3 Ağustos 2008
Son yıllarda Ankara sosyal yaşamı önemli değişimlere uğradı. Yaşını başını almış, hatta bir ayağı çukurda diyebileceğimiz beyler, çocuğu yaşındaki kızlarla gönül eğlendirip, gençlere nispet yaparcasına piyasaya çıkar oldular. Dahası, yabancı uyruklu sektör kızlarının abonesi olup, Kazanova’yla yarışır konuma geldiler. Birçoğunuzun konuya açıklık getirmek için "Viagra çıktı mertlik bozuldu" dediğini duyar gibiyim. Elbette ki o da bir etken, ama bu sorunun doğru cevabını, Dünya Antiecing Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Recai Papubcu’dan aldım.
"Tıp erkeği keşfetti, erkekler de kaliteli yaşamı" diyerek söze başladı. Üstüne basa basa konunun cinsellikle sığ bir noktaya çekilmemesini isteyip, tıbbın sağlıklı ve mutlu bir yaşamın kapılarını açtığını vurguladı. Ben de anlattıklarını bir bir not alıp, birazdan okuyacağınız satırlara döktüm.
İlkel insanda yaşam döngüsü sadece doğum ve üremeyle sınırlıydı. Evrimsel gelişim sürecinde bunlara yaşlılık da eklendi. Ve günümüz tıbbı, ölümsüzlüğün sırlarını araştırırken, yaşlanmanın bir kader olmadığını gösterme çabası içine girdi. Üstelik 2050 yılında, yaşlı insan nüfusunun günümüzün üç katı olacağı tahminlerini göz ardı etmeyerek. Daha da ilginci, bu artışın üçte ikisini kadınların, üçte birini erkeklerin oluşturması bekleniyor. Erkek aleyhine bir nüfus dengesizliğinin ortaya çıkma tehlikesi ise bilim adamlarının harekete geçmesine haklı zemin hazırlıyor.
Sahi, gelecekte bir kadın hákimiyeti mi yaşanacak? Erkek sayısı neden hızla azalıyor? Erkek yaşamının kalitesi ve süresi kadınlara göre neden az? İşte tıp adamları bu soruları araştırma ve cevaplarını bulma çabası içine girdiler. Bunun üzerine dünyada ilk olarak 1997 yılında, kısa adı ISSAM olan "Uluslararası Yaşlanan Erkek Çalışma Cemiyeti" kuruldu ve erkeklere yönelik müjde niteliğinde yeni yaklaşımlar önerildi.
TIP ERKEKLERE YAPTIĞI HAKSIZLIĞIN PEŞİNE DÜŞTÜ!
Sonuçta, erkeklerdeki yaşlı nüfusun azalma nedeni kısmen genetik yapıya, kısmen de doktorlara dayandı. Bilindiği üzere, yaşlılıkta en fazla etkilenen organ beyin... Beyin hücrelerinin işlevindeki yavaşlamaya bağlı olarak, diğer organlarda da belirgin değişiklikler oluyor. Bunların başında da hormonlar geliyor. Yaş ilerledikçe, böbrek üstü bezlerinden ve üreme organlarında üretilen hormon miktarı azalıyor. Bu süreç kadınlarda çok ani ve hızlı olurken, yakınmayla kendini hissettiriyor. Erkeklerde ise tam tersi, uzun zamana yayılıp, kanıksanması daha kolay bir seyir izliyor. Kadınlar, kısa sürede oluşan bu sorunla başa çıkması daha zor olduğu için çözüm istiyorlar.
Buna bağlı olarak da, kadınların yakınmalarına özgü "hormon yerine koyma tedavisi" çok daha önceleri ortaya çıktı. Doğal sonuç olarak, kadınların yaşam kalitesi ve süresinde belirgin artış oldu. Buna karşılık erkekler, değişim daha zamana yayılı ve acısız olduğu için, tıbbi destek almaktan hep kaçındı. Dolayısıyla doktorlar da bu yönde yoğun gayret içine girmediler. Günümüz tıbbı ise erkeklere yaptığı bu haksızlığın telafisi peşine düştü.
YENİLEN KADININ KARŞISINDA ERKEĞİN ÇARESİZLİĞİ
Günümüz erkeği, artık kendine bakıyor ve her yönüyle sağlıklı bir yaşam istiyor. Üstelik andropoz tehlikesini ortadan kaldıran yeni yöntemlerle gençlik yıllarına geri dönüyor. Yaş ilerledikçe boyu kısalan, kemikleri erimeye başlayan, cinsel gücü azalan, başta göbeği ve göğüsleri olmak üzere, vücudu yağlanan erkekler için, bu sorunlar ortadan kalkıyor. Prostat ve kalp krizi sorunu ise yeni yöntemlerle tehlike olmaktan çıkıyor.
Östrojen hormonuyla kendini yenileyen kadın karşısında, erkeğin çaresizliği ortadan kalkıyor. Vücudu yenilenen ve ikinci baharını yaşayan kadınlar, artık erkeğin yetersizliğinden şikáyet edemeyecek. Erkek daha şekilli ve sağlıklı bedene sahip olurken, cinsel yönden de gençlik yıllarına geri dönecek. Testestoron hormonu seviyesi yükseltilen erkekler sayesinde, kadınlar da mutluluğu yakalayacak.
ARTIK DAHA HEVESLİLER
Tıp, günümüz erkeklerinin sağlıklı ve kaliteli yaşam için, enaz kadınlar kadar istekli olduğunu fark etti. Ekonomik gücü de elinde bulunduran erkekler için tıp, araştırmalara ve yeniliklere çok büyük paralar harcamaya başladı. Artık andropoz ve yaşa ait bulguların değerlendirilmesi, endokrinoloji, geriatri, üroloji, psikiyatri ve hatta jinekoloji bölümlerinin koordineli çalışmalarıyla yapılıyor. Her erkek yaşlanmanın kaçınılmaz etkilerini geciktirmek ve gidermek için düzenli bir yaşam şeklini benimsiyor, profesyonel yardım alıyor.
ŞU ANDROPOZ DEDİKLERİ
Artık erkeklerde orta yaş krizi bitiyor. Yaşa bağlı olarak, erkeklik hormonu üretiminde zamanla bir azalma meydana geliyor. Bu azalma özellikle 50 yaşından sonra belirginleşiyor. Sonuçta birtakım orta yaşlı erkeklerde "Orta yaş krizi" olarak adlandırılan, alışılmamış davranış şekilleri ortaya çıkıyor.
Testislerden salgılanan ve erkeklik karakterlerini sağlayan temel hormon testosteron. Testislerin yanı sıra, kas-iskelet sistemi, beyin dokusu, böbrekler ve kalp üzerinde de etkilediği hücreler mevcut. İlerleyen yaşla beraber, testosteron seviyesi azalıyor ve kural olarak, 50 yaşından sonra serum testosteronu her yıl yaklaşık yüzde bir oranında azalma gösteriyor. Buna bağlı olarak, andropoz veya daha yeni tanımlamayla "Yetişkin erkek androjen azalması" bulguları ortaya çıkıyor.
Andropoz veya yetişkin erkek androjen azlığı durumunda, cinsel yönden, azalmış istek ve cinsel organ sertleşmesi problemi ortaya çıkıyor. Psikolojik yönden ise depresyon, sinirlilik, konsantrasyon zorluğu, hafıza problemleri oluşuyor. Fiziksel yönden bakıldığında da, kemik erimesi (osteoporoz), çabuk yorulma, kas ve yağ oranında azalma, kas hareketlerinde kısıtlama, karın çevresi ve göğüste yağlanma, kas güçsüzlüğü, vücut kıllarında azalma, uyku problemleri olabiliyor.
Erkeklerin en kolay fark ettiği bulgu ise cinsel problem oluyor. Depresyon, sinirlilik gibi psikolojik yakınmalarla, kemik erimesi gibi fiziksel problemler daha zor fark ediliyor.
YÜZDE YETMİŞİ UTANIYOR
Cinsel organ sertleşme problemi, direk testosteronla ilişkili. Yaşa orantılı, azalan testosterona bağlı olarak, kendiliğinden gerçekleşen sabah sertleşmesi giderek azalıyor. Testosterondaki bu azalma, görsel uyarı ve fanteziyle oluşan uyarı-bağlantılı sertleşmeyi de kısmen etkiliyor. Yine aynı şekilde, cinsel istek de testosteronla direkt ilişkili olarak azalıyor.
Yapılan bir çalışma, sertleşme problemi olan 10 erkekten sadece birinin hekimden yardım istediğini gösteriyor. Erkeklerin hekime gitmemesinin en büyük nedenini ise yüzde 70’e varan oranla "Utanmak" oluşturuyor. Bunun yanında sertleşme problemi, özellikle kardiyologları ilgilendirecek çok ciddi hastalıkların da bir göstergesi olabiliyor. Hipertansiyon, şeker gibi hastalıklar, sayılabileceklerin başında yer alıyor. Bu yakınmalara sahip olanların, mutlaka, serom testosteronu yanında, kan şekeri yağları ve troid testlerine de baktırması gerekiyor. Çünkü sertleşme problemi gizli bir damar hastalığının göstergesi olabiliyor.
BEL ÇEVRESİ 140 CM’İ GEÇERSE TEHLİKELİ
Erkek için yaşam kalitesi ve ortalama yaşam süresi göz önüne alındığında kemik erimesi, gövdesel şişmanlık ve depresyon, sertleşme probleminden çok daha önemli bir rol oynuyor. Yaşlı erkeklerde, kemik erimesine bağlı olarak yüzde 20 ile 30 aralığı oranında kemik kırıkları meydana gelebiliyor. Bilinenin aksine, kalça kırığına bağlı ölüm, erkeklerde kadınlara oranla daha fazla. Yine erkekte yaşlılıkla beraber testosteron azalmasıyla birlikte kas kitlesi azalıyor, yağ dokusu artıyor ve gövdesel şişmanlık meydana geliyor. Bu tür yağlanma, kalp krizi ve şeker hastalığı yönünden en büyük riski oluşturuyor. Kabaca, bel çevresi 140 cm’yi geçen bir erkekte bu riskler çok belirginleşiyor.
Konfordan vazgeçtik uçuş güvenliği yok
Türk Hava Yolları’nda, yemek yediği bir esnada uçağa alınan VIP yolcularını kovan kaptan pilota yönelik haberleri hepiniz okumuşsunuzdur. Pilot işten atılmış, tepki olarak THY pilotları bir günlük işi bırakma eylemine kalkışmıştı. Bu haberi okurken, VIP yolcuların siyasal kimliği ve ayrıcalıkları gözümün önüne geldi ve ilk tepkim "Pilot kovmakla iyi etmiş" oldu. Ancak, geçen gün yaşadığım bir olay, tüm ön yargılarımı alt üst edip, beni "Acaba VIP yolcuların günahını mı alıyorum?" noktasına getirdi. Nasıl mı? Anlatayım...
24 Temmuz 2008 günü saat 19:00 uçağıyla İstanbul’dan Ankara’ya dönüyorum. Altıncı sıradaki yerime oturup, uçak kapısının kapatılmasını beklerken, hemen yanımda, bir diğer değişle orta sırada oturan yolcu, görevli hostese sıkıntısını anlatıyor. Oturduğu koltuğun sırt kısmının geriye doğru yattığını ve bir türlü dik durmadığını söylüyor. Adamcağız bir eliyle VIP’le ekonomi sınıfı ayıran perdenin çerçevesine tutunuyor, diğer yandan da hostese oturduğu koltuğun arızalı olduğunu açıklamaya çalışıyor. Hostes "Bir dakika" diyerek gidiyor ve kısa süre sonra tekrar yanımıza gelip, "Maalesef uçak dolu, yapacak bir şey yok" diyor. Arızalı koltuktan her haliyle rahatsız olan yolcu, bu kez kabin amirini çağırmasını istiyor.
UÇAK HAVALANIRKEN YOLCULAR KUCAK KUCAĞA
"Tamamdır, kabin amiri durumu düzeltir. Uçağın business bölümündeki koltukların büyük kısmı boş ve en azından oraya alırlar" diye içimden geçiriyorum. Ancak, kabin amiri de aynı tepkiyi verip, "Uçak havalandıktan sonra bakarız" diyerek yanımızdan ayrılıyor. Uçak gökyüzüne doğru yükselirken yapılan anons ise olayın tuzu biberi oluyor. "Lütfen emniyet kemerinizi bağlayın, önünüzdeki masaları kapatıp, koltuklarını dik duruma getirin"
Koltuk komşum için emniyet kemeri ve masa tamam da, koltuk bir türlü dik duruma gelmiyor. Üstelik uçak havalanırken neredeyse arkadaki yolcunun kucağına kadar yatıyor. Anlayacağınız tam bir rezalet ve uçuş güvenliğini ihlal eden bir durum. Adamcağız, káh koltuk kenarına, káh perde kornişine, kimi zamanda bizim kolumuza tutunup, yükselişin tamamlanmasını bekliyor. Uçak yeterli yüksekliğe ulaşınca da kabin amiri ve hostes yanımıza geliyor ve dalga geçer gibi; "Efendim arka sıralarda boş bir yer bulduk. İsterseniz sizi oraya alabiliriz" diyor.
ŞİKAYET YANIT BULACAK MI?
Bu durumda tek çare var, THY dergisindeki şikáyet bölümü sayfasını doldurup, sıkıntıları dile getirmek. Zira daha yolcular alınmadan o arızanın bulunup, onarılmamış olması bir hatayken, uçuş personelinin yolcunun güvenliğini sağlamaması ikinci büyük hata. İşin rahatlığı ve konforu ise çoktan göz ardı ettiğimiz bir durum.
Bakalım kaptan pilot ile VIP yolcu konusunda çok hassas davranan THY yönetimi, koltuk komşumun el yazısıyla doldurduğu bu şikayet mektubunda aynı refleksi gösterecek mi?
SARHOŞ KIZLAR UÇAKTA TERÖR ESTİRMİŞTİ
Geçenlerde Yunanistan’dan İngiltere’ye giden bir uçakta sarhoş İngiliz kızların olay çıkardığına yönelik bir haber okumuştum. İçerikte, uçak 9 bin metre yüksekteyken kızların hava almak için çıkış kapısına yöneldiği ve personelin zor engellediği vardı. Aklıma yaklaşık üç yıl önce yaşanan benzer bir olay geldi.
Tarih 15 Temmuz 2005... Saat 23.45... Ankara-Antalya seferini yapacak olan THY uçağı aprondan ayrılıyor ve pist başına ulaşmaya çalışıyordu... Havalanmaya hazırlanan uçakta ışıklar sönmüş, görevli hostesler bile kemerlerini bağlamış durumdaydı... Bu esnada uçağın arka sıralarından bağrışmalar geliyordu. Pilot, bu olağan dışı durum nedeniyle uçağın motorlarını durduruyor ve tekrar iç ışıklarını yakıyordu. O esnada hostesler arka bölüme doğru koştururken, kaptan pilot da kokpitten çıkıp, kabin görevlilerin yanına ulaşıyordu.
Arka sıralarda oturan iki Rus kız, seslerinin dozajını daha da arttırarak hosteslerle tartışıyor, diğer yolcular da tedirgin bir şekilde yerlerinden kalkmış, olup biteni izliyordu. Zaten işin aslı da az sonra anlaşılıyordu.
Uçağa bir hayli sarhoş binen Rus kızlar, önce yanlarında oturan erkek yolcuya küfredip, tacizde bulunuyor, bununla da yetinmeyip, işi daha da ileri götürerek, ön sıradaki diğer erkek yolculara el ve bacak hamleleriyle saldırıyorlardı. Pilot ve kabin görevlilerinin bütün gayretine rağmen sakinleşmeyen Rus kızları dizginleyen ise yardıma çağrılan havalimanı polisi oluyordu. Kızları yaka paça uçaktan indiren polis, işlem yapmak üzere gözaltına alıyordu. Uçak da, yaklaşık bir buçuk saatlik rötardan sonra havalanmayı başarıyordu.
Sarhoş yolcu denince aklıma hep bu olay gelir ve "Ya uçak havadayken sapıtsalardı, halimiz ne olurdu?" diye içimden geçiririm.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2008
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, ODTÜ Kampüsü’ndeki 45 binaya "Uygulama imar planı, yapı ruhsatı ve iskán belgesi bulunmadığı" gerekçesiyle ceza yağdırdı. Bu kadarla da kalmayıp, başta
ODTÜ Rektörü Ural Akbulut olmak üzere birçok kişi ve kurumla tartışmaya girdi.
Gökçek’in medyada geniş yankı bulan bu girişiminin nedeni,
"Seçim yaklaşıyor, gündeme gelmek için konu lazım" savına dayandırıldı. İşin aslı kısa sürede öğrenildi ve
Gökçek de dayanamayıp, baklayı ağzından çıkardı.
ODTÜ arazisi içinde yer alan
Eymir’in halkın kullanımına açılmasını talep ediyordu. Bu araziyi elde etmek için de
üniversite binalarının ruhsat sorununu ön plana çıkarıp, tehdit olarak yıkım silahını kullanıyordu. Zira Ankara’daki birçok kamu binası daha ruhsata kavuşmamışken ve gecekondular şehri teslim almışken bir eğitim kurumu olan
ODTÜ’nün imar sorunu zurnanın son deliğiydi. Seçim bir faktördü, ama esas hedef
Eymir’di.
Konuya popülist açıdan yaklaşırsanız, halkın yeni bir park alanı kazanması kulağa hoş gelebilir. Ancak,
ODTÜ Mogan Ormanlık Alanı yıllardan beri halka açık bir tabiat harikası. Sabah saatlerinde gidin bakın, yüzlerce kişi yürüyüş ve spor yapıyor. En önemlisi de üniversitenin kurumsal hakimiyeti, mangal sevdalılarını canım ağaçlardan uzak tutuyor.
EYMİR’E SIRA GELENE KADAR
Gelelim
Melih Bey’e önerime... Yeşillik alanı, yani parkı halka açma işlemine geçen yıl Oran’da aldığı süper lüks villanın bahçesinden başlayabilir. Oran girişinde,
Panora Alışveriş Merkezi’nin tam dibinde ve daha da önemlisi Başkentin en kıymetli bölgesinde geçen yıl bir villa almıştı ya! işte o yatırımdan bahsediyorum. Bölge mevzi planına göre villanın bahçesine kattığı bölümün yarısı halka ait park alanı, yarısı da trafo merkeziydi. Nasıl mı? Geçen yıl yazdığım haberleri ve
Melih Bey’le
Kadir Çelik’in
Objektif programında tartışmaya girdiğim görüntüleri izleyenler hatırlar: Hem villa, hem de villanın bulunduğu
Funda Sitesi halka ait park alanlarını işgal etmiş,
Melih Gökçek’te hatasını kabul edip,
Çankaya Belediyesi’nin malına sahip çıkmasını istemişti.
SARF EDİLEN SÖZLER HAVADA KALDI
Aradan bir yıldan fazla süre geçmesine rağmen vatandaş Ankara’nın en gözde yerindeki bu parklarına kavuşamadı. Üstelik villanın bahçesini çevreleyen çit şeklindeki ağaçlar daha da büyüdü ve bırakın içeri girmeyi, görmeyi bile engelledi. Ya
Funda Sitesi’nin önündeki dev park alanına ne demeli? Belediyeye ait tankerlerin suladığı, yine belediyeye ait elemanların bakımını yaptığı yemyeşil alana adım atmak, site sakinleri dışında kimseye nasip olmadı. Turan Güneş Bulvarı’na komşu ve yeşil alan içinde çocuk oyun bahçesinin de bulunduğu parka tek giriş,
Funda Sitesi nizamiyesindendi ve görevliler geçişi engelliyordu. İsterseniz konuya baştan girelim ve yaşananları birbir anlatayım.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, büyük oğlu
Ahmet Gökçek ile ailesinin oturması için Ankara Turan Güneş Bulvarı üzerindeki
Funda Sitesi’nden bir villa satın almıştı. Tapu kaydıyla 740 Bin YTL’ye alındığı belirlenen bu emlakın alım- satım öyküsü bir kenara, muhteşem villanın bahçesine, kamuya ait park alanı ve trafo merkezi için ayrılan bölüm yasal olmayan bir şekilde ilave edilmişti. Ben de konuyu
Çankaya Belediyesi arşivlerinde bulunan
Bölge Mevzii Planı’na sadık kalarak halka duyurmuştum.
BU PARKLAR VATANDAŞA KAPALI Turan Güneş Bulvarı üzerindeki 81146 numaralı plan kapsamındaki
Funda Sitesi, 186 adet apartman dairesi ile 17 adet de bağımsız villadan oluşan bir yerleşim birimiydi.
Gökçek, bu villalardan en şanslı konumdaki 26 676 ada, 2 parsel 1 numaralı bağımsız bölümdeki villaya sahip olmuştu. Yanında koskocaman bir bahçe, önünde de alabildiğine geniş ve korunaklı park olan bina sanki cennetin göbeğindeydi.
Etrafı duvar ve ağaçlarla örülen bahçenin villaya ait kısmı azınlıkta kalırken, bir bölümü halkın kullanımına açılması gereken parka, bir diğer bölümü de yine kamuya ait trafo alanına aitti. Yani, halka açık park ile trafo alanı villanın bahçesine eklenmiş durumdaydı.
Üstelik
Çankaya Belediyesi’ne ait Mevzii Plan Raporu’nda 9 numaralı madde bu çit ve duvarlara yasaklama getirmişti. Raporda aynen şunlar yazıyordu:
"Konut adaları, bahçe duvarı, çit, vb. sabit tesisler yapılmamak kaydı ile parsellere ayrılabilir."
YA DUVARDAN ATLAYACAKSIN YA DA KAPI GÖREVLİSİNİ HAKLAYACAKSIN! Villanın önündeki 900 metrekarelik dev park alanının içi ise çocuklar için oyun bahçesi, kamelyalar ve basket sahasıyla bezenmişti. Ancak, Turan Güneş Bulvarı ile
Funda Sitesi arasında kalan bu parka, site dışından giriş yoktu. Ya yüksek duvarlardan atlamak gerekiyordu, ya da site nizamiyesindeki görevlileri ikna edip içeriye girmek.
Ayrıca
Mevzi İmar Planı’ndan bir başka madde de çiğnenmiş durumdaydı. Birinci maddeye göre
"Yollar, yeşil alanlar, tapu tescil aşamasında kamuya terk edilecektir. Bu gerçekleşmeden inşaat uygulaması yapılamaz" denilmesine rağmen villanın çevresi duvar ve ağaçlarla çevrilmişti.
Tüm bu kanunsuz uygulamaları dile getiren bir yazı hazırladım ve
Melih Gökçek’le televizyon programında tartıştım. Melih Bey’in, villanın illegal şekilde el konulan bahçesi için verdiği yanıtlar ekran başındakileri güldürür içerikteydi. Sonuçta
"Burayı satın alırken ve sen yazana kadar bu durumdan haberim yoktu. Çankaya belediyesi gelsin parklarını alsın" diyerek teslim bayrağını çekti.
Ancak aradan bir yılı aşkın süre geçmesine rağmen ne
Melih Bey işgal ettiği yerleri halka iade etti, ne de
Çankaya Belediyesi parklarına sahip çıktı. Şimdilerde yolu Turan Güneş Bulvarı’ndan geçip
Eymir’e düşenlere bir tavsiyem olacak. Güvenlik kameralarıyla korunan bu parklara bakıp, heveslenmeyin. Zira kullanıma açmak için
Melih Bey, bir yıldan beri
Çankaya Belediyesi’nin yolunu gözlüyor.
Ayan beyan ortadayken Tarihe, özellikle de Osmanlı tarihine çok meraklıyım. Zira o günlerde yapılan yanlışların bugüne ışık tutacağına, tarih tekerrürden ibaret olduğuna göre de, aynı hatalara düşülmesinin aptallık olacağına inanırım. Şu sıralar Ekim 1808 tarihinde
Osmanlı Padişahı II. Mahmud’un imzasını koyduğu
Sened -i İttifak adı verilen bir metni ve sonrasında gelişen olayları okuyorum. Konuyu özetlemem gerekirse;
II. Mahmud ile taşrada otoriteleri artmış bulunan
Ayanlar, ülkede sükûnetin sağlanabilmesi için karşılıklı görüşerek
Sened-i İttifak adı verilen bu ortak metni imzalamışlardı. Bu, Osmanlı tarihinde o zamana kadar eşi ve benzeri görülmemiş bir olaydı.
"Ayanlar kimlerdi?", daha doğrusu "Ayanlık nedir?" sorusuna ve gelişmelere kısa bir göz atmak, inanıyorum ki bu günler için çok aydınlatıcı bir bilgi olacaktır.
Osmanlı Devleti’nde 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren merkezi otoritenin zayıflamaya başlamasıyla, devletle halk arasında irtibatı sağlayan mahalli ileri gelenler, yani
Ayanlar, yavaş yavaş önem kazanmaya başlamıştı. Bunlar devletin içine düştüğü sıkıntıların ortaya çıkardığı boşluktan faydalanıp, zamanla ekonomik ve siyasi ağırlıklarını genişlettiler. 18. yüzyıla gelindiğinde,
Ayanlar artık devletin ve merkezi otoritenin karşısında önemli bir güç olmuştu. Anadolu ve Rumeli’de güçlü
Ayan aileleri ve hanedanları oluşmuştu. Bu grupların devletle ve birbirleri ile mücadeleleri sosyal yapıyı ve dengeleri bozmuştu.
Sened-i İttifak ile
Sultan II. Mahmud,
Ayanların bu ağırlığını kabul etti.
Şimdi,
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bizlere armağan ettiği Cumhuriyet’e bir bakalım. Kuruluşundan bu yana, bırakın geçmişin
Ayanlarını, dünyanın dev güçlerine kafa tutup, diş geçiren bu devlet, son yıllarda ciddi sıkıntılar içinde. Günümüzün Ayanları dört bir koldan saldırıya geçmiş, şahsi menfaatleri peşinde. Ülkemiz toprakları üzerinde son zamanlarda yaşananlara şöyle bir göz gezdirin ve tarihin bir kez daha tekerrür edip etmediğine siz karar verin.
Mezdeke kasetin var mı?Son günlerde çok güldüğüm fıkralardan birini sizinle paylaşmak istedim. Gündeme de çok uyuyor. Şehrin ana bulvarlarından birinde trafik polisi gece vakti aracı durdurur. Ceza yazacak ya sorar;
-
Beyefendi ruhsat lütfen!
- Buyrun memur bey.
- Alkol? - Yok memur bey.
- Kemer takılı mıydı?
- Evet, memur bey.
- İlkyardım çantanız?
- Tastamam yerinde memur Bey...
Bakmış olacağı yok; memur:
- Mezdeke kasetin var mı?
- Var memur bey.
- Koy kaseti!
