4 Haziran 2011
MODERN ekonomi diye bir şey varsa, herhalde bu, merkez bankalarının kurulmasından sonra ortaya çıkan ekonomik düzendir. Arkalarına bir devleti alan merkez bankalarının “para üretmek” gibi inanılmaz bir yeteneği vardır. Pek tabii ürettikleri para, altından değil kâğıttandır. Yönetim biliminin büyük ustası Peter Drucker’in (1909–2005) hayatının son döneminde finans sektörünün geleceğini çizerken “para bir enformasyon ürünüdür” kâğıt da yerini “kayıt”a bırakacaktır demişti. Bir bilgi/enformasyon kâğıt üstüne yazılabileceği gibi bilgisayarların belleğine de kaydedilebilir. Unutmayın artık hiçbirimizin bir “banka cüzdanı” bile yok. Parasal servetler netice itibariyle bir kayıttan ibaret. Tam hokus-pokus yani.
* * *
Özetle: Modern ekonomiler merkezinde bir “merkez bankası” olan ulusal veya AB gibi çok uluslu sistemlerdir. Modern ekonominin işleyiş kuramına “parasal iktisat” deniyor. Bu kurama göre merkez bankaları, dolanımdaki paranın “faizini ve miktarını” belirleyerek ekonomileri yönlendiriyor. Ancak bu kuramın teorisyenleri modellerini “tek ülke-tek para” kabulü üzerine kurmuşlardır. Muhtemelen ABD ve diğer güçlü ekonomiler için büyük çapta bu böyledir. Ancak bizim gibi, ülkesinde ulusal parasından çok yabancı paranın mesela doların “ölçü birimi” olduğu ülkelerde “tek ülke-tek para” kuramları geçerli olamaz. Mesela TL’nin patronu olduğu için Türk ekonomisini yönlendirdiği kabul edilen T.C. Merkez Bankası Türkiye’de dolanımda bulunan toplam (döviz ve TL) paranın faizini ve miktarını belirleyemez. Bu, parası döviz olmayan tüm ulusal ekonomilerin sorunudur. Nitekim koskoca Rusya, Hindistan, Malezya, Endonezya merkez bankaları da kendi ekonomilerini yönlendