Geçenlerde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i ve yanılmıyorsam küçük oğlunu televizyon ekranlarında gördüm.
Açık Hava Yaz Konserleri kapsamında Akyurt’da bir kortej oluşturulmuş ve üstü platforma dönüştürülmüş otobüsten top atışı başlıyor. Kürsüde bir sürü top ve bu toplara ulaşmak isteyen insan yığını. Artık oyuncak, özellikle de top deyince aklıma Melih Gökçek geliyor. Bedava kömür ve ekmek dağıtımı kadar toplarıyla da özdeşleşmiş durumda.
Neyse, yine medya aracılığıyla öğreniyoruz ki, küçük oğlu da Çankaya Belediye Başkanlığı’na aday. Melih Bey’in dediğine göre eğer parti kabul eder ve vatandaş oy verirse boynuz kulağı geçer misali; oğul babadan daha başarılı olacakmış. Dudaklarımda acı bir tebessüm beliriyor ve neler olabileceğini düşünüyorum. Bunca yıl babayı gördükten sonra oğlunun da benzer performansı sergilemesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüp, "yandık" diye içimden geçiriyorum. Zira armut dibine düşer atasözü beynimi tırmalıyor. Melih Bey’e oy atana bonus olarak küçük Gökçek bedava.
OTOBÜSTEKİ TOPLAR
Ardından da gözümün önüne tekrar toplar geliyor. Eh junior Gökçek seçilirse babasının izinden gideceğine göre o da top dağıtabilir. Ancak biri büyükşehir, diğeri ilçe belediye başkanı seçileceğine ve baba-oğul hiyerarşisi devreye gireceğine göre "Bonus Gökçek"in toplarının ebadı daha küçük olacaktır. O zaman kürsüden biri diğerinden daha küçük iki farklı top halka ulaşacak. Ama boyutun ne önemi var, önemli olan topların yerini bulması değil mi?
Biliyorsunuz, Melih Bey, Çubuk, Akyurt, Yenimahalle, Sincan derken Ankara’nın dört bir tarafında yaz konserleri düzenliyor. Sanatçıların sahne performansından önce de "23 Nisan Sevgi Korteji" geçit töreni yapılıyor. Çizgi roman ve masal kahramanlarının ışıklı dev figürlerinin yer aldığı kortejin başını ise Gökçek için hazırlanan, üstü platforma dönüştürülmüş otobüs çekiyor. Otobüsün içi, bez bebekler ve toplar başta olmak üzere oyuncak dolu. Kısacası diğer oyuncaklar gibi toplar Ankara’nın birçok köşesine ulaşıyor, çocuklar seviniyor.
ODTÜ’YE GELENE KADAR KAMU BİNALARININ YARISI RUHSATSIZ
Birkaç gün önce Gökçek’in toplarından biri, yanlışlıkla ODTÜ arazisindeki binalara çarpmış ve Rektör Ural Akbulut kızgınlıkla patlatmış olacak ki, kızılca kıyamet koptu. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Eymir’in devri, amblem ve Kızılırmak suyu konusunda çok sert biçimde eleştiren ODTÜ’ye 1 milyon 800 bin YTL ceza kesti. Büyükşehir Belediyesi cezayı; ODTÜKampüsü’ndeki 45 bina için "uygulama imar planı, yapı ruhsatı ve iskan belgesi bulunmadığı" gerekçesine dayandırdı.
Aklıma, yaklaşık sekiz ay önce karşılaştığım Ankara’nın emlak kralı Salim Taşçı ile sohbetimiz geldi. "Ruhsatsız Devlet" diyerek, söze girip, birçok kamu binasının ruhsatsız olduğunu söylemişti. Konuştukça da anlattıkları dehşete düşürmüştü.
ÖMRÜ 44 YIL OLAN BİNALAR DEDEM YAŞINDA
Aslında devletin kullandığı birçok binada ruhsat sorunu vardı. TBMM’nin çalışma binasının ruhsatının bile yaklaşık altı yıl önce alındığını vurgulayarak, "Cumhurbaşkanlığı’nda yapılan ek inşaatlardan tutun da, Eskişehir yolundaki birçok bakanlık ve kamu binasının ruhsatı yok. Kamu binalarının yarıdan fazlası imara uygun değil ve ruhsatsız. Hatta ruhsat veren belediyelerin birçoğunun kendi binasının dahi ruhsatı yok" demişti.
