Erdal İpekeşen

3. Sanat Olimpiyatı ve 20 başarılı Türk çocuğu

28 Ekim 2007
Tüm Dünyadaki çocuklar için International Child Art Foundation(ICAF) tarafından düzenlenen Sanat Olimpiyatları, 4 yıl boyunca her ülkenin kendi okullarında başlayıp, ulusal organizasyonlarla genişleyip Washington’da düzenlenen uluslararası festival ile son bulan bir etkinliktir. Bu etkinlik tüm dünyadan 650 milyon çocuğu, binlerce eğitimciyi ve milyonlarca aileyi bir araya getirir.

Bu yıl üçüncüsü düzenlenen sanat olimpiyatları Türkiye çalışmaları ICAF Türkiye Ulusal Koordinatörü D-Atelier tarafından düzenlendi. 2003-07 yıllarını kapsayan süreçte düzenlenen workshoplarla ülkemizi Washington’da temsil eden 20 Küçük Sanatçı ve aileleri kafileyi oluşturdu.

80’in üzerinde katılımcı ülke çocukları, açık hava organizasyonunda bir araya geldiler. Çocuklarımız, sanatın her alanında başarılı olduklarını festival sahnesinde yaptıkları müzik dinletileri ve dans gösterileriyle de kanıtladılar. "Atatürkiye Dans Gösterisi" dakikalarca alkışlandı ve pek çok önemli TV kanalında yayınlandı.

Bizi en çok memnun eden noktalardan birisi, ilk defa bir Türk çocuğunun ICAF Young Board’a seçilmiş olmasıydı. Yaptığı çalışmalarla bize bu onuru yaşatan çocuklarımız yılbaşında dünyanın en önemli 11 liderine verilecek sanat çalışmalarından birine imza attılar. Mevlana’nın barış sözlerinden yola çıkan küçük sanatçılarımız, Hillary Clinton’a verilmek üzere sanat eserlerini tamamladılar. Belki de politikacılarımızın, iş adamlarımızın yapamadığı olumlu etkiyi çocuklarımızın kısa sürede sanatla gerçekleştirdiler.
Yazının Devamını Oku

İktidar restoranlarının sessiz savaşı

21 Ekim 2007
Ankara’nın restoranları, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iş yemekleri geleneğinin en önemli mekanlarıydı. Başkent bürokrasisinin mesai saatlerindeki resmiyete dayalı ağır havası, iş yemekleriyle daha soft bir kalıba dönüşüyordu. Devletle işadamları arasındaki politik ve ekonomik ilişki de bu yemekler sayesinde sağlanıyordu. Ancak, Ankara son günlerde iş yemekleri kavramının mönüsel değişimine ayak uydurmaya çalışıyor. Ankara’nın bürokratik ve ekonomik ortamı kendilerini muhafazakar ve Müslüman demokrat olarak tanımlayan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarına karşı yeniden konumlandırıyor. Ankara’da, AKP’li siyasetçi ve bürokratların Müslüman kimliklerine paralel yeni bir yemek kültürü oluşuyor.

Alkollü iş yemeklerinin yerini, alkolsüz ve daha geleneksel yemeklerden oluşan mönüler alıyor. Bu değişime paralel olarak da iş yemeklerine sahne olan restoranlar yerlerini alkolsüz mekanlara bırakıyor. AKP ile birlikte bir çok yeni işletme hızla popülerlik kazanıyor; geçmiş dönemlerle özdeşleşmiş bir çok mekan da bu değişime adapte olmaya çalışıyor. Ankara bürokrasisi ve siyasetçileriyle iş yapmaya alışmış ticaret ve sanayi erbapları, iş yemeklerini alkolsüzleştiriyor. Yenilen yemek boyunca, ev sahibinin temsil ettiği kurum ile temsil ettiği kurumun bir parçası olarak karşısında oturan konuklar çatal bıçak tutuşlarından, sipariş edilen yemeğe kadar birçok ip ucuyla birbirlerini anlamaya çalışıyor.

AYRAN RAKI’YA KARŞI

AKP’nin çağdaş muhafazakarlık kavramıyla açıkladığı siyasi görüşü, içki yasağı tartışmalarının uzakta kaldığını gösteriyor, ancak bu durum içkinin yasaklanması yerine içkisiz mekanların popülerlik kazanmasını da engellemiyor. İş yemeklerinin ve gece hayatının sembolik öğesi Rakı, masalardaki saltanatını ayrana bırakıyor. Masaların anason kokusu "Ayran- kola" ile simgelenen alkolsüz içecekler ve bu içeceklere uyumlu yemeklerle yer değiştiriyor. Urfalı Hacı Mehmet Kebapçısı’nın milletvekili sahibi Mehmet Özlek’in birkaç yıl önce yaptığı konuşma; "Recep Tayyip Erdoğan, önce tatlı ardından pirzola yer. Sayın Gül’ün tercihi kuzu şiş ve içli köftedir. İçişleri Bakanımız Aksu ise bir oturuşta yarım kuzuyu bitirir" sözleri de AKP iktidarının "alkolsüz damak zevkini" gözler önüne seren bir açıklama olarak öne çıkıyor.

Özellikle Güneydoğulu milletvekillerinin ilgisini kazanan, Diyarbakır kökenli Tavacı Recep Usta, Ankara’nın en büyük lokantalarından biri olan Hacıbaba ve Altınşiş, kebaplaşan Ankara yemek kültürünün en önemli örnekleri arasında gösteriliyor. Bu mekanlar, içkili bir yemek sofrasını aratmayacak sunumlarıyla da öne çıkıyor. Lokantalar, yemeğin uzun saatler sürmesine olanak tanıyan yavaş bir sunumla hizmet veriyor.

GÖL MANZARALI ALKOLSÜZ HAYALLER

AKP’den yeniden Büyükşehir Belediye başkanı olmaya hazırlanan Melih Gökçek’in Susuz ve Yunus Emre Göletleri çevresinde göl manzaralı içkisiz lokantalar boy gösteriyor. Alkollü balık lokantalarının önde gelen ismi Kalbur ve Trilye’nin popülerliğine rakip alkolsüz Balık Pişirmeevi görülüyor. Hillary Clinton’u ağırlamakla gurur duyan Washington Restoran’ın yerini ise Laila’nın küllerinden doğan Şahhane ve benzer et lokantaları alıyor. ANAP’lılar ile özellikle de Mesut Yılmaz’la anılan Hüsrev, MHP’lilerin mekanı Kubbealtı, DSP’lilerin Planet ve Mikado’su yerine, mönülerinde geleneksel Türk yemeği örneklerine yer veren Cambo Köftecisi, Kanatçı, Şanlı Edesa, Erzurum Oltu Kebapçısı, Konya Tandır, Keşkek Sofrası öne çıkıyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ucuzluğu ve ağırladığı milletvekili misafirleriyle ünlü lokantası da (in) mekanların başında geliyor. Lojmanları ellerinden alınan milletvekilleri, Meclis Lokantası’nın değerini anlamış görünüyor.

GENEL MERKEZ BEREKETİ

Meclis dışında kalan her partinin binaları sessizleşir, çevresi yalnızlaşır. Barajı geçmek ya da barajı geçme potansiyeline sahip olmak ise kalabalık parti binaları demektir. Bu gelenek, Ankara’da AKP, CHP ve MHP’nin genel merkezlerinde sürüyor. AKP Genel Merkezi’nin karşısındaki Şahhane adıyla hizmet veren lokantanın işletmecileri, AKP bereketini, "İşlerimizdeki canlanma göz ardı edilemez. Özellikle Sayın Erdoğan’ın, meclis dışında bulunduğu dönemde, oldukça yoğun bir müşteri hareketliliği vardı. İktidarda olan bir partinin canlılığı, çevresindeki lokanta ve marketlere de yansıyor." sözleriyle açıklıyor.

Bakanlar Kurulunun tatlıcısı olma azim ve kararlılığını Özal’dan bu yana sürdürmeyi başaran Leda Pastanesi’nin sahibi İbrahim Aksu’nun hayatı da AKP iktidarıyla değişmiş görünüyor. Semra Özal, Nazmiye Demirel, Berna Yılmaz sayesinde tüm ilginin yöneldiği Leda Pastanesi, özellikle Emine Erdoğan ve Hayrunisa Gül’ün etkisiyle bu ilgiyi Angora, Big Chefs, Mado, Leda, Funda, Serender, Seda, Palet ve Kuki’yle paylaşmış görünüyor. Zeynel Muhallebicisi ve Özsüt ise tıpkı Leda gibi AKP’li siyasilerin durağı haline geliyor.