- Tamam memur bey.
- Üçüncü parçayı çal!
- Tamamdır memur bey...
- Şimdi ben oynuyorum sen para yapıştırıyorsun! Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2008
Geçenlerde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i ve yanılmıyorsam küçük oğlunu televizyon ekranlarında gördüm. Açık Hava Yaz Konserleri kapsamında Akyurt’da bir kortej oluşturulmuş ve üstü platforma dönüştürülmüş otobüsten top atışı başlıyor. Kürsüde bir sürü top ve bu toplara ulaşmak isteyen insan yığını. Artık oyuncak, özellikle de top deyince aklıma Melih Gökçek geliyor. Bedava kömür ve ekmek dağıtımı kadar toplarıyla da özdeşleşmiş durumda.
Neyse, yine medya aracılığıyla öğreniyoruz ki, küçük oğlu da Çankaya Belediye Başkanlığı’na aday. Melih Bey’in dediğine göre eğer parti kabul eder ve vatandaş oy verirse boynuz kulağı geçer misali; oğul babadan daha başarılı olacakmış. Dudaklarımda acı bir tebessüm beliriyor ve neler olabileceğini düşünüyorum. Bunca yıl babayı gördükten sonra oğlunun da benzer performansı sergilemesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüp, "yandık" diye içimden geçiriyorum. Zira armut dibine düşer atasözü beynimi tırmalıyor. Melih Bey’e oy atana bonus olarak küçük Gökçek bedava.
OTOBÜSTEKİ TOPLAR
Ardından da gözümün önüne tekrar toplar geliyor. Eh junior Gökçek seçilirse babasının izinden gideceğine göre o da top dağıtabilir. Ancak biri büyükşehir, diğeri ilçe belediye başkanı seçileceğine ve baba-oğul hiyerarşisi devreye gireceğine göre "Bonus Gökçek"in toplarının ebadı daha küçük olacaktır. O zaman kürsüden biri diğerinden daha küçük iki farklı top halka ulaşacak. Ama boyutun ne önemi var, önemli olan topların yerini bulması değil mi?
Biliyorsunuz, Melih Bey, Çubuk, Akyurt, Yenimahalle, Sincan derken Ankara’nın dört bir tarafında yaz konserleri düzenliyor. Sanatçıların sahne performansından önce de "23 Nisan Sevgi Korteji" geçit töreni yapılıyor. Çizgi roman ve masal kahramanlarının ışıklı dev figürlerinin yer aldığı kortejin başını ise Gökçek için hazırlanan, üstü platforma dönüştürülmüş otobüs çekiyor. Otobüsün içi, bez bebekler ve toplar başta olmak üzere oyuncak dolu. Kısacası diğer oyuncaklar gibi toplar Ankara’nın birçok köşesine ulaşıyor, çocuklar seviniyor.
ODTÜ’YE GELENE KADAR KAMU BİNALARININ YARISI RUHSATSIZ
Birkaç gün önce Gökçek’in toplarından biri, yanlışlıkla ODTÜ arazisindeki binalara çarpmış ve Rektör Ural Akbulut kızgınlıkla patlatmış olacak ki, kızılca kıyamet koptu. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Eymir’in devri, amblem ve Kızılırmak suyu konusunda çok sert biçimde eleştiren ODTÜ’ye 1 milyon 800 bin YTL ceza kesti. Büyükşehir Belediyesi cezayı; ODTÜ Kampüsü’ndeki 45 bina için "uygulama imar planı, yapı ruhsatı ve iskan belgesi bulunmadığı" gerekçesine dayandırdı.
Aklıma, yaklaşık sekiz ay önce karşılaştığım Ankara’nın emlak kralı Salim Taşçı ile sohbetimiz geldi. "Ruhsatsız Devlet" diyerek, söze girip, birçok kamu binasının ruhsatsız olduğunu söylemişti. Konuştukça da anlattıkları dehşete düşürmüştü.
ÖMRÜ 44 YIL OLAN BİNALAR DEDEM YAŞINDA
Aslında devletin kullandığı birçok binada ruhsat sorunu vardı. TBMM’nin çalışma binasının ruhsatının bile yaklaşık altı yıl önce alındığını vurgulayarak, "Cumhurbaşkanlığı’nda yapılan ek inşaatlardan tutun da, Eskişehir yolundaki birçok bakanlık ve kamu binasının ruhsatı yok. Kamu binalarının yarıdan fazlası imara uygun değil ve ruhsatsız. Hatta ruhsat veren belediyelerin birçoğunun kendi binasının dahi ruhsatı yok" demişti.
Konun vahametini de şöyle bir örnekle açıklamıştı: "Ülkemiz deprem kuşağında ve büyükşehirlerimiz dahil olmak üzere yaklaşık 50 vilayetimiz tehdit altında. Bu illerdeki binaların birçoğu dedem yaşında ve imara aykırı yapılaşma içinde. Biliyorsunuz binaların ortalama ömrü 44 yıldır. Allah korusun büyük bir depremde kamu binalarının yarısı harap olur."
Şimdi herkes Gökçek’in ODTÜ’ye yönelik ceza ve yıkım atağının altında yatan sebebi konuşuyor. Bense, ODTÜ arazisine yönelip patlatılması muhtemel bir topun peşindeyim. Zira, yıllardır ruhsat almayan kamu binaları dururken, ODTÜ’ye el atılması biraz manidar.
Madalyonun öbür yüzü: 20 yıllık perişanlık!
Yıllardır görsel ve yazılı medyada, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM) önünde uğradığı hezimet, aleyhinde verilen ihlal kararları ve ödemek zorunda kaldığı tazminatlar işlenir. Tabii, AİHM Başkan ve yargıçları da medyatik olmaları ölçüsünde gazete sütunlarında ve televizyon ekranlarında boy gösterir. Türkiye’nin savunmasının nasıl yapıldığı ya da bu savunmaları kimlerin hangi koşullar altında yaptığı ise hiç merak edilmez. İşte madalyonun öbür yüzüne göz atmak için kısa bir araştırma yaptım. Doğrusu çok şaşırtıcı bilgilere ulaştım.
Devletin AİHM’e verilen savunmalarını, Dışişleri Bakanlığı’nda görevli hukuk ekibi hazırlıyor. Strazburg’da ve Ankara’da toplam 14 kişi görev yapıyor ki içlerinden sadece biri kadrolu. Diğerleri, idarenin geçici işler için yaptığı sözleşmelerle görevlendiriliyorlar. Yaptıkları iş, Türkiye’nin uluslararası bir mahkemede savunulması, hukuki olarak suçlu duruma düşmesinin önlenmesi ve dünyada imajının korunması... Savunmaların ise İngilizce veya Fransızca hazırlanmak zorunda olduğunu da ilave edeyim.
STRAZBURG’DA GÖREV YAPMAK LÜTUF
Devletin diğer kuruluşlarından derlenen bilgi ve belgeler doğrultusunda ve AİHM içtihatları çerçevesinde savunma hazırlayabilmek günde en az 10 saat çalışmayı gerektiriyor. Çoğu zaman hafta sonlarında dahi mesai yapmak zorunda kalıyorlar. Buna karşılık fazla mesai, ek ödeme, tazminat, yükselme olanağı yok. Hatta iş güvencesi de yok... Başbakanlığın sözleşmeliler için belirlediği ücret dışında her şey " lütuf"! Mesleki bakımdan gelişmek ve deneyim kazanmak için Strazburg’da görev yapmak bile bir lütuf! Bu nedenle, yol ve taşıma giderleri karşılanmıyor. Gerekçe, sözleşmeli olmak ve mevzuatın, sözleşmelilere yol ve taşınma gideri ödemeye müsait olmaması...
EZİLMELERİ BİR KENARA RAKİPLERİ ORDU GİBİ
Yapılan iş, devletin uluslararası itibarı ile doğrudan ilgili bir kamu hizmeti. Ancak gel gör ki, bu kamu hizmetini güçlendirmeye kimsenin niyeti yok. Buna karşılık AİHM önünde kaybedilen davalar nedeniyle, milyonlarca Avro tazminat ödeniyor, Anayasa ve yasalar değiştiriliyor, ihlal kararları Türkiye karşıtı çevrelerce istismar ediliyor; bunları asgariye indirelim diye, yetkililer defalarca uyarılmış... Türkiye aleyhine siyasi nitelikli davalar açan bazı örgütlerin 60 kişilik hukukçu ve uzman grubuyla çalıştığı örnek gösterilmiş... Türkiye ile ilgili karar üretme sürecinde AİHM’de uluslararası memur statüsünde çalışan hukukçu sayısının 45 olduğu ve bu sayının her geçen gün arttığı bildirilmiş. Devleti savunan ekibin bu gruplar karşısında güçsüz kaldığı, dahası, mevcudun da gün geçtikçe eridiği söylenmiş, gösterilmiş.
AİHM’e bireysel başvuru hakkının tanınmasından günümüze geçen 20 yıl içinde ne söylendiyse, ne yazıldıysa, fayda etmemiş. Durumda en küçük bir iyileşme olmamış... Aksine, koşullar, "Devlet kendini savunanları neden bu kadar eziyor? Savunma yapılmasını mı istemiyor?" sorusunu akla getirecek şekilde kötüleşmeye devam ediyor. Önceden,"lütfen" de olsa gerçekleşen Strazburg-Ankara dönüşümü artık yapılamıyor. Deneyim kazanan hukukçuların bu boğucu koşullara ve olanaksızlıklara daha fazla dayanamayıp ekipten ayrılması karşısında, ekibin mevcudunun korunması için herhangi bir tedbir düşünülmediği gibi, yeni mezun hukukçularla takviye edilmesi için bile herhangi bir şey yapılmıyor.
DURUM VAHİM
Devletin savunmalarının temelini oluşturan bilgi ve belgeleri sağlayan Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı gibi kuruluşlarda bu hizmet için çalışanların da başka sorunları var. Çalışanların sayıca yetersizliği ve hizmetin gerektirdiği sürekliliğin dikkate alınmaması, bu kurumlarda çalışanların belini büküyor ve sonuçta hizmet olması gerektiği gibi yürütülemiyor.
Devletin uluslararası yargı organlarında, özellikle de AİHM önünde 4 bin davası bulunuyor. Ancak savunucuları güçlendirmeye yönelik 20 yıldır düzenleme yapılmadığı gibi; bu hizmetin ne yetkilisi ne sorumlusu belli...
Sözün özü; durum, hem Devletimiz, hem bu hizmete emek verenler açısından tam bir perişanlık!
Damardaki tıkanıklığa kireç çözücü tablet
Gözümle görmesem, kulağımla duymasam inanmazdım. İsimleri bende saklı üç müteahhit Hacettepe Hastanesi’ne check-up için gidiyorlar. Bu arada müteahhit dediysem, öyle eften püften insanlar değil. Her birinin yurt içi ve dışında baraj, yol gibi dev inşaatları sürüyor. Ayrıca sahibi oldukları turistik tesisler bırakın ülkemizi tüm dünyada tanınıyor.
Neyse gelelim konumuza.
Üç arkadaş tepeden tırnağa muayene olup, bütün tahlilleri yaptırdıktan sonra sonuçların çıkmasını bekliyor. Ertesi günde beklenen haber geliyor. Hepsi de ellili yaşların üzerinde seyretmesine rağmen sapasağlam çıkıyor. Ancak, sonuçları fakstan gelen káğıtlar üzerinden öğrenen iki kafadar, yüzü kadar yüreği de temiz Karadenizli üçüncü arkadaşlarını durumdan haberdar etmiyorlar. Üstelik Hacettepe başlıklı rapor káğıdında tahrifata gidip, rakamları değiştiriyorlar. Sonuç bölümüne de "Kalp damarlarında yoğun kireçlenmenin görüldüğünü ve tedavinin hemen başlanması gerektiğini" yazıyorlar. Ardından da Karadenizli müteahhidin faksına sahte raporu geçip, 10 dakika sonra kapısına dayanıyorlar. Bu arada raporun ilişiğinde sahte bir reçetede hazırlıyorlar. Tedavi için önerilen ilaç ise Calgonit tablet. Yani çamaşır ve bulaşık makinelerindeki kireçlenmeyi önleyici mamul.
Ofisine ulaştıkları Karadenizli arkadaşlarının alı al moru mor olmuş suratından sahte raporun işe yaradığını anlıyorlar. Zaten panik halindeki müteahhit, telefonla doktoruna ulaşmaya çalışırken bir çırpıda rahatsızlığını anlatıyor. Gülmemek için kendini zor tutan iki kafadar 10 dakika kadar teskin edici sözler söyleyip, bürodan ayrılıyorlar. Tabii kapı önünde kahkahayı basıp, ne kadar ortak arkadaşları varsa telefonla bildirmeye başlıyorlar.
