Fenerbahçeli yöneticinin yaşadığı mavi bayrak krizi
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Plajlara mavi bayrak dikilmesi uygulamasının Fenerbahçe- Galatasaray rekabetinin tavan yaptığı bir dönemde bayrak krizine dönüşmesi ilgimi çekmişti. Üstelik yaşananlar ve çözümler seyrettiğim komedi filmleri kıvamında gülmeme neden olmuştu. Dayanamayıp yazmaya, fıkra gibi olayları sizlerle paylaşmaya karar verdim.
Öncelikle plajlardaki Mavi Bayrak uygulamasının dününü ve bugününü aktararak konuya girelim. Avrupa’daki 11 ülkenin 1987 yılında başlattığı mavi bayrak uygulaması, tüm dünya plajlarında yaygınlaşmaya başladı. Değerlendirmenin 27 adet kritere göre yapıldığı bu uygulama, günümüzde 48 ülkeyi kapsarken, Türkiye’de 1992 yılından itibaren plajlara mavi bayrak dikilmeye başlandı. Bugün ülkemizin 258 plajı ile 14 marinası mavi bayrağa hak kazanırken, Dünya sıralamasında beşinciliğe oturmamızı sağladı. Göl ve denizlerimizin sahil şeridinde, daha doğrusu plajlarında ölçümü yapıp, lisans veren kuruluş ise Avrupa Çevre Eğitim Vakfı, yani kısa adıyla FEEE.
Bu arada plaj ve marinalar için belirlenen kriterleri dört ana grupta toplayabiliriz. Yüzme amacıyla kullanılan suyun niteliği, çevresel eğitim ve bilgilendirme çalışmalarının yönlendirilmesi, plaj düzeni ve emniyetinin sağlanması ve çevre yönetimi. İşte Bu dört ana başlıkta toplanan kriterleri sağlayan plaj ve marinalar, bir yıl süreyle Mavi Bayrak verilerek ödüllendiriliyor.
İskele, iskele olalı böyle zulüm görmedi
Gelelim anlatmak istediğim ilginç, ilginç olduğu kadar da komik bir konuya. Mavi bayrak almaya hak kazanan plajlardan biri de, Antalya’nın Lara bölgesindeki Miracle Otel. Sahibi Ankaralı müteahhit, Fenerbahçe Asbaşkanı ve Yönetim Kurulu Üyesi Nihat Özbağı.
İyi hatırlıyorum, geçen yıl Fenerbahçe futbol takımı şampiyon olduğu zaman, kelebek şeklindeki oteline dev bir sarı lacivert bayrak astırmıştı. Hatta işi daha da ileri götürüp, otelin giyim marketinde raflara sadece Fener formalarını koydurup, Galatasaray ve Beşiktaş formalarının satışını yasaklamıştı.
Bu yılsa Nihat Bey’i acı bir sürpriz bekliyordu. Otelinde ailesiyle konaklayan bir Fenerbahçeli yöneticinin telefonuyla konuya vakıf olan ünlü işadamı, tesisin iskelesinde büyük bir Galatasaray bayrağının dalgalandığını öğreniyordu. Üstelik telefondaki ses, cankurtaranların sarı kırmızı renklerde şort ve t-shirt giydiğini söylüyordu. Duruma öfkelenen Nihat Bey, otel yöneticilerini arayıp böyle bir şeyin nasıl olduğunu soruyordu. Aldığı yanıt karşısında ise "yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal" misali ikilemde kalıyordu.
Ey çevre baskısı sen nelere kadirsin
İskelede Galatasaray’ın renklerini taşıyan bayrak, aslında Avrupa Çevre Eğitim Vakfı’nın dünyaca bilinen ve sarı ile kırmızı renklerden oluşan bayrağıydı. Yani otelin sahiline temizliği belirten Mavi Bayrak asılırken, yanında FEEE’nin bu bayrağı da göndere çekilmek zorundaydı. Cankurtaranlar ise tüm dünyada ortak bir simgeye dönüşen sarı kırmızı renklerdeki kıyafetleri giymeye mecburdu. Hal böyle olunca da, iş Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini aşıp, uluslararası bir boyuta bürünüyordu.
Kısacası Nihat Bey, ya dünya standartlarından uzaklaşıp plajına Mavi Bayrak çekmeyecek, ya da sarı ile kırmızı renklerle bezenmiş cankurtaran ve bayraklara tahammül edecekti. O ise orta yolu tercih etti. İskelenin diğer tarafına dev bir Fenerbahçe bayrağı koydurarak zevahiri kurtardı. Cankurtaranlar mı? Yerden bir hayli yüksekteki kulede, ortalıkta fazla görünmeden işlerini yapmaya devam ediyorlar.
Bildiğim bir Ergenekon operasyonu var onda da Nilüfer mağdur olmuştu
Son günlerde kiminle karşılaşsam sorduğu ilk soru Ergenekon Operasyonu ve Sinan Aygün, Mustafa Balbay, Hurşit Tolon gibi isimlerin neden gözaltına alındığı üzerine oluyor. Tabii gelecek günlerde ülkemizi nasıl bir sürecin beklediği de...
Hepsine verdiğim ortak cevap ise şöyle: Evet, Mustafa Balbay ile Sinan Aygün’ü yıllardır tanır ve severim. Her ikisinin de icraatları ve düşünceleri yazılı ve görsel medyaya yansıdığı için, Türkiye’deki en şeffaf insanlardır. Ergenekon Operasyonu’na, diğer bir değişle soruşturmasına gelince de; bana bir tek şeyi hatırlatıyor. O da bir dönemin önemli politikacılarından Gökberk Ergenekon ile sanatçı Nilüfer arasındaki aşkı. Yaşadıkları fırtınalı aşk, Gökberk Bey’in annesi Zemzem Hanım’ın ayırma operasyonuyla son bulmuştu.
Bir de Ergenekon Destanı’nı bilirim ki, eldeki tek yazılı belge ona ait olduğu için, şimdilerde yeniden okumaya başladım. Zaten, Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz önderliğinde İstanbul emniyetinin yürüttüğü Ergenekon soruşturmasının Gökberk Ergenekon- Nilüfer macerasından pek fazla bir farkı yok. Yaşanan bir takım şeyler var, ama belgeye dayanan kayıtlar yok. Örneğin, Gökberk Bey’in annesinin müdahil olduğu ilişkide, ayrılmaya yönelik her hangi bir belge, halen kamuoyunun bilgisine ulaşmadı.
Bu arada Gökberk Ergenekon operasyonunun önemli bir ismi de Reha Muhtar’dı. Ankara’nın politik havasından kopup gelen Nilüfer’e kol kanat germiş, yaralarını sarmıştı. İşte o günlerde Show Tv’nin ana haberlerini sunuyor ve eline düşeni sorguluyordu. Hiç unutmam; bir sorgu anında ekran karşısında şu konuşmalara tanık oluyorduk.
Reha Muhtar: Bütün bunları nasıl yaptın ha? Cevap ver!
Telefondaki kişi: Bakın efendim izah edeyim...
Reha Muhtar: Sus, konuşma! Hálá utanmadan izah ediyorsun! Cevap versene...
İster misiniz, Sinan Aygün ve Mustafa Balbay başta olmak üzere, diğer tüm gözaltındaki kişiler böylesine bir soru yağmuruna maruz kalsınlar!
Başka ülke mi kalmadı?
Çok değil, bundan birkaç yıl öncesine kadar, Danimarka ile insan hakları konusunda büyük bir tartışma yaşamıştık. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Roj Tv krizi nedeniyle resmi programını yarıda kestiği bu ülke, kısa bir süre sonrada Hz. Muhammed’e yönelik hakaret karikatürleri ile gündeme gelmişti. Türkiye’de büyük tepkilere neden olan bu yaklaşımlar, Danimarka’ya göre fikir ve ifade özgürlüğünün kaçınılmaz sonucu idi. Roj Tv’nin ve Hz. Muhammed’e hakaret edilen karikatürlerin arkasında duran Danimarka, Türkiye’ye "demokrasiyi içinize sindirin" şeklinde ders vermeye bile kalkışmıştı. Bunun üzerine Tempo Dergisi’nde yayınlanan bir karikatür krizi daha da alevlendirmiş, Danimarka Başbakanı Rasmussen’i çılgına çevirmişti. Karikatürde Rasmussen ile Abdullah Öcalan aynı yatakta görünüyordu.
İşte, gerilimin yüksek olduğu bu dönemde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ilginç bir konuşma yapmış ve "Danimarka mı bize insan hakları dersi verecek?" diye eleştiride bulunmuştu. Ve gün geldi, maalesef Danimarka bize insan hakları dersi vermeye başladı. Nasıl mı?
Danimarka, bizim İçişleri Bakanlığı’nın kıdemli müfettişlerine "insan hakları eğitimi" sağlıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı çerçevesinde hazırlanan insan hakları eğitimi projesinin uygulanmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararı, Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanıp yürürlüğe girdi. Bu yılın sonuna kadar sürecek olan program, insan hakları ihlallerini araştırmakla görevli "kıdemli" İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin eğitimden geçirilmesini amaçlıyor. Müfettişleri, Danimarka İnsan Hakları Enstitüsü uzmanları eğitiyor... Projenin 172 bin dolarlık maliyeti, Birleşmiş Milletler tarafından karşılanıyor.