ESKİLERİN HATIRINA

Wok, Paper Moon, Yosun, Trilye, Köşebaşı, Park Fora, Fish House, Çırağan Et Lokantası, Kalabalık, Köşebaşı, Lagos, Yakamoz, Yosun, Mezzaluna, Club Aden, Göksu eski politikacıların ve bürokratların vefa gösterisi gibi ayakta tutmaya çalıştıkları mekanların başında geliyor. Üstelik ayranın saltanatına karşı rakının ve şarabın, dolayısıyla da gece hayatının namusu buralarda korunuyor. AKP iktidarının alkolsüz yapamayanları Wok, Wall, Köşebaşı, Trilye, Park Fora, Paper Moon, Makarna, Fish House, Sheraton L’Angoletto, Vilayetler Evi ve Yosun’u öncelikli tercih listesine almış görünüyor.

Bu jest değil, resmen tuzak

Önemli
bir kurumumuzun başındaki kişi gazete ve televizyonların Ankara Temsilcileri ile bir araya geldi. Sabah kahvaltısı ile karışık toplantıda Doğanburda Dergi Grubu Ankara Temsilcisi olarak Tempo, Capital ve Ekonomist dergilerini temsilen ben de vardım. Toplantı için kurulan uzunca masanın kuytu bir köşesinde kendime yer ararken, ev sahiplerinin ısrarıyla başköşeye, yani başkanın yanına oturdum.

Kamera ve mikrofonların eşliğinde başkan konuşmaya başlayınca da ne tür bir tuzağın içine düştüğümü anlamakta gecikmedim. Her an çekim yapan kameralar yüzünden tabağımdaki yemeklere bir türlü çatal-bıçak sallayamazken, mikrofonlar yüzünden de fincan içindeki çayıma attığım şekeri karıştıramadım. Üstelik sigaramı yakmamla, söndürmem arasında on saniyelik bir süre geçmişti. Bir nefes çekip, dışarıya üflememle Başkan, Tarkan’ın sahneye çıkması esnasındaki sis şovu gibi duman içinde kalmıştı.

Sonuçta yemeden içmeden kesilip, konuşmasının bitmesini bekledim. Fakat başkan, konuştukça konuşuyor, biz de kahvaltı modundan neredeyse öğle yemeği moduna geçiyorduk. Başkanın heyecanı ilgimi çekerken, ikinci şaşkınlığı da konuşmasının bitiminde yaşadım.

"Hepinizin vaktinin değerli olduğunu biliyorum. Onun için teşekkür ederek, toplantıyı noktalıyorum" der demez herkes ayağa kalktı ve çıkış kapısına yöneldi. Tabii, doğal olarak ben de. Ancak o günden çok önemli bir ders çıkardım. Yemekli toplantılara, ya birşeyler atıştırıp yarı tok gideceksin, ya da kendine davet sahibinden çok uzakta bir yer edineceksin.
Yazının Devamını Oku

Mektubumu geri istiyorum ama sanal olmasın!

7 Ekim 2007
Kimi kapıda bekler, kimi pencereden gözlerdi postacıyı... Şimdi internet penceresinde postacı yerine e-maillerin yolu gözleniyor... Gelen mektupların kiminde aşk, kimisinde özlem, kimisinde dostluk bulurdu okuyan... Bir kavuşmaydı, tüm ayrılıklara inat. Kimden geliyor olursa olsun, telaşlı bir sevinç yaratırdı. Telefonların artmasından mı, internetin baş döndürücü hızda sağladığı iletişimden mi kim bilir, son zamanlarda insanlar bu sevinçten vazgeçiyor yavaş yavaş. Kimse eskisi gibi mektup yazmıyor. Kimse kapılarda, pencerelerde postacı yolu gözlemiyor artık. Faturalar, kredi kartı ekstreleri de gelmese, posta kutusu tamamen boş kalacak. Kısacası yıllarca sandıklarda, defterler, kitaplar arasında saklanan, zamana meydan okuyan mektuplar, teknolojiye yenik düşüyor.

Özellikle cep telefonları ve diğer teknolojik iletişim araçlarının kullanımının artmasıyla birlikte, zaten fazla başvurulmayan bir iletişim yolu olan mektuplaşma giderek azaldı. Bir dönemler bizim büroda görev yapan gazeteci Aysun Doğan, ilginç bir araştırma yapıp, 2002 yılına kadar istatistiki bilgileri toplamıştı. Daha sonrasını ise PTT’nin arşivlerinden araştırıp çıkardım ve kısa bir karşılaştırmasını yaptım. İşte sonuçları;

Mektup yazma alışkanlığı olmayan bir topluma sahip Türkiye’de 1993 yılında 1 milyar 278 milyon, 1996 yılında 1 milyar 153 milyon, 1999 yılında 985 milyon ve 2002 yılında 903 milyon mektup, PTT aracılığı ile sahiplerine ulaştırılmış. 2006 yılında ise 100 Milyon 46 bin mektup iletilmiş.

En büyük düşüş ise tebrik kartlarında görülüyor. 1993 yılında gönderilen tebrik kartı sayısı 244 milyona yaklaşırken, bu sayı 1996 yılında 210 milyona, 1999 yılında 136 milyona, 2002 yılında ise 49 milyona gerilemiş. 2006 yılında ise sadece 10 milyon kart yollanmış.

ANKARA’DA DA POSTACI DEĞİL MAİLLERİN YOLU GÖZLENİYOR

Başkent’teki rakamlara gelirsek... Ankaralılar, 2006 yılında toplam 3 milyon 789 bin mektup, acele posta ve koli yollamış. Bunlardan 1 milyon 454 binini yurtiçi muktuplar oluştururken, tebrik kartları gönderimi 100 bin civarında kalmış. Bir de ilginç bir bilgi; Ankara sınırları içinde posta dağıtımları 20 motosiklet, 32 bisiklet ve 60 scooter ile yapılıyor.

Bu arada mektup sayısında aslında hem azalma, hem artma var. Toplumun klasik mektup diye tabir ettiği, asker mektupları, babanın oğluna, kızına yazdığı mektuplarda azalma var. Ama gönderi anlamında artma var. Eskiden postacı evinize bir mektup getiriyorsa, şimdi onlarca fatura ve belge geliyor. Örneğin gönderi rakamları 2008 yılında daha da fazla olacak, çünkü gönderilerin fazlalığı gelişmişlikle de ilgili. Biz geliştikçe gönderi adedinin artacağı kesin.

NEDEN MEKTUP YAZMIYORUZ?

Bu aslında eğitim ile doğrudan ilgili bir konu. Üniversite mezunları, üniversite hocaları bile mektup yazmıyor. Bunun aslında okullarda verilen eğitimle yaygınlaştırılması gerekiyor. Bu biraz medyanın, biraz okullardaki eğitimin yardımıyla olacak bir şey. Bizim okullarımızda şöyle bir durum var: Okul müdürü ya da öğretmen çocuklarla ilgili görüşme isteklerini velilere çocuklar aracılığı ile bildiriyorlar. Buna karşılık, örneğin İngiltere’de veliye ilişkin bir açıklama yapılacaksa, bu mektupla yapılıyor. Bu olaya biraz ciddiyet katıyor. Ama bizde bu uygulama yalnızca özel okullarda gerçekleştiriliyor.

Gelelim Türkiye’nin gelişmiş ülkelere göre kişi başına düşen gönderi oranı açısından durumuna... Örneğin Amerika’da yılda kişi başına düşen gönderi sayısı 705’ken, Türkiye’de yalnızca 17. Bu ciddi bir uçurum, ama Amerika’daki gönderiler klasik mektuptan oluşmuyor. Bu 705 gönderinin içinde kredi kartı ile ilgili gönderiler, faturalar ve tüm ilgili yazışmalar bulunuyor.

Yurtdışı gelen-giden mektup sayısında nasıl bir değişiklik olduğuna gelirsek... Bu tür mektup sayısında artış var. Çünkü Türkiye’nin dış ilişkileri eskiye göre daha fazla. Avrupa Birliği çalışmaları nedeni ile gönderiler 200-300 kat arttı.

Anlamazsan Arabın dilinden...

Coca Cola«nin pazarlama temsilcilerinden biri, Arabistan«daki görevinden hayal kırıklığı ile dönmüş ve niye başarılı olamadığını arkadaşlarına anlatmış:

-Beni Arabistan«a ilk gönderdiklerinde iki sorun vardı. Arapça bilmiyordum. Halkta da okuma-yazma öyle iyi değildi. Bu yüzden, onlara vermek istediğim mesajı yan yana üç resim halinde düzenledim.

Birinci resimde bir Arap... Çölde kumların üzerinde sürünüyor, susuzluktan kavrulmuş, ölmek üzere. İkinci resimde, Arap, kumların arasında bulduğu buz gibi Coca Cola«yı içiyor. Üçüncüde ise adam dipdiri, ayakta, canlı ve neşeli...

-Eee, harika fikir. Anlamadılar mı?

-Anladılar anladılar ama... Sorun da bu. Araplar sağdan sola doğru, yani tersten okurlarmış meğer!..


Bozkırdaki paletli polislerin ayak sesleri

Stefanos Bizantiou
, Coğrafya Sözlüğü’nde, Ankara adının çapa anlamına gelen Anküra sözcüğünden türediğini yazar. Bizantiou’ya göre kent, Galatlarca kurulmuştur. Galatlılar, Mısırlıları bir deniz savaşında bozguna uğratmalarının ardından çapalarına el koyar, kazandıkları zaferin şerefine kurdukları kente de çapa anlamına gelen "Anküra" ismini verir. Pacsanyas’a göre ise kenti kuran Galatlılar değil, Frig Kralı Midas’tır ve çapanın kaşifidir. Keşfini ölümsüzleştirecek bir kent kurar ve adını çapa anlamına gelen "Anküra" koyar.

Ankara’nın deniz ve suyla arasındaki tarihsel ilişki ne zaman kırıldı ve Ankara ne zaman belleğimizde bir bozkır kenti olarak yer bulmaya başladı, bilinmiyor. Ancak, bugünlerde bir grup balıkadam başkentin adından kaynaklı tarihsel geçmişini yeniden hayata geçiriyor. Ankara Emniyet Müdürlüğü bünyesinde kurulan Sualtı Grup Amirliği, bozkır kentinin balıkadamları olarak, Ankara ve kendilerine bağlı 6 ildeki arama kurtarma faaliyetleri için var güçleriyle çalışıyorlar.

İçişleri Bakanlığı, 1999 yılında emniyet teşkilatının su altı arama kurtarma faaliyetlerinde bulunması kararını aldı. Karar sonucunda başlayan yönetmelik çalışmasının tamamlanmasının ardından personel yetiştirilmesine başlandı. Ankara’daki sualtı timinin 2001 yılında başlayan kurulma çalışmaları 2003 yılında tamamlandı. Ve ilk müdahaleleri Beypazarı’nda bir polis arkadaşlarının çocuğu ile birlikte boğulması olayı oldu. Ardından, Çubuk Barajı’nda bir cesedin çıkarılması gerçekleşti. Her iki olayında duyulmasıyla birlikte, bu özel time ilgi arttı.

Bu ekip, fiziki anlamda her türlü göreve hazır bulunmak için, haftanın iki günü havuz çalışması yapıyor. Sabahtan öğlene kadar polis kolejinin havuzunda genelde kondisyona yönelik, yüzme, dalma gibi bir takım aktiviteler gerçekleşiyor.

Gelelim bu ekibin her geçen gün su seviyesi azalan Ankara, göl ve göletlerindeki çalışma zorluklarına. Deniz kıyısında görev yapan meslektaşlarına göre daha dezavantajlılar. Zira, en kötü deniz kıyısında 8-10 metrelik bir görüş alanı varken, Ankara suları neredeyse 20-30 cm’lik görüş mesafesine imkan tanıyor. Çubuk Barajı’nda görüş hemen hemen sıfır ve tamamen kirli. Belki kimyasal olarak değil, ama botanik ve biyolojik olarak çok kirli. Kirliliğin en önemli etkisi, görüşü azaltması. Akıntı olmaması da bunu artırıyor. Örneğin Kesikköprü Barajı’nın az da olsa bir akıntısı var, ondan kaynaklanan bir görüş var. Ama diğer baraj gölleri olsun, göller, göletler olsun, buralarda akıntı olmadığı için çok kirli.

Bu ekip sırf Ankara’daki değil, Nevşehir, Kırşehir, Kırıkkale, Yozgat, Çankırı, Eskişehir’deki tüm olaylara da müdahale ediyor.
Yazının Devamını Oku

Bundan sonra hastalar Kasalar’da şifa bulacak

30 Eylül 2007
Problemli mi, problemli çok yakın bir arkadaşım var. Bir elinden tansiyon aleti, diğerinden derece hiç düşmez. Bazı sağlık kuruluşlarının abonesi olduğu gibi, başta doktorlar olmak üzere, kanını alan hemşirelerle akraba gibidir. Geçenlerde ona gelecekten haber verip, "Bundan sonra Kasalar’da tahlil yaptıracaksın" deyince telaşa kapıldı. Nasıl yani derken de can kulağıyla dinlemeye başladı. Başkentte yaşayan herkezi yakından ilgilendiren bu habere gelmeden önce arkadaşımın ruh halindeki insanlara yönelik bilgilerimi aktarayım.

Öyle kişiler vardır ki, aslında hasta değildir, ama "hastalık hastası"dır. Moliere’nin tiyatro sahnelerine ulaşan bu konudaki eserini birçoğunuz bilirsiniz. Bu kişiler sürekli olarak herkesi hasta olduğuna ikna etmeye çalışır, hatta dahada ileri gidip hastalık gösterileri yapar. En ufak belirtiyi abartmak ise onlar için günlük alışkanlıkları arasındadır. Doktorlar ise böyle hastalık hastalarına hiç inanmazlar. Bunlardan bir tanesi hastanede yatıyor. Hemşire hanım gelip, doktora haber veriyor: "46 numaradaki hasta öldü" Doktor:

"Ama şimdi, abartmanın suyunu kaçırdı..."

Evet, doktorlar hastalıktan çok hastalardan çekiyorlar. Anlattığım örnek, hastalığını abartanlar üzerine... Bir de bunun tersi var. Hastalığını önemsememek bir kenara, sürekli olarak tedaviden kaçıyorlar.

Hastalardan çekenler, yalnızca doktorlar değil... Hemşireler de tedirgin... Hele hele güzel hemşireler... Hiç unutmam, artık dünyasını değiştirmiş bulunan bir aziz dostum hastaneye yatmıştı da çevresindekilere demişti ki: "Yine yanlış yaptım... Buraya sağlamken yatmak varmış." Zaten hastanın iyileştiğini ilk anlayan hemşirelerdir. Doktor hemşireye soruyor: "106’daki hasta nasıl?"

"Olağanüstü iyi... Bugün yalnız bana iki defa aşk ilan etti... "


Hasta daha da azgınsa, durum birkaç kat zorlaşıyor. Nasıl mı? Genç ve güzel hemşire, başhekime şart koşuyor:

"Ben 18 numaradaki adama bakmaya devam ederim, ama sol kolunu da alçıya alırsanız"

ANKARA SAĞLIĞIN DA BAŞKENTİ OLMAYA HAZIRLANIYOR

En iyisi hastalar ile onlarla boğuşmak zorunda kalan doktor ve hemşireleri bir kenara bırakıp, Başkent’in sağlık sektöründeki geleceğine bir bakalım. Ankara, Türkiye’nin yanı sıra Avrupa ve Ortadoğu’nun da sağlık merkezi olmaya adaylığını koyuyor. Kalp, beyin, göz, ortopedi, estetik, diş alanlarında ihtisaslaşmayı hedefleyen Başkent, ilçelerindeki termal potansiyelini de harekete geçirerek, sağlık turizmde de söz sahibi olmak istiyor.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte sağlık alanında Türkiye’nin en önemli kuruluşlarını bünyesinde barındıran Ankara, bu alanda 84 yıllık birikimini jeopolitik avantajıyla birleştirerek, sağlık alanında da Başkent olmaya hazırlanıyor.

Sağlık Bakanlığı, devlet hastanelerini Etlik Kasalar Mevki’nde toplamayı hedefliyor. Yeni yapılacak hastanelerin finansman sorunun çözümü içinse Devlet Planlama Teşkilatı’nın yasal hazırlıklarını sürdürdüğü kamu özel sektör ortaklığı (PPP) modelinden yararlanmayı düşünüyor. Yeni yasama döneminde çıkarılması hedeflenen PPP yasası ile Sağlık Bakanlığı, hastane yatırımlarını özel sektöre açacak. Hastane binasını ve iç donanımı için gerekli kaynağı özel sektör karşılayacak. Devlet de 10 ila 20 yıl boyunca o hastanede kiracı olacak. Böylece sınırlı kaynaklarla yılda onlarca hastane yapabilen devlet; özel sektörün katılımıyla yüzlerce hastane ihtiyacını karşılayabilecek.

Söz konusu yasanın hayata geçmesinin ardından kamu hastaneleri Etlik bölgesinde toplanacak. Özel sektöre hastaların konaklama, dinlenme, yemek, alışveriş, otopark ihtiyaçlarını karşılamaları için otel, ticaret merkezi, restoran gibi rant bölgeleri tahsis edilecek. Atatürk Hastanesi’nin bulunduğu Lodumlu Bölgesi’nde ise hem devlet hem özel hastaneler biraraya gelecek.

ÖZELLER KAMUYU YAKALIYOR

Ankara’da Sağlık Bakanlığı’na bağlı 17 devlet hastanesi, üniversitelere bağlı 6 tıp fakültesi, 2 askeri hastane, bir belediye hastanesi, bir de kamu bankası hastanesi bulunuyor. Devlete ait bu yatırımların yanı sıra, Başkent’te halen 14 özel hastane faaliyetini sürdürüyor.

Bakalım önümüzdeki yıllar Ankaralılara sağlık ve esenlik dolu günler getirecek mi? En iyisi bunu zamana bırakıp, bu kutsal mesleğe ait hoş bir hikayeyle yazımızı tamamlayalım.

Göz doktoru gece işinden evine dönüyor. Hava soğuk, yerler buzlu. Kendisini delice sollayan bir spor araba kayıyor ve bir ağaca çarpıp parçalanıyor. Sürücü olay yerinde ölüyor. Hekimin görevi, insanlara hizmet ya! Hemen ölünün gözlerini alıp, yerine protez göz koyuyor. Derhal hastaneye giderek, aldığı gözü bir hastasına takıyor.

Bir hafta sonra bantlar açılıyor. Mutlu sonuca ulaşılmış ve hasta kendisine verilen günlük gazeteyi okuyor. "Polis çaresiz kaldı. İki gözü de protez olan bir spor araba sürücüsünün gizleri halen çözülemedi..."

ODTÜ Teknokent’in iş melekleri

1998 yılında yaşama geçirilen Türkiye’nin ilk ve en büyük teknoloji geliştirme merkezi ODTÜ-Teknokent, ulaştığı konum itibarıyla dünyanın önemli teknoparkları arasına adını yazdırdı. ODTÜ Teknokent, bu hızlı büyüme trendi ile dünyadaki teknoparklar içinde ilk yüzde 25’lik dilimde yer alıyor.

2002 yılında yaklaşık 25 milyon YTL ciro yapan firmaları, 5 yılda yaklaşık 10 kat büyüyerek cirolarını 250 milyon YTL rakamına çıkardı. Bu kompkleste yer alan firmalar ağırlıklı olarak, elektronik, bilişim teknolojileri ve telekomunikasyon başlıkları altında faaliyet gösteriyor.

ODTÜ Teknokent firmaları, Avrupa Birliği ülkeleri ve A.B.D başta olmak üzere Uzakdoğu ülkeleri, Türki Cumhuriyetler, İsrail, Katar gibi ülkelere teknoloji ihraç ediyor. Bugün itibariyle 113 hektarlık alana yayılmış olan ODTÜ Teknekent, şimdiden 80 bin metrekarelik de kapalı alana sahip. Hedefi ise 2015 yılında 260 bin metrekarelik kapalı alana ulaşmak.

Bugün itibariyle faaliyetteki 195 firmada 2 bin 209 ARGE personeli ile birlikte toplam 3 bin 37 personel görev yapıyor. ODTÜ’nün araştırma kadrosu da eklenince, yaklaşık 12 bin kişilik bir araştırma ordusu ortaya çıkıyor.

ODTÜ Teknokent’teki çalışmaların, dünyada pek çok örneği bulunan ve Google, Yahoo, E-bay gibi dev şirketlerin oluşmasına katkıda bulunan "İş Melekleri Ağı" modeli bir yapılanmanın da hayata geçmesine ön ayak oldu.

Yapılan araştırmalar, Türkiye’deki yeni kurulan şirketlerin yüzde 90’nın deneyimsizlik, finansman ve diğer kaynaklarının kıtlığı gibi nedenlerle kapandığını gösteriyor. Güçlü girişimcilik ruhu Türkiye’nin uluslararası platformlarda rekabet edebilirliği yönünde önemli bir avantaj iken, bu sorunların çözülemiyor olması büyük bir dezavantaja dönüşüyor.

"İş bulan değil, iş kuran mezun" ilkesi ile hareket eden ODTÜ, teknoloji tabanlı girişimciliği destekleme ve yeni fikirlere yol haritası sunma amacındaki iş adamlarını "ODTÜ İş Melekleri" derneği adı altında topladı.

Peki iş melekleri kimler? İşe sıfırdan başlayarak birkaç milyon dolarlık cirolara ulaşmış, yönetim deneyimini, alan bilgisini ve ilişkilerini paylaşmaya istekli, ne yaptığını bilen, yatırımcı (para+deneyim), başarılı girişimci ve iyi yönetici bireyler.

Amaçları: İleri teknolojiye yönelik Ar-Ge faaliyetleri olan girişimci firmalarla, piyasaların önemli aktörleri olan deneyimli ve güçlü ilişkileri bulunan yatırımcılar arasında köprü oluşturmak. İş Melekleri, üretime dönük fikirleri bulunan ancak bunun için gerekli finansal kaynağı, iş deneyimi ve piyasa ilişkisi olmayan tekno-girişimcilere kaynak ve deneyim aktarımında bulunacak.

İlk tüp eniklerin sahibi bakan

Yolda karşılaştığım bir dostum, obezitenin kucağına düşmüş köpeğini suni döllenme yoluyla anne yaptığını söyleyince, aklıma eski bakanlardan İmren Aykut geldi. Pekinis cinsi köpekleri onun yaşamında önemli bir yer tutar. Bu sevimli hayvanların özelliklerini de tek tek bilir.

Şeker adını verdiği köpeğinin babası, "Dünya Köpek Güzeli Yarışması"nda birinci seçilmişti. Bu sevimli köpek, geçirdiği bel fıtığı ameliyatından sonra arka ayaklarını kullanamaz hale gelince, doğal yöntemle yavru edinme imkanı da kalmamıştı. O sıralar çiftleşmesi için, Şeker’e Ulya isminde dişi bir Pekinis almış bulunan eski bakanın imdadına, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi yetişmişti. Fakültede köpekler için kurulan tüp bebek servisi İmren Hanım’ın derdine çare olmuştu. Baba Şeker ile anne Ulya’ya, üniversitenin Doğum ve Jinekoloji Başkanı Prof. Dr. Selim Aslan ve ekibi tarafından suni dölleme yöntemi uygulanmıştı. Doğan üç yavruyla beraber İmren Hanım da Türkiye’nin ilk tüp bebek, pardon eniklerinin sahibi olmuştu.
Yazının Devamını Oku

2023 yılında neler olacak?

23 Eylül 2007
Pek çok kişinin bu yılın sonunu görmekte zorlandığı bir dönemde, Türkiye’nin 16 yıl sonra nerelerde olacağını öğrenmek için Devlet Planlama Teşkilatı’nın raporlarına göz attım. Sonuçta, bundan 16 yıl sonrasının, yani Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100 yılının, bizlere nasıl bir yaşam getireceğinin bilançosunu çıkardım. Buyurun rakamlarla 2023 Türkiye’sinin görünümüne: Yapılan hesaplamalara göre Türkiye’nin, 2023 deki gayri safi milli hasılası 1.9 trilyon, kişi başına düşen geliri 22 bin dolar; 2023 yılına kadar senelik büyüme hızı yüzde 6.7 olacak. Ülkemiz bu rakamlarla dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girecek. Türkiye’nin nüfus artış hızı azalarak yüzde birin altına düşecek. Yaşlı nüfus oranı artacak, kırsal kesim nüfusu yüzde 40’tan yüzde 10’a düşecek.

2023 için sosyal hedefler de belirlenmiş. Buna göre, uzun dönemde nüfus artış hızı yavaşlayarak, ortalama yıllık yüzde 1.1’e, 2020’den sonraysa yıllık yüzde 1’e düşecek. Bu hesapla Türkiye nüfusu 2023 de 84 milyon olacak.