Bürosunda başını iki elinin arasına almış Karadenizli müteahhit ise bu kez geçmiş olsun telefonlarına cevap vermeye başlıyor. Aradan üç saat geçiyor ki, şakayı yapan iki kafadarın içine kurt düşüyor. Ya Calgonit tablet şakasını anlamayan şakazade reçetede yazdıkları gibi tabletleri ılık suyun içine atıp, karıştırdıktan sonra içerse? Neyse ki beklenen olmuyor ve evine giderken nöbetçi eczaneye uğramaya kararlı Karadenizli müteahhide gerçeği anlatıyorlar.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2008
Plajlara mavi bayrak dikilmesi uygulamasının Fenerbahçe- Galatasaray rekabetinin tavan yaptığı bir dönemde bayrak krizine dönüşmesi ilgimi çekmişti. Üstelik yaşananlar ve çözümler seyrettiğim komedi filmleri kıvamında gülmeme neden olmuştu. Dayanamayıp yazmaya, fıkra gibi olayları sizlerle paylaşmaya karar verdim. Öncelikle plajlardaki Mavi Bayrak uygulamasının dününü ve bugününü aktararak konuya girelim. Avrupa’daki 11 ülkenin 1987 yılında başlattığı mavi bayrak uygulaması, tüm dünya plajlarında yaygınlaşmaya başladı. Değerlendirmenin 27 adet kritere göre yapıldığı bu uygulama, günümüzde 48 ülkeyi kapsarken, Türkiye’de 1992 yılından itibaren plajlara mavi bayrak dikilmeye başlandı. Bugün ülkemizin 258 plajı ile 14 marinası mavi bayrağa hak kazanırken, Dünya sıralamasında beşinciliğe oturmamızı sağladı. Göl ve denizlerimizin sahil şeridinde, daha doğrusu plajlarında ölçümü yapıp, lisans veren kuruluş ise Avrupa Çevre Eğitim Vakfı, yani kısa adıyla FEEE.
Bu arada plaj ve marinalar için belirlenen kriterleri dört ana grupta toplayabiliriz. Yüzme amacıyla kullanılan suyun niteliği, çevresel eğitim ve bilgilendirme çalışmalarının yönlendirilmesi, plaj düzeni ve emniyetinin sağlanması ve çevre yönetimi. İşte Bu dört ana başlıkta toplanan kriterleri sağlayan plaj ve marinalar, bir yıl süreyle Mavi Bayrak verilerek ödüllendiriliyor.
İskele, iskele olalı böyle zulüm görmedi
Gelelim anlatmak istediğim ilginç, ilginç olduğu kadar da komik bir konuya. Mavi bayrak almaya hak kazanan plajlardan biri de, Antalya’nın Lara bölgesindeki Miracle Otel. Sahibi Ankaralı müteahhit, Fenerbahçe Asbaşkanı ve Yönetim Kurulu Üyesi Nihat Özbağı.
İyi hatırlıyorum, geçen yıl Fenerbahçe futbol takımı şampiyon olduğu zaman, kelebek şeklindeki oteline dev bir sarı lacivert bayrak astırmıştı. Hatta işi daha da ileri götürüp, otelin giyim marketinde raflara sadece Fener formalarını koydurup, Galatasaray ve Beşiktaş formalarının satışını yasaklamıştı.
Bu yılsa Nihat Bey’i acı bir sürpriz bekliyordu. Otelinde ailesiyle konaklayan bir Fenerbahçeli yöneticinin telefonuyla konuya vakıf olan ünlü işadamı, tesisin iskelesinde büyük bir Galatasaray bayrağının dalgalandığını öğreniyordu. Üstelik telefondaki ses, cankurtaranların sarı kırmızı renklerde şort ve t-shirt giydiğini söylüyordu. Duruma öfkelenen Nihat Bey, otel yöneticilerini arayıp böyle bir şeyin nasıl olduğunu soruyordu. Aldığı yanıt karşısında ise "yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal" misali ikilemde kalıyordu.
Ey çevre baskısı sen nelere kadirsin
İskelede Galatasaray’ın renklerini taşıyan bayrak, aslında Avrupa Çevre Eğitim Vakfı’nın dünyaca bilinen ve sarı ile kırmızı renklerden oluşan bayrağıydı. Yani otelin sahiline temizliği belirten Mavi Bayrak asılırken, yanında FEEE’nin bu bayrağı da göndere çekilmek zorundaydı. Cankurtaranlar ise tüm dünyada ortak bir simgeye dönüşen sarı kırmızı renklerdeki kıyafetleri giymeye mecburdu. Hal böyle olunca da, iş Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini aşıp, uluslararası bir boyuta bürünüyordu.
Kısacası Nihat Bey, ya dünya standartlarından uzaklaşıp plajına Mavi Bayrak çekmeyecek, ya da sarı ile kırmızı renklerle bezenmiş cankurtaran ve bayraklara tahammül edecekti. O ise orta yolu tercih etti. İskelenin diğer tarafına dev bir Fenerbahçe bayrağı koydurarak zevahiri kurtardı. Cankurtaranlar mı? Yerden bir hayli yüksekteki kulede, ortalıkta fazla görünmeden işlerini yapmaya devam ediyorlar.
Bildiğim bir Ergenekon operasyonu var onda da Nilüfer mağdur olmuştu
Son günlerde kiminle karşılaşsam sorduğu ilk soru Ergenekon Operasyonu ve Sinan Aygün, Mustafa Balbay, Hurşit Tolon gibi isimlerin neden gözaltına alındığı üzerine oluyor. Tabii gelecek günlerde ülkemizi nasıl bir sürecin beklediği de...
Hepsine verdiğim ortak cevap ise şöyle: Evet, Mustafa Balbay ile Sinan Aygün’ü yıllardır tanır ve severim. Her ikisinin de icraatları ve düşünceleri yazılı ve görsel medyaya yansıdığı için, Türkiye’deki en şeffaf insanlardır. Ergenekon Operasyonu’na, diğer bir değişle soruşturmasına gelince de; bana bir tek şeyi hatırlatıyor. O da bir dönemin önemli politikacılarından Gökberk Ergenekon ile sanatçı Nilüfer arasındaki aşkı. Yaşadıkları fırtınalı aşk, Gökberk Bey’in annesi Zemzem Hanım’ın ayırma operasyonuyla son bulmuştu.
Bir de Ergenekon Destanı’nı bilirim ki, eldeki tek yazılı belge ona ait olduğu için, şimdilerde yeniden okumaya başladım. Zaten, Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz önderliğinde İstanbul emniyetinin yürüttüğü Ergenekon soruşturmasının Gökberk Ergenekon- Nilüfer macerasından pek fazla bir farkı yok. Yaşanan bir takım şeyler var, ama belgeye dayanan kayıtlar yok. Örneğin, Gökberk Bey’in annesinin müdahil olduğu ilişkide, ayrılmaya yönelik her hangi bir belge, halen kamuoyunun bilgisine ulaşmadı.
Bu arada Gökberk Ergenekon operasyonunun önemli bir ismi de Reha Muhtar’dı. Ankara’nın politik havasından kopup gelen Nilüfer’e kol kanat germiş, yaralarını sarmıştı. İşte o günlerde Show Tv’nin ana haberlerini sunuyor ve eline düşeni sorguluyordu. Hiç unutmam; bir sorgu anında ekran karşısında şu konuşmalara tanık oluyorduk.
Reha Muhtar: Bütün bunları nasıl yaptın ha? Cevap ver!
Telefondaki kişi: Bakın efendim izah edeyim...
Reha Muhtar: Sus, konuşma! Hálá utanmadan izah ediyorsun! Cevap versene...
İster misiniz, Sinan Aygün ve Mustafa Balbay başta olmak üzere, diğer tüm gözaltındaki kişiler böylesine bir soru yağmuruna maruz kalsınlar!
Başka ülke mi kalmadı?
Çok değil, bundan birkaç yıl öncesine kadar, Danimarka ile insan hakları konusunda büyük bir tartışma yaşamıştık. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Roj Tv krizi nedeniyle resmi programını yarıda kestiği bu ülke, kısa bir süre sonrada Hz. Muhammed’e yönelik hakaret karikatürleri ile gündeme gelmişti. Türkiye’de büyük tepkilere neden olan bu yaklaşımlar, Danimarka’ya göre fikir ve ifade özgürlüğünün kaçınılmaz sonucu idi. Roj Tv’nin ve Hz. Muhammed’e hakaret edilen karikatürlerin arkasında duran Danimarka, Türkiye’ye "demokrasiyi içinize sindirin" şeklinde ders vermeye bile kalkışmıştı. Bunun üzerine Tempo Dergisi’nde yayınlanan bir karikatür krizi daha da alevlendirmiş, Danimarka Başbakanı Rasmussen’i çılgına çevirmişti. Karikatürde Rasmussen ile Abdullah Öcalan aynı yatakta görünüyordu.
İşte, gerilimin yüksek olduğu bu dönemde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ilginç bir konuşma yapmış ve "Danimarka mı bize insan hakları dersi verecek?" diye eleştiride bulunmuştu. Ve gün geldi, maalesef Danimarka bize insan hakları dersi vermeye başladı. Nasıl mı?
Danimarka, bizim İçişleri Bakanlığı’nın kıdemli müfettişlerine "insan hakları eğitimi" sağlıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı çerçevesinde hazırlanan insan hakları eğitimi projesinin uygulanmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararı, Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanıp yürürlüğe girdi. Bu yılın sonuna kadar sürecek olan program, insan hakları ihlallerini araştırmakla görevli "kıdemli" İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin eğitimden geçirilmesini amaçlıyor. Müfettişleri, Danimarka İnsan Hakları Enstitüsü uzmanları eğitiyor... Projenin 172 bin dolarlık maliyeti, Birleşmiş Milletler tarafından karşılanıyor.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2008
Geçenlerde bizim ulaştırma görevlisi Niyazi Bey ile sohbet ederken, çok önemli bir hatırlatma yaptı. Kendisi yıllarca Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nda çalıştıktan sonra emekli olmuş ve evini geçindirmek için Hürriyet çatısı altında iş yaşamına devam etmek zorunda kalmış iyi bir insan. Konumuz o meşhur Yavuz Zırhlısı’ydı. Yani Dünya tarihinin en uzun ömürlü kruvazörü. Onun yüzünden Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girmiş ve yıllar sonra Atatürk’ün naaşını İzmit’e taşımıştı. Bu denli önemli bir gemiydi ama, bugün esamesi okunmuyordu. Zaten Niyazi Bey’in de serzenişi, bu yok oluş öyküsü üzerineydi. MKE’de çalışırken bu zırhlıyla tanışmış ve birazdan anlatacağım öyküsüne bizzat tanık olmuştu.
Goeben Yavuz oluyor
Yavuz Zırhlısı, ’Goeben’ adıyla 1911’de Alman Donanması için Hamburg tersanelerinde yapılmıştı. Boyu 186 metre, eni 29.5 metre olan gemi, 23 bin 580 ton ağırlığındaydı. Dönemin en büyük savaş gemilerinden biriydi ve Alman Donanması’nın gözbebeğiydi.
Bu nedenle Birinci Dünya Savaşı başladığında, İngiliz Kraliyet Donanması Komutanı Winston Churchill, bu geminin ne pahasına olursa olsun ele geçirilmesini istemiş; Goeben ise yanında Breslau Kruvazörü olduğu halde bütün Kraliyet Donanması’nı kömürünün bittiği İstanbul açıklarına kadar peşine takmıştı. Burada 5 milyon Osmanlı altını karşılığı satın alınan gemi, Osmanlı Donanması’na katılmıştı. Donanma Komutanlığı’na da Goeben’in komutanı Alman Amiral Souchon getirilmişti.
Goeben Yavuz, Breslau da Midilli adlarını almışlar, Rusya’nın Sivastapol ve Odessa kentlerini ve bazı gemilerini bombalayıp, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na girmelerine sebep olmuşlardı.
Cumhuriyet’in Mecliste’ki ilk yolsuzluğu
Yavuz, savaştan sonra da Osmanlı ve Türk Donanması’nın amiral gemisi olarak görev yapmıştı. Pek çok defa yaralandığı için 1925-1930 arasında büyük çapta onarım görmüştü. Zırhlı, bu süreçte Türkiye’nin yolsuzluk tarihinde bir odak noktası olmuştu.
Cumhuriyet’in üçüncü hükümeti, Yavuz’un onarımı için dönemin Bahriye Vekili İhsan Bey’i göreve getirmişti. Yavuz, o kadar heybetliydi ki, onarım için hazırlanan havuz, ağırlığını taşıyamayarak çökmüştü. Sonradan İhsan Bey’in Yavuz’un onarımı için anlaştığı Fransız şirketine bazı ayrıcalıklar tanıyarak kendine çıkar sağladığı ortaya çıkınca, bahriye vekili dokunulmazlığı kaldırılarak Yüce Divan’a sevk edilmişti. İhsan Bey’in yargılanıp hüküm giymesi, Yüce Divan’ın Cumhuriyet tarihinde verdiği ilk mahkûmiyet kararı oldu. Atatürk, İhsan Bey utansın diye, çıkarılan soyadı kanunu sonrasında, kendisine Eryavuz ismini verecekti.
Jilet yapılmak üzere parçalandı
Onarımı nihayet biten Yavuz, 1930’da donanma komutanının gemisi olarak tekrar sefere çıkmıştı. 1950’de kadro dışı kalana değin bu amaçla kullanıldı. 1950’den sonra Gölcük yakınındaki Kavaklı’ya çekildi. 18 Aralık 1969’da, Süleyman Demirel Başbakanlığı’ndaki Adalet Partisi hükümeti döneminde Makine ve Kimya Endüstrisi’ne (MKE) satıldı.
Yavuz, 7 Haziran 1973’te de donanmaya veda ederek MKE’ye teslim edildi. 1975 yılında Playboy dergisinde yayımlanan ve Türkiye’nin tiye alındığı bir yazıya göre, bu muhteşem zırhlı, ünlü finans gazetesi The Wall Street Journal’a verilen bir ilanla satışa çıkarıldı. Silahlarından ve teknik parçalarından önemli bir kısmı çıkarıldıktan sonra hurdaya ayrılan gemiyi, İtalyan’lar jilet yapmak üzere aldılar.