Konun vahametini de şöyle bir örnekle açıklamıştı: "Ülkemiz deprem kuşağında ve büyükşehirlerimiz dahil olmak üzere yaklaşık 50 vilayetimiz tehdit altında. Bu illerdeki binaların birçoğu dedem yaşında ve imara aykırı yapılaşma içinde. Biliyorsunuz binaların ortalama ömrü 44 yıldır. Allah korusun büyük bir depremde kamu binalarının yarısı harap olur."
Şimdi herkes Gökçek’in ODTÜ’ye yönelik ceza ve yıkım atağının altında yatan sebebi konuşuyor. Bense, ODTÜ arazisine yönelip patlatılması muhtemel bir topun peşindeyim. Zira, yıllardır ruhsat almayan kamu binaları dururken, ODTÜ’ye el atılması biraz manidar.
Madalyonun öbür yüzü: 20 yıllık perişanlık!
Yıllardır görsel ve yazılı medyada, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM) önünde uğradığı hezimet, aleyhinde verilen ihlal kararları ve ödemek zorunda kaldığı tazminatlar işlenir. Tabii, AİHM Başkan ve yargıçları da medyatik olmaları ölçüsünde gazete sütunlarında ve televizyon ekranlarında boy gösterir. Türkiye’nin savunmasının nasıl yapıldığı ya da bu savunmaları kimlerin hangi koşullar altında yaptığı ise hiç merak edilmez. İşte madalyonun öbür yüzüne göz atmak için kısa bir araştırma yaptım. Doğrusu çok şaşırtıcı bilgilere ulaştım.
Devletin AİHM’e verilen savunmalarını, Dışişleri Bakanlığı’nda görevli hukuk ekibi hazırlıyor. Strazburg’da ve Ankara’da toplam 14 kişi görev yapıyor ki içlerinden sadece biri kadrolu. Diğerleri, idarenin geçici işler için yaptığı sözleşmelerle görevlendiriliyorlar. Yaptıkları iş, Türkiye’nin uluslararası bir mahkemede savunulması, hukuki olarak suçlu duruma düşmesinin önlenmesi ve dünyada imajının korunması... Savunmaların ise İngilizce veya Fransızca hazırlanmak zorunda olduğunu da ilave edeyim.
STRAZBURG’DA GÖREV YAPMAK LÜTUF
Devletin diğer kuruluşlarından derlenen bilgi ve belgeler doğrultusunda ve AİHM içtihatları çerçevesinde savunma hazırlayabilmek günde en az 10 saat çalışmayı gerektiriyor. Çoğu zaman hafta sonlarında dahi mesai yapmak zorunda kalıyorlar. Buna karşılık fazla mesai, ek ödeme, tazminat, yükselme olanağı yok. Hatta iş güvencesi de yok... Başbakanlığın sözleşmeliler için belirlediği ücret dışında her şey " lütuf"! Mesleki bakımdan gelişmek ve deneyim kazanmak için Strazburg’da görev yapmak bile bir lütuf! Bu nedenle, yol ve taşıma giderleri karşılanmıyor. Gerekçe, sözleşmeli olmak ve mevzuatın, sözleşmelilere yol ve taşınma gideri ödemeye müsait olmaması...
EZİLMELERİ BİR KENARA RAKİPLERİ ORDU GİBİ
Yapılan iş, devletin uluslararası itibarı ile doğrudan ilgili bir kamu hizmeti. Ancak gel gör ki, bu kamu hizmetini güçlendirmeye kimsenin niyeti yok. Buna karşılık AİHM önünde kaybedilen davalar nedeniyle, milyonlarca Avro tazminat ödeniyor, Anayasa ve yasalar değiştiriliyor, ihlal kararları Türkiye karşıtı çevrelerce istismar ediliyor; bunları asgariye indirelim diye, yetkililer defalarca uyarılmış... Türkiye aleyhine siyasi nitelikli davalar açan bazı örgütlerin 60 kişilik hukukçu ve uzman grubuyla çalıştığı örnek gösterilmiş... Türkiye ile ilgili karar üretme sürecinde AİHM’de uluslararası memur statüsünde çalışan hukukçu sayısının 45 olduğu ve bu sayının her geçen gün arttığı bildirilmiş. Devleti savunan ekibin bu gruplar karşısında güçsüz kaldığı, dahası, mevcudun da gün geçtikçe eridiği söylenmiş, gösterilmiş.
