dile getiriyor. Haber ise kısaca şöyle:
Başkent’te yaklaşık üç ay önce Kocatepe Cami’nin altında açılan özel bir market, zengin hurma çeşitleriyle müşteri akınına uğrarken her geçen gün ününe ün katıyor. Üstelik televizyonlardan gazetelere kadar, bu ilginç işletmenin haberine yer vermeyen medya kuruluşu neredeyse kalmıyor. Yapılan haberlerde hurma satışı ön plana çıkarken de, cılız bir ifadeyle ’Zemzem’ satışının da yapıldığına yer veriliyor.
İşte bu esnada bizim büronun yetenekli elemanlarından Aysel Alp ilginç bir öneride bulunuyor. "Bildiğim kadarıyla Suudi Arabistan, Zemzem suyunun ticaretini yasakladı. Markette rafa konan bu sular ya yasal yollarla gelmiyor, ya da sahte olabilir. En iyisi satın alıp, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi’nde test ettirelim. Ayrıca satışının dinen sakıncalı olup olmadığına da bir bakalım."
Doğrusu öneri hepimizin ilgisini çekiyor. Zira aklımıza hemen Başbakan Erdoğan’ın A’raf Suresi, 179’uncu ayet’e atıfta bulunarak söylediği o ünlü söz geliyor: "Onların kulakları vardır duymazlar, gözleri vardır görmezler, dilleri vardır hakikati söylemezler."
HURMA VESİLE EDİLİP ZEMZEM Mİ SATILIYOR?
Sahi Başkent’in göbeğinde kutsal su Zemzem, hurma satışlarını artırmak için ’vesile’ mi ediliyor? Üstelik hurmacının hemen dibinde konuşlanan Türkiye Diyanet İşleri Vakfı, Ankara ve Çankaya müftülükleri ve AKP İl Başkanlığı varken ve gözlerinin önündeki ticareti görmez olmuşken. Üstelik Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu’nun Mütevelli Heyeti Başkanlığı’nı yaptığı Diyanet Vakfı, kapı komşusunun Zemzem satmasına göz yummakla kalmayıp, müşterisi bile olmuşken.
Sonuçta Aysel Alp ile foto muhabirimiz Bülent Ercan kolları sıvayıp, bu ilginç marketin yolunu tuttular. Önce, kimliklerini açığa vurmadan hurma ve Zemzem suyu satın aldılar. 250 cc’lik pet şişelerde satılan Zemzem’e 1 YTL, 1,5 litrelik bidonlarda satılanına ise tam 5 YTL para ödediler. Ardından da Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi’ne ulaşıp, parası karşılığı bu numunelerin tahlil edilmesi için resmi başvuruda bulundular.
Ertesi gün ise basın mensubu kimlikleriyle Medine’nin üç numaralı hurma tüccarı, Diyanet İşleri Hac Organizasyonu’nun gıda toptancısı Mehmet Özkan’ın hurma mağazasındaydılar. 20 litrelik bidonlarla getirttiği suyu Konya’da şişeleten ve üzerine Arapça ve Türkçe olarak ’Zamzam’ etiketi yapıştıran Mehmet Özkan ile uzun bir söyleşi yaptılar.
MEDİNE’NİN ÜÇ NUMARALI TÜCCARI
İşte arkadaşlarımın, Başkent’in göbeğinde satılan bu suyun, Mescit’i Haram’daki kuyulardan çıkan Zemzem olup olmadığını anlamak üzere yaptığı söyleşi ve araştırmaların kısa bir özeti.
Başkent’te yaklaşık üç ay önce açılan Hurma Market, zengin hurma çeşitleriyle kısa sürede siyasetten bürokrasiye Ankara’nın vazgeçilmezlerinden biri oldu. Medine’nin üç numaralı hurma tüccarı Mehmet Efendi’nin Konya’dan sonra açtığı ikinci dükkánında Peygamber Hurmasından baklava hurmaya kadar 30 çeşit ürün satılmaya başladı. Sadece Medine hurması satan ve çeşit sayısı itibariyle Türkiye’nin en zengin hurmacısı olarak anılan Mehmet Özkan’ın ünü, kısa sürede basın camiasına da ulaştı. Mehmet Efendi’nin haberine yer vermeyen medya kuruluşu neredeyse kalmadı. Bu haberlerin kiminde hurmayla birlikte ’Zemzem’ satıldığına yer verilirken, kiminde hiç değinilmedi.
Peki, ama nasıl oluyordu da tarihi milattan önce 1910 yıllarına kadar, yani Hz. İbrahim Peygamber’e kadar uzanan, Müslümanlar için kutsal sayılan bir su, binlerce kilometre öteden getirilip Türkiye’de satışa sunuluyordu. Bu gerçekten Mescit-i Haram içinde, Kábe’nin yanı başından yeryüzüne çıkan su muydu?
Aysel, öncelikle bu sorunun yanıtını bulmak üzere harekete geçti. 8 Nisan’da hurmacıdan aldığı örnekleri Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi’ne teslim etti. 20 gün sonrasında gelen inceleme sonuçları, suyun bakteriyolojik yönden Türkiye’deki su yönetmeliğine uygun olduğunu gösteriyordu. Ancak kimyasal yönden ülkemizdeki standartlara uygun değildi.
NİTRAT ORANINA DİKKAT!
Hurmacı tarafından Zemzem iddiasıyla satılan suyun kimyasal bileşenleri içinde nitrat oranının yüksekliği dikkat çekiyordu. Türk Standartları Yönetmeliği’nde kabul edilebilir en üst değeri 50 olan nitrat (mg/L), söz konusu suda 126,6 çıkmıştı. Yani kabul edilebilir değerin iki buçuk katı üzerinde ’nitrat’ bulunuyordu. Bunun ne anlama geldiğini Hacettepe Üniversitesi’nden hidrojeoloji uzmanı bir profesöre sorduğumuzda ise şaşırtıcı bir cevap geldi. Tartışma ortamına girmemek için adının açıklanmasını istemeyen Profesör, "Nitrat, organik bir maddedir. Gübreye işaret eder. İnsan ya da hayvan dışkısıyla bağlantılı olabilir. Yani akla fosseptik ya da kanalizasyondan sızmayı getirebilir" diyordu. Yüksek miktarda nitratın bebeklerde kanın oksijen taşıma kapasitesini düşürdüğünü anlatan öğretim üyesi, "Ancak burada söz konusu olan sürekli kullanılan bir su olmadığı için bu etkiyi görmek mümkün olmayabilir" diyordu.
HIFZISSIHHA RAPORUNA GÖRE ZEMZEM Mİ DEĞİL Mİ?
Peki ama, bu su gerçekten Zemzem miydi? Bu sorunun yanıtı için Aysel, Su Vakfı Başkanı ve aynı zamanda İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.Zekai Şen’e başvurdu. İki yıl boyunca Suudi Arabistan Petrol Bakanlığı Zemzem Araştırma ve Geliştirme Enstitüsü Başkanlığı yapan Şen, ettiği yemin dolayısıyla çıkan sonuçlar hakkında "Zemzem’dir ya da değildir" tespitinde bulunamayacağını söyledi.
Hal böyle olunca da, bize Şen’in, "Manevi ve Bilimsel Açılardan Zemzem Suyu" kitabında yer verdiği kimyasal parametreleri esas almak düştü. Hıfzıssıhha’nın parametreleri ’ppm’ cinsinden iken, Şen’in parametreleri ’epm’ olarak verilmişti. Hıfzıssıhha’nın parametrelerini epm’e çevirdiğimizde, eldeki sonuçların Şen’in sonuçlarıyla tutarlı olduğunu gördük. Yani bu su, Zemzem ile benzerlik gösteriyordu.
DİYANET’İN GÖLGESİNDE SATIŞ
Zekai Şen, bu suyun Zemzem olup olmadığını söylemedi ancak, "Arabistan’da bile satılması yasak olan Zemzem’i Türkiye’de biri satıyorsa, bunu sorgulamak gerekir. Kaldı ki dinen de kutsal suyun satışı yapılamaz" yorumunu getirdi.
Oysa Hurmacı, Türkiye Diyanet Vakfı’nın hemen karşısında yer alıyordu. Yani vakıf ile hurmacı kapı komşusuydu. Buranın bir diğer komşusu ise birkaç bina ötesinde yer alan AKP Ankara İl Başkanlığı’ydı. Mağazanın sahibi Mehmet Özkan’a, "Diyanet Vakfı’ndan, AKP İl Başkanlığı’ndan da müşterileriniz var mı?" diye soran Aysel’e , "Tabii ki hem vakıftan, hem ilden gelenler olduğu gibi, tüm partilerin genel merkezlerinden, TBMM’den, Ankara Müftülüğü’nden, Çankaya Müftülüğü’nden de geliyorlar" yanıtı geliyordu.
Peki, ama 22 yıl Suudi Arabistan’da yaşamış, Mekke ve Medine’de işyerleri bulunan Mehmet Özkan, kutsal suyun satışının yasalarca yasak olduğunu bilmiyor muydu?
Özkan, bu soruya da "Aslında biz Zemzemi çok ön plana çıkarmak istemiyoruz. Satmak da istemiyoruz. Ama mecburen satıyoruz. Çünkü hurma deyince akla Zemzem geliyor. İkisi ayrılmaz bir parça gibi" yanıtını veriyordu.
O KAR AMAÇLI DEĞİL DİYOR, AMA...
Bu suyun satışı yasak olmasına karşın nasıl getiriyorsunuz sorusuna ise Özkan, "Bu bize 20 litrelik bidonlarda geliyor. Bunu 250 cc yapıyoruz. Tanesini 1 TL’den satıyoruz. Meşrubat gibi. Daha doğrusu özellikle Ramazanlarda yemek davetlerinde meşrubat ya da su yerine kişi sayısına göre alıp sofraya onu koyuyorlar. Ağırlıkla Ramazan’da oluyor. Zemzemden kar etmek için satmıyoruz. Hurma ile paralel gittiği için bulundurmak zorundayız. Zemzemin satışına çok önem vermiyoruz. Çünkü zemzem kar için satılmaz. Dini yönden caiz değil. Bidon, nakliye masrafı dışında kar koymuyoruz."
DİYANETİN DE RESMİ TOPTANCISI
Konyalı Mehmet Özkan, 22 yıl Medine’de yaşamış. Hem Mekke hem Medine’de evleri, işyerleri bulunuyor. Diyanet İşleri Hac Organizasyonu’nda tüm hacıların gıda maddelerini o temin ediyor. Yani şeker, çay, salça, kuru bakliyat gibi, akla gelebilecek her türlü gıda ihtiyaçlarını toptan temin ediyor. Özkan’ın ayrıca Medine’deki Hilton Oteli’nde hediyelik mağazası bulunuyor. Medine hurma pazarının üç numaralı tüccarı olan Özkan, yılda ortalama 250 ton hurma sattığını açıklıyor. Hacdan ziyade daha çok Ramazan ayında satış yaptıklarını anlatırken de, "Orada Ramazan umresi hac kadar kalabalıktır" diyor.
Aysel, Zemzem’in ticari olarak pazarlanıp, satılması konusunda son olarak Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı’na başvurdu ve işte aldığı yanıt:
"Zemzem, Mekke’de Harem-i Şerif’in avlusunda bulunan Hz. İbrahim Peygamber dönemine uzanan tarihi bir kuyudan çıkan ve Müslümanlar tarafından özel önem atfedilen suya denir. Zemzem, Suudi Arabistan hükümetince hacılara ücretsiz olarak dağıtılmaktadır. Zemzem’in Türkiye’de para ile satılmasının dini bir yönü bulunmayıp, konu iki ülkenin mer’i mevzuatını ayrı ayrı yönlerden ilgilendirmektedir."
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2008
Geçen hafta "Başbakan tekbiri yanlış mı alıyor?" başlığıyla bir yazı yazmıştım. İçeriğinde, uzun yıllar Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışmış eski bir dostumun dikkatine ve görüşlerine değinerek, "Tekbir alınırken ellerin nereye kadar kaldırılacağı bellidir ve kesinlikle parmaklar kulak memelerine değdirilmez. Ama başbakan, parmaklarıyla kulaklarına değdiği gibi, neredeyse okkalamış durumda. Dini bütün bir insanın bunu bilmesi lazım. Zaten birçok lider de aynı yanlışı yapar durur" sözlerini yazıma aktarmıştım.
Muhammed el-Dağıstani, Memet Şahin ve Şamil Muhammed isminde üç yazarın kaleme aldığı "Kitap ve Sünnete Göre Namaz" kitabını referans göstererek de tekbir almanın tanımını vermiştim.
"Elleri kaldırırken başparmak uçlarını kulak memelerine değdirmenin, Resulullah (S.A.V.)’ın sünnetinde yeri yoktur. Sahih olan ise yukarıdaki hadislerde zikredilen üç şekildir. Başparmak uçlarınız kulak memelerine değdirenlerin delili ise senedi, Münkatı olan (Kesilen, aralıklı, arkası gelmeyen), zayıf rivayettir."
