Paylaş
Onun Mahmut Hoca’sı kimdi bilmiyorum. Spor ahlakı denen şeyi nerden öğrenmişti, kimden devralmıştı hiç bilmiyorum. Galiba o kuşağın sporcuları, kurallar kitabını kendileri yazmıştı. Onlar gidince de tedavülden kalkıverdi.
Sadece sporun kurallar kitabını değil, hayatın kullanma kılavuzunu da kendileri yazmıştı kesin. Yazan da yaşayan da kendileriydi. Kendilerini denetleyen yine kendileriydi.
Lojmanlarda kantin derler ya da kooperatif derler şahane yerler olurdu. Çocuklar için para geçmezdi oralarda. Gün boyunca yer içerdin, aybaşında babanın memur maaşıyla hallolurdu hesap işi. Çocuğun elinde paranın ne iş vardı.
Dünyanın en bayat ve fakat en lezzetli gofretleri orlarda satılırdı. Doğrusu goflettir gerçi. Laylon poşete istediğin kadar koyar tarttırırdın. Koyu renk cam şişedeki meyve sularının, özellikle şeftali ve kayısı suyunun posası dibe çökerdi, iki sallardın nefis olurdu, yağlı kâğıttan mamul pipetlerle lüpletirdin.
Burları şahaneydi de, taşrada görevli memur ailesinin büyük derdi ayrıntılarda gizliydi. Kurdele bulamazdın mesela kantinde, oysa Türk Milli Eğitimi kırmızı kalem ve kırmızı kurdele üzerinde yükselirdi. Nane kekik filan olurdu ama yenibahar bulunmayabilirdi. Yenibaharsız zeytinyağlı dolma, mal müdürünün hanımının önüne konamazdı, hiç bi şeye benzemezdi o dolma öyle, taşrada bunlar mühim hadiselerdi. Üst baş da yoktu kantinde, kasabaya inmek gerekirdi o işler için. Ancak hayatın kullanma kılavuzunu yazan o adamlar, seni öldür Allah bindirmezlerdi, üstünde “Resmi Hizmete Mahsustur” yazan o arabaya.
Kabul edilemez, konusu açılamaz ve tartışılamazdı bu. Sakatlama vukuatım çok olduğu için ve yaralanmalarım artık vaka-i adiyeden sayıldığı için de olabilir ama kafam patladığında, hastaneye gitmek için bile bindirilmedim ben o arabaya. Nerde annemle alışverişe giderken bindirileceğiz.
Her ay aynı hikâye yaşanırdı. Annem beni özel hizmete mahsus arabasına atardı kasabaya inerdik. Gerekli gereksiz alışverişi yapar, torbalarla arabaya gelir, dört tekerleğin de bıçakla öldürüldüğünü görür, katillerin anneme ithafla “Tomofilli Alma Karısı Defol” yazılı notunu bulurduk. O lastiklerle nasıl defolacaksak artık.
Bu ya da benzeri hikâyeler o adamların anayasasını bir kere bile deldiremezdi. O arabaya binilemezdi. Benim memurum işini bilemezdi.
O adamların yazdığı spor kuralları kitabında, aslında geniş geniş boşluklar vardı. Çok zor koşullarda spor yapma fırsatı bulduklarından galiba, her şeyi mesele etmezlerdi. İnik top, balçık saha, şaşı hakem filan kabulleriydi. Yenmek ve yenilmek vardı, ağlamak ve gülmek vardı, sabır ve sabırsızlık, tahammül ve tahammülsüzlük vardı. Ama sahaya çıkmamak yoktu, ne olursa olsun.
“Müsabaka” derlerdi onlar, maç demezlerdi. Müsabakaya ne olursa olsun çıkılırdı. Adaleti tesis etmek gerekiyorsa sporun içinde tesis ederlerdi. “Çık ve oyna, göster onlara şampiyon” zevzekliğinde değildi terazileri.
O adamlar fiyatını bilmezlerdi ama değerini bilirlerdi sporun.
Galatasaray ve Fenerbahçe’nin oynayamadığı basketbol maçı ile ilgili tek söz etmek istemiyorum aslında. Oraya bağlanmasın mevzu. Haklıyı haksızı filan tartışmak istemiyorum. O korkunç beyanatların üstünden bi daha bi daha geçmek istemiyorum. Bıktık usandık zaten ezeli, ebedi ve sevimsiz rekabetlerinden.
Şuraya bağlansın. Sporun adaleti sporun içinden inşa edilir. Maça çıkmak/çıkmamak değil burada mesele. Mesele; haktan, hukuktan, etikten, spordan söz açan adamların kurallar kitabında. O kitabın içindekiler sayfasında. Önsözünde. Kendisinde.
Çocuklar için paranın geçmediği o kantinlerdeki, bayat ve fakat olağanüstü lezzetteki gofletlerin fiyatını hiç bilmedik. Ama değerini çok iyi bildik.
Paylaş