AİHM’e bireysel başvuru hakkının tanınmasından günümüze geçen 20 yıl içinde ne söylendiyse, ne yazıldıysa, fayda etmemiş. Durumda en küçük bir iyileşme olmamış... Aksine, koşullar, "Devlet kendini savunanları neden bu kadar eziyor? Savunma yapılmasını mı istemiyor?" sorusunu akla getirecek şekilde kötüleşmeye devam ediyor. Önceden,"lütfen" de olsa gerçekleşen Strazburg-Ankara dönüşümü artık yapılamıyor. Deneyim kazanan hukukçuların bu boğucu koşullara ve olanaksızlıklara daha fazla dayanamayıp ekipten ayrılması karşısında, ekibin mevcudunun korunması için herhangi bir tedbir düşünülmediği gibi, yeni mezun hukukçularla takviye edilmesi için bile herhangi bir şey yapılmıyor. DURUM VAHİM
Devletin savunmalarının temelini oluşturan bilgi ve belgeleri sağlayan Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı gibi kuruluşlarda bu hizmet için çalışanların da başka sorunları var. Çalışanların sayıca yetersizliği ve hizmetin gerektirdiği sürekliliğin dikkate alınmaması, bu kurumlarda çalışanların belini büküyor ve sonuçta hizmet olması gerektiği gibi yürütülemiyor.
Devletin uluslararası yargı organlarında, özellikle de AİHM önünde 4 bin davası bulunuyor. Ancak savunucuları güçlendirmeye yönelik 20 yıldır düzenleme yapılmadığı gibi; bu hizmetin ne yetkilisi ne sorumlusu belli...
Sözün özü; durum, hem Devletimiz, hem bu hizmete emek verenler açısından tam bir perişanlık!
Damardaki tıkanıklığa kireç çözücü tablet
Gözümle görmesem, kulağımla duymasam inanmazdım. İsimleri bende saklı üç müteahhit Hacettepe Hastanesi’ne check-up için gidiyorlar. Bu arada müteahhit dediysem, öyle eften püften insanlar değil. Her birinin yurt içi ve dışında baraj, yol gibi dev inşaatları sürüyor. Ayrıca sahibi oldukları turistik tesisler bırakın ülkemizi tüm dünyada tanınıyor.
Neyse gelelim konumuza.
Üç arkadaş tepeden tırnağa muayene olup, bütün tahlilleri yaptırdıktan sonra sonuçların çıkmasını bekliyor. Ertesi günde beklenen haber geliyor. Hepsi de ellili yaşların üzerinde seyretmesine rağmen sapasağlam çıkıyor. Ancak, sonuçları fakstan gelen káğıtlar üzerinden öğrenen iki kafadar, yüzü kadar yüreği de temiz Karadenizli üçüncü arkadaşlarını durumdan haberdar etmiyorlar. Üstelik Hacettepe başlıklı rapor káğıdında tahrifata gidip, rakamları değiştiriyorlar. Sonuç bölümüne de "Kalp damarlarında yoğun kireçlenmenin görüldüğünü ve tedavinin hemen başlanması gerektiğini" yazıyorlar. Ardından da Karadenizli müteahhidin faksına sahte raporu geçip, 10 dakika sonra kapısına dayanıyorlar. Bu arada raporun ilişiğinde sahte bir reçetede hazırlıyorlar. Tedavi için önerilen ilaç ise Calgonit tablet. Yani çamaşır ve bulaşık makinelerindeki kireçlenmeyi önleyici mamul.
Ofisine ulaştıkları Karadenizli arkadaşlarının alı al moru mor olmuş suratından sahte raporun işe yaradığını anlıyorlar. Zaten panik halindeki müteahhit, telefonla doktoruna ulaşmaya çalışırken bir çırpıda rahatsızlığını anlatıyor. Gülmemek için kendini zor tutan iki kafadar 10 dakika kadar teskin edici sözler söyleyip, bürodan ayrılıyorlar. Tabii kapı önünde kahkahayı basıp, ne kadar ortak arkadaşları varsa telefonla bildirmeye başlıyorlar.
Bürosunda başını iki elinin arasına almış Karadenizli müteahhit ise bu kez geçmiş olsun telefonlarına cevap vermeye başlıyor. Aradan üç saat geçiyor ki, şakayı yapan iki kafadarın içine kurt düşüyor. Ya Calgonit tablet şakasını anlamayan şakazade reçetede yazdıkları gibi tabletleri ılık suyun içine atıp, karıştırdıktan sonra içerse? Neyse ki beklenen olmuyor ve evine giderken nöbetçi eczaneye uğramaya kararlı Karadenizli müteahhide gerçeği anlatıyorlar.