Türkiye adına kayıp tarihimiz adına ayıp
Aslına bakarsanız, Yavuz Zırhlısı’nın satılması Türk Tarihi adına bir ayıp. Neden mi? Öncelikle Yavuz Zırhlısı 1914 yılında, yanında Midilli Zırhlısı olduğu halde İngiliz gemilerinden kaçarak Osmanlı’ya sığınıyor. Biraz önce de bahsettiğim gibi Yavuz, Almanların Goeben Zırhlısı. Midilli ise Breslau Kruvazörü. Biz bunları dünyaya karşı tarafsızlığımız bozulmasın diye satın aldığımızı iddia ediyoruz. Ondan sonra da Alman Amirali Souchon komutasında Osmanlı’dan habersiz Karadeniz’e açılıyorlar. Bazı Rus gemilerini ve Odessa ile Sivastapol’ü bombalıyorlar. Ve bizim Birinci Dünya Harbi’ne girmemize sebep oluyorlar. Dolayısıyla Türk tarihini değiştiren bir gemi. Savaşta yeniliyoruz. Çok miktarda toprak elden çıkıyor. Midilli batırılıyor. Yavuz bize kalıyor.
Yavuz Türkiye’nin en büyük savaş gemisi. Ve Cumhuriyet döneminde bizim onurumuz. Ayrıca Atatürk’ün naşını 10 Kasım’da ölümünden sonra Dolmabahçe’den alıyor ve trenle Ankara’ya gönderilmek üzere İzmit’e çıkarıyor.
Birkaç yıl önce Atina’ya gitmiştim. Orada sahilde Averoff Zırhlısı’nı gördüm. Bizim Yavuz Türkiye için neyse, Averoff da onlar için o kadar önemli. Onların da geçmişte en büyük gemisidir. Birinci Dünya Savaşı’nda görev yapmış, bizim Hamidiye Zırhlısı ile de kapışmış bir zırhlıdır. Onu müze yapmışlar sahile bağlayıp. Okul öğrencileri, halk gelip geziyor
Şimdi Yunanlıların işe nasıl baktığına bakalım. Kendi manevi değerlerini nasıl koruyorlar? Sahile yanaştırmışlar ve müze yapmışlar. Bir de bizim yaptığımız işe bakalım. Jilet yapmışız! Ülkemiz Yavuz’un hurdaya satılmasından ve jilet yapılmasından gelecek paraya muhtaç değildi herhalde.
Bugün Yavuz elde olsaydı böyle bir girişime karşı büyük tepki yaratılır mıydı, ya da kıyamet kopar mıydı? Hiç sanmıyorum. Zira limanların özelleştirmeyle yabancılara verildiği, elde kalan tek tük yolcu gemilerinin satıldığı bir dönemde aksini düşünmek zor.
Diğerlerine ne oldu?
Belki de Türkiye deniz tarihinde Yavuz’dan da daha iyi tanınan tek gemi Atatürk’ü 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkaran Bandırma’dır. Peki Bandırma gemisi ne oldu?
Bandırma, 1924’te hurdaya çıkarıldı. 1925’te jilet oldu. Ancak şimdi geminin aynısı, Samsun Belediyesi ve Valiliği tarafından ortaklaşa hazırlanarak Samsun şehri koyunda, etrafına bir park yapılmak ve bir de heykel dikilmek suretiyle, 19 Mayıs 2003 tarihinde halka açıldı.
Türkiye’nin diğer iki ünlü gemisi, yani Atatürk’ün yatı ünlü Savarona ile son gece döşediği mayınlarla Çanakkale Deniz Savaşları’nda müttefiklere geçit vermeyen Nusret Mayın gemisiydi. Kahraman Sadıkoğlu tarafından 49 yıllığına kiralanan Savanora, bedeli karşılığı özel gezintiler için kullanılıyor. Nusret Mayın Gemisi ise Çanakkale Boğazı, Çimenlik Kalesi’nde, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait müzenin içinde karaya çekilmiş olarak sergileniyor. Nusret’i belli saatlerde gezmek veya Çanakkale Boğazı’ndan geçerken keyifle seyretmek mümkün.
Televizyonu olmayan eğlence merkezine para yok
Avrupa Futbol Şampiyonası başladığından beri Başkent’in eğlence hayatı etkilenmedi desem yalan olur. Hanımlarının tüm muhalefetine rağmen evlerinde televizyonun karşısına geçip maçları izleyenlerin sayısı hiç de az değil. Sonuçta eğlence yerleri çareyi mekánlarının en görünür yerine televizyon yerleştirmekte buldu. Şimdi büyük boy ekranlarda turnuvayı seyredip içkisini içen, yemeğini yiyenler oldukça fazla. Şu anda birçok bar, restoran ve kafede televizyonu daha iyi gören masalar revaçta. Gece kulübü ve diskotekler de bile gözü ekranda, kulağı müzikte, bedeni ise dans pistinde müşterilerin sayısı azımsanmayacak miktarda.
Yaparken yıkmak diye buna denir!
Hem tatil, hem de iş için Antalya’ya 30 kilometre uzaklıktaki Belek Turizm Merkezi’ndeydim. Bilindiği üzere Belek, uluslararası standartlara uygun golf sahaları, beş yıldızlı otel ve tatil köyleriyle ülkemizin önde gelen turistik yörelerinden biri. Sadece golf sahaları, oteller ve ormanlık araziye müsaade edilen bu tatil cennetinde 47 tane beş yıldızlı otel ve 14 adet golf sahası var. Yakında otel sayısı 53’e çıkacak ki, benim yazımda değinmek istediğim konu da bu artışın yarattığı sıkıntılar.
Türk turizmine yeni tesis kazandırayım derken, sektörün gözünü oyan bazı yatırımcılar işin cılkını çıkarmış durumda. Sözü fazla uzatmadan, kaldığımız otelin hemen yanı başında süren inşaat çalışmalarının turizmimizi nasıl baltaladığına değinmek istiyorum. Bilindiği üzere turistik bölgelerde 15 Mayıs’ta başlayıp Ekim ayının ortalarına kadar süren inşaat yasağı var. Ama gel gör ki, bu yasağa uyan yok. Aköz Şirketler Topluluğu sahibi Faik Akdil’in Belek’te bu sezona yetiştirmek istediği otel inşaatı ise aynı hızda sürüyor.
Sabah saat 06:45’de başlayıp, gece yarısına kadar devam eden bu çalışma, bırakın turistleri, yerleşik düzende olanları bile canından bezdiriyor. Yaklaşık 30-40 metre ilerinizden gelen çekiç, balyoz, vinç sesleriyle yatağınızdan fırlıyorsunuz ve gece yastığa kafanızı koyduğunuzda uyuma imkánı bulamıyorsunuz. Bence bunun bir usulü olmalı; çevrede yaşayan ve tatilini geçirmeye gelen turistler sabahın köründe yataklarından fırlamamalı, gece de yatağına huzur içinde uzanmalı.
Sahilde türbin oluştu
Kaldığımız otelin yönetimi yetkili mercilere ne kadar şikáyette bulunduysa da, pek kulak asan olmadı. Yalnız bir gün inşaat çalışmasının durdurulduğunu gördük ki, o da saat 16.00’ya kadar sürdü. Zira Belediye yetkilileri inşaata gelip çalışmayı durdurdu; hatta mühür vurup 52 YTL para cezası kesip gitti. Sonra mı? Mühür kırıldı, dozer ve kepçeler olanca gürültüsüyle çalışmaya devam etti.
Gerçi inşaatın durması da başka bir olumsuzluğu beraberinde getirdi ki, aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık misali, turistler yine canından bezdi. Çalışmaya ara veren tüm işçiler gruplar halinde sahil kesimine bloklaşıp, plajda vakit geçirmeye başladı. Karşılarında türbin oluşturan hırpani giyimli, saçı sakalı birbirine karışmış adamları gören yabancı konukların huzuru kaçtı. Özellikle hanım turistlerin kimi daha iç kısımlara, kimi de havuz kenarına kaçarken, o canım sahil bizim inşaatçılara kaldı.
Anlayacağınız, inşaatın sürmesi de durdurulması da ayrı bir dert. Yalnız inşaatlarını sürdüren firmalara bir çift sözüm var. Daha inşaat aşamasında turiste ve Türk turizmine böyle olumsuzluk yaratanların, otelleri faaliyete geçtiği zaman verecekleri hizmetten ciddi kuşku duymak lazım.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2008
Son yıllarda ünlü, yada kariyer sahibi olmanın yolu kavgadan ve ağız dalaşından geçer oldu. Hemen hemen bütün meslek gruplarını saran bu moda, yeni yıldızlar da yarattı. Tabii çok çabuk da tüketti. Örnek mi? Televizyonlarda reyting rekorları kıran gelin kaynana yarışmaları. Semra Hanım diye biri çıkıyor ve karşısındakine hakaret ederek gündemin baş köşesine oturuyordu.
Peki, spor yorumcularına ne demeli? Ekrandan kişi yada kurumlara salvo atışı yapan, şöhreti yakalıyor. İş dünyasında da durum farklı mı? Ortalıkta cazgırlık yapan köşeyi dönüyor, saltanat kayığında rahat bir yaşam sürdürüyor. Hepsinin ortak yanına bakarsanız şöhret ömrü fazla uzun sürmüyor ve gündem ile güçten kısa sürede düşüyor.
Bunun tek aykırı örneği var, o da Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nda yaşanıyor. Ankara halkını kobay olarak kullanan ve ardından da, ajitasyon yapılmasın diye suyu Ankara’ya verdiğini söylemediğini belirten Melih Gökçek’in, bu ne ilk ne de son kavgası. 1994’den beri Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olan Gökçek, başkanlık koltuğuna ilk oturduğu günden itibaren, gerek icraatları, gerekse söyledikleriyle hep gündemde oldu. Basın tarafından sık sık kaleme alınırken, tüm eleştirilere rağmen, koltuğundan bir türlü devrilmedi. Gerçi son yıllarda karizmayı fena çizdirip, bırakın önümüzdeki yerel seçimleri kazanmayı, partisinden aday gösterilmesini bile zora soktu ya, neyse... İşte, bizim ekipten gazeteci Hüseyin Keten’in araştırması sonucu Gökçek ’in olay yaratan icraatları ve söylemleri.
Başkan oldu sanata tükürdü
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, ilk çıkışını sanatın içine tükürerek yaptı. 1994 yılında, Heykeltıraş Mehmet Aksoy ’un, Altınpark’taki "Periler Ülkesinde" isimli eserini, "Böyle sanatın içine tüküreyim. Ahlaksızlığın adını sanat koymuşlar" diyerek parçalatınca, bir anda tüm Türkiye’nin gündemine oturdu. Daha başkan seçildiğinin ilk yılında bu eylemiyle tepki toplayan Gökçek, ileriki yıllarda yapacaklarının da sinyalini veriyordu. Hatta heykel operasyonları bununla sınırlı kalmadı. Bakım için depoya kaldırılan kadınlar ve çocuklar heykelini de, yine "müstehcen" bulduğu gerekçesiyle, bir daha depodan çıkarttırmadı. Üstelik, büyük tepki aldığı heykele tükürme gibi tepki toplayan uygulamalarının, kendisi için şeref olduğunu vurgulayarak, yaptıklarının arkasında durdu.
Gökçek’in, bir diğer heykel kaldırma teşebbüsü daha oldu, ama başarıya ulaşamadı. Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın yaptırttığı Nazım Hikmet heykelini de yıktıracağı söylendi. Ama bunda başarılı olamadı. Bu arada içine tükürerek parçalattığı "Periler Ülkesi" heykeli için de, eserin sahibi Mehmet Aksoy’a yüklü bir tazminat ödemek zorunda kaldı.
Hitit Güneşi gitti minareler geldi
Başkanlığının üstünden henüz bir yıl geçmişti ki, Melih Gökçek bu kez, Ankara’nın amblemini kafasına taktı. Yıllarca pek çok belediye başkanı tarafından kabul gören Hitit Güneş Kursu, Gökçek’in hışmına uğradı. Bu amblemin yerine, "Ankara’yı daha iyi tanıttığı ve ifade ettiği" gerekçesiyle, minareli bir amblem kabul edildi. Amblem için gereken valilik onayını bile beklenmezken, bunu tüm belediyede uygulattı. Tabii peşinden iptal davaları geldi. Hatta bir ara "amblem referandumu" yapacağı bile söylendi. Mahkemenin pek çok kez iptal kararına rağmen amblemden vazgeçmedi.
Gökçek, amblemini savunmak için her yolu denedi. Hatta bu amblemdeki Kocatepe Camii ve Atakule’nin Atatürk’ü anımsattığını bile söyledi. Ancak, Ankara 3. İdare Mahkemesi, kullandığı amblemi iptal etti ve Hitit Güneş Kurs’lu ambleme dönülmesi gerektiği yolunda karar verdi.
Köprülü kavşaklar
Melih Gökçek, 1998 yılında başlayan Akay Kavşağı projesinden sonra, Ankara’yı kelimenin tam anlamıyla bir "köstebek yuvasına" çevirdi. Seri halde başlayan alt geçit ve üst geçit projelerinin ilki sayılan Akay Kavşağı projesi, çok fazla eleştirildi. Hiçbir işe yaramadığı, çok yüksek paralara mal olduğu gibi eleştiriler, o dönemde gazete sayfalarını doldurdu.