Buna bağlı olarak, nüfusun yüzde 31’ini oluşturan 0-14 yaş grubu, 2023 de nüfusun yüzde 23’ünü oluşturacak. 15-64 yaşları arasındakiler yüzde 64’ten yüzde 69’a, 65 yaşından büyükler ise yüzde 5’den yüzde 9’a çıkacaklar.

2023 de kentsel nüfus yüzde 90’a ulaşacak. Bu rakam şimdi yüzde 60 civarında. Yani nüfusun yüzde 30’u gelecek 16 yıl içinde köyden kente göç edecek. Kaba bir hesapla senede bir milyon kişi kentlere yerleşecek.

Bu arada Ankara’nın şehir büyüklüğü, Büyükşehir Belediyesi’nin hazırladığı Nazım Planı’na göre 4 misline çıkacak. Şehir büyüdüğü gibi, diğer şehirlerle aradaki mesafe ise küçülecek. Nasıl mı? Hızlı trenin devreye girmesiyle Ankara-İstanbul 3 saate, Ankara-İzmir 3,5 saate, Ankara-Konya ise 1,5 saate inecek. Otoban bağlantıları sayesinde de bir çok kente araçla gidilen mesafe yarı yarıya kısalacak.

Vekillere diksiyon şart

CUMHURBAŞKANLIĞI oylamasında ilk kez kürsüye çıkan Meclis katip üyesi AKP Ağrı Milletvekili Fatma Kotan’ın, "Haluk, Agah, Elazığ" gibi birçok ismi yanlış telaffuz etmesi, gereksiz hece uzatmalarına gitmesi milletvekillerine diksiyon dersi tartışmasına neden olmuştu. Türkçe konusunda yetkin bir çok kişi de, milletvekillerinin toplumda örnek alındığına vurgu yaparak, "Bütün milletvekillerinin Ankara’ya gelmişken güzel bir diksiyon dersi almalarında fayda var" demişti.

Hatırlanacak olursa, Sezer döneminde Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün ilginç bir ziyaretçesi vardı. Ünlü tiyatrocu Semih Sergen’in eşi Ümit Sergen, haftanın belli günleri köşke gidip, Türkçeyi düzgün konuşma üzerine diksiyon dersleri veriyordu. Ümit Hanım, kimine göre Ahmet Necdet Sezer’e, kimine göre de Köşk personeline eğitim veriyordu. Tabii Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in konuşmalarında akıcılığın ve vurgulamaların daha iyi olduğunu gözleyince de derslerin sırf personel düzeyinde kalmadığını anlamıştık.

Daha sonraki yıllarda Semih Sergen’i Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanında, daha doğrusu bir AKP toplantısında notlar alırken gördük. Bu kez de Başbakan için diksiyon dersleri aldığı söylentileri ortaya çıktı. Aslında birçok tiyatrocu, televizyon ve radyo sunucusu için diksiyon dersleri veren Semih-Ümit Sergen çifti, hakimlere, savcılara, kaymakamlara ve emniyet müdürlerine de katkı sağlıyorlar. Doğaldır ki, bu katkıları milletvekilleri için de oluşabilir.

İşte burada sorun, Meclis kürsüsünün herkesin İstanbul Türkçesiyle konuşacağı bir yer olarak görülüp, görülmemesinde. Ülkemizde her yörenin kendine göre konuşma aksanı olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Anadolu’nun kentinden, kasabasından ve köyünden çıkan insanların bu doğal konuşma biçimlerini kürsüye yansıtmaları da bir derecede normal karşılanabilir. Ama, unutulmamalı ki, milletvekillerinin, yeni nesillere güzel ve akıcı bir Türk dilini aktarma sorumluluğu da var. Bu ikilem arasındaki denge ise biraz çaba gösterilerek kurulabilir. Yöntemlerden biri de pek ala diksiyon dersi olabilir.

TOHYO YOLCULARI

Bu konunun önemini vurgulamak açısından İstanbul’a doğru uçak yolculuğumda başımdan geçen fıkra gibi olayı sizlere aktarmak istiyorum. Uçağa binmiş, üçlü sıranın koridor tarafındaki yerime yerleşmiştim. Yanımdaki koltukta, gurbetçi oldukları her hallerinden belli bir karı-koca oturuyordu. Konuşmalarına istemeden de olsa kulak misafiri olduğum için, İstanbul aktarmalı Almanya yolcusu olduklarını öğrenmekte gecikmedim. Temiz ve şık giyimli adam, pos bıyığını bura bura gazetesini okurken, abiye kıyafetinin altına spor ayakkabı giymiş kadın ise elindeki derginin bulmacasını çözmeye çalışıyordu.

Kadın, bir soruda takılmış olacak ki, "İsmail, Japonya’da bir kenti soruyor. Neresi olabilir?" diye kocasının yanıtlamasını istedi. Kendinden emin tavırla kocası "Tohyo" cevabını verdi. İçimden olabilir, adamın şivesi "Tokyo" demeye müsait değil, "Tohyo" diyor diye üzerinde durmadım. Aradan 5 dakika geçti ve kadın yeniden kocasına seslendi.

"İsmail, uçan hayvanlara kuş denmez mi?, ama huş diye bir şey çıkıyor..." deyince kahkahayı basıverdim. Kocasının "Tokyo"ya "Tohyo" demesini olduğu gibi yazan kadın, sıra yukarından aşağıya gelince "kuş"u "huş" diye yazıyordu.

Şimdi diksiyonun önemini anladınız mı?

Menajer bozuntusunun marifetleri

Oldum olası, ciddiyetlerine inandığım birkaçı hariç, menajerlerle irtibat kurmaktan hoşlanmam. Üstüne üstlük, onların ısrar ettiği hiçbir organizasyona da katılmam. Bu konuda ne kadar haklı olduğumu da, geçen gün yaşadıklarımdan sonra bir kez daha anladım.

Gazete ve televizyonlarda sık sık okuyor ve izliyorsunuzdur; birbirinden güzel manken kızlarımız, o açılış senin, bu aktivite benim dolaşıp duruyorlar. İşte onların turlarının sürdüğü bir zamanda yolları Ankara’nın ünlü barlarından birindeki özel partiye düştü. Kah bar arkasında, kah davetlilerin arasında seksi kıyafetleriyle ortalıkta dolaşıp, salonu dolduranlara zevkli dakikalar yaşatıyorlardı. Tabii, basın da bardaki yerini almış, bu renkli görüntüleri makineleriyle fotoğraf karelerine yansıtma gayreti içine girmişti.

Gece bitmiş, aktivite ertesi günlerde gazete sütunlarında ve dergi sayfalarında yer almaya başlamıştı. Aradan birkaç hafta geçmişti ki, mankenleri konuk eden müessesenin sahibiyle, eskilere dayanan dostluğumuzun verdiği rahatlıkla koyu bir sohbete dalmıştım. Söz dönüp, dolaşıp o geceye ve mankenleri getiren menajere geldi. Mankenlerin her biri için 3’er bin dolar alan menajer, ayrıca basına dağıtmak üzere arkadaşımdan 6 bin dolar para istemişti. Şaşkınlık veren bu sözler üzerine dona kalmıştım ki, anlatmaya devam etti.

"Bak, dergi ve gazetelerde çıkan haberleri kendisinin yaptırdığını, buna karşılık da o paraları dağıttığını söylüyor"

Bu sözler üzerine şaşkınlığım yerini kızgınlığa bırakırken, menajer bozuntusunu telefonla arayıp, benimle konuşturmasını ve meslektaşlarımı zan altında bırakan bu sözleri bir kez de bana söylemesini istedim. Mankenleri pazarlayan bu sahtekar, parayı İstanbul’dan Ankara’ya uçakla getirdiği ve beş yıldızlı otelde ağırladığı gazeteciler için harcadığını söyledi. Haberin çıktığı gazete ve dergilerdeki muhabirlerin Ankaralı olduğunu ve kendisini hiç birinin tanımadığını söylediğim zaman ise başına gelecekleri anlayıp, "cep telefonumun şarjı bitiyor, telefon her an kapanabilir" diyerek, konuşmayı bitirdi. Tabii, daha sonra da telefonu hep kapsama alanı dışında kaldı.
Yazının Devamını Oku

Laila yayla havası aldı kebap kokusu Başkenti sardı

16 Eylül 2007
Sonunda olan oldu ve AKP Genel Merkezi’ne komşu olma kısmetsizliği yaşayan Ankara eğlence hayatının marka mekanı Laila’nın yerine Şahhane adında alkolsüz kebapçı açıldı.