Bu kitapla yetinmeyip, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internetteki sitesine girdiğimi ekleyip, fotoğraflarla namazın kılınışı bölümünde tekbir için yazılanları da köşeme taşımıştım.
"Erkekler tekbir alırken; ellerin içi kıbleye karşı ve parmaklar normal açıklıkta bulunur. Başparmaklar, kulak yumuşağı hizasına gelecek şekilde eller yukarıya kaldırılır."
Tüm bu bilgilere ulaştıktan sonra, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın parmaklarının o gün yanlışlıkla kulak memesine değdiğini ya da bir bildiği olduğu için bu yolu seçtiğini ayırt etmeye çalıştığımı vurgulamıştım.
TEBRİK EDENİ DE VAR KÜFÜR EDENİ DE
İşte bu satırlarımın üzerine çok sayıda e-posta alırken, yazımın bir çok internet sitesinde yayınlandığını ve yorumlandığını izledim. Kimi, konu hakkında bilgilendirdiğim için teşekkür ediyor, kimi sanki Başbakan Recep Tayip Erdoğan’a saldırmışım gibi tepki gösteriyor, kimi de acımasızca eleştirip, ağza alınmayacak küfürlerle hakaret ediyordu. Doğaldır ki, küfürlerin sahipleri yobaz takımının birer temsilcisiydi.
Aslında benim amacım her hangi bir kişiyi hedef alıp, yanlış ya da doğru sentezini yapmak değildi. Zaten yazımın başında da bu sentezi yapabilecek yeterince dini bilgiye de sahip olmadığımı vurguluyordum. Ama anlıyorum ki, bana hakaret yağdıran kişilerden çok daha bilgi donanımına sahibim. Zira en azından tekbir almanın usulleri gibi bir konuyu araştırıp, en doğru kaynaktan öğrenme gayreti gösterebiliyorum. Kaldı ki, kendi iç dünyamda dinimi yaşama ve vazifelerimi yerine getirme konusunda Allah huzurunda bir sıkıntım yok.
İLETİSİNİN İÇİ DOLU OLANLAR
Gelelim mail kutuma ulaşan iletilere Lehte ya da aleyhte olmasına bakmadan her görüşe yer verirken, bazılarını özetleyerek aktarıyorum. Kararı da siz verirsiniz. İçlerinden en beğendiğim Marmara Üniversirtesi İlahiyat Fakültesi Araştırma Görevlisi Dr. Nuh Arslantaş’ın yazısı oldu. Zira iletisi bilgi birikimime katkı sağladı. Yazısında özetle şöyle diyordu;
"11 Mayıs Pazar günkü yazınızda Başbakan’ın şahsında namazda tekbir konusunu ele almış, değişik çalışmalardan da konuyu aslında özetlemişsiniz. Sonunda da, tekbir almadaki usuller üzerine toplumda bir buluşma noktası yok şeklinde de yazınızı bitirmişsiniz.
Aslında bu konu namazın hakikaten çok teferruatıdır. Namazda esas olan "Tekbir" getirilmesidir. Bunun teknik tabiri (Fıkhi dildeki tabir) "İftitah tekbiri"dir (ya da Tahrime). Tekbirlerde ellerin kaldırılması konusundaki farklılık da Hz.Peygamber’in konuyla ilgili farklı uygulamalarından kaynaklanmaktadır. O’nun tekbir alırken ellerini omuz hizasına kaldırdığına dair rivayet bulunduğu gibi, kulak hizasına, kulaklarının üstü hizasına kaldırdığına dair rivayetler de bulunmaktadır. Bu da sonuçta tekbir alırken ellerin şekli ile ilgili farklı uygulamaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Ancak, bizim ilmihal kitaplarında genelde tekbirde kulak memelerine ellerin başparmaklarına hafifçe dokundurmak gerektiği belirtilir ve bu da gündelik hayattaki bilgileri daha çok "İlmihal" kültürüne dayanan Türk toplumunda böyle yaygın bir uygulamanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu vesile ile toplumu "İftitah tekbiri" ile ilgili bir konuda bilgilendirdiğiniz için teşekkür eder, başarılar dilerim."
KULAK MEMESİNİ BIRAK SURATINA BAK
İsminin yazılmasını istemeyen bir başka okuyucu ise konuya farklı yönden yaklaşıyor:
"Başparmaklar kulak memesine değse de değmese de, o namazı kılan normal vatandaş ise Allah onu kabul eder. Ama bir ülkeyi yöneten bir başbakan ise o surat ve o ruh hali ile kıldığı namazı kabul edeceğini sanmıyorum. Dünyada hiçbir başbakan, halkına karşı konuşurken gözlerinden kıvılcım çıkacak, gözleri yuvasından dışarı fırlayacak şekilde konuşmuyor. Yoksa kulak memesi imiş, bilmem ne memesi imiş, bunlardan kimseye bir zarar gelmez."
Selim Acer ise konuya değindiğim için oklarını bana yöneltip, hakkımda yargıya varmış ve aşağıdaki satırları karalamış.
"Başbakanımızın yanlış tekbir almasını konu edinen yazınız gerçekten sizi bayağı aşağı seviyelere çekmiş. Hem dini bilgiden yoksun olduğunuzu bir Müslüman olarak yüzünüz kızarmadan söyleyebiliyorsunuz, hem de dini bilginiz olmadığı halde namaz kılan bir şahsı eleştirebiliyorsunuz."
Kendisine ve emsal eleştiri getirenlere hatırlatmakta fayda var; yazımda "Dini bilgim yok " demedim, sadece "konu hakkında yeterince bilgiye sahip değilim" dedim. İkisi arasında bir hayli fark var. İkincisi de Başbakan’ı eleştirmiyorum. Sadece toplum önderi bir kişinin hareketinden yola çıkarak konu hakkındaki bilirkişi merciindeki kişi ve kurumların görüşünü aktarıyorum.
30 YILA RAĞMEN GENÇ MUAMMELESİ GÖRMEK
Amerika’dan mail yollayan bir başka okuyucu ise eleştirisini yaparken önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırıyor.(İnternetten köşeme girilebiliyor) Aynı gün Hürriyet’teki 30. yılımı kutladığımı yazmamı es geçip, bakın şu satırları karalıyor.
"Yahu maşallah hepinizde müftü kesildiniz. Hem dini bilginiz yok, hem de ömur boyu namaz kılanı eleştirecek kadar bilginiz var. Anlamak mümkün değil! Sevgili kardeşim bak bu meslekte yenisin ve gençsin, sana birşey söyleyeyim, kulağına küpe olsun. Çizmeyi sakın aşma. "
Yine Amerika’dan yazan Yaşar Temiz ise benim mesleki profilime üzüldüğünü söylerken, gazetecilik dersi de veriyor. Mehmet Aydın isimli okuyucu ise konuyu daha ileri boyuta götürüp şu satırları karalıyor; "Kardeşim senin alnın secdeye erer mi bilmiyorum ama, eğer namazın nasıl kılınması hakkında vaaz verilecekse sanırım sen zurnanın son deliğisin."
Adını vermeyen diğer bir okuyucu ise konuya kısaca değiniyor ve "Başbakanın yaptığı doğru Hanefi mezhebine göre. Biz de öyle yapıyoruz." diyor. Adını Mehmet olarak veren okuyucu da aynı paralellikte bir yaklaşımda bulunuyor. "Mezhep diye birşey var. Sanırım hiç duymamışsınız. Veyahut da vatandaş bilmiyor. Sizin her şeyiniz din konusunda mükemmel mi de siz başkalarının bu noktalarını deşiyorsunuz? Dinin ahkamlarını savunmak size mi düştü? Kaldı ki ortada çok büyük bir yanlış yahut hata falan yok. Birçok Türk Müslüman (Hanefi mezhebinden olanlar) kulağına değdiriyor."
Yaz gecelerine ev sahipliği yapacak yeni mekánlar
Yaz esintilerinin kendini iyiden iyiye hissettirdiği bu günlerde yaşamlarımız evden daha çok dışarıda geçiyor. Doğal olarak da, herkes kesesine göre bir hedef belirleyip, yeme, içme ve eğlencenin tadına çıkarıyor. Bu hafta Ankara’nın yeni mekánlarını satırlara dökmeye karar verdim..
Sıcak yaz gecelerine ev sahipliği yapacak mekánlar bu sezon sayıca daha fazla ve dinamik... Evde oturmaktansa dışarı çıkma fikrinin ağır bastığı akşamlara denk geldiğimiz bu günlerde ben de rüzgára tutulmuş bir yaprak gibi oradan oraya savrulup duruyorum.
Birazdan sıralayacağım işletmelerin kimi, müşterileriyle ilk kez buluşuyor, kimi de alışıla gelmiş dekor ve mönüsünü yenileyip, rekabette "Ben de varım" diyor. Hal böyle olunca da, bana sadece bu tarz işletmelere gidip, tavsiye listemi hazırlamak düşüyor. Bu arada hükmünü halen sürdürüp, aynı başarı grafiğini koruyanlara değinmediğimi vurgulamalıyım.
Uzun zamandan beri gitmeyi aklıma koyduğum, ama bir türlü fırsat bulamadığım Güniz Sokak’taki Divan Otel’in restoranı ilk durağım. Restoranın kapısından içeriye girer girmez gözüme çarpan öncelikli unsur, sıcak ve şirin dekorasyonu oluyor. Daha sonra da masaları dolduran müşterilerin ne kadar elit insanlardan oluştuğu.
Dünya mutfağından örneklerin sunulduğu mekánda, mutfağın sorumluluğunun Şef Ali Açıkgül’e ait olduğunu öğreniyorum. Özgeçmişi başarılarla dolu Ali’nin hazırladığı leziz yemekleri birer birer tattıktan ve tabii hesap pusulasındaki rakamı gördükten sonra, gitmemin ne kadar isabetli bir karar olduğunu anlıyorum.
HANIM ELİ DEĞİNCE
İkinci durağım ise Barbecue Kebap oluyor... Çayyolu Alaçatı Caddesi’nde geniş bir arazide konuşlanan üç katlı restoranın kebaplarını ve mezelerini çok beğeniyorum. İşletmenin sahibi tanıdık bir isim. Ankara’daki Salata’lar ile Agora Balıkçısı’nın yaratıcısı Özkan Görgün, Barbecue’yü eşi Zeynep için açmış. Dekordan sunuma, hanım elinin değdiği her halinden belli oluyor. Benim çok beğendiğim Köşebaşı, Çırağan, Tike gibi kebapçılara iyi bir alternatif olmuş. Hazır söz kebaptan açılmışken, Reşit Galip Caddesi’ndeki Kebabistan’a da değineyim. Çok hoş bir bahçenin içindeki yapısı, sunduğu lezzetler ve fiyat politikası çok iyi. Hepsi Çamlıhemşinli olan garsonları ise cıva gibi.
Son zamanlarda benim gibi bir çok insanın favori mekánı ise Minasera Alışveriş Merkezi’nde yer alan Big Chefs. Masaları ve içerisi günün her saati dolu. Sahibi Gamze Cizreli, bu sektörü çok iyi bildiğini bir kez daha ispatlamış. Zaten Big Chefs’e Anteres Alışveriş Merkezi’ndeki mekándan sonra bir kardeş daha geliyor. Filistin ile Reşit Galip Caddesi’nin kesiştiği köşedeki villa oldukça yüklü bir yatırım sonucu dört katlı işletmeye dönüşüyor. Bu villa yıllarca rahmetli şair Necdet Evliyağil ile oğlu Sarp Bey’in konutu olarak işlev görüyordu. Yani tarihi yönü var ve Necdet Bey’in o enfes şiirlerinin ilham kaynağı bir bina.
Yine Reşit Galip Caddesi’nde yer alan Kaan Küce’ye ait "Makkarna" ise terasındaki yeniliklerle hoş olmuş. Kaan’ın bilgi ve görgü birikimiyle İtalyan mutfağında çok iddialı olan Makkarna’da kişiye özel yemeklere, kişiye özel masalar da ilave edilmiş.
TERASIN BONUSUDA VAR
Minasera’nın üst katında açılan IVY Braserie ise bu yaza damgasını vuracak yerlerin başında geliyor. Zira 300 kişilik terasında, yıldızların altında yemek yiyip, eğlenmek büyük keyif olacak. Ivy, May Day, Ivy Summer gibi bir çok mekana beraber imza atan Serhat Çelik ile Altay Ağva, yine güzel bir konsept yaratmışlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde D’blyu isimli kulübe geçip eğlenmek ise IVY terasın bonusu olacak.
Ertesi gece Şömine Restoran’dayım... Her zamanki gibi masalar ve ayakta durabilecek makul yerler dolu. O yoğun insan trafiği içinde birçok tanıdık simaya rastlıyorum. Orkestranın ve üç solistin icra ettiği canlı müzik insanın kanını kaynatıyor, ama benim gözüm o muhteşem bahçesinde. Mekánın sahibi Can Ece, bahçe dekoru için bir hayli harcama yapıp, yaz sezonuna iyi hazırlanmış. Tıpkı GOP Attar Sokak’taki Suat Başer’e ait Coconot gibi. Oldum olası Coconot’ın bahçesi gözüme hoş gelir, ama ilavelerle güzel bir yaz ortamı oluşmuş.
ÇAYYOLU ONLARLA BİR BAŞKA GÜZEL
Yemek ve eğlencenin ana adresi Boxer By Wok ise sahibi Yüksel Karaca’nın zevk dolu dokunuşlarıyla terasını yeniden dekore ederek gücüne güç katmış. Belli ki, listenin ilk sırasında yer almaya devam edecek. Wok’un Çayyolu’ndaki kardeşi Wall ise bana göre Ankara’nın en iddialı mekánı. Gerek servis kalitesi, gerek sunduğu lezzetler ve gerekse kapalı mekánındaki ihtişamın bahçesini de yansımasıyla çok rağbet görecek. Zaten birkaç haftadır Pazar günleri gerçekleşen brunchlarda iğne atsan yere düşmeyecek kalabalıklar oluşuyor.
Yine Çayyolu yeni açılan iki önemli mekana daha ev sahipliği yapıyor. Biri Kuki, Cafemiz gibi marka işletmelerin yaratıcısı Boğaç Üner’e ait Quick China, diğeri de yılların pastanesi Leda’nın sahibi İbrahim Aksu’ya ait "Leda Braserie". Hızla zincire dönüşen Quick China’nın Park Cadde’sindeki son halkası çok güzel. Üç katlı binanın dekorotif şıklığı bir kenara, mutfak ve servis personeli çok başarılı. Çin’in yanı sıra, Japon mutfağının da mönüye dahil edilmesi çeşitliliği arttırmış. Leda ise pastadaki başarısını, füzyon mutfağına da taşımış.
BUNLAR DA SALAŞ LEZZET DURAKLARI
Şu ana kadar belli bir ekonomik gücü gerektiren yerleri sıraladım. Bir de hesap pusulası az, ama lezzeti çok yerlerden de bahsetmek istiyorum. Balgat’taki cağ kebabı, yani yatık döner yapan "Bizim Oltu" favori listemin başında geliyor. İskitler’deki Ye-An pidecisi ise fırsat buldukça gittiğim yerlerin başında geliyor. Akşam saat 22’den sonra hizmet veren Satılmış’ın karavanı ise vaz geçilmezlerin arasında yer alıyor. Uğur Mumcu Caddesi’nde konuşlanan ve yapımı bir türlü tamamlanmayan Hattat otelinin hemen dibinde park eden karavanda hazırlanan ekmek arası köfte ve ayran oldukça leziz.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2008
Yazımın bir bölümünü kendime, daha doğrusu gazetecilik serüvenime ayırırken, mutlu bir olayı sizlerle paylaşmak istedim. Bunu yaparken de yıllar öncesine gidip, birazdan okuyacağınız satırları yazmaya başladım. 1977 yılının Haziran ayı. Biraz ürkek, biraz da merakla merdivenleri hızlı adımlarla çıkıyorum. O güne kadar resmini ve imzasını gazetede gördüğüm insanlarla yüz yüze gelmem için arada bir tek sekreter engeli var. Hayli eski görünümlü ahşap bankonun önünde beklememi, birazdan içeriye alacaklarını söylemesiyle heyecanım bir kat daha artıyor. Evet, hayallerimi gerçekleştirmeme sayılı dakikalar var ve değil bir dakika, ömür boyu bekleyecek duygular içerisindeyim. O sıra telaşlı adımlarla yanımdan geçen foto muhabirinin üzerinde taşıdığı aksama gözüm takılıyor. Acaba bu fotoğraf makinesini, objektif çantasını ben de omzuma takabilecek miyim?
İşte o an hayallerimin başladığı bir yıl öncesine gidiyorum ve
Hayat Dergisi’nin Çeşme’de gördüğüm beyaz takım elbiseli muhabirinin beni nasıl etkilediğini düşünüyorum. Ailece tatile gittiğimiz bu şirin Ege kasabasında herkesin büyük ilgi gösterdiği o muhabir değil mi beni buralara sürükleyen? Karizmatik bir duruşla etrafında pervane olan insanlarla konuşurken, yanındaki muhteşem güzel kıza direktifler vermesi, hafızamda ilk günkü canlılığını koruyor. Ve bu gördüğüm manzara, gelecekteki kariyerimin başlangıç noktası oluyor.
"Evet, ben de o beyaz takım elbiseli adam gibi gazeteci olmalıyım"
HAYALDEN GERÇEĞE GİDEN YOL
O yaz tatil bitip de Ankara’ya dönünce, lise son öğrencisi olarak sınıftaki yerimi alıyorum. Ancak o güne kadar sadece derslerde başarılı olmak için dirsek çürüttüğüm ahşap sıra, başka işlere de yaramaya başlıyor. Bu kez dirseklerim iki avucumun arasına aldığım kafamı sabitlemek için sıranın üzerine konuşlanırken birbirinden güzel hayaller kurmamı sağlıyor. Öğretmen dersi anlatırken, o kara tahta gözüme sanki bir film perdesi gibi görünüyor. O yaz etkilendiğim gazetecinin kıyafetlerine ve kimliğine bürünüp haberden habere koşuyorum. Kimi zaman çok beğendiğim film yıldızlarını objektifimin karşısına alıyorum, kimi zaman karşılıksız aşkla bağlandığım İngilizce hocasını gazete sayfalarına taşımak için soru yağmuruna tutuyorum. Tabii, hafif frikik vermiş bacaklarını ön planda tutarak resimlerini de çekiyorum. İşte kurduğum bu pembe rüyalar sayesinde lise son sınıf göz açıp kapayana kadar geçiyor.
Üniversite sınavına girerken de hayallerimi yanımda taşıyorum. O nedenle de sıralamada ilk tercihlere Basın Yayın Yüksek okullarını yerleştiriyorum. Altlarda ise tıp, elektrik mühendisliği gibi o yılların gözde okulları sıralanıyor. Üniversite sınavına girmemin üzerinden iki ay geçiyor ki, ben de birçok genç gibi postacının yolunu gözlüyorum. Ve bir Temmuz sıcağında postacının elinden zarfı kaptığım anı hatırlıyorum. Parçalarcasına açtığım zarftan çıkan káğıtta
"Basın Yayın Yüksek Okulu" öğrencisi olmaya hak kazandığım yazıyor.
Sekreterin
"Sizi bekliyorlar" sözüyle irkilip, derin düşüncelere son vermemle, ayağa fırlamam bir oluyor. Bekletildiğim kapının ardındaki odadan içeri girince, karşımda o sıralar
Hürriyet Gazetesi Ankara Haber Müdürlüğü görevinde bulunan rahmetli
Ülkü Arman’ı görüyorum. Gözlüğünün altından şöyle bir süzüyor ve karşısına oturtup, sorular sormaya başlıyor. Heyecanım ve hevesim çok etkilemiş olacak ki,
"Yaşın çok genç, ama senden gazeteci olur" deyip, ya spor servisinde, ya da o dönemin televizyon yıldızı ve
Hürriyet Dergi Grubu Ankara Temsilcisi Güneş Tecelli’nin yanında staja başlayabileceğimi söylüyor. Tabii ki
Güneş Ağabey hem ilk tercihim, hem de yaklaşık 31 yıllık iş yaşamımın startını veren kişi oluyor. O günden sonra da bir yandan çalışırken, diğer yandan da Basın Yayın Yüksek Okulu’nu bitirmeye çalışıyorum. Anlayacağınız hem alaylı, hem de mektepli olarak kariyer yapmaya başlıyorum.
Ve bugünlere gelirken, aynı kurum çatısı altında mesleğimin her aşamasından geçiyorum.
Hürriyet’in
60. Yıl Dönümü töreninde
30. Hizmet Yılı Ödülü’mü alırken de, yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Teleksli ve daktilolu günler, siyah beyaz ve renkli dia filmleri yıkadığımız laboratuarlar, büyük buluş diye kabul ettiğimiz çağrı cihazları, telsizler, bilgisayar diye kullandığımız elektronik daktilodan farksız cihazlar, beynimde resmigeçit yapıyor. Düşünüyorum da avuç içi kadar dijital fotoğraf makinelerine, dizüstü bilgisayarları bile sollayıp cep telefonuna konuşlanan bilgisayarlara ne çabuk adapte olduk.
Diyanetten çevreci dolduruş
Diyanet İşleri Başkanlığı bir kampanya başlatmıştı. Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nden çıkış alan bu kampanyayla cami görevlilerine, "
En iyi çevre" ödülü veriliyordu.
Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun açıklamasına göre,
"En iyi bahçe düzenine sahip cami", "En iyi cami içi temizliği" gibi başlıklarda ödüller dağıtılıyordu. Cami estetiği, halılar, şadırvan, bahçe derken, din görevlileri temizliğe bir nevi evlerinin önünü süpürmekle başlıyordu. Bakın
Bardakoğlu, bu girişimle neyi amaçlıyordu?
"Bahçe tanzimini teşvik edeceğiz. Ağaçlarıyla, süs bitkilerinin ekimiyle cami bahçeleri değişecek. Cami temizliği yoluyla da cemaate çevre bilincini aşılamış olacağız. Hem de çok daha temiz, iç açıcı, ferahlatıcı camilerimiz oluşmuş olacak."Bence
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu çevreci girişimi bazı gerçekleri de gözler önüne seriyor. Eğri oturup, doğru konuşalım; İslam dinimiz çevre ve temizlik konusunda kesin hükümler içerirken, cami görevlilerine bu dolduruş neden? Yoksa birçoğu, dinimizin görev saydığı hükümleri layıkıyla yerine getirmiyor mu?
Başbakan tekbiri yanlış mı alıyor?
Uzun yıllar
Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışmış eski bir dostumla beraber televizyondaki haberleri izliyoruz.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
Kocatepe Camii’nde katıldığı cenaze namazının görüntüleri var. O
esnada ekranı biraz daha dikkatli izliyor ve "
Bak, görüyor musun? Başbakan yanlış tekbir alıyor" diyor. Ben de dikkat kesiliyorum, ama yanlışın nerede olduğunu fark edemiyorum. Zaten fark edecek yeterince dini bilgiye de sahip değilim. "
Ellerinin duruşuna bak" diyerek konuşmasını sürdürüyor.
"
Tekbir alınırken ellerin nereye kadar kaldırılacağı bellidir ve kesinlikle parmaklar kulak memelerine değdirilmez. Ama başbakan, parmaklarıyla kulaklarına değdiği gibi, neredeyse okkalamış durumda. Dini bütün bir insanın bunu bilmesi lazım. Zaten birçok lider de aynı yanlışı yapar durur.""Ciddi mi söylüyorsun? Tekbir getirmenin bu kadar katı şartları mı var?" gibisinden birkaç soru sorunca da, yerinden kalkıp içeriye gidiyor ve bir kitapla geri dönüyor. Kitabın adı
"Kitap ve Sünnete Göre Namaz". Muhammed el-Dağıstani, Memet Şahin ve
Şamil Muhammed isminde üç yazarın kaleme aldığı kitabın 50’den, 54’üncü sayfasına kadar olan bölümleri okumaya başlıyoruz. Ve bir bölüm var ki , istediğimiz yanıtı alıyoruz.
"Elleri kaldırırken başparmak uçlarını kulak memelerine değdirmenin, Resulullah (S.A.V.)’ın sünnetinde yeri yoktur. Sahih olan ise yukarıdaki hadislerde zikredilen üç şekildir. Başparmak uçlarınız kulak memelerine değdirenlerin delili ise senedi, Münkatı olan (Kesilen, aralıklı, arkası gelmeyen),
zayıf rivayettir."
Üç kişinin yazdığı bir kitaptan tatmin olmadığımdan dolayı ertesi gün,
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internetteki sitesine giriyorum. Zira mezhep, tarikat faktörü devreye girip, kitapta yazılanlar ona göre şekillenebilir düşüncesine kapılıyorum. Sonuçta
Diyanet’in sitesinde aradığım bilgiye ulaşınca, kuşkularım ortadan kalkıyor. Fotoğraflarla namazın kılınışı bölümünde tekbir için aynen şunlar yazıyor.
"Erkekler tekbir alırken; ellerin içi kıbleye karşı ve parmaklar normal açıklıkta bulunur. Başparmaklar, kulak yumuşağı hizasına gelecek şekilde eller yukarıya kaldırılır."
Tüm bu bilgilere ulaştıktan sonra,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın parmaklarının o gün yanlışlıkla kulak memesine değdiğini ya da bir bildiği olduğu için bu yolu seçtiğini ayırt etmeye çalışıyorum. Ama çevremde bulunan kime sorduysam da ortak bir cevap alamıyorum. Kimi kulak memesine dokunulduğunu, kimi de temas olmadan kulak hizasında tutulması gerektiğini söylüyor. Anlıyorum ki, tekbir almadaki usuller üzerine toplumda bir buluşma noktası yok. Kimi bilmediğinden, kimi de bağlı bulunduğu cemaatin kurallarından, farklı davranış şekli gösteriyor.
Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur
"Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur" derler ya, geçen hafta
Bilkent Üniversitesi ile
Bilkent Holding’in kurucusu
İhsan Doğramacı için çalışmaya başlayan
Yaşar Çallı’dan
ve herkesten bir sır gibi saklanan projeden bahsetmiştim. Bugün 94 yaşına merdiven dayayan
İhsan Doğramacı’nın halen oturduğu saray gibi villayı müzeye dönüştürme kararı verdiğini aktarmıştım. Maalesef eşi
Ayser Hanım’ın adını
Aysel diye yazarken, daha vahim hatayı da kızının isminde yapmışım. Yazımda kızı
Şermin Savaşçı’nın isminin yerine yanlışlıkla
İhsan Bey’in kızkardeşi
Emel Hanım’ın adını yazmışım. Bu hatamdan dolayı
Doğramacı Ailesi ile siz değerli okurlarımdan özür diliyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2008
Müjde Ar ile Şener Şen’in bir döneme damgasını vuran Ankara programı, l995 yılının Kasım ayında izleyiciyle buluşmuştu. İlk gösterim için Başkent’in seçilmesi bir stratejinin ürünüydü. Amaç; gösterinin rayına oturması ve politikanın merkezinde gerekli sansasyonun yaratılmasıydı. Sonuçta da beklenen oldu ve şov her gece Ankaralıların akınına uğradı. Daha sonraki duraklar Bursa, İzmir ve İstanbul’da da beklenen başarı yakalandı.
Şov start almış ve Türk sinemasının iki dev ismi her gece müşteri akınına uğrayan salonda hünerlerini göstermeye başlamıştı. Müjde Ar bambaşka bir başarıya daha imza atıp, hayat akışını değiştirecek yola da girmişti. Bu önemli değişiklik ise 1993 yılında ayrıldığı Atilla Özdemiroğlu’ndan sonra boş kalan kalbini yeni bir erkekle doldurmasıydı. Artık kapalı olan Ankapol Müzikhol’deki şova Ankaralılar gibi politikacılar da büyük ilgi göstermişti. İlginin yoğun olduğu gecelerden birinde, ön masanın konukları, bundan kısa bir süre önce vefat eden İçel milletvekili Aydın Güven Gürkan ile İstanbul milletvekili ve eski kültür bakanı Ercan Karakaş’tı. Hatırlanacağı üzere Aydın Bey, daha sonra sanatçı Serap Aksoy ile evlenmişti. İki dul milletvekiliyle gösteri esnasında girilen söz dalaşı, daha sonraki muhabbetin kapısını aralamıştı. Zira tüm müşterilerin gitmesine karşın, iki politikacı masalarından kalkmamış, Müjde Ar ile Şener Şen’in yanlarına gelmesini beklemişti. İlk tanışma da bu vesileyle gerçekleşmişti.
AYNI ŞOVU ÜÇÜNCE KEZ İZLEYİNCE
Çok değil, aradan üç gün geçtikten sonra Ercan Bey yine ön masalardan birinde yerini almıştı. Sonuçta da ilk gece olanlar tekrarlanmış ve program bitimi kalabalık grup halindeki sohbete devam edilmişti. Yeni yıl gelip çattığında ise Şener Şen, Müjde Ar Şov tatile girmiş ve Şeker Bayramı bitine, yani Şubat 1995 tarihine kadar gösteriye ara verilmişti. Bu boşluk süresince Müjde Ar, Amerika’ya gidip sağlık kontrolünden geçmiş ve kısa bir tatil yapmıştı.
İşte ne olduysa birliktelik bu aradan sonra başladı. Müjde, Ankara’ya ikinci gelişinde, yakın dostlarının verdiği bir yemekte, Ercan Karakaş ile bambaşka bir atmosfer içinde kendini buldu. Daha doğrusu Şener Şen ile müzikholün sahibi Abdullah Tüze, aralarındaki elektriklenmeden etkilenip sürpriz bir yemek organize etti.
SIK SIK TUVALETE GİTME BAHANESİYLE TELEFONA SARILIYORDU
Bu arada Müjde’nin yakın dostu olarak tüm gelişmelerden haberim olmuş, hatta eşimle birlikte sırlarını paylaşmıştım. Aslında ilk karşılaşmalarında Ercan Bey’e ilgi duyup, kalbini bana açmıştı. Hatta sahnede o kadar cesur sözler sarf eden Müjde, bu iç döküşlerde tam tersi utangaç bir insan olup çıkmıştı. Evet, Ercan Karakaş’tan hoşlanmıştı, ama bunu ona aktarmanın yolunu bilmeyen liseli kızlara dönüşmüştü.
"En iyisi teklif karşıdan gelsin" diyerek kendini beklemeye aldı ve kısa bir süre sonra çalan telefon onun hayat akışını değiştirdi. Telefondaki ses Ercan Bey’e aitti ve Müjde’yi yemeğe davet ediyordu. Randevu verilen akşam, baş başa yenen yemek ise bu ilişkinin başlangıcı oldu. Hiç unutmam, yemek esnasında sık sık tuvalete gidiyor ve mobil telefonundan beni arayıp "Şimdi gözlerimin içine baktı, ne yapacağım?" gibi çocukça duygularını dile getirerek sorular soruyordu.
KOCA ADAYI EVLİ ÇIKINCA...
Daha sonra ise birlikte yenen yemekler sıklaşıyor, dost davetlerine gidişler başlıyordu. Hatta bunlardan biri de bizim evde gerçekleşiyor, o dönemin TRT genel müdürü Yücel Yener ile eşinin de bulunduğu masada keyifli anlar yaşanıyordu.
Bu arada Ankara’daki şov tamamlanmış, Müjde’de de İstanbul’a, yuvasına geri dönmüştü. Ercan Karakaş ise Ankara’da politika dolu günlerle baş başa kalmıştı. Üstelik Ercan Bey’in başında önemli bir sorun da vardı. Yaklaşık üç yıldır ayrı yaşadığı ve mahkemelik olduğu eşi etrafta bülbül gibi konuşmaya başlamıştı. Artık geri dönmeyeceğini bildiği halde, Ercan Bey’in halen evine gelip gittiğini ve karı koca ilişkisinin devam ettiğini söylüyordu. İşte tüm bu olanlar Müjde’nin gözünü korkutuyor ve "Acaba yuva yıkan bir kadın mı oluyorum?" düşüncesini aklına sokuyordu.
YÜKSEK ATLAMA REKORU KIRILABİLİRDİ
İşin aslı ise başkaydı. Ercan Bey boşanmak için iki yıl önce mahkemeye başvurmuş ve ayrı eve taşınmıştı. Mahkeme ise bu boşanmayı onaylamış, ama iki yıllık bekleme süresinden sonra taraflar bir araya gelmezse boşanmanın otomatikman gerçekleşeceği kararına varmıştı. Yani maddi ve manevi biten bu evlilik yasal bir şekilde de son bulacaktı.
Bu arada ilişki, ayrı şehirlerde olduklarında telefonla, birlikteyken de özel mekánlarda devam ediyordu. Hatta Müjde’nin Haziran ayı içindeki doğum günü bile Ankara’da sessiz sedasız kutlanmıştı. Etraftan korktukları bir şey yoktu, ama her ikisi de bu ilişkinin duyulmasına taraftar değildi.
Ancak aylardır bildiğim ve içinde yaşadığım bu ilişki benim gazetecilik damarlarımı iyice kabartmış, diğer basın mensuplarını atlatacağım haber olmaktan çıkmaya yüz tutmuştu. Sonuçta, yazmaya karar verdim ve her ikisinin de karşısına dikilip, "Medya bu birlikteliği duyacak, istemediğiniz yanlış şeyler yazılacak. Bense atlatan konumundan, yüksek atlayan konumuna gireceğim. Yazıyorum ona göre" dedim. Sonuçta da manşetten giren haberim tüm medyaya malzeme oldu.
SİZ SİZ OLUN MÜJDE’YLE SEZEN ÜZERİNE İDDİAYA GİRMEYİN
Sezen Aksu ile Müjde Ar çok yakın dostlardı. Öyle ki, hesap kitap işini pek bilmeyen Sezen’in birikimlerini Müjde değerlendirir, mal mülk alırken bile son kararı verirdi. Ancak, Müjde, Şener Şen ile şovları tutunca uzun süreden beri Ankara’daydı ve Sezen’le ilgilenemiyordu.
Hal böyle olunca da, bir gün Müjde bana dönüp; "Bak gör Sezen, dayanamayıp yakında bir program ayarlar ve Ankara’da sahneye çıkar" dedi. O sıralar Aksu’nun İstanbul konserleri başarıdan başarıya koşuyor ve Ankara’ya gelme imkánı tanımıyordu. Ancak, kısa süre sonra baktık ki Sezen, Ankara’da bir gece kulübüyle 25 günlüğüne anlaşıp, Müjde’yi haklı çıktı.
Bu arada aynı iddia aradan beş yıl geçtikten sonra Müjde’nin bikinili son pozları için de geçerli oldu. "Gör bak benim mayolu fotoğraflar yayınlansın, Sezen’de sana poz verir." Evet, Müjde, mayolu ve bikinili son pozlarına benimle beraber veda etti. Ankara Hilton Otel’in havuzundan bir çıktı, bir daha da onu objektifler karşısında suyun içinde gören olmadı. Sezen ise yakın arkadaşı Müjde’nin gazetede yayınlanan bu fotoğraflarını gördükten iki gün sonra mayosuyla objektifin karşısındaydı. Onun da son mayolu fotoğrafları oldu. Daha doğrusu altına uzun etek giydiği için mayonun üstüyle verdiği son pozlar.
Sezer’den sonra Doğramacı Ailesi’ne de fırça darbesi
Türkiye Büyük Millet Meclis’inin ressamı olarak bilinen Yaşar Çallı, Ahmet Necdet Sezer döneminde Cumhurbaşkanlığı’na transfer olmuştu. Sezer’in himayesinde çalışmaya başlayan Çallı, Köşk için büyük bir koleksiyona imza atmıştı. Atatürk’ün yaşadığı evlerin yağlıboya tablolarını yapan ünlü ressama çalışmalarını sürdürmesi için özel bir bölüm tahsis edilmişti.
Her gün elinde fırça, tuvale hünerini aktarırken de, gazeteci Bülent Hiçyılmaz’ın fotoğraflarından yararlanmıştı. Koleksiyonun tüm parçaları tamamlana kadar Yaşar Çallı’ya röportaj izni de verilmemişti. Bu büyük gizliliğin nedeni ise eserleri önce Ahmet Necdet Sezer’in görerek, onay vermesinin beklenmesiydi.
Şimdilerde tabloların Cumhurbaşkanlığı duvarlarını süsleyip süslemediğini bilemeyeceğim ama, Sezer ile birlikte Çallı’nın da Çankaya Köşk’üyle ilişkisi son buldu. Tekrar Meclis’e dönüp dönmeyeceği konuşulurken de, çok özel bir projeyle tekrar karşımıza çıktı.
Bu kez Bilkent Üniversitesi ile Bilkent Holding’in kurucusu İhsan Doğramacı için çalışmaya başlayan Çallı, herkesten bir sır gibi saklanan proje için tablolar hazırlama gayretine girdi. Bugün 90 yaşına merdiven dayayan İhsan Doğramacı, halen oturduğu saray gibi villayı müzeye dönüştürme kararı vermiş. Bu müzenin duvarlarına asmak için de başta kendisi olmak üzere, beş kuşak ailesinin görüntülerinin yer aldığı tablolar hazırlatmaya başlamış. Yaklaşık 90 adet tablo da eşi Aysel Hanım ile kendisiyle aynı ismi taşıyan oğlu Ali ve kızı Emel Doğramacı’nın çocukluktan bugüne resimleri olacakmış. Ayrıca, torunları, babası, dedesi ve bazı aile büyükleri bu koleksiyonda yer alacakmış. Tabii, kendisinin de çocukluğundan bu günlere uzanan süreçteki görüntüleri koleksiyonun ana parçasını oluşturacakmış.
Herkesten gizlenip, sessiz sedasız yürütülen bu müze projesi ve tablo siparişi yakın bir zamanda büyük bir basın toplantısıyla duyurulacakmış.
Göğsümü taratırım ancak hediyesi var mı?
1974 yılında fahri olarak çalışmalarına başlayan Türkiye Devlet Hastaneleri ve Hastalara Yardım Vakfı (HASVAK), yaptığı sayısız hayır işine bir halka olarak "Çocuklar anasız kalmasın" sloganı ile meme kanserine karşı savaş açmıştı. Kendisi de kanser illetiyle boğuşan HASVAK Başkanı Engin Öztürk, yönetim kurulu üyeleriyle birlikte geçenlerde ziyaretime gelip, Ankara’nın köy ve ilçelerindeki çalışmaları hakkında bilgi verdiler. Meme kanserinin kadınlar arasında en sık görülen kanser türü olduğunu hatırlatarak da, erken tanının önemini anlattılar.
Ancak aktardıkları önemli bir olay daha vardı ki, anlattıkları kadarıyla Ankara’ya 20 dakika uzaktaki yerleşim birimlerinde bile cehalet kol geziyordu. Kadınları taramadan geçirme işlemenin parasız yapıldığını vurgulayarak da, ağzımı bir karış açık bırakan tespitlerini anlatmaya başladılar.