Ama hiç biri Gökçek ’i yıldırmadı. Birbiri ardına açılan iptal davalarına rağmen, Ankara’nın ortasından bir otoban geçirdi. Çankaya’yı, Esenboğa’ya, trafiğin hiç aksamadan akması hayaliyle birleştirmeye karar veren Gökçek, trafik tıkanıklığı gördüğü her yeri alt ve üst geçitlerle doldurdu. Bu geçitlere, ne kadar hızlı bir şekilde tamamlandığı göstermek için de, "100 Gün alt geçidi", "80 gün üst geçidi" gibi isimler koydu. Son olarak Kavaklıdere alt geçidini yaptıran Gökçek, Ankara’nın çehresine, geri dönülmez müdahalelerde bulundu. Bu projelerini de hiç durduracak gibi görünmüyor. Şimdiye kadar 78 adet alt ve üst geçit yaptıran Gökçek, bunlara bir 50 tane daha eklemeyi planlıyor. Ankara’yı, kelimenin tam anlamıyla, sadece otomobillerin yaşadığı bir şehre dönüştürmeyi istiyor. Yolların genişletilmesi için, yayaların kullandığı kaldırımlar, gitgide daraltılıyor.
Neyi paylaşamıyorlar
Melih Gökçek’in Ankara’daki en büyük rakibi, aynı partiden Keçiören Belediye Başkanı olan Turgut Altınok. Çünkü Altınok, gözünü Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na dikmiş durumda. Son seçimlerde, Başbakan Tayip Erdoğan’ın ricasıyla bu isteğinden vazgeçen Altınok, yine de Gökçek’in başkanlığını hazmedemiyor. Bu da, Gökçek’i çok rahatsız ediyor. İki belediye başkanının çatışmaları ise sık sık gündeme geliyor. Hatta bu çatışmalar, zaman zaman taşlı sopalı, tabancalı bıçaklı bir hal bile alıyor. İki belediyenin işçileri karşı karşıya geldiğinde mutlaka bir arbede çıkıyor. 2006 yılında meydana gelen olayda, Büyükşehir Belediyesi ekipleri, Keçiören Belediyesi’nin Fatih Sultan Mehmet Parkı’nda başlattığı inşaatın tabelaları sökünce, Büyükşehir Çevre Koruma Başkanlığı kurşun yağmuruna tutuldu. Melih Gökçek, "Resmi plakalı araçlarla gelip, kurşun attılar" dedi. Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok ise "Olay komplo" diye konuştu.
Yıllardır genelevi aklından çıkarmadı
2000 yılına gelindiğinde, bu kez Gökçek ’in gündeminde genelev vardı. Ankara’nın Bentderesi Semti’ndeki genelevi kaldırmaya ve şehir dışına taşımaya karar veren Gökçek, Belediye Meclisi’nden karar çıkarttırdı ve Ankara Valiliği’ne başvurdu. Valilik uygun bir yer bulunması ve taşınması için bir yıl süre tanısa da, Gökçek bu hayalini gerçekleştiremedi. Genelev kadınları ayaklandı; hatta televizyonda katıldığı bir programa canlı bağlandılar.
Alkol karşıtlarının baş aktörü
Melih Gökçek, tüm AKP Belediyeleri gibi alkole karşı bir tavır sergiliyor. Belediyeye ait parklarda ve bu parklardaki restoranlarda alkol satışı ve içilmesi tamamen yasak. Alkolle ilgili tartışmalar ise sık sık gündeme geliyor. Bu tartışmalardan birinde, alkol yasağının kaldırılmasını isteyen CHP’li meclis üyelerine, "O zaman transseksüeller de Cinnah Caddesi’nde çalışsın. Alın size bu da özgürlük" savunmasını yapınca ilginç bir diyalog yaşandı. CHP’li Fazıl Güleken, "Sayın Başkan siz de transseksüellere kafayı taktınız." deyince de, "Siz nasıl alkole kafayı taktıysanız bende transseksüellere kafayı taktım." diye yanıt verdi.
Kaderine terk ettiği tarihi park
Ankara’nın en köklü simgelerine kafayı takan Melih Gökçek’in elini attığı bir diğer proje ise Gençlik Parkı. Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri Ankara’nın en gözde eğlence merkezlerinden biri olan Gençlik Parkı, yenilenme projesi altında halkın kullanımına kapatıldı. Ama söylentiye göre, bu kapatmanın altında, parkın içinde bulunan içkili mekánlar yatıyor. Buradaki içkili mekánları, aşırı tepki alma korkusuyla kapatamayan Gökçek, tadilat bahanesiyle parkı tamamen kapatmayı tercih etti. Gençlik Parkı tekrar hizmete girerse, burada alkol satılan mekánların hiç birini görmek mümkün olmayacak.
Sokak ve cadde isimlerine taktı
Melih Gökçek, belediye başkanlığı sırasında pek çok cadde ve sokak ismini de değiştirdi. Genellikle dini motifler veya Türkî Cumhuriyetlerle ilgili isimleri tercih eden Gökçek, bu konuda da büyük tepkiler aldı. Bu isim tutkusu, onu yaşarken adı sokak, cadde, mahalle ve hatta baraja konan kişiler arasında ilk sıralara getirdi. Melih Gökçek Mahallesi, Gökçek Barajı, Esertepe Merkez Melih Gökçek Cami, Melih Gökçek Parkı, Melih Gökçek Bulvarı ve daha bunun gibi pek çok yere ismi verilmiş durumda.
Tabii sokak isimleri konusunda sadece kendini düşünmüyor. Belediye Başkanvekili Seyfi Saltoğlu’nun ismi bir caddeye verilince, basında yine büyük yankısı duyulmuştu.
Spora da el attı
Futbol ülkemizde, bulaştığı kişiyi popüler yapan en önemli etken olunca, Melih Gökçek’in de, bu spora kayıtsız kalması düşünülemezdi. 2. Lig’de top koşturan Ankaraspor’u himayesine alan Gökçek, takımın adını da, Büyükşehir Belediyesi Ankaraspor olarak değiştirdi. Kısa sürede Süper Lig’e çıkan Ankaraspor’un yönetimi ise oğul Ahmet Gökçek’e verildi. Şimdi takımın Başkanı olarak Ali Fikri Akşirin, Onursal Başkan Melih Gökçek görülüyor. Ama bilinen bir şey var ki, o da, Melih Gökçek’in, Ankara’nın en köklü kulüplerinden Ankaragücü’nün yönetimini ele geçirmeye çalışma planları içinde olması.
Ankara’ya Kerbela’yı yaşattı
2007 yazı, Ankara’nın tarihine "susuz yaz" olarak kazındı. Su konusunda gerekli tedbirleri almayan ve yatırımları yapmayan Melih Gökçek, Ankara’yı susuz bıraktı. Ankara aylar boyunca, bir tek damla suya hasret kaldı. Gökçek’in gereksiz yere suyu kesmesi ise sıcaktan kavrulan Başkent’e Kerbela’yı yaşattı.
Oysa 2004 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi uyarılmış ve birkaç yıl içinde yatırım yapılmadığı taktirde, Ankara’nın susuz kalacağı söylenmişti. Ama Gökçek, "Su önceliğimiz değil" diyerek, bu uyarılara kulak asmamıştı. Su konusunda Allah’a sığınan ve yağmur duasına çıkmayı önerirken, "Cenab-ı rabbim yağmur yağdırırsa, susuzluğa çare buluruz" diyerek, tarihi açıklamalarından birini yapmıştı. Allah’tan medet uman Gökçek, suçu da her zamanki gibi başkalarına attı.
Gökçek’in suyla ilgili tasarruf tedbirleri ise yine tam ona uygundu. "Ailenizi alın memleketinize, annenizi babanızı görmeye gidin" diyerek, suyla ilgili en büyük tasarruf tedbirini açıklamıştı. Hatta belediye işçilerine iki ay izin vereceğini açıklamıştı. Ona göre, 50-60 bin Ankaralı şehri terk etse su krizi kendiliğinden çözülecekti.
Bir diğer su tasarrufu tedbiri ise, banyo yaparken ayakların kovaya sokulmasından ibaretti. Televizyonlarda, canlı yayınlarda "Banyo yapmayın, sadece başınızı yıkayın" diyor ve ardından ekliyordu. "Yıkanırken ayaklarınızı kovaya sokun, biriken suyu da başka yerlerde kullanın".
Su geldi bilim adamlarını gerdi
Su krizi Ankara’da giderek büyüyordu. İşte günlerce süren su kesintileri devam ederken, susuzluktan kıvranan Ankara’yı sel basıyordu. Demetevler Cemre Parkı yanındaki boş arazinin altından geçen ana boru patlayınca, sular 10 metreye kadar fışkırıyor; ağaç ve otomobilleri önüne katıp sürüklüyordu. Cemre Parkı ve civarı ile Bağdat Caddesi’nin bir bölümü ve İstanbul Yolu’nda Çiftlik Kavşağı alt geçidi sular altında kalıyor, trafik aksıyordu. Pek çok ev ve işyerini su basınca, bu kez devreye Başbakan Recep Tayip Erdoğan giriyor, daha doğrusu girmek zorunda kalıyordu. Bir gece Gökçek’i AKP Genel Merkezi’ne çağıran Erdoğan, rivayetlere göre onu epey haşlıyor ve "Hatası panik çıkartmak" diyerek eleştiriyordu. Zaten ertesi gün de su kesintileri son buluyor, birkaç günlük suyu kaldı denen Ankara’da daha sonraki günlerde su kesintisi yaşanmıyordu.
İşte bu esnada, Ankara’nın su sorununa çözüm olarak üretilen Kızılırmak suyu projesi hayata geçiriliyordu. Aralık 2007 tarihinde geleceği söylenen Kızılırmak suyu, Mayıs 2008’de gizlice evlerimize kadar ulaşıyordu. Su geldikten 21 gün sonra ise Melih Gökçek, kobay olarak kullandığı Ankaralılara "ajitasyonu önlemek için" böyle bir yola başvurduğunu söylüyordu. Şu sıralar ise bilim adamlarıyla Gökçek arasında bu suyun insan sağlığı üzerine etkileri konusunda tartışma yaşanıyor. Arsenik oranları üzerinden yürüyen bu polimik ise daha çok süreceğe benzer.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2008
BAŞKENT olmasıyla birlikte küçük bir Anadolu kasabası olmaktan çıkan Ankara, yıllar içinde modern yaşamın ihtiyaçlarını karşılayacak her türlü mekanı bünyesine katmayı başardı. Araştıranlar, hatta o süreci yaşayanlar bilir, Cumhuriyetin ilk yıllarında birbiri ardına açılan Batı tarzı restoranlar, müdavimleri siyasetçilerle birlikte anılır oldular. Karpiç’in adı Atatürk’le; RV’nin adı İsmet İnönü ile bütünleşirken, Süreyya Gazinosu ile Yüksel Palas, Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın tercihi oldu.
Ancak zaman hızla akıp giderken, bir döneme damgasını vurmuş Karpiç, Ankara Palas, Uğrak, Merkez Lokantası, Süreyya Gazinosu, Astorya Gazinosu, Gar Gazinosu, Amabasador Kulüp, Ömür Pastanesi, Washington Restoran gibi mekanlardan kimileri kapandı, kimilerinin eski parlaklığı kalmadı. Bazıları ise aradan geçen 50 yıla rağmen ayakta kalmayı başardı; tabii ki lezzetinden ve kalitesinden ödün vermeden.
Sanayi, bilişim, eğitim ve ticaret hayatıyla Türkiye ekonomisinin en önemli kentlerinden olan Ankara, son yıllarda yarattığı fastfood zincirleriyle de dikkat çekiyor. Ankaralı kafe, pastane, restoran grupları, gerek şubeler gerekse alışveriş merkezleri içinde kurdukları zincirlerle yeme-içme sektörüne damgasını vuruyor. İşte Aysel Alp ile yaptığımız araştırma sonucu Başkent’te doğup büyüyen ve Türkiye’yi de çevreleyen lezzet durakları:
Kahkaha Kebap!
Çocuklarınızın sıkılmadan, şen kahkahalar eşliğinde yemek yiyeceği ilginç bir mekanla, yani Kukla Kebap’la anlatmaya başlayayım. Ünlü kukla ve gölge oyunu sanatçısı Hadi Poyraz’ın 1958’de Cebeci’de açtığı dükkánla adını duyuran Kukla Kebap, faaliyetini Balgat şubesiyle devam ediyor. Cebeci’deki işletmenin müdavimleri büyürken, çocukken yemek yedikleri, kukla izledikleri bu mekana, artık anne-baba ve dede-nine rolünde geliyorlar.
Mönüde ’kukla kebap’ sahnede Karagöz ile Hacivat, Nasreddin Hoca, Keloğlan ve eşeği, Başkent’in 50 yıldır vazgeçilmezi olurken, bu ün kısa sürede diğer illere de sıçradı. Adana, Mersin, Eskişehir ile Konya’da M1 Tepe ve Kule Site Alışveriş Merkezleri’nde şubeler açan Kukla Kebap, diğer illerden gelen talepleri ise değerlendirme aşamasında bulunuyor.
Kukla Kebap, şimdilerde yeni markalar yaratmanın heyecanını yaşıyor. Türk ve Osmanlı mutfağının en seçme lezzetlerini ’Hayalhane’ markasıyla Etlik Antares AVM’de hizmet veren şirket, ’Pidemiz’ markasını ise Cepa AVM ve Konya Kule Site AVM’de müşterileriyle buluşturuyor.
