“Takım olarak çok iyi mücadele ettik”, “İyi oynayan taraf bizdik ama maalesef maç berabere bitti”, “Yedek başlamam hocanın takdiriydi, saygı duyuyorum”, “Çok şey yazıldı, çok şey çizildi ama biz çıkıp topumuzu oynadık”, “Bu akşam ligin kaliteli ekiplerinden biri olduğumuzu gösterdik”, “Galibiyeti, bizi yalnız bırakmayan taraftarımıza hediye ediyoruz”, “Bugün, bu müthiş taraftarımızla hakemi de yendik”, “Buradan puan veya puanlarla dönmek istiyorduk”, “Rakibimizden iyi oynadık ama onlar girdikleri pozisyonları değerlendirdi”, “Bundan sonra tüm maçlarımızı kazanıp, rakiplerimizin puan kaybetmesini bekleyeceğiz”, “Bu deplasmanı kayıpsız atlatmamız gerekiyordu”, “Son haftalardaki çıkışımızı sürdürmek istiyorduk”, “Oyunun genelinde topa sahip olan taraf bizdik”, “Artık her maç final havasında”.
Kurban olayım bu ne ya.
Vallahi de bıktık. Billahi de bıktık.
Sadece aynı lafları ısıtıp ısıtıp önümüze koyan, asla kendisi olmayan, klişelerin prensi futbolculardan değil; kibirden, şımarıklıktan, kabalıktan bıktık.
Birincisi; dünya üzerinde, o bereyi kafasına, o biçimde, başka kim takarsa taksın ibiş gibi olacağıdır. Bilic olmuyor.
İkincisi, dereotu denen bitkinin faşist olduğudur. Mesela ben, bir dal koydum geçen yaptığım turşu kavanozunun içine. Bir tek dal. Sanırsınız dereotu turşusu yapmışım. Bu hep böyledir ama. Hep o kazanır. O yüzden “Dereotlu bilmem ne” tanımı külliyen yanlıştır bence. “Bilmemneli dereotu”dur doğrusu. “Poğaçalı dereotu” gibi. Hayır, tamamen çıkarayım hayatımdan diyorum fakat gelin görün ki mücver dediğimiz şahane şey bunsuz olmuyor.
Üçüncü tespitim ise, bizim futbol uleması kadar iyi çeviren başka bir meslek grubunun yeryüzünde olmadığıdır. İddia ediyorum, koyun spor medyasını mangalın başına; kaz mümkünü yok yanmaz, kanat kömürleşmez, pirzola kararmaz. Anında çevirirler.
Hep “Hiç unutmam” diye başlayan bir cümle kurmak istemişimdir. Kısmet bu güneymiş, müsaadenizle. Hiç unutmam, Aragonés, daha Fenerbahçe’ye imzayı atmadan bizim futbol uleması zalim şakalarına başlamıştı.
Alex de Souza modern zamanlarda bunu başarabilen futbolculardan biridir.
Fenerbahçe'ye geldiği yıl, İstanbulspor stoperi Yalçın'ı düğüm edip gol attığı dakikadan başlayarak, topu her ayağına aldığında ayağa fırladım.
Her duran topta kalbim çarptı.
Ama Alex’i Alex yapan sadece bu değildi.
Benim, futboldaki ilk kahramanım.
Kendi ifadesiyle bir cunta çocuğu. Önce felsefeye vurulur. Sonra futbola. Sonra hekimliğe.
Sosyal adaletsizlik hep dikkatini çeker. Futbolun, ona yaşadığı ülkeyi öğrettiğini söyler. Ve ülkelerinin gerçeğini değiştirmeleri gerektiğini.
Profesyonel futbolculuk yaparken tıp eğitimini sürdüren bir tuhaf adamdır.
Emre Belözoğlu’nun Eskişehir maçının hemen başlarında Ömer Şişmanoğlu ile girdiği mücadelede kaptanlık pazubandını düşürmesi de tesadüf değil. Pazubandı yerden almaması da. Neredeyse yirmi dakika yerde unutması da değil.