"Biz bu tarama olayını kadınların ayağına kadar giderek parasız yapıyoruz. Şu ana kadar yaptığımız testlerde kadınların yarıya yakınında meme kanserine rastlandı. Ama acı olan, bu hanımların çok bilinçsiz bırakılması. Örneğin meme kanseri tespit edilen bir kadınımız, ’Doktor hanım onu bırak da esas ayağımdaki ağrıyı nasıl geçirirsin, ona bak’ diyebiliyor.Biz önce konunun önemine değinmek için hanımları bir araya toplayıp, meme kanserini anlatıyoruz. Ama ilk toplantılarımızda baktık ki, katılım çok az. Sonunda bu hanımları getirebilmek için özendirici tedbirler aldık. Gitmeden önce hediye paketleri vereceğimizi söyleyip, katılmalarını istedik. Baktık ki bu iş tuttu. Örneğin 4 bin nüfuslu bir ilçe de ilk toplantımıza ancak 25- 30 kişi katıldı. İkincide hediye verince, katılımcı sayısı 400’e çıktı."
Görüldüğü üzere ayağına kadar gelmiş sağlık hizmetini umursamayan cehalet, vatandaşı bol keseden yardımlara alıştıran zihniyetin bir ürünü. Belediyeler gibi birçok kamu kuruluşu torba torba erzak, ekmek, oyuncak dağıtırsa, buna alışan insanlar da hiçbir şey için kılını kıpırdatmaz. Bu yaşamını tehdit eden meme kanseri testi olsa bile.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2008
Turgenyev’in dünya edebiyatının en önemli klasik arasında sayılan başyapıtı "Babalar ve Oğullar" isimli eseri biliyorsunuzdur. Konusu 1800’lerin sonunda geçen romanda Turgenyev, her dönemin temel sorunlarından biri olan kuşaklar arası çatışmayı ele alır ve bu eksende yeni ile eskiyi, doğan ile ölmekte olanı, muhafazakarlıkla devrimciliği karşı karşıya getirir. İşte bu müthiş yapıtı anımsatan gözlemim, ne kuşak çatışmasına ne de muhafazakar-devrimci karşılaştırmasına yönelikti. Yolum Hacettepe Üniversitesi’ne düşmüş ve çok ilginç gözlemler yapma fırsatı bulmuştum. Üstelik "Armut dibine düşer" atasözünün ne kadar doğru olduğunu bir kez daha anlamıştım. Nasıl mı? Aktarayım da okuyun. Hacettepe’de babasının yolunda bir çok isme rastladım. Çok değil bundan kısa bir süre öncesine kadar ünlü olduğu branşın en prestijli koltuğuna oturan profesörlerin yerini oğulları almıştı. Üstelik tıpkı babasının otorite olduğu branşta "Boynuz kulağı geçer" misali profesörlük mertebesine ulaşarak. BABA DÖRT NESLE ŞİFA DAĞITTIKim miydi bu isimler? Ülkemizde kulak burun boğaz dalının tartışmasız en önemli isimlerinden biri olan Prof. Dr. Nazmi Hoşal ile anlatmaya başlayayım. Bugün adı Hacettepe Hastanesi’nde tabelalarda yaşayan Nazmi Hoca, dört neslin derdine deva olduktan sonra, bayrağı oğlu Prof. Dr. Şefik Hoşal’a devretti. Şefik Bey de babası gibi kulak burun boğaz dalında hastalara şifa dağıtıyor, en rağbet gören doktorlar arasına adına yazdırıyor. Bu arada Nazmi Bey’in ülkemize modern kulak burun boğaz tekniklerini ve eğitimini getiren kişi olduğunu da ilave edeyim. Gelelim bir başka branşa ... Ortopedi dalının duayenlerinden Prof. Dr. Nejat Tokgözoğlu’nun masasında artık oğlu Prof. Dr. Mazhar Tokgözoğlu oturuyor. O da babası gibi ilgi görüyor ve dalının ilk sıralarında yer alıyor.Bu arada babasının izinde yürüyen, ama profesörlüğünü henüz almamış doçent ve doktorları listeme almadım.ÜNLÜ AKINI SÜRÜYOR OĞUL BABAYLA REKABET EDİYORPeki, babadan oğla miras sadece Hacettepe’de mi var. Elbetteki "Hayır". Örneğin Estetik cerrahi denince akla ilk gelen isimlerden biri Prof.Dr. Namık Kemal Baran... Asker kökenli olan Baran, yıllarca GATA’da görev yaptıktan sonra Gazi Üniversitesi’nin kuruluşunda bulundu ve ilk rektörlüğünü üstlendi. Kendi dalının duayenlerinden sayılan Namık Bey’in marifetli elleri tatlı diliyle bütünleşirken, ünlü isimlerin vazgeçilmez kurtarıcılarından birisi olup çıktı. Ajda Pekkan’dan Hande Ataizi’ne, Pınar Eliçe’den Emel Sayın’a kadar bir çok ünlü isim onun ameliyat masasına konuk oldu. İlerleyen yaşına rağmen, başarı grafiğini sürdürmesinden olacak, ünlü akını halen sürüyor. En önemli rakiplerinden biri ise Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin Plastik ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı olan oğlu Prof. Dr. Cihat Baran. Cerrah Paşa Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Bölümü’nün ünlü ismi Prof. Dr. Erol Düren de koltuğunu oğluna bırakanlar arasında. Bugün babasının yolunda ilerleyen Prof. Dr. Mete Düren, cerrahideki başarılı isimler arasında sayılıyor.Nefes kesen güzelle bir yol hikayesi O gün Antalya’dan dönmüş ve kiraladığım son model aracı evimin kapısında teslim etmiştim. Günümüzde araç kiralamak ne kadar kolay ve ucuzdu(!) Evden içeri girip salonda televizyonun tuşuna bastığım zaman ise NTV’deki Müjde Ar, Pınar Kür, Çiğdem Anat ve Aysun Kayacı’nın sunduğu "Haydi Gel Bizimle Ol" programı ekrana yansımıştı. Bir anda geçmişte yaşanan olaylar ve zorluklar aklıma geldi. O anda da nostalji dolu yazımı hazırlamaya başladım. 1980 yılının Ağustos ayı... Her yıl olduğu gibi İzmir Fuarı’nın içindeki gazinoların neonları ünlü isimlerle doluydu. Fuar alanında yer alan ve her biri en az iki bin kişilik altı gazinoda kimi ararsan vardı. Türk sinemasında şöhreti yakalayıp, bol para vaat eden sahnelere transfer olan yıldızlar, plak ve kasetleri yok satan şarkıcılar, TRT yasaklısı arabeskçiler ile dansözler.... Ancak aralarında biri var ki, o sıralar tüm Türk erkeklerinin rüyasını süsleyen güzelliği ve dişiliğiyle bütün ilgiyi üzerinde topluyordu. Nasıl toplamasın ki? Sinema filmleri kapalı gişe oynuyor, televizyon ekranındaki reklam filmi saniyesi saniyesine izleniyor ve magazin basını onun resimlerini kapağına taşıdığı zaman yüksek tirajlara ulaşıyordu.Evet, bu ünlü isim Müjde Ar’dan başkası değil. TRT’de yayınlanan "Aşkı Memnu" dizisinde ki "Bihter" rolüyle şöhreti yakalayan, sinema filmleriyle pekiştiren ve "Fuar Kolonyaları" reklamındaki bikinili görüntüleriyle erkeklere iç çektiren Müjde Ar. Doğaldır ki, genç bir muhabir olarak beni de çekim alanına alıyordu.ŞUH KADININ SALAŞ YÜZÜ Tanışmamız, ardından çalıştığı gazinonun kulisinde süren sohbetlerimiz kısa zamanda dostluk ortamına zemin hazırlıyordu. Onu tanıdıkça, beyaz perdedeki kadına olan aşkım gidiyor, yerine oldukça cana yakın bir dosta duyulan sevgi ve saygı geliyordu. Bir yandan en şuh pozlarını çekip, gazete ve dergilere haber yapıyor, diğer yandan da iş dışındaki yaşamında temizlikten yeni çıkmışçasına salaş giyinen bir arkadaşla hayat üzerine derinlemesine sohbetler yapıyordum. Sanıyorum tanışmamızın üzerinden üç hafta geçmişti ki, onun için sıradan, benim içinse olağanüstü bir fikir aklıma geldi. Müjde’yi İzmir’e 40 kilometre uzaklıktaki Urla İlçesi’nde bulunan TCDD Yaz Kampı’na götürecek, orada bikinili fotoğraflarını çekecektim.DOLDURUŞA GELİRDİ AMA DOLMUŞA BİNEMEZDİErtesi gün için randevulaşınca önemli bir sorunla burun buruna geldim. İzmir’e otomobilini getirmeyen Müjde’yi benim, daha doğrusu gazetenin arabasının götürmesi gerekiyordu. Hürriyet’in idare yetkililerine bu talebimi ilettiğim zaman aldığım yanıt ise hüsran vericiydi. Başım iki elimin arasında ne yapacağımı düşünürken, Müjde’yi dolmuşla götüremeyeceğimi bilmenin sıkıntısını yaşıyordum. İşte o anda aklıma Efes Otel’in hemen karşısındaki araba kiralama servisi geliyor ve yaşamının ilk kiralık aracı için düğmeye basıyordum. Her ne olursa olsun cebimdeki kısıtlı parayla bir günlüğüne dahi olsa araç kiralayacaktım. Kiralama şirketinde şartları tek tek sorarken altı yaşındaki bir yerli marka araç dışında seçeneğimin olmadığını öğreniyordum. Üstelik öyle bir seçenekti ki, satın alsan daha ucuza gelecek cinsten. Günlük kullanım ücreti dışında yaptığın her kilometre için para ödeyecektim.GERİ VİTESLE GELEN BONUSLAR Çaresiz kabul edip, bir sonraki gün aynı saatte bırakmak üzere biraz hurdaya dönmüş aracı kiralıyordum. Tabii ilk iş olarak da 150 metre ötedeki gazete binasının önüne park ediyordum. Eh, ne kadar az kilometre yaparsan o kadar kar. Ertesi gün sözleştiğimiz saatte Müjde’yi evinden almak için kaldığım yerden gazetenin önündeki araca belediye otobüsüyle ulaşıyordum. Kontağı çevirip, parktan anayola çıkmak için geri vitese taktığımda çok önemli bir keşifte bulunuyordum. Kilometre sayacı geri geri giderken, eksiliyor, ileri giderken artıyordu. O anda dikiz aynasından yüzümdeki muzır ifadeyi görüyordum. Tasarruf için Müjde Ar’sız anları geri geri gidebilirdim. Sonuçta da öyle yaptıyordum ve gazeteden kaldığı eve kadar olan dört kilometrelik mesafeyi geri viteste kat ediyordum. Sayaç tersine işlediği için bu operasyon artı bonusla başlamamı sağlıyordu.KAMP SAKİNLERİ TRİBÜN OLUŞTURDUİş için bir yere gideceği zaman çok şık giyinen Müjde Ar, beni albenisi bol dekolte bir elbiseyle karşılıyordu. Elinde bavulu andıran valizi gösterip, yanına dört çeşit bikini aldığını söylüyor. Önce kapısı zor açılıp kapanan otomobile biraz burun kıvırıyor, sonra da bu aracı zar zor bulabildiğimi tahmin edip rahatlatıcı konuşmalar yapmaya başlıyordu. Hatta işi biraz da abartıp, arabanın benim hiç algılayamadığım birkaç meziyetini sıralıyordu. Kampın giriş kapısına ulaştığımız zaman ise küçük dilimi yutacak gibi oluyordum. Zira, genç kız ve erkekler başta olmak üzere kamp sakinlerin tribün oluşturup, bizi bekliyordu. Aslında bu durum biraz da hoşuma gitmişti. Eh araçtan inmesini bekledikleri o ünlü kadının yanında ben vardım...SOHBETİNİ DEĞİL SAHİLE İNMESİNİ BEK
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2008
Geçen hafta, Ankara’nın tarihiyle ilgili bir yazı kaleme alıp, küçük bir kasabayken Cumhuriyet’in ilanıyla beraber büyüdüğünü, üç bin yıllık bir geçmişe sahip olduğunu aktarmıştım. Pek çok medeniyeti bünyesinde barındırmış Ankara’yı Ankara yapan kişinin ise hiç kuşkusuz Ulu Önder Atatürk olduğunu belirtmiştim. Yazım üzerine telefon ve e-posta yoluyla ulaşan bazı okurlarım beğenileriyle beraber, bazı eksiklerimi de ilettiler. Bunlardan biri de eski dost Nazmi Kal’dı. Üstelik ilginç bir çalışmasından da haberdar ediyordu.
Sihirli kutu televizyonun ülkemizde gelişimini sağlayan kişiler arasındaki TRT’ci dostum Nazmi Kal, "Ankara’nın başkent olmasını hala hazmedemeyen bazı kişi ve grupların, 85 yıl sonra seslerini yükseltmeye başladığı bir dönemde, Ankaralı kentine sahip çıkıyor mu?" sorusunu yöneltiyor, ardından da bu konu hakkındaki bir üzüntüsünü naklediyordu...
"Ankara’nın başkent oluşunun 85 yılı nedeni ile Holzemeister, Arif Hikmet Koyunoğlu gibi önemli kişilerin anılarını da içeren bir televizyon program senaryosu hazırladım. Ankara’nın o günkü durumunu, gelişmesini, özgün anılar ve belgelerle anlatacak belgesel için iki yıldır başvurmadığım kapı kalmadı, ama maalesef hiç bir destek bulamadım. Atatürk’e çok şey borçlu Ankaralının bu tavrı kentine ne derece sahip çıktığına, Atatürk’e olan vefa borcuna nasıl baktığına üzücü bir örnek."
Bu arada Nazmi Kal, 1981 yılında hazırladığı "Atatürk’ten Anılar" programını hatırlatıp, o sıralar Hakimiyeti Milliye gazetesinde çalışan Cemal Kutay’la yaptığı söyleşiyi aktarıyor. Daha doğrusu Kutay’ın anlattığı iki anıyı naklediyor.
BAŞKENT NEDEN KONYA YERİNE ANKARA OLDU?
Şimdi Ankara’nın devlet merkezi olmasını anlatayım. O da Atatürk’e ait benim bir hatıramdır. O devirde herkes kendi ilinin devlet merkezi olmasını istiyor. Bunlardan bir tanesi de Konya. Konya’dan bir heyet geliyor ve arzusunu Atatürk’e iletiyor:
"Konya coğrafi bakımdan devlet merkezi olmaya uygundur, Anadolu’nun merkezidir, ana yollar üzerindedir" diyorlar
Atatürk şöyle cevap veriyor:
"Biliyorsunuz Konya Selçukluların merkezi idi. Selçuklular Kayseri’de de büyük eserler bıraktılar. Oraları imar ettiler. Ankara bunlardan asırlarca mahrum kaldı. Biz de cumhuriyet olarak Anadolu’nun bağrında milli mücadeleye başladığımız bu şehri devlet merkezi yapalım, burayı da geliştirelim".
ATATÜRK POLATLI’YA DOĞRU OK ÇEKİYOR
Ankara’nın imarı için iki büyük otorite gelmişti. Prof. Jansen ve Prof Holzemeister. Devrin iki büyük otoritesi. Ankara’ya şehir planı hazırlayacaklar. Bu arada adamların ilk sorduğu: "Ankara kaç nüfuslu bir şehir olarak düşünülüyor?" O zaman Ankara’da 60 bin nüfus var. Tarih 1928... Düşünüyorlar, 200 bin diyorlar. Planlar hazırlanıyor. Mustafa Kemal paftayı istiyor. Falih Rıfkı götürüyor. Ben gözümle görmüştüm. İmar müdürü Seyit Bey’in odasında idi. Atatürk 200 bine bakıyor arkasına bir sıfır ilave ediyor. Ankara’nın nüfusu 2 milyon olacak diyor ve kipent paftasında Polatlı’ya doğru bir ok çekiyor ve el yazısı ile Polatlı’ya doğru yazıyor. Ne büyük ileri görüşlülük."
Bayan diplomatın kartvizit koleksiyonu
Ankara’nın diplomatik protokolündeki bir isim herkesin dikkatini çekiyor. Hem güzelliği, hem de sempatik tavırlarıyla kısa zamanda kendine yer edinen bu kişi, dağılan Sovyetler Birliği ülkelerinden birinin büyükelçilik mensubu. Sarışın, mavi gözlü güzel diplomat, Türkçe bilmenin de verdiği avantajla davetlerde ilgi odağı olmasını biliyor.
Geçenlerde verilen bir davette de hazır bulunan güzel diplomat, diğer davetlilerin yoğun ilgisiyle karşılaştı. Bir an olsun yalnız kalmaması bir kenara, gecenin sonunda bir tomar kartvizitle elçiliğin yolunu tuttu. Kartvizit verenler arasında kimler yoktu ki? Neyse, en iyisi isimlere pek girmeyeyim.
"Diplomatik ilişkilerde tanışma kartvizit vererek başlar" kuralını hatırlattığınızı duyar gibiyim. Ancak, salonda bulunan diğer ülke mensuplarının birçoğunun bu kartvizit furyasından mahrum kalması ister istemez insanın aklında soru işareti bırakıyor. Anlaşılan güzel diplomat sayesinde ülkesiyle aramızdaki ilişkiler bir hayli gelişmiş. Ya da kart verme savaşı sayesinde bizim protokol zevatı "sınır ötesi operasyon" tanımlamasını biraz yanlış anlamış.
Anaokulu deyip geçmeyin, UNICEF’e kulak verin
Eğitim beşikte başlar" diye bir söz vardır, ama biz Türklerin bunu kendimize düstur edindiğimiz pek söylenemez. Pek çok aile de eğitim ilköğretim ile başlar. Oysa bugün, gelişmiş ülkelerin kabul ettiği norm, eğitimin gerçekte sıfır yaşında başladığıdır. Bu düşünce bizim ülkemizde çok uygulanabilir olmasa da, en azından okul öncesindeki birkaç seneyi kapsayan eğitimin ileriki aşamalardaki başarı için çok önemli olduğu aşikar. Yani anaokulu dediğimiz ve eğitimin ilk kademesi kabul edilen bölüm, dünyada artık neredeyse olmazsa olmaz olarak kabul ediliyor.
AVRUPA EĞİTİME BEŞ YAŞINDA BAŞLIYOR
Avrupa’da, nüfusun neredeyse yüzde yüzü beş yaşında okulla tanışıyor. Bizde ise bu oran öyle düşük ki, yüzdeye vurmak bile imkansız. Hal böyle olunca da, bizim çocuklar, ilkokul, lise ve üniversite derken, eğitimin pek çok aşamasında sorunlarla karşılaşıyorlar. Tıpkı temeli çürük bir yapının, karşılaştığı en ufak depremde çatlaması, hatta yerle bir olması gibi.
"Peki neden beş yaş?" diye soracak olursanız, cevabını ben değil, bu konuya hassas yaklaşan UNİCEF veriyor. Anaokuluna giden çocuklar, kendine güvenen, öğrenmeye hevesli, anlamadıkları şeyleri rahatça sorabilen, yeni bilgi ve becerileri çabuk kapabilen öğrenciler oluyor. Kız ya da erkek olsun, bir kez okula gitmeye alışan çocuk, bulunduğu ortamdan ayrılmak istemiyor ve bu, ilköğretime geçişlerini kolaylaştırıyor.
SORGULAMAYI ÖĞRENİYORLAR
Görüldüğü gibi, çocuklar daha küçük yaşlarda sorgulamayı öğreniyorlar. Yıllardır bizim en büyük şikayetimiz, eğitim sistemimizin ezbere dayalı sürmesi değil miydi? Ezbere dayalı eğitime tabii olan çocuklar, hayatlarının her alanında, soru sormayı, yorum yapmayı, itiraz etmeyi, beğenmediklerini söylemeyi öğrenemiyorlar.
Peki ne yapacağız? Çok basit... "Biraz olsun katkıda bulunayım" diyorsanız, 23 Nisan’da ekranlarınızın başında bir süre oturacaksınız. Hem eğlenip, hem de UNICEF Türkiye Milli Komitesi’nin NTV ile ortak yürüttüğü "Okul Ekliyoruz" kampanyasına destek olacaksınız. Gün boyu sürecek bağış maratonuna, SMS ve çağrı merkezi yoluyla siz de katılabileceksiniz.
Hedef ise ilk etapta 13 şehirde yeni anaokulu yapmak. Üstelik Türkiye’nin batısından doğusuna kadar gerekli olan her yerde. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olan bu okulların her birinde çift tedrisatla 200 öğrenci eğitim alabilecek. Yani tek bir gün boyunca elde edilen gelirle 2 bin 600 küçük çocuk, hayata daha güvenle başlayacak.
NASIL KATILIRIM?
Kampanya için Türkiye İş Bankası Çankaya (Ankara) Şubesi Hesap No. 500 (YTL, USD ve Avro için aynı), Garanti Bankası Çankaya (Ankara) Şubesi 6290000 (YTL) numaralı hesaplara doğrudan bağış yapabilirsiniz. Ayrıca tüm GSM operatörlerinden 3005’e boş attığınız her bir SMS ile kampanyaya doğrudan 10 YTL bağış yapmış olacaksınız.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2008
Medyadan takip etmişsinizdir, Amerikan finans çevrelerinin dergisi Forbes, dünya milyarderler listesinin 22’ncisini açıkladı. Listede yer alan bin 125 milyarderin toplam servetinin 4,4 trilyon dolar olduğunu belirtti. Ayrıca, listeye bu yıl Türkiye’den 13 yeni ismin girdiğini ve toplam Türk zengini sayısının 35’e yükseldiğini vurguladı. Listeye 247. sıradan giren Mehmet Emin Karamehmet ise Türkiye’nin en zengin insanı ilan edildi.
Listeye 1.7 milyar dolarlık servetiyle 707. sıradan giren Erman Ilıcak ise bir Ankaralı olarak dikkatimi çekti. Doğru ya! Kimdi bu Başkentli zengin? Bir başarı hikayesinin baş rol oyuncusu muydu, yoksa gizli bir miras yedi miydi? İşte bu hafta Ankaralıların pek de yakından tanımadığı Erman Bey’in yaşam öyküsünü ve birikimlerinin kaynağını aktaracağım.
İTİNAYLA TADİLAT YAPTI BÜTÜN İŞLERİ KAPTI
Ilıcak, ODTÜ İnşaat Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra ENKA İnşaat’ta profesyonel olarak iş hayatına başladı. Çalıştığı süre içinde biriktirmiş olduğu 30 bin doları kendisine sermaye yaparak 1993 yılında, yani 26 yaşındayken Rusya’nın St. Petersburg kentinde Rönesans İnşaatı kurdu. "İtinayla tadilat işleriniz yapılır" sloganıyla girdiği iş dünyasında cesur ve sağlam adımlar atarak ilerleyen ve şirketini büyüten Ilıcak, bugün Türkiye, Ukrayna ve Rusya’nın ENKA’dan sonra ikinci büyük müteahhitlik firmasının sahibi.
Tecrübesiz bir mühendis olarak gittiği Rusya’da 1.7 milyar dolarlık uluslararası inşaat şirketi yaratan Erman Ilıcak, dünya devleri arasında Engineering News-Record dergisi tarafından 2007 yılında 61. en büyük uluslararası inşaat taahhüt firması seçildi.
DÖRT KİŞİYLE YOLA ÇIKTI 14 BİN KİŞİLİK ORDU KURDU
Erman Bey, dört çalışanıyla çıktığı iş dünyası yolculuğunu bugün 14 bin 100 kişiyle sürdürüyor. Fabrikalar, alışveriş merkezleri ve lüks nitelikli konutların inşaatlarında uzmanlaşan Rönesans İnşaat, çoğunluğu Rusya’da olmak üzere 410 projeyi tamamladı.
Ankara’da Türkiye’nin en büyük outlet alışveriş merkezi olan Optimum’u açarken, İstanbul, Gaziantep, Adana ve Malatya da alışveriş merkezleri kurmak üzere inşaatlara başladı.
ANA GELİRİ GAYRİMENKUL KİRALARINDAN
Hazır söz Optimum’dan açılmışken, size iki kişiden bahsetmek istiyorum. Optimum Outlet’in de içinde yer aldığı Rönesans Alışveriş Merkezleri Türkiye Koordinatörü Özgen Özyurt ile Halkla İlişkiler Müdürü Dilek Kurt ile tesislerini gezdik. Ankara içinde bu kadar çeşit ve ucuz ürünün satıldığı dev mekan görmedim. Ucuz diyorum zira, Beymen gibi kaliteli markaları çok uzun fiyata alabiliyorsunuz. Eryaman’da olduğu için bir çok Başkentlinin dikkatinden kaçan bu alışveriş merkezini görmenizi tavsiye ederim.
Dönelim Erman Ilıcak’a... Her ne kadar işe müteahhitlikle başlasa da asıl büyümesini gayrimenkula yaptığı akıllıca yatırımlara borçlu. Rönesans İnşaat, sahip olduğu 200 bin metre karelik kiralanabilir alanıyla St. Petersburg’un en büyük ofis yatırımcısı. Rönesans’ın Rusya ve Türkiye’de bulunan ofis ve alışveriş merkezlerinden elde ettiği kira geliri 2007 yılında 47 milyon dolar. Bu rakamı yaptığı yeni yatırımlarla 2008 yılında 160 milyon dolara çıkaracak. 2012 yılındaki kira hedefleri ise 650 milyon dolar.
75 BİN KİŞİYE İŞ İMKANI
Erman Ilıcak’ı oldukça heyecanlandıran önemli projelerden biri ise Zeytinburnu’nda yapılması planlanan Seaport. Akdeniz çanağının başlangıç ve bitiş noktası olan İstanbul’u kruvaziyer ve yat turizmi açısından, Karadeniz yat turizmi sektörünün merkezi yapmayı amaçlayan Seaport projesinin toplam maliyeti 3 milyar doları bulacak. 470 dönümlük alana; 12 kruvaziyer gemisinin yanaşabileceği ana rıhtım, 200 mega ve 800 standart yat kapasiteli 2 adet yat limanı, alışveriş merkezleri, kongre ve fuar alanları, yeme içme tesisleri, eğlence, spor ve sağlık alanları, 3-4-5 yıldızlı oteller ve apart grupları inşa edilecek. Proje tamamlanıp işletmeye açıldığında 55 sektörden 75 bin kişiye iş olanağı sağlaması ve ülke turizmine yılda 4 milyar dolar gelir getirmesi bekleniyor.
Sahi, Ankara ismi nereden geliyor?
Yaşadığımız şehrin, yani Ankara’nın tarihini biliyor musunuz? Hep küçük bir kasabayken Cumhuriyet’in ilanıyla beraber büyüdüğünü biliriz de, üç bin yıla dayanan geçmişini pek merak etmeyiz.
Aslında Hititler, Frigler, Galatlar, Bizanslılar; bizlerden önceki ev sahipleri. Atalarımız Selçuklu ve Osmanlı Türkleri ise son sahipleri. Anlayacağınız şehir pek çok medeniyeti bünyesinde barındırmış bir merkez. Ancak tüm bu tarihi mirasına karşın, Ankara’yı Ankara yapan kişi ise hiç kuşkusuz Ulu önder Atatürk. Cumhuriyet’ten sonra bir başka ihtişama, bir başka güzelliğe büründüğü kesin. O nedenle de tarihte bir Anadolu kasabasından öteye gidememiş Ankara’yı Atamızla özdeşleştirmeyi çok severim.
Tabii, Cumhuriyet öncesi yıllara dönük Ankara adı üzerine söylenen efsane ve hikayeler oldukça fazla. Dilerseniz bir kaçına kısaca değineyim.
ARAYA ARAYA GEMİ ÇAPASINI ANKARA DA BULDULAR
Ankara adının "Anker" yani "Gemi Çapası"ndan geldiği söylenir. Hikayeye göre, bu bölgeye hakim Frigya Kralı Midas’a rüyasında ilahi bir ses, "Durma, kalk. Topraklarında bir gemi çapası ara. Onu bulduğun yerde bir şehir kur. Bu şehir sana mutluluk getirecek." diye seslenir. Midas, ülkesinin her tarafına adamlar yollar ve bu gemi çapasını bir an önce bulmalarını emreder. Bir süre sonra, Ankara Kalesi’nin bulunduğu tepelerde çapa bulunur. Kral Midas da, kısa bir zamanda burada bir şehir kurarak, adını "Anker" yada "Ankira" koyar.
Bir başka söylentiye göre, bu bölgeye hakim olan Galatlar, hakimiyetlerini, güneyde Akdeniz’e kadar uzatmış ve Mısır donanması ile büyük bir savaşa girmek zorunda kalmıştır. Savaşın sonunda büyük bir zafer kazanan Galatlar, bu zaferin sembolü olarak da, gemilerin çapalarını sökerek, tapınaklarına yerleştirirler. Bu olaydan sonra, çapaları ile dolu tapınakların bulunduğu şehre "çapa şehri" anlamına gelen "Angora" yada "Ankerium" denir.
Yine bir başka efsane de, Nuh Peygambere kadar dayanıyor. Büyük Tufan’da, Nuhun Gemisi’nin bir ara burada demirlediği ve çapasının da bu esnada düştüğü, yüzyıllar sonra bulunan çapanın yerine, Ankara’nın kurulduğu söylenir.
Gerçekten de Roma devrinde Ankara ve çevresinde basılan paralar ve madalyonlar üzerinde, Ankara’yı temsil eden gemi çapası resimleri görülür. Bu resimlerle efsaneler arasında bir ilişki var mı, yok mu kesin olarak bilinmiyor.
ÜZÜM ŞEHRİNDE ANGARYA
Selçuklu Türkleri Ankara’yı fethettikten sonra, şehrin adı "Engüri" olarak değişir. Efsaneye göre, Ankara ve çevresinde Anadolu’nun en güzel üzümleri yetiştiğinden, sultanın sarayına üzüm buradan gönderilirmiş. Bundan böyle Ankara’ya "Üzüm şehri" anlamına gelen Farsça "Engüri" ismi verilmiş.
Bir söylenti ise diğerleri kadar ilginçtir. Ankara kalesinin, zalim bir hükümdar zamanında, halka "angarya" ile yaptırıldığı için şehrin "Angarya-Ankara" adının aldığını söylenir. Ama bunun, benzetmeden başka bir şey olmadığı kanısı yaygındır. Bu arada bazı bilginler Hititler devrinde Ankara adının "Ankuva" olduğunu, bundan dolayı Ankara dendiğini ileri sürerler.
TSK, aile planlaması için çabalarken, Başbakan halen en az üç çocuk diyor
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan söylemlerinde her aileye üç çocuk ısrarı sürerken bir çok sivil toplum örgütü bu fikrin yanlışlığını dile getiriyor. Eleştirilirini de "Bakabileceğin kadar çocuğa sahip ol" sloganıyla güçlendirip, Başbakana yükleniyor. Ancak, kimsenin aklına Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Birleşmiş Milletler Nüfus Planlama Fonu (UNFPA) ve Sağlık Bakanlığı ile birlikte yürüttüğü ortak proje gelmiyor. Başbakan Erdoğan’a yanıt niteliğindeki "Üreme Sağlığı ve Aile Planlaması" adı altında sürdürülen bu çalışma neticesinde, son üç yıl içinde bir buçuk milyon askere eğitim verildi. Her yıl silah altına alınan 500 ile 550 bin askere ulaşan bu proje, 10 yıl boyunca kesintisiz olarak sürdürülecek. Sonuçta da, toplam 50 milyon kişiye eğitim verilmiş olacak.
Bir tam gün verilen eğitimin önemi ise ilk verilerin gelmesiyle gözler önüne seriliyor. Bugüne kadar eğitim gören askerlerin yüzde 40’ı karşı cinsi, yani kadınları anatomik olarak tanımıyor. Yine yüzde 50’si hayatında hiç prezervatif görmemiş. Büyük bir kesimi ise o güne kadar cinsel ilişkiye girmediği için cinsel yolla bulaşan hastalıklardan ve akraba evliliğinin getirdiği genetik problemlerden habersiz.
İnteraktif yolla, yani yüz yüze eğitimle verilen dersler, 20 kişilik sınıflarda gerçekleşiyor. Bir tam gün süren çalışmada, kadın ve erkek anatomisinin yanı sıra, kan yoluyla bulaşan hastalıklar ve önemleri, gebelik esnasında güvenli annelik eğitimi, aile planlaması, sağlıklı cinsel yaşam konuları işleniyor.
Yapılan hesaplamalara göre, önümüzdeki 10 yıl içinde istem dışı hamilelikler engellenirse 1,5 milyon doğumun önüne geçilmiş olacak. Bunun maddi faturası ise her çocuğun ülke ekonomisine yılda dört bin dolar yük getirdiği düşünülecek olursa toplam altı milyar dolarlık tasarruf sağlanmış olacak. 10 yıllık süreçte ise altı milyar dolar para, ülke ekonomisine yönelecek.
Bu arada ilginç bir istatistik bilgiye de ulaşılmış. İsmi bende saklı bir ilde bu eğitimi alan erler, genelev kadınlarının kendilerine bakış açısını değiştirmiş. Nasıl mı? Kadınlar asker müşterilerinin daha bilinçli seks yapmaya başladığını, korunmaya büyük önem verdiğini, her şeyden önce prezervatifle sekste ısrarcı olduğunu belirtmiş.
Taş deyip geçme tanı!..
Geçenlerde, bilgi birikimine çok güvendiğim bir dostumla sohbet ediyordum. Her zamanki gibi çok ilginç konulara değiniyor ve ağzımız bir karış açık onu dinliyorduk. En azından benim ve etrafında halka olan diğer dostlarımızın ilk kez duyduğu bilgiler veriyordu ki, sizlerin de bilmenizi istedim.
Bir çok insanın başına musallat olan böbrek ve mesane taşları arzu edilirse laboratuarda tahlil edilebiliyormuş. Bu tahlil sonucunda ise taşların bileşimi incelenip, neden oluştuğu ortaya çıkıyormuş. Örneğin asitli içecekler, domates gibi sebzeler insanı canından bezdiren bu taşları meydana getirebiliyormuş. Doktorlar da bu tahlil sonuçlarına göre bünyenize hangi gıdaların zarar verdiğini söyleyip, yasak listesini hazırlıyormuş.
Bunda ilginç olan ne diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Efendim ilginç olan yönü bu taşların tahlilinin hastane laboratuarında değil de Maden Teknik Arama Enstitüsü’nde yapılması. Yani ülkemizin değerli taş ve madenlerinin yanı sıra, sizin böbrek taşlarınız da incelenebiliyor. Üstelik, MTA bu tahlil için tek başvuru merci olma sıfatını da üzerinde taşıyor. X Işınları Kırınımı (XRD) Yönetimi ile yapılan böbrek ve mesane taşı analizinin maliyeti ise yalnızca 20 YTL imiş.
Söz dönüp dolaşıp, şeker hastalığına geliyor. Bu kez filozof dostumuz bizlere bir soru yöneltiyor ve suratına şaşkın şaşkın bakınca da kısa sürede cevabını veriyor. Yapılan araştırmaya göre bir kilo limonda, bir kilo çilekten daha fazla şeker varmış.
Bir diğer araştırma sonucunu aktardığı zaman ise yüzlerimizde acı tebessüm oluşuyor. Eşekler tarafından çiftelenerek ölenlerin sayısı, uçak kazasında ölenlerin sayısından daha fazlaymış.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2008
Geçen hafta Belek Turizm Yatırımcıları Birliği’nin (BETUYAB) düzenlediği, "Turizmde Marka Olmak" temasının işlendiği turizm panelindeydim. Kempinski Hotel The Dome’da gerçekleşen organizasyonun gözde konuğu ise Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dı. Panel boyunca Türkiye’de destinasyon, markalaşmaya yönelik eksiklikler, yanlış bilinenler ve Belek için somut konumlandırma önerileri konuşuldu. Toplantıyı Nur Baştürk’ün sahibi olduğu ve yöneticiliğini Eser Altınok’un üstlendiği N’PR İletişim Danışmanlığı şirketi düzenledi ki, hem deneyimi, hem de organizasyon yeteneğiyle tüm davetlileri bilgi bombardımanına tuttu. Hal böyle olunca bizlere de detaylı turizm yazısı yazmak düştü.
Pazar keyfi yaptığınız bir günde sempozyumu uzun uzadıya aktarmaktan kaçınarak, ilginizi çekebileceğine inandığım gözlem ve bilgileri yazmayı yeğledim. Yerli Hollywood’un hazin öyküsü; Elmalı Kaymakamı’nın anlatımıyla polisi tecavüzle suçlayan üvey babanın tutuklanış öyküsü ve 52 yıllık mehter takımının ilginç üyeleri; Ankaralı Hanım Ağa’nın cin fikirleri, sanıyorum ilginizi çekecektir.
BAKAN ERTUĞRUL GÜNAY’DA GERÇEĞİN FARKINDA
Antalya’ya 30 kilometre uzaklıktaki Belek Turizm Merkezi, uluslararası standartlara uygun golf sahaları, beş yıldızlı otel ve tatil köyleriyle ülkemizin önde gelen turistik yörelerinden biri. Sadece golf sahaları, oteller ve ormanlık araziye müsaade edilen tatil cenneti Belek’deki 47 tane 5 yıldızlı tesis, Ülkemize gelen yabancı turistlerin yaklaşık yüzde 6’sını ağırlıyor. Bu arada küçük bir bilgi; Belek, Ankara için de çok önemli bir bölge. Zira, buradaki tesislerin yüzde 70’inin sahibi Başkentli yatırımcılar. Doğa korunarak en modern şekilde tesisleşmeye gidilirken de 14 adet golf sahası lokomotif güçlerden biri olarak ön plana çıkıyor.
Zaten açılış konuşmasını yapan Bakan Ertuğrul Günay da bu gerçeğin farkında. Sadece otellere değil aynı zamanda diğer tesislere de ağırlık vermek gerektiğini sık sık vurguluyor. Ayrıca panel sonunda öğreniyoruz ki, Bakan yurt dışı ve yurt içi reklamlarda kullanılmak üzere Türkiye’yi tanımlayan tek bir sözcüğün peşinde... Hatta Türkiye’nin tanıtımını ilgili özel sektöre devrederek bir devrim yapmanın çabasında.
YÜZDE 5’İ GELSE İHYA OLURUZ
Kempinski, Sirene, Antalya Golf Kulübü gibi işletmelerin CEO’su Bekir Akkaş’ın da umudu golf turizminde. Yaklaşık 32 yıldan beri tanıdığım ve dostluğundan büyük keyif aldığım Bekir Akkaş, turizm sektöründe bir çok yatırımcı gibi benim de başvuru kaynağım. Meslekteki 35 yıllık tecrübesine ve dünyayla entegre olmuş bilgi birikimine çok güvenirim. Ankara’da yetişip, Akdeniz’deki bir çok tesise damgasını vuran, daha sonra yüzlerce turizm neferini Antalya’ya kazandıran Bekir’in verdiği rakamlara göre; Avrupa’da sadece yabancı ülkelerde golf oynamak için seyahat edenlerin sayısı 10 milyonun üzerinde. İngiltere’deki golf turistinin sayısı 5, Almanya’da 3 milyon, Kuzey Avrupa ülkelerinde ise 1,5 milyon kişi.
Golf turizminin üst gelir gruplarına hitap etmesinin çok önemli olduğunu anlatan Bekir Akkaş, "Biz Avrupa’daki 10 milyon golfçudan yüzde beşini getirsek 500 bin kişi eder.
(Not: 2007 yılında 70 bin kişi gelmiş.) Bu rakam da tesislerimizi ihya eder. Zira golf turisti harcamayı seven, güzel yaşamak için hiç bir fedakarlıktan kaçınmayan bir yapıya sahip. Biz ise uluslararası standartlardaki golf tesislerimizle ve lüks konaklama hizmetimizle bu müşteriye hitap edecek güçteyiz." diyor.
SENFONİYİ SOKACAKSIN TURİZMİ PATLATACAKSIN
Sahil şeridi 23, kıyıdan içeriye doğru derinliği ise 1 kilometre olan Belek Turizm Merkezi, ülkemiz açısından çok önemli. Ancak, devletle özel sektör arasındaki uyumsuzlukları, bölgenin hemen ardındaki düzensizlikleri el birliğiyle ortadan kaldırırsak, kesinlikle arzulanan hedefe ulaşırız diye düşünüyorum. BETUYAB ile devlet yönetimi "Belek’e ortak alanlar yaratma" konusunda anlaşırsa, yani devlet-özel sektör bu konuyu projelendirirse panelde aranan soruların yanıtı bulunabilir.
Örneğin, Lykia Otel ve Golf sahalarının kurucusu Burhan Silahtaroğlu, Akdeniz sahillerinde 50’den fazla antik tiyatro olduğunu, bu tiyatrolarda dünyaca ünlü senfoni ve diğer orkestraların ağırlanarak, farklılık yaratabileceğimizi söyledi... Çok doğru bir saptama. Ya Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu’un getirdiği eleştiriye ne demeli? "Turizmin başkenti Antalya’ya milli havayolumuz THY, yurt dışından doğrudan uçuş koymuyor. Halbuki golf demek zenginlik demek, zenginleri carter seferleri ile mi Antalya’ya getireceğiz!"
YERLİ HOLLYWOOD TOHUM SERASI OLDU
Sempozyum, uzun süreden beri gitmek istediğim, ama bir türlü fırsat bulamadığım bir mekana ziyaretime de vesile oldu. 1998 yılında büyük umutlarla kurulan ve yerli Hollywood olarak lanse edilen Çandırwood, ertesi günkü durağım oldu. Gördüğüm manzara karşısında şaşırıp kaldım. Aradan geçen 9 yıl sonunda dev film platoları beklerken, tam bir hayal kırıklığı yaşadım.
Sonradan öğrendiğime göre, Antalya’nın Serik İlçesi Çandır Beldesi’nde yaklaşık 20 milyon dolar yatırımla kurulan Antalya Film Stüdyoları, yasal mevzuatlar yüzünden bunca yıl yalnızca iki filme ev sahipliği yapmış. 30’a yakın uluslararası film projesi ise yasal mevzuatlar yüzünden bürokrasiye takılıp, iptal edilmiş.
Hal böyle olunca da, Tekfen Holding’in kendi öz sermayesi ile kurduğu dev platodaki açık alanların bir bölümü tohum denemelerinin yapıldığı seralara dönüşmüş. Kapalı alanlar ise şimdilik katalog ve reklam çekimleri için kullanılma özelliğini muhafaza etmiş.
Toplam 185 dönüm arazi üzerine kurulu film stüdyoları 1998 yılında hizmete açılmıştı. Dev tesiste ilk olarak ABD’li yapımcı Hallmark tarafından 35 milyon dolar bütçeli Arabian Nights filmi çekilmişti. Avrupa’da birçok ülkede gösterilen filmde, Çandırlılılar da rol almıştı. 2003 yılında ise yönetmenliğini ve başrolünü Cem Yılmaz’ın üstlendiği GORA’nın çekimleri yine Çandırwood’da yapılmıştı.
Ancak yerli Hollywood, özellikle yabancı yatırımcılara yönelik gümrük, vize ve bürokratik zorluklar nedeniyle istenilen düzeye gelememiş. Sonuçta da film platosunun açık alanlarının bir bölümü, Tekfen Holding bünyesindeki Toros Gübre tarafından "Toros Tarımsal Araştırma İstasyonu" olarak kullanılmaya başlamış.
BİR KAYMAKAMIN BAŞARI ÖYKÜSÜ
III. Belek Turizm Paneli esnasında tanıştığım bir kaymakam ise yaptıkları ve anlattıklarıyla ilgimi çekti. Beş yıldan bu yana Antalya’ya bağlı Elmalı ilçelisi Kaymakamı Veysel Yurdakul, bir devlet yetkilisinin isterse neler yapabileceğine en güzel örnek. Dünya Bankası, SYDGM ve Kaymakamlığın işbirliğiyle yerel kalkınma projelerini devreye sokan Yurdakul, ilçenin görünümünü ve ekonomisini hayranlık uyandıracak bir düzeye getirmiş. Aynı Safranbolu, Beypazarı gibi konaklar ile evleri restore ettirmiş, Elmalı Hazineleri’ni inşaatını yeni tamamladığı müzeye taşıtmış ve en ücra köylerine kadar asfalt yol yaptırmış bir mülki amir. Elmalı’nın turizmden pay kapması için sürdürdüğü bu çalışmaların yanı sıra, seracılık ve hayvancılık projeleriyle ilçe sınırlarında herkese iş imkanı sağlamış.
Yöre esnafının 52 yıl önce kurduğu Mehter Takımıyla karşılamak üzere bizleri ilçesine davet etti. "Sadece elmalarımızın değil, otantik kültürümüzün de tadına bakmalısınız" diyerek, Türk turizmine katkılarını anlattı. Bu arada anlattığı başka bir olay ise dudaklarımızı uçuklattı.
KIZINA TECAVÜZ EDİP, ÖNCE POLİSİ SONRA KENDİNİ İHBAR ETTİ
"Geçenlerde Elmalı’nın adı üzücü bir olayla anıldı" diyerek söze girdi. Antalya Valisi Alaattin Yüksel’in cep telefonundan araması ve talimat vermesi üzerine harekete geçmiş. Vali Bey, kendisini Elmalı’daki bir telefon kulübesinden arayan şahsı bildirip, yardım isteğini iletmiş.
Telefondaki şahıs, 16 yaşındaki kızının polisler tarafından kaçırılıp, tecavüze uğradığını söylüyormuş. Kaymakam Yurdakul, telefonu kapatır kapatmaz olaya el koymuş ve mahiyetiyle beraber valinin ilettiği şahsa ulaşmış. Telefon kulübesinde kendilerini bekleyen kişiyi alıp, karakola gitmiş ve olayın aydınlanması için soruşturma açmış. Kısa bir araştırmadan sonra da çok vahim, o derece de nefretlik bir olaya tanık olmuş.
Telefonla ihbarda bulunan kişi, kendisi gibi 16 yaşındaki hemcinsiyle İstanbul’daki evinden firar eden bir kızın üvey babasıymış. Kız, internet üzerinden tanıştığı gençleri bulmak için Elmalı’ya gelirken, asıl amacı üvey babasından kaçmakmış. Zira üvey baba sürekli olarak kıza tecavüz ediyormuş. Kurtuluş olarak Elmalı’ya kaçan kız, peşindeki üvey baba tarafından yakalanacağını anlayınca karakola sığınıp yardım istemiş. İstanbul’dan gelen sapık adam ise kızı karakolun içinden çıkarmak için valiyi arayıp, polisler tecavüz etti yalanını uydurmuş. Anlayacağınız alçakça emelleri uğruna kendini yakalatmış.
Şimdi, kızlar Antalya’daki bir kız yurdunda koruma altında. Üvey baba ise İstanbul emniyetinden gelen polislere teslim edilip, geri götürülmüş ve cezaevine konmuş.
ANKARALI HANIM AĞA’NIN ÖRNEK YAŞAM MÜCADELESİ
Sempozyum esnasında bir çok otel sahibi ve yöneticiyle beraberdim. Bunlardan biri de Belek’te geçen yıl açılan beş yıldızlı Spice Otel’in sahibi "Ankaralı Hanım Ağa" olarak bilinen Nadire İçkale’ydi. Bu bölgeyi marka yapmak için çok ilginç fikirleri vardı.
Diyarbakırlı rahmetli iş adamı Mehmet İçkale’nin eşi Nadire Hanım, kocası ölünce üç çocuğuyla beraber yaşam mücadelesine girmişti. Bir yandan hem anne, hem de baba olduğu evlatlarını en iyi şekilde yetiştirme çabasına girmiş, diğer yandan ise kurtlar sofrasında şirketin ayakta kalmasını sağlamıştı. Üstelik dul ve güzel bir kadın olarak ahlak kavramlarına sıkı sıkıya sarılarak.
Sonuçta hem iş, hem de özel hayatında çok başarılı oldu. Çocuklarını vatana faydalı birer birey olarak yetiştirirken, rahmetli eşinden zorunlu devraldığı şirketi kat kat büyüttü. Hatta ülkemizin sayılı inşaat firmaları arasına soktu. Bunun yanı sıra, turizm yatırımlarına da yönlenip, Ankara ve Antalya’da görkemli tesisler kurdu.
İSTANBULLU SOSYETİKLER VE BAŞÖRTÜSÜ ONU GÜNDEME GETİRDİ
Onun ülkemizde tanınmasını sağlayan girişimleri ise sosyetik hanımlar için düzenlediği yurt içi ve yurt dışı turlar oldu. Hindistan’dan Mısır’a, Diyarbakır’dan Konya’ya kadar bir çok ülke ve şehre yönelik geziler basında geniş yer aldı. Ancak en ses getireni Suudi Arabistan’a düzenlenen hac ve umre turları oldu. Zaten Hacca ilk gidişinden sonra da başını örtmeye başladı. Doğaldır ki, bu yeni girişimi de basına malzeme oldu.
Aslında yüzü gibi içi de güzel olan Nadire Hanım, paraya tahvil olan tüm bu gezileri doğduğu Diyarbakır’daki burslu öğrencileri okutmak ve fakirleri doyurmak için yapıyordu. Yani bir yerde, zenginden alıp fakire veriyordu. Tabii, kendi cebinden de yüklüce miktar paralar ilave ederek. Ona göre eğitim alan, iş ve aşa kavuşan bölge insanı teröre bulaşmaz, bu şekilde de ülke barışı sağlanabilirdi. Eh, bu görev devlet kadar Diyarbakırlı yatırımcılara da düşmeliydi.
Başını örtmesi ise tamamen kişisel bir tercihiydi. Giydiği hoş ve marka kıyafetler milletin ne kadar dikkatini çekiyorsa, başından eksik etmediği şapka ve eşarplarda o derece ilgi görüyordu. O ise moderniteye yönelmiş sosyal yaşamını bir baş örtüsüyle değerlendirenlere çok kızıp, fikirlere bakılması gerektiğini söylüyordu.
CARETTA CARETTA’LARIN SIRTINDAN AŞK ÖYKÜSÜ
Panele tekrar dönersek, Belek’teki markalaşma hakkındaki fikirlerini söyleyip, beni ve çevresindekileri şaşırtıyordu.
"Yurtdışındaki benzer turizm merkezlerine gidip bir bakın, hepsinin hikayesi var. Çoğu da kulaktan kulağa yayılmış ve doğruluğu kanıtlanmamış efsaneler. Biz de Belek için bir efsane yaratabiliriz. Hele hele bu kadar eski ve görkemli tarihe sahipken. Misal, bir aşk masalı uydurup, bölgenin simgesi Caretta Caretta’larla özdeşleştiremez miyiz? Mesela bu deniz kaplumbağaları mitolojik aşıkların kaçmasına yardımcı olup, Belek sahillerinde saklamış olabilirler."
Daha sonra örnekleri çoğaltıp, kendince çözümler getirdi. Bu esnada konuşmayı izleyen BETUYAB Başkanı Cemil Uğurlu, "Bölgenin güzelliği ve tarihi gözler önündeyken efsaneye gerek yok. Zaten 2023 yılına 50 milyon turist 50 Milyar dolar gelir hedefi koymuşken, ister istemez dünyada efsane olacağız" deyip noktayı koyuyordu.
Yazının Devamını Oku