Laila olduğu günlerdeki dekorasyonu değişen mekanda Osmanlı motifleri ön plana çıkarken, açılış davetinde AKP’li milletvekilleri çiğköfte, içliköfte ve lahmacun gibi ikramlardan tattılar. Kebapçıda göze çarpan bir başka ayrıntı da giriş bölümünde yer alan mescitti.

Aslında Laila’nın yayla havası alıp, teslim bayrağını çekmesi uzun süreden beri yaşanan bir gerçeğin son halkası. Özellikle AKP iktidarıyla beraber Ankara’nın moderniteye açık restoranları yerine, kebap kültürüyle yoğrulmuş işletmeler ön plana çıkar oldu. İktidarın bu kebap ilgisine başta İstanbul olmak üzere, Türkiye’nin ünlü markaları da kayıtsız kalmayıp, pastadan pay kapmak amacıyla Ankara’da birer şubelerini açtı. İsterseniz bu değişimi Cumhuriyet’in ilk yıllarından ele alarak inceleyelim.

Ankara’nın kaderi, 1920’li yılların başında küçük bir Anadolu kasabasıyken, Başkent ilan edilmesiyle birlikte büyük bir hızla değişti. Siyasiler, bu şehrin gelişimini öylesine etkiledi ki, Cumhuriyet devrimleri Türkiye’de kendini ilk olarak Ankara’nın sosyal hayatında hissettirmeye başladı. Bir yandan opera, bale, tiyatro gibi çağdaş sanatlarla tanışan Ankaralılar, öte yandan modern yaşama cevap verecek mekánlara da sahip olmaya başladı. Tabii, büyükelçiliklerin İstanbul’dan taşınıp, Başkente gelmesi de bu gelişimi hızlandırdı.

47’Yİ 49 TAKİP ETTİAnkara’nın Batı’yı örnek alan kültürel gelişmesiyle Fransız ve İtalyan restoranları, gazinolar gözde yerler oldu. Dolayısıyla yemek ve eğlence mekánlarını meşhur kılan siyaset ve devlet adamları çıktı. Karpiç’in adı Atatürk’le, RV’nin adı İsmet İnönü’yle anılırken, Süreyya ve Yüksel Palas gibi mekánlar da Adnan Menderes ile Celal Bayar’ın tercihi oldu. Bu dönemlerde kebap kültürü ise ara sokaklara ve dar mekanlara mahkumdu. Bunlardan en önemlisi Kebap-47 ve Kebap-49’lardı. Biri 1947’de, diğeri 1949 yılında açıldığı için bu isimleri almışlardı. Kebap-47, bugünkü Karacaoğlu işletmelerinin atasıydı ve Cebeci semti’nde Siyasal’ın tam karşısında kurulmuştu.

Yazının Devamını Oku

Işte Ankara’nın zenginler kulübü

2 Eylül 2007
Türkiye’de ekonominin yüzde 65’ini hizmet, yüzde 25’ini sanayi, yüzde 10 kadarını ise tarım sektörü oluşturuyor. Ankara’da ise bu oran biraz farklı. Hizmet sektörü yüzde 83 ile başı çekerken, sanayi sektörü yüzde 13’lük bir payla çok gerilerde kalıyor.
İstanbul Sanayi Odası, her yıl gerçekleştirdiği "ISO 500" araştırması ile Türkiye’nin en büyük sanayi ve hizmet şirketlerini sırasıyla listeler. "500’ler kulübü"ne girmekse bir hayli zordur. Bir şirketin ilk 500 şirket arasına girebilmesi için kayda değer bir büyüklüğe sahip olabilmesi şarttır, ki bu da genellikle yıllar hatta bazen nesiller alır. Bu sıralamaya girebilmiş şirketler için ise bir maraton koşucusu kadar dayanıklı olmak kaçınılmaz koşuldur.

İşte İSO’nun bu araştırmasından yola çıkarak, Ankara’nın ilk 500’e giren sanayi ve hizmet sektörlerine göz gezdirdim. Tam tamına 25 Ankaralı şirket listeye girerken, MAN Türkiye, 55’inciliğe yerleşerek Başkentin en büyüğü oldu. Listeye girenlerin çoğu Koç, Oyak gibi dev kuruluşlar ile MAN, Lafarge gibi çok uluslu şirketlerin işletmeleriydi.

Bu sıralama ise geçen yıl olduğu gibi, bu kez de Ankara’nın en zengin kişilerini ve ailelerini listelememe yardımcı oldu. Tabii, sadece İstanbul Sanayi Odası verilerine sadık kalmayıp, belirlediğim kişi ve ailelerin en çok vergi veren kurum ve kişiler sıralamasındaki durumlarına da baktım. Hatta bu kadarla da yetinmeyip borsada işlem gören firmaların son bir yıldaki hisse oranları ve piyasa değerlerindeki değişimlerin hesaplarına da göz attım. Tabii tüm bunlara kişisel bilgi ve gözlemlerimi de ilave ettim. Ve bu yıl da Türkiye’nin en zengin kişi ve aileleri arasına ismini yazdıran Ankaralıların listesini çıkardım.

ZENGİN KİME DENİR

Dünyada bu sıralamalar yapılırken, nakit varlığı bir milyon doların üzerinde olan kişiler gözlem altına alınır. Dolayısıyla da bu sınırı geçenlere "Zengin" sıfatı yakıştırılır. Ancak ben geçen yıl olduğu gibi listemi 1 değil, 10 milyon dolar sınırından başlattım. Zira, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir milyon doları olan birçok zengin adını kayıtlara geçirmiyor. Geçiren de gayrimenkul zengini olarak karşımıza çıkıyor. Benim bahsettiğim zenginler ise günlük yaşamında iyi para harcayan, marka giyinen, herkesin gidemeyeceği mekanlara ve seyahatlere gidecek gücü olan, lüks otomobillere binen, hatta aralarında özel uçağı olan kişiler.

Ankaralı zenginlerin iş alanlarına baktığınız zaman inşaat sektörü başı çekiyor. Müteahhitlik hizmetleriyle ekonomik güce kavuşan yatırımcılar, bu kadarıyla yetinmeyip, başka sektörlere de cesaretli adımlar atıyor. Sonuçta da enerji, turizm, tekstil sektörleri ikinci hatta üçüncü işleri oluyor ve bir yapbozun parçalarını birleştirerek bugünkü servetlerine ulaşıyorlar. Üstelik aralarından bir çoğu halen yeni iş ve istihdam alanları yaratmak uğruna gençlik yıllarındaki gibi çabalayıp duruyor. Artık onlar için para kazanmaktan daha çok, yarattıkları devin sağlıklı bir şekilde büyümesi önem kazanıyor. Tabii, girilen her yeni sektör ise yaşamlarına ayrı bir dinamizm katıyor.

Bir çoğunu yakından tanıdığım bu insanlara, "Mal varlığınızın bir bölümünü satsanız bile yedinci kuşaktan torunlarınız refah içinde yaşar. Neden halen günlük stresin içinde boğulup, çalışıyorsunuz?" diye soruyorum. Sanki ağız birliği etmişçesine üç aşağı beş yukarı aynı cevabı veriyorlar.

"Biz para kazanma hırsını çok gerilerde bıraktık. Bu vatana yeni eserler kazandırma, mevcudu koruma ve insanlara yeni iş olanakları sağlamanın peşindeyiz."

Yan tarafta bu yıl ön palana çıkan Başkentli zenginlerin listesini sunuyorum. Bu haftadan başlamak üzere de iki hafta boyunca kimin hangi iş alanlarında, neler yaptığını ve yarattığı markaları aktaracağım.

İLK OTUZA GİREN ZENGİN ANKARALILAR

Bilkent Holding’in sahibi İhsan Doğramacı ve Ailesi.

Talip Kahraman İnşaat ve Turizm’in sahibi

Talip Kahraman.

Nurol Holding’in sahibi Çarmıklı Ailesi.

Limak Şirketler Topluluğu’nun sahibi Nihat Özdemir.

Özaltın Grubun sahibi Nuri Özaltın.

Gama İnşaat’ın sahibi Erol Üçer.

MNG Holding’in sahibi Mehmet Nazif Günal.

Akfen Grubu sahibi Hamdi Akın.

Ortadoğu Rulman’ın sahibi Hasan Aslan.

Yakupoğlu Tekstil ve Deri’nin sahibi

Vedat Yakupoğlu.

Ankara Un Sanayi’nin sahibi İlhan Cavcav.

Nuh Grubu’nun sahibi Eskiyapan Ailesi.

Çeçen Holding’in sahibi İbrahim Çeçen.

