TÜRKİYE ekonomisinin en kırılgan alanlarından biri milli gelirin yüzde 8’i civarına gelen cari işlemler açığıdır.
Bu sorun, biraz da IMF raporlarına girmesi nedeniyle, ancak son yıllarda açıkça dile getirilmeye başlanmıştır. Aslında, sorun 2003 yılında başlamıştır.
Önce bir tespit yapalım. Küresel paranın bol olması nedeniyle dış açıklar vermiyoruz. Ama, küresel paranın bol olması verdiğimiz dış açıkları finanse etmeyi kolaylaştırıyor. Dolayısıyla, kolayca finanse edilen açıklar sorun değilmiş gibi görünüyor.
Aynı yanlışa, giderek büyüyen bütçe açıkları dönemlerinde de düştük. Kolayca finanse edilen bütçe açıkları sorun değilmiş gibi göründü. Finanse edilmesi zorlaştığında, bütçe açıklarının büyüklüğünün farkına vardık. Bütçe açıklarını daha makul düzeylere çekmemiz gerektiğinde, süreç acısız olmadı.
Dış açıklarda da benzer bir risk söz konusudur. Finansmandaki göreli kolaylıkla politika yapıcıları rehavete kapılmamalı.
HANGİ SICAK PARA?
Geçen yılın son çeyreğinden itibaren dış ticaret açığındaki büyüme durdu. Aynı paralelde, cari işlemler açığı da belli bir istikrara kavuştu. Geçen yıl sonunda yıllık 31.9 milyar dolar olan cari işlemler açığı yıllık bazda bu yılın mayıs ayı itibariyle 31 milyar dolar oldu. Cari açıktaki bir milyar dolara yakın düşüşün neredeyse tamamı dış ticaret açığındaki aynı miktardaki düşüşten kaynaklandı. Ama, Türkiye’nin cari işlemler açığı hala yüksektir (milli gelirin yüzde 7.6’sı). Risk azalmış değildir.
Küresel paranın bolluğu, yüksek de olsa cari işlemler açığının finansmanını kolaylaştırıyor. Genel izlenimin tersine, son dönemlerde dış açıkların finansmanının önemli bir bölümü "sıcak para" yoluyla yapılmıyor.
Geçen yıl Türkiye yurt dışından 45.6 milyar dolar taze dış finansman buldu. Bunun 20 milyar doları doğrudan yabancı sermaye idi. Yani, yüksek faiz nedeniyle Türkiye’ye giren para değildi. Geçen yıl Türkiye’nin tahvillerine hisse senetlerine gelen net para 7.4 milyar dolar oldu. Bunun da bir kısmı Hazine’nin tahvil ihraçları yoluyla yaptığı dış borçlanmalardı. Yani, yüksek faize gelen para bundan da azdı. Geri kalan finansman dış borçlanmalardı. Türkiye’deki faizlerle ilgisi yoktu.
ÇÖZÜM
Kısacası, son dönemlerde Türkiye’ye gelen dış finansmanın önemli bir bölümü yurt içindeki faizlerle ilgisi olmayan uluslararası paraydı. Bu eğilim yılın ilk beş ayında da değişmiş görünmüyor. Dolayısıyla, döviz kurları üzerine baskı yaptığı bilinen Türkiye’ye giren uluslararası sermaye akımını bir ölçüde önlemeye yönelik olarak Türkiye’de faizlerin indirilmesini savunmak en azından şimdilik çok gerçekçi görünmemektedir.
Aksine, bu düzeydeki cari açıkla, her hangi bir nedenle uluslararası sermaye Türkiye gelmekte çekingen davrandığında, faizlerin daha da artırılması dahi gündeme gelebilecektir. Çözüm faizi düşürmek değildir. Çözüm, para basıp Merkez Bankası’nın döviz kurlarını yukarıda tutması da değildir. Çözüm, bu şartlarda yaşamayı öğrenmek ve becermektir. Riskleri azaltmaya çalışmaktır.
Merkez Bankası’nın rezervleri geçen yılın tümünde 10.6 milyar dolar arttı. Bu yılın ilk beş ayında da döviz rezervlerindeki artış 7.2 milyar doları buldu. Kısacası, Merkez Bankası para basarak döviz alımları yoluyla rezervlerini artırmaya devam ediyor. Bu konuda Merkez Bankası’ndan daha fazlasını beklemek enflasyonla yaşamayı arzulamak anlamına gelir. Halbuki, Türkiye ekonomisinin ihtiyacı olan enflasyonu en kısa sürede indirmektir.