28 yıllık Ankaralı pizza durağı
1984 yılında Fuar Sokak’ta küçük bir restoranda başlayan Tadım Pizza, ardından Mesnevi Sokak’ta çıktı sevenlerinin karşısına. 1990’da Tunalı Hilmi Caddesi’nde açılan üçüncü şubenin ardından, gençlerden aldığı enerjiyle franchising sistemine geçti. Ankara’da hem alışveriş merkezlerinde, hem de kentin göbeğinde 12 işletmesiyle faaliyet gösteren Tadım Pizza’nın, İstanbul’da üç; Bursa, Adana, Antalya, Bolu ve Mersin’de birer restoranları bulunuyor.
Kuki kolunu ABD’ye kadar uzatacak
Cafemiz ile 1993 yılında sektöre adım atan Üner Grup, ardından Kuki markasıyla çıktı Başkentlilerin karşısına. Cafemiz’i tek mekánla sürdürseler de, Kuki’yi hem yurtiçi, hem de yurtdışında franchise sistemiyle büyütmeyi hedefleyen grup, zincire İstanbul, İzmir, Antalya, Bodrum gibi halkalar katmayı planlıyor. Washington’dan bile şube açmak için teklif alan Kuki’ye bu öneriyi, Ankara’da çalışmış bir büyükelçilik görevlisi getirmiş.
Kendi yarattığı Kuki markasından sonra Amerika’nın ünlü zinciri DKNY’i Türkiye’ye taşıyan grup, 1998 yılında da Başkent’in gözde Çin restoranı Quick China’yı hizmete açtı. Beş mutfağı, beş yabancı aşçıyla Ankara’ya taşınan Quick China, Çin mutfağı ile sushiyi aynı ortamda sunan ilk ve tek işletme olma özelliğine sahip. Çin, Tayland ve Japonya’dan sonra yakın bir zamanda Vietnam mutfağından lezzetleri de mönüsüne ekleyecek olan işletme, Ankara’da Gaziosmanpaşa’dan sonra açtığı Çayyolu ve Bilkent şubeleriyle hizmet veriyor. Yakın bir zamanda İstanbul başta olmak üzere, çeşitli illerde şubeler açmayı planlanıyor. Quick China ortakları Boğaç Üner, Ali Doğan ve Engin Aras, hem yeni tatları Türkiye’ye getirmede, hem de zinciri büyütmede iddialı olduklarını belirtiyorlar. Ancak Quick China markası, Kuki gibi franchise sistemiyle değil, kendi bünyesinde açılacak şubelerle büyütülecek.
Pidenin pir’i
Karadeniz mutfağının vazgeçilmez lezzetlerinden olan pideyi, 1989 yılında Mesnevi Sokak’taki ilk restoranıyla Başkentliler ile buluşturan Sampi, bu lezzeti sadece Türkiye’ye değil, yurtdışına da ulaştırıyor. ’Samsun pidesinin dünya mutfakları içinde hak ettiği yeri alması’ hedefiyle yola çıkan Sampi zincirinin 33 halkası bulunuyor. Ankara, İstanbul, Antalya, Tekirdağ (Çorlu), Adapazarı, İzmit ve Batman’da halkaları bulunan Sampi, yılsonuna kadar şube sayısını 75’e, il sayısını ise 18’e çıkarmayı planlıyor.
Kısa bir süre önce Metro Yatırımlar Grubu şirketlerinden Van Et ile ortaklık sözleşmesi imzalayan grup, bu ortaklıkla yurtdışına açılmayı hedefliyor. Pizza memleketi İtalya başta olmak üzere, ilk etapta Almanya ve Fransa’da restoranlar açmayı planlayan grup, "Neden İtalya" sorusuna, "Avrupa’yı hamurun pizza dışındaki versiyonlarıyla tanıştırmak istiyoruz" karşılığını veriyor.
Bozkırın görkemli balıkçısı
Ankara suya hasret kalsa da, dalgıçlarıyla olduğu kadar, balık restoranlarıyla da ünlü bir şehir. TED Koleji’nden arkadaş Mehmet Ali Ertuğrul, Semih Apa ve Melih Özbayram’ın 2003 yılında kurdukları Kaptan Gıda, Türkiye’de bir ilke imza atarak, deniz ürünlerini fastfood zincirine taşıdı. ’Denizden gelen lezzet ve sağlık’ parolasıyla yola çıkan Myfish, "Denize sıfır sağlık ve lezzet" parolasıyla büyüyor. Deniz ürünlerini kaliteli, hızlı ve uygun fiyatlarla hem yurtiçi hem de yurtdışındaki Myfish limanlarında sunmayı hedefleyen zincirin, Ankara ve İstanbul’da 4’er, Kayseri ve Eskişehir’de birer limanları bulunuyor. Myfish mönüsü deniz ürünlerinin yanı sıra, Ege otları ve zeytinyağlılardan oluşan geniş bir ürün yelpazesine de sahip.
Myfish’leri sadece yurtiçine değil, yurtdışına da taşımayı hedefleyen üç arkadaş, 2004’te Myfish’in marka patentini aldılar. Bugün itibariyle 44 ülkede ise marka tescilini almış bulunuyorlar. AB üyeleri başta olmak üzere, birçok ülkeden franchise talebi alan Kaptan Gıda, yurtdışına açılma planlarını hızlandırmış bulunuyor.
Ankara Cepa ve İstanbul Capacity AVM’deki restoran, ’içinden tekne geçen restoran’ olarak tanınıyor. Duvarlarında masmavi denizin, birbirinden güzel teknelerin, yelkenlilerin olduğu bu restoranlar, tayfaları ve kaptanıyla müşterilerini beklerken, mekána ahşap bir iskeleden giriliyor.
Yabancılara kafa tutan Ankaralı
1919’de bir yabancı tarafından kurulan ve 1949 yılında Tuncay Ailesi’ne geçen ünlü Kocatepe Kurukahvecisi, 1996 yılında itibaren birbiri ardına açtığı kahve evleri ile dikkat çekiyor. Kahve Evi Kocatepe’de, başta Türk Kahvesi olmak üzere, kendi imalatı olan kahve çeşitleri servis ediliyor. Ürün grupları arasında aromalı kahveler, hazır kahve, dünya kahveleri, çeşitli çaylar, soğuk ve sıcak kendine özgü içecekler, aperatifler ve sandviçler, pizza, salata, makarna, tatlı ve pastalar yer alıyor.
Yabancı kahve zincirlerine alternatif olarak açılan Kahve Evi Kocatepe, franchise ile büyüyor. Ankara, İstanbul, Denizli ve Kocaeli’nden sonra Antalya’da açılacak olanla birlikte, Kahve Evi Kocatepe’nin sayısı 20’ye ulaşacak. Firma, Cafe&Bistro ve Express olmak üzere iki farklı konsepte mağaza açıyor. Cafe&Bistro için büyüklüğü 150 ila 300 metrekare arasında değişen bir mekán gerekiyor. Express’te ise 50 ila 100 metrekare büyüklüğündeki lokasyonlar yeterli görülüyor.
Bu baklava ve börekler 61 yılın eseri
İstanbul için Karaköy Börekçisi ne ise Karacaoğlu Baklava Börek de Başkentlilerin gözdesidir. Faaliyetine 1947 yılında Cebeci semtinde başlayan işletme, babadan oğula geçerken, gücüne güç katıyor. Su böreklerinin yanında, içli köftesi, birbirinden leziz hamur tatlılarını dört şubede hizmete sunan grup, alaturka restoranlarında kebap ve ızgara çeşitleriyle boy gösteriyor. Mönüsünde döner, lahmacun ve İnegöl Köfte olan şubeler ise ayrı faaliyet gösteriyor. Unlu mamuller konusunda dünyaca ünlü Perfect Bakery Türkiye’nin isim hakkını da bünyesinde tutan Karacaoğlu Grup, otel ve catering firmaları için Van der Pal tereyağını üretiyor. Bu yağın yeni çeşidi Butterstick ise havayolu şirketleri, resmi kuruluşlar ve okullar tarafından tercih ediliyor.
"Lezzet Beldesi" sloganıyla yola çıkan Uludağ Et Lokantası ise 52 yıllık deneyimini beşinci işletmesine de taşıdı. Ulus’tan yola çıkan Uludağ zinciri, İstanbullularla Florya’da buluşurken, kuruluşun en büyük halkasını oluşturdu. Bugün Ankara’da dört şubesi olan Uludağ’ın hedefi diğer büyük şehirlerede yayılmak.
Bir örnekte pastahane zincirinden verelim. 1970’lerde Hacıosmanoğlu ailesi tarafından temelleri atılan şirket, 1993 yılında Liva pastaneleri ile pastacılık sektörüne giriş yaptı. Liva Bistro ve Liva Time ile iki marka daha yaratılırken, Ankara’da sayıları 15’e ulaştı.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2008
Geçen hafta Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu ile günübirliğine Kayseri’ye gittik. Esenboğa Havalimanı’nından havalanan 8 kişilik özel uçakla gerçekleşen yolculuğumuz esnasında birbirimizi daha iyi tanıma fırsatı bulduk. Yerden 8 bin metre yüksekte, siyasetten ekonomiye, özel yaşamdan hayallere kadar birçok konuyu konuştuk. Doğrusunu söylemek gerekirse de, iş áleminin bir numaralı patronu konumundaki Rıfat Bey’e sevgim bir kat daha arttı.
Konuşmalarındaki sıcaklığı, davranışlarına da yansıyan TOBB Başkanı’na yolculuk esnasında refakat eden bir tek ben değildim. TOBB ve Ankara Ticaret Borsası’nın Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Faik Yavuz, Türk Standartları Enstitüsü Başkanı Kenan Malatyalı, Gümrük ve Turizm İşletmeleri Yönetim Kurulu Başkanı Arif Parmaksız yolcu kabininin diğer sakinleriydi.
Uçakta kendin pişir, kendin ye misali serviste Kenan Bey’in özel olarak hazırlattığı Çorum usulü pekmezli ve çökelek peynirli lavaşlar kahvaltı mönüsü oldu. Dönüşte ise Rıfat Bey’in memleketi Kayseri’nin övünç kaynağı pastırma ve sucuk, sıcak pidenin yoldaşı olarak midelerimize indi. Bu esnada da kendisinin ve TOBB’un görüşlerini yansıtan uzunca bir söyleşi yaptık. Doğrusu rakamlara dayandırarak anlattıkları mevcut durumumuzun profilini çok iyi yansıtıyordu. Birazdan özetleyerek ve en can alıcı bölümlerini aktararak vereceğim konuşma ilginizi çekecektir.
FORSUNU TİCARİ İLİŞKİLERİNDE KULLANIYOR MU?
Son aylardaki gergin ortamı hatırlatıp, iktidarın, birçok sivil toplum örgütüyle ve kurumlarla kavga içinde olduğunu söylüyorum. İlaveten de "Türkiye’yi sükûnete kavuşturmak anlamında biraz balans ayarı gerekmiyor mu?" diye soruyorum. Kısa ve öz bir cevap veriyor.
"Aslında burada herkesi sağduyulu olmaya davet ediyoruz. Eğer bugün ülke böyle gergin bir ortama gelmişse bunların sadece tek taraflı olması düşünülemez. Herkesin bu gerginlikte katkısı olmuş olabilir. Bizim de, diğerlerinin de."
Sözlerinden anlıyorum ki, bu kavganın merkezinde yer almadan durumu geçiştirmeye çalışıyor. Boşuna ısrara gerek yok, hemen özeline dönüp şahsına yönelik sorular soruyorum. En başta da Türkiye’nin gözde koltuklarından birinde oturduğunu hatırlatıp, soruyorum. "Siyasi erkler üzerinde önemli bir etkiniz var. Forsunuzu ticari ilişkilerinizde kullanıyor musunuz?" Hiç düşünmeden cümlelerini birbiri ardına sıralıyor.
"Oturduğumuz koltuklar fors kazanma yeri değil. Ben açık söyleyeyim; burada gururla ifade edeyim diye söylüyorum, ben iş adamıyım. İş adamı olduğum için Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanıyım. Sizler benim işimi biliyorsunuz, aileden olan işlerim kendi işlerim dahil çok büyük işlerimiz var. Ancak beni zannediyorlar ki artık devlet memuru oldum. Gazetenin birisi ’şirket kurmuş’ diye kocaman yazı yazmış. Allah Allah şaşırdım yahu. Benim işim şirket kurmak, iş yapmak. Yani ben iş yapmazsam ne yapacağım? O zaman Odalar Birliği Başkanı olmam, gider bir kamu kuruluşunda çalışırım. İki yıl önce, 364 oda ve borsa başkanımızla beraber Başbakan’ın huzurunda bir toplantı yaptık. Ayrıca toplantıda 8 bakan ve birçok müsteşar vardı. Bir soru sordum. ’Sayın Başbakanım şahsi işlerimle ilgili size hiç geldim mi?’ Bakanlar da oradaydı. Onlara da, ’Sayın Bakanlarım size geldim mi?’ diye sorumu tekrarladım. En son olarak da ’Hadi sizlere gelmedim, belki müsteşarlara gitmiş olabilirim. Sayın Müsteşarlarım şahsi işim için size geldim mi?’ dedim? Hepsi ’Yok’ dediler. Çünkü ben bir milyon 300 bin kişinin sorumluluğunu taşıyorum. Anlayacağınız, kendi şahsi işlerimi hiçbirine götürmedim. İşte bu makamlar bu mevkiler hepimiz için fors kullanma yeri değil, tam tersine gücümüzü zayıflatma yeri."
KAYSERİ KURNAZLIĞI DEVREDE
Ülkemizin en güçlü koltuklarından birine konuşlanan kişinin güç zayıflamasından bahsetmesi ilgimi çekiyor ve "Gücünüz nasıl zayıflayabilir ki?" diyerek merakımı gidermeye çalışıyorum. Yanıt Kayseri kurnazlığı ile gelmekte gecikmiyor.
"Bizim Kayseri’de bir laf vardır. Ben küçükken öyle öğrettiler, ama tam iyi dinlememişiz. ’İşin ununa mı bakacan, ününe mi bakacan?’ Oğlum sen ununa bak, ününü bırak derlerdi. Biz okumuşundan olduğumuz için, gittik yine ün tarafına baktık, un tarafını bıraktık. Bu işte başkan olduğun sürece unu unutursun, işin ünü de insana un kazandırmaz."
Daha sonra uzun uzadıya Dünya ve ülke ekonomisini konuşuyoruz. Çok ilginç rakamlarla mevcut durumu anlatıyor. Onları tatil gününde sıkıcı olmamak için Pazar yazıma değil, Ekonomist ve Tempo dergilerinin sayfalarına ayırıyorum. Aslında gündemi takip edenler için çok enteresan bilgilerle dolu. Ancak küçük bir bölümü de aktarmadan geçemeyeceğim. Türkiye kişi başına düşen milli gelirde çok büyük rakamlara mı ulaşıyor? Yani zenginleşiyor muyuz? diye bir soru yöneltiyorum;
İKİNCİYDİK BEŞİNCİLİĞE DÜŞTÜK
Dünyadaki ve Türkiye’deki yıllık ortalama milli gelir büyüme hızlarına bakarken geçmiş yıllar ile bugünü karşılaştıralım. Büyümeye şöyle bakın: Bir insanın sağlıklı olup olmadığını nasıl anlıyoruz? Tansiyonu ölçeriz değil mi? Yahut da ateşine bakarız. Ekonomi iyi mi gidiyor, kötümü gidiyor, barometresi de büyüme hızı. Neyi saklarsan sakla, iyi mi gitti, kötü mü gitti değerlendirmeyi buradan yapacağız. Türkiye’de 2002-2006 yılları arasında, yani siyasi ve ekonomik istikrarın olduğu devrede yüzde 7’lik bir büyüme olmuş. Aynı yıllar arasında BRİC ülkeleri dediğimiz Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin, yüzde 8,1 büyümüşler. Bizden sonra Asya ülkeleri, Doğu ve Batı Avrupa ülkeleri gelmiş. Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den sonraki gelen müthiş bir noktadaydık ve başarılıydık. Bunu da Türk özel sektörü yazdı. Ancak 2007 yılına gelince iş değişti. BRİC ülkeleri yüzde dokuz büyürken, onu biz değil, altımızda kalan ülkeler takip etti. Asya yüzde 5,3’den 6,7 büyümeye yükseldi. Doğu Avrupa 4,9’dan 5,2 büyümeyi yakaladı. Biz ise yüzde 7’den 4,5’a düştük."
BU GİDİŞTE 2019 HESAPLARI HAYAL
Doğal olarak bundan sonraki ay ve yılları soruyorum. Hesaplamış ve bir tablo üzerinde ülkemizin gelecek yıllarını anlatıyor.
"Eğer Türkiye yüzde 7 büyürse, Avrupa Birliği’nin fert başına düşen gelirinin yarısını 2019’da yakalayacak. Ancak 2007’deki gibi, 2008’de devam eden gibi olursa ancak 2050’de yarısını yakalayacağız. Şimdi 2019’da mı yarısına ulaşmak istersiniz, yoksa 2050’de mi? Para olarak ne kaybımız oluyor? 2019’a geldiğimizde yüzde 7 büyümeye Türkiye devam ederse fert başına düşen gelirimiz 21 bin dolar olacak. Yüzde 4,5 büyümeyle giderse 13 bin dolar. Anlayacağınız, ülkenin ekonomisinin iyi gidip gitmediğini ölçeceğimiz yer büyüme hızı. Ülkemiz büyümede maalesef sinyal veriyor."
Pazartesi ve Cuma günlerine dikkat! Karşınıza hafta sonu sürücüsü çıkabilir
Ankara’da yaşanan trafik kazalarına yönelik ilginç bir istatistik elime geçti. Büyük kısmı hasarlı olmak üzere gerçekleşen kazalar en fazla Pazartesi sabah ile Cuma akşamüstü yaşanıyor. Nasıl mı? İsterseniz yanıtını vermeden önce önemli bir konuya değineyim.
Başkentteki birçok cadde, hatta sokak 3- 4 şeritli oldu. Ancak şoförler bir türlü trafik akışında konumlanacağı yeri öğrenemedi. Pek çok araç sağ şeritler boşken, inatla sol şeritten gitmeyi uygun görüyor. Hatta aralarında kamyon ve otobüsler de bir hayli fazla. Sonuçta da yolların sağ şeritleri hep boş, sol şeritler kalabalık. Emniyetin bu konu üzerine eğilip, şoförleri yol boşken sağ şeride yönlendirmesi lazım. Bunun en güzel yolu da trafik cezalarını uygulamak. Birçok yerde trafik yavaş akıyorsa bilin ki yolun doluluğundan değil, sol şerit hastalığından.
Gelelim trafik kazalarının en çok Pazartesi sabah ile Cuma akşamüstü yaşanmasının nedenine. Özellikle resmi dairelerin fazla olduğu, çalışanların çoğunun işine kurumunun sağladığı servisler ve toplu taşım araçları ile gidip-geldiği şehirde, hafta içinde özel arabalar pek kullanılmıyor. Cadde ve sokaklardaki park yeri sıkıntısı, arabası olan başta memurlar olmak üzere çalışanların önündeki en büyük engel. Hal böyle olunca da, birçoğu çalıştığı kurumun geniş otoparkından yararlanmak için Pazartesi sabah arabasıyla iş yerine gidip, orada park ediyor ve Cuma akşam üstüne kadar da direksiyon başına geçmiyor. İşte, kazalar da Pazartesi gidişler ile Cuma dönüşlerde oluyor.
Ankara’da günde ortalama 270 civarında kaza gerçekleştiğini belirten bir emniyet yetkilisi, "Bu sayı Pazartesi ve Cuma günleri 400 rakamını buluyor" diyor.
Anlayacağınız kamu ile özel kurum çalışanlarının trafikte olduğu bu gün ve zaman diliminde aman trafiğe dikkat!
Devletin üst kademesinin her şey dahil maşını merak ediyor musunuz?
Geçenlerde üşenmeyip, devletin üst kademesinin maaş, ek ödenek, yol ve diğer gider kalemlerindeki hak edişlerini çıkardık. Birçok tartışmaya neden olan gelirlerine bakıp, Türkiye ortalamalarına göre çok mu, yoksa az mı alıyorlar, siz karar verin. Bu arada kararınıza yardımcı olması açısından da birkaç ülkenin ortalama milli geliri ile devlet adamlarının maaşlarını da ilave ediyorum.
Kamu-Sen’in araştırmasına göre; gelişmiş ülkelerde devlet başkanları ve başbakanların yıllık gelirleri şöyle: ABD Başkanı Bush’un yıllık geliri 400 bin dolar (480 bin YTL). Başkan Yardımcısı Cheney’nin yıllık geliri 208 bin 575 dolar (250 bin YTL).
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ayda 15 bin 697 YTL, yılda 188 bin YTL (yaklaşık 150 bin dolar) kazanıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın maaşı ise 9 bin 433 YTL, yıllık kazancı 113 bin YTL (95 bin dolar). Türkiye’de yeni hesaplama yöntemine göre, kişi başına düşen milli gelir 9 bin 333 dolar.
Almanya’nın Başbakanı Angela Merkel’in yıllık geliri 318 bin dolar (382 bin YTL). Almanya’da kişi başına yıllık milli gelir: 34 bin 400 dolar. Koltuğunu yeni devreden Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in yıllık geliri 81 bin dolar (97 bin 500 YTL). Rusya’da kişi başı yıllık milli gelir: 14 bin 600 dolar. Singapur Başbakanı Lee Hsien Loong dünyanın en çok kazanan başbakanı. Yıllık geliri 2007’de 2 milyon dolar (2 milyon 400 bin YTL). Singapur’da kişi başı yıllık milli geliri ise 48 bin 900 dolar.
Bu arada Cumhurbaşkanı’nın aylık ödeneği Cumhurbaşkanlığı’nca belirleniyor. Kamu-Sen’in verilerine göre 2007 Temmuz ayında 15 bin 247 YTL maaş alan Cumhurbaşkanı’nın, Ocak 2008 maaşı 16 bin 146 YTL. Bu maaş Temmuz ayında gelir vergisi kesintisi nedeniyle yine 15 bin 247 YTL’ye düşecek. Ancak Cumhurbaşkanı’nın ödenek kısıntısı bulunmuyor. Yıllık ödenekten istediği miktarda kullanabiliyor. Ayrıca harcırah kanununa tabi olmaksızın; yurt içi ve yurtdışı seyahatleri durumunda tüm masrafları devlet tarafından karşılanıyor. Telefon faturaları sınırlandırılmaksızın ödeniyor. Temsil ve ağırlama ödeneği bulunuyor.
Başbakan; milletvekili maaşının yanı sıra, yaklaşık 297 YTL başbakanlık ödeneği alıyor. Yurtiçi ve yurtdışı gezilerinde harcırah kanunu çerçevesinde ek ödenek alıyor. 2008 yılı için Başbakan, yurtiçi gezilerde günlük 38 YTL harcırah alıyor. Yurtdışı ödenekler ise ülkesine göre değişiyor. ABD için günlük 220 dolar, Almanya için 198 Avro, KKTC için 110 YTL oluyor. Başbakanın tüm telefon görüşmeleri devlet tarafından, sınırlandırılmaksızın karşılanıyor. 18 yaşından küçük çocuğu olmadığı için çocuk yardımı alamıyor. Maaşı: 9.008+297= 9.305 YTL
Bakanlar; milletvekili maaşlarına ek olarak, aylık yaklaşık 247 YTL civarında bakanlık ödeneği alıyorlar. Telefon faturaları sınırlanmaksızın karşılanıyor. Cep ve araç telefonu tahsis ediliyor. Yurtiçi gezilerde günlük 35 YTL harcırah alıyorlar. Temsil ve ağırlama ödenekleri bulunuyor. 6 yaşından küçük çocuğu olanlar aylık 22 YTL, 6 yaşından büyük çocuğu olanlar aylık 11 YTL çocuk yardımı alıyorlar. Ancak bu yardım 18 yaşından büyük çocuklara ödenmiyor. Bir de çocuk yardımı iki çocukla sınırlandırılıyor. Örneğin Sağlık Bakanı Recep Akdağ 6 çocuğunun tamamı için yardım alamıyor. Bakan Maaşı: 9.008+247= 9.255 YTL
TBMM Başkanı; milletvekili maaşına ek olarak 297 YTL makam tazminatı alıyorlar. Yurtiçi gezilerde günlük harcırahı 38 YTL. Maaşı: 9.008+297=9.305
Milletvekilleri; 9.008 YTL maaşları dışında ek ödenekleri bulunmuyor. Emekli olanlar milletvekili maaşlarının yanı sıra, emekli maaşlarını da alıyorlar. Odalarındaki iki sabit telefon ile cep telefonu faturaları TBMM tarafından karşılanıyor. Ancak bu rakam yıllık iki maaş ile sınırlandırılıyor. Yani TBMM, her vekile telefon faturaları için yıllık 17 bin YTL ödeme yapıyor. Böylece her vekilin aylık telefon görüşmesinin 1.400 YTL’ si TBMM tarafından karşılanıyor. Vekillerin, yurt içi ve ya dışında resmi olarak görevlendirilmeleri durumunda da harcırah alıyorlar. Milletvekillerinin makam aracı, şoförü bulunmuyor.
Genelkurmay Başkanı: aylık maaşı 7.078 YTL civarında. Yurtiçi gezilerde günlük harcırah tutarı 35 YTL. Ayda 90 saati geçmemek kaydıyla fazla mesai ücreti ödeniyor. Makam aracı ve şoförü bulunuyor. Telefon görüşmelerinde sınırlama bulunmadığı gibi, cep telefonu da tahsis ediliyor. Ek gelir olarak OYAK’ tan temettü payı da alıyor ancak miktarı bilinmiyor.
Büyükelçi maaşları; Görev yaptıkları ülkeye göre değişiklik gösteriyor. 5 ila 10 bin dolar arasında değişiyor. Maaşlar dışında büyükelçiliklerin de temsil, ağırlama ödenekleri ve rezidans masrafları devletçe karşılanıyor. Makam araçları ve şoförleri bulunuyor.
Hakim, savcı; Yüksek yargı organları başkanlarının maaşı ortalama 5.700; diğer hakim ve savcı ücretleri ise 4.500 YTL ile 2.020 YTL arasında değişiyor. Ancak 3.600 YTL üzeri ücreti alabilmeleri için 1. sınıf hakim olmaları gerekiyor. Bu rakamlara yargı ödenekleri dahil. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başsavcısı ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkan ve vekillerine makam telefonlarının yanı sıra, cep telefonu da tahsis edilebiliyor. Telefon görüşmelerinde herhangi bir sınırlandırma bulunmuyor.
İşte size birkaç örnek daha: Maliye Bakanlığı’nda bir genel müdür: 3.838 YTL. İçişleri Bakanlığı genel müdür: 4.494 YTL. Gümrük Müsteşarı: 4.607 YTL.
Yazının Devamını Oku