İpek Şirketler Topluluğu’nun sahibi İpek Ailesi.

Erkunt Sanayi’nin sahibi Mümin Erkunt.

Bezci İnşaat’ın sahibi Salih Bezci.

Yüksel İnşaat’ın sahibi Sazak ve Sert Aileleri.

Türkerler Grup’un sahibi Kazım Türker.

Güriş Holding’in sahibi İdris Yamantürk.

Kiska Holding’in sahibi Oğuz Gürsel.

Koluman Motorlu Araçlar’ın sahibi

Mustafa Koluman.

Yenigün Grup’un sahibi Mithat Yenigün.

Aktürk İnşaat’ın sahibi Öner Aktürk.

Göçay İnşaat’ın sahibi Mustafa Göçen.

Kuzu Grup’un sahibi Garip Kuzu.

Ünal Grup’un sahibi Necati Ünal.

CECELİ Grup’un sahibi Alaattin Ceceli.

Çelepçioğlu’nun sahibi İsmet Çelepçioğlu.

Petlas’ın sahibi Abdülkadir Özcan.

Gülsan Şirketler Grubu sahibi Şefik Gül.

SIRALAMABÜYÜKLÜĞEGÖREYAPILMAMIŞTIR

İSO İLK 500 ARAŞTIRMASINA GİREN ŞİRKETLER

MAN Türkiye A.Ş55

Türk Traktör ve Ziraat Makineleri A.Ş68

Aselsan Elektrik Sanayi ve Tic.A.Ş75

Noksel Çelik Boru Sanayi A.Ş97

Park Termik Elektrik San. Ve Tic.A.Ş139

Yibitaş Lafarge Orta Anadolu Çimento148

OYAK BETON Sanayi ve Tic.A.Ş152

Park Teknik Elektrik Madencilik Turizm184

Hidromek Hidrolik ve Mekanik Makine205

TUSAŞ Türk Havacılık ve Uzay San.214

HAVELSAN Hava Elektronik225

MİTAŞ Enerji ve Madeni İnşaat İşleri235

Ortadoğu Rulman Sanayi307

DemirExport A.Ş.315

Meteksan Matbaacıllık ve Teknik Sanayi327

BAŞTAŞ Başkent Çimento Sanayi346

ŞahinlerMetal Sanayi ve Ticaret A.Ş386

Yakupoğlu Tekstil ve Deri Sanayi387

Erkunt Sanayi A.Ş (Mümin Erkunt)394

MESAMesken Sanayiİ A.Ş400

Ankara Un Sanayi A.Ş (İlhan Cavcav)404

Nuh’un Ankara Makarnası Sanayi415

ŞA-RA Enerji İnşaat Sanayi 427

Emek Boru Makina Sanayi431

Baştaş Hazır Beton Sanayi460

ZENGİNLERİNPROFİLİ

İHSAN DOĞRAMACI VE BİLKENT

Ülkemize
bir çok ilkleri yaşattığı dev bir akademik kariyere sahip İhsan Doğramacı, sosyal projelerini ekonomik bağımsızlığa kavuşturmak için kurduğu vakıflar aracılığıyla 1969 yılında Holding’in temellerini attı. Yarattığı bu görkemli organizasyon, bugün Bilkent Üniversitesi’ne bağlı olan Bilkent Holding, Meteksan, Tepe ve Dilek Grubu adı altında üç bölümden oluşan bir yapıya sahip. Bu üç yapı ise 70’i aşan firmalar zincirine hükmediyor. Bilkent Holding, bilgi teknolojileri, inşaat, eğitim, kağıt, gıda, perakende, matbaa, enerji, turizm, finans, mobilya, gibi farklı sektörlerde faaliyet gösteriyor. Küçük bir Amerika olarak tanımlanan Bilkent Üniversitesi ve yerleşkesi, Tepe Mobilya ve Bilkent Otelleri en bilinen markaları.

TALİP KAHRAMAN VE ŞİRKETLERİ

1965’de
müteahhit olarak başlayan iş yaşamını, 1983 yılında kurduğu ilk şirketle büyütmeye başladı. Turizm ve inşaat sektörlerinde faaliyetlerde bulunuyor. Dev yatırımları ve alımlarıyla tanınıyor. Onu yıllarca Ankara vergi rekortmeni yapan birikiminin ise hazine bonosu faiz gelirlerinin olduğu biliniyor. Son olarak Kızılay-Emek İşhanı özelleştirme ihalesi’ni, 55 milyon 500 bin dolar ödeyerek kazandı. Yani Kızılay’daki meşhur gökdelenin yeni sahibi oldu. Antalya Belek’teki Altis Golf ile Alanya’daki Grand Cortes Otel’lerinin sahibi. Ülke parası dışarı çıkmasın diye yurt dışına yatırım yapmayan Kahraman, medyaya yansıtmadan yüklü miktarda sosyal yardımlarda bulunuyor.

ÇARMIKLI AİLESİ VE NUROL HOLDİNG

1965
yılında Nurettin Çarmıklı’nın kurduğu, kardeşleri Erol ve Oğuz Çarmıklı’yla birlikte yönettiği Nurol Holding, inşaat, enerji, savunma sanayi, finans, turizm ve sağlık sektörlerinde faaliyet gösteriyor. Ankara Sheraton ile Antalya Salima Otelleri ve Bosfor Turizm gibi kuruluşlarla turizmde yer alıyor. Ayrıca Amerikalılarla birlikte kurduğu FNSS Savunma Sistemleri fabrikalarıyla dünyanın dört bir tarafına zırhlı muharebe aracı imalat ve satışını yapıyor. Kurduğu vakıflar aracılığıyla sosyal ve sanatsal projelere destek veriyor.

NURİ ÖZALTIN VE ÖZALTIN GRUBU

Yaklaşık
41 yıl önce Nuri Özaltın tarafından kurulan Özaltın Şirketi, müteahhit firması olarak faaliyete geçti. Ve çok geçmeden de baraj, sulama tesisi, otoyol, hastane ve enerji nakil projelerini yürüten dev bir şirket yapısına büründü. Bugün, Türkiye’nin en büyük alt yapı projelerinde imzası var ve dünya standartlarında ödüllü turizm tesisleri inşa edip, işletiyor. 5 ayrı tesisten oluşan Gloria Otel zinciri ise Özaltın ailesinin gururu. 200 bin metre kare alana yayılmış seralarında ise özel teknolojiyle meyve sebze üretimi gerçekleştiriliyor. Kurucu Nuri Bey’ye birlekte oğulları Hayrettin ve Nurettin Özaltın yönetimde aktif olarak görev yapıyor.

EROL ÜÇER VE GAMA İNŞAAT

1959
yılında şirketin temellerini atan Erol Bey, Ankara’nın en eski inşaat şirketlerinden biri olan Gama’nın sahibi. Yurt içi ve dışında aldığı dev ihalelerle, baraj, köprü ve yol yapımlarının yanı sıra, yüzlerce binanın oluşmasına imza atmış bir şirket. Endüstri tesislerinde ise imalat sanayine yönelmiş durumda. Protezlerden, basınçlı kazanlara kadar değişik ürün yelpazesinin üretiminde dünyanın sayılı şirketleriyle boy ölçüşüyor. Enerji ve turizm alanında ise önemli adımlar atıyor. Sahibi Erol Bey, yatırımları kadar sosyal yardımlarıyla da çok tanınıyor.
Yazının Devamını Oku

Başkenti uçuran teknolojiler

29 Temmuz 2007
Sahip olduğu üniversitelere bakınca Ankara, nitelikli işgücü potansiyeli en yüksek illerin başında geliyor. Son 10 yılda üniversite ile sanayi işbirliğinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan teknokentler, kentin üretim ve yatırım dinamizmini de artırıyor. Türkiye’nin ilk ve en büyük teknokentlerini barındıran Başkent, bu sayede sanayide büyük gelişimler kazanıyor. Bilişimden elektriğe, uzay ve havacılıktan telekomünikasyona, Ankara’nın teknoloji üretim merkezlerinin dökümünü Capital ve Ekonomist dergilerinde başarılı haberlere imza atan Aysel Alp çıkarmış. İşte onun dosya çalışmasından yansıyan bilgiler...

Türkiye’nin ilk teknokenti olma özelliğine sahip ODTÜ Teknokent’te 181 adet firma faaliyet gösteriyor. Elektronik sektörünün bir numaraya oturduğu firmalar arasında bilişim teknolojileri ve telekom ikinci sıraya yerleşirken, onları enerji ve çevre, fizik ve biyoloji ile diğer sektörler izliyor. 3 bin 200 kişinin çalıştığı merkezde, yapımı süren binanın tamamlanmasıyla birlikte firma sayısı da 200’ü geçecek gibi görünüyor.