Çünkü durmuyor üstünde.
Çünkü taşıyamıyor.
Çünkü futbolda kaptanlık pazubandı takmanın ağırlığı, üzerinde hemfikir olunan nadir konulardan biridir.
“Türkiye’de ırkçılık yoktur” diye enfes bir ezberimiz var bizim çünkü. Yapıp edip “Bizde ırkçılık yok” diye sıyrılıveririz biz işin içinden. Ya yok! Var efendim. Bal gibi de var bizde ırkçılık. Âlâsı var. Hele sporda, hele futbolda, hele hele statlarda.
Canınızı sıkmak istemem ama ırkçılık yapmak için illa “Defol buradan pis zenci!” demeniz gerekmiyor.
Yıllarca Diyarbakırspor maçlarında yapılan tezahüratlar, milli maçlarda avaz avaz “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun” diye bağırmalar, tüm etnik kökenlere karşı yükselen sloganlar filan bildiğiniz ırkçılıktır.
Bir yöneticinin memnun olmadığı futbolcudan “Yamyam” diye şikâyet ettiğini duyduk biz bu ülkede. Yamyam diye!
Şahsını ya da sporculuğunu filan savunacak filan değilim Volkan Demirel’in. Umrum olmaz. Fakat çok ağır küfürler işiten bir futbolcunun sahayı terk etme hakkını sonuna kadar savunurum. Kim olursa olsun. Adalet herkese lazım.
Bir futbolcu, neden küfrü sineye çekmek zorunda olsun ki? Bakınız yine aynı şeyi yapıyorsunuz. “Ama Volkan da şöyle yaptıydı, böyle ettiydi” filan yok. Kendi kendini evinden aldırıp yapsın bazı şeylerin sorgulamasını, muhasebesini, özeleştirisini filan. Benim demem o değil şimdi.
Tiyatrocuların meşhur “Perde kapanmaz” eziyeti vardır. Aynı o hesap. Her ne olursa olsun sahneye çıkılır. Ne tür bir acı yaşanırsa yaşansın oyun devam eder. Oyuncuların, babaları öldüğünde bile çıkıp rollerini paşa paşa oynamaları gereklidir.
“Ne gerek?” diye sorunca hemen “gelenek”, “seyirciye saygı”, “tiyatro ahlakı” filan derler. Ne alakası varsa. Oysa herkesin acıyı karşılama biçimi farklıdır. Bir oyuncu, acısını kulise bırakıp sahneye çıkmak, oynamak isteyebilir. Bir diğeri tersini yapar, acısını sahnede yaşamak istemez, oynayamaz o akşam. İkisine de saygı duymak gerekir. Seyirciye saygıysa oyuncuyu da saygı. Respect.
O zaman formasını giydiği Trabzonspor’un yönetimi, futbolcusunun gözyaşlarını hiiiç hoş karşılamamış, “Aynı yolda yürümeyiz artık” deyivermişti. Volkan Şen’in yolu Trabzonspor ile ayrılmıştı. Ağladı diye.
Durumun bizim buralarda fazla tartışılacak bir tarafı yoktur. Gülmek hafifliktir, ağlamak zayıflık. İkisi de kadına yakışır. E kadın olmak çok berbat bir şeydir zaten. O yüzden kadın gülebilir de ağlayabilir de. Sorun olmaz.
Fakat ikisinden birini yapan erkeğin başı çok büyük belada demektir. Ne zor memleket. Kadın için çok. Ama erkek için de kolay değil. “Ne gülüyosun lan karı gibi” ile “Karı gibi ağlama be” arasında bir hayat. Hiç kolay değil. Biz en azından yüksek müsaadeleriyle gülüyor ve ağlıyoruz. Karı gibi.
Volkan Şen için, şimdi burada benim uzattığım gibi uzatmaya mahal yoktu. Ağlayan futbolcu mu olurdu be. Maçın ortasında ağlayarak sahayı terk etmek ne demekti. Hı ne demekti?