BAŞKENTİN YÜZ AKLARI

Gelelim teknokentteki bu firmaların neler yaptığına... Skorski helikopterlerine yazılım üreten, F16 uçaklarına parça sağlayan, Amerikan ve İsrail ordusuna uzaktan lazerli atış eğitim sistemi ihraç eden, yerli ve yabancı (örneğin Chicago Bulls futbol takımı) spor takımı oyuncularına performans ölçüm sistemi üreten, hava fotoğraflarıyla tapu kadastro bilgilerini birleştiren ve aradaki farkları belediyelere bildiren, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne uçak, tank, gemi simülasyonları hazırlayan, kamuya açık mekanlarda bırakılan sahipsiz paketleri tespit edip, alarm veren akıllı kamera sistemleri üreten, ilkokul ve ortaokullara eğitim yazılımları tasarlayan, Maliye Bakanlığı’na yazılım hazırlayan ve daha pek çok alanda yüzlerce projeyle Türkiye’ye teknolojik katma değer üreten firmalar, ODTÜ Teknokent’te faaliyet gösteriyor.

DÜNYA REKORU BİLE VAR

6 yıl önce Bilkent Üniversitesi bünyesinde kurulan Cyberpark’ta halen 160 firma faaliyet gösteriyor. Firmaların yüzde 82’sini bilişim teknolojileri, enformasyon ve yazılım sektöründeki firmalar oluştururken, diğer sektörler uzay ve havacılık teknolojileri, elektrik, elektronik, elektromekanik; telekomünikasyon; medikal, biomedikal, bioteknolojileri; nanoteknoloji, ileri malzeme teknolojileri; savunma sanayi ve diğerleri olarak sıralanıyor.

Halen 50 bin metrekareye yayılmış 8 binada hizmet veren teknokent, Aralık 2007’de 10 bin metrekare alana daha kavuşacak. 100 yeni firmanın devreye girmesiyle Cyberpark’taki firma sayısı da 160’tan 260’a yükselecek. Teknokent’te yer almak üzere yapılan başvurularda nano teknoloji, uzay teknolojileri firmalarına öncelik veriliyor. Halen 2 bin 300 kişinin çalıştığı teknokentte, 2013 yılı itibariyle 10 bin çalışana ulaşılması hedefleniyor.

Bilkent Üniversitesi Bilişimsel Elektromanyetik Araştırma Merkezi, tarihteki en büyük integral problemini çözerek dünya rekorunu kırdı. 40 milyon bilinmeyenli bir denklemin çözümü anlamına gelen bu rekor sayesinde çok üst düzey modellemeler yapılabilecek. Savunma ve sağlık sektörlerinde büyük aşama sağlayacak çözüm ile özellikle cep telefonlarının insan sağlığı üzerindeki etkileri tespit edilebilecek.

ROBOTLARDAN OYUNA

Cyberpark içindeki firmaların her biri kendi alanında çok önemli işlere imza atmakla birlikte, bazıları özellikle dikkat çekiyor. EE Pro Elektroland’ın ürettiği tamamen yerli malı bomba imha robotları, terör tehdidi altındaki Türkiye’de bomba imha ekiplerinin işini ellerinden alacak gibi görünüyor. Çünkü firma, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne 10 tane robotu teslim etmiş bulunuyor. Türkiye’nin ilk 3 boyutlu interaktif televizyon oyunu, DMT ve Bilsoft ile Tolga Gariboğlu’nun sahip olduğu Konsensus TV tarafından geliştirilmiş bulunuyor. Bu oyunun Tolga Gariboğlu’nun sunuculuğunda Mayıs ayında yayına girmesi öngörülüyor.

HACETTEPE DE ATAKTA

Hacettepe Taknokent
de, 15 tanesi bilişim teknolojileri; 10 tanesi medikal, tıp teknolojileri, gıda; 6 tanesi elektrik, elektronik, telekomünikasyon; 2’si otomotiv, tasarım; 2’si maden, jeotermal ve bir tanesi de çevre sektöründe olmak üzere 36 firma faaliyet gösteriyor. Başvurusu kabul edilmiş 10 firma ise sırada bekliyor. Halen sürmekte olan iki yeni binanın bitmesiyle birlikte 60 yeni ofis devreye girecek. Böylece Ağustos ayıyla birlikte 50 yeni firma faaliyetine başlayacak ki, firma sayısı 86’ya yükselecek.

Bölgede faaliyet gösteren şirketlerden Nanovak, 100 bin dolara ithal edilen "ince film kaplama cihazları" geliştirerek, 25 bin dolara ihraç etmeye başladı. Promed, arıların salgıladığı propolis maddesini kozmetiklerde, gıda ve benzeri ürünlerde insan sağlığına daha yararlı ürünler üretmek üzere katkı maddesi olarak ekonomiye kazandırıyor.

GEÇ DE OLSA ANKARA KURULUYOR

Ankara Üniversitesi
, Türkiye’nin en eski üniversitelerinden biri olmakla birlikte teknokent kurma konusunda geride kalmış görünüyor. Gölbaşı’nda 115 bin metrekare alanda teknokent kurma çalışmaları devam ediyor. Bölge hizmete girdiğinde 150 firmada, bin 750 personel istihdam edilmesi öngörülüyor. Ancak 1994’te kurulan Ankara Üniversitesi-KOSGEB Teknoloji Geliştirme Merkezi deneyimi, aradaki farkın hızla kapatılmasını sağlayacak gibi görünüyor. Kaldı ki, bölgede yer alacak firmalar, Ankara Üniversitesi’nin bugüne kadar milyonlarca YTL değerinde araç-gereç, sistem, düzenek ve destek mekanizmaları içeren laboratuarları, araştırma merkezleri, araştırma ve uygulama çiftlikleri, geliştirme ve üretme istasyonları gibi olanakları da kullanabilecekler.

DEV GİBİ GELİYOR

Temelli Bölgesi’nde Ankara Sanayi Odası ile TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi (TOBB- ETÜ) bir milyon 270 bin metrekare alanda teknopark kuruyor. Eski ASO Başkanı Zafer Çağlayan, bu parkın dört organize sanayi bölgesi ve bir serbest bölgenin yanında olduğuna dikkat çekiyor.

Okulu yıkıp iş merkezi yaparlar mı?

Yaklaşık 22 yıldır faaliyette olan bir ilkokuldan ve başına gelmesi muhtemel beladan bahsedeceğim. Burası öyle bir okul ki, Ankara’nın eğitimde en başarılılarından ve öğrencileri her yıl değişik yarışma ve sınavlarda dereceler, birincilikler alıyor. Evet, bahsettiğim okul, Çankaya Oyak Sitesi girişinde, 29 Ekim 1985 yılında faaliyete geçen Muazzez Karaçay İlkokulu.

Karaçay Ailesi, 1984 yılında Ankara Valiliğine baş vurarak, anneleri Muazzez Karaçay adına bir ilkokul yaptırmak için arazi tahsis edilmesini istiyor. Valilikte, okulun şu an faaliyette olduğu Çankaya’daki yerini tahsis ediyor. Aile hiçbir masraftan kaçınmayarak bu okulu inşa ediyor ve Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim ediyor.

Ancak gel gör ki, aradan 22 yıl geçtikten sonra, yani şimdilerde okulun arazisinin iş merkezi olmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı tarafından satılacağı haberleri geliyor. Bunun üzerine Karaçay Ailesi, Milli Eğitim Bakanı’na telefon açarak, böyle bir duyum aldığını ve işin aslının ne olduğunu soruyor. Bakan ise "Bu yönde çalışmaları olduğunu, durumun araştırıldığını" söylüyor. Aile okulun inşaatını yapıp hibe eden kişi olarak rızaları olmadığını söylese de, tatmin edici bir cevap alamıyor. Bunun üzerine de beni arayıp, konuyu sayfama taşımamı istiyor. İşte, söyledikleri;

"Olayın oldu bittiye getirileceği şeklinde düşüncelerimiz var. Basın kanalıyla bir kamuoyu oluşturarak, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından düşünülen bu işleme mani olunabileceği umudundayız."

İşte, durum böyle. Bakalım Bakanlık, Karaçay Ailesinin rızası olmadan okulun arazisini satıp, iş merkezi için start verecek mi?
Yazının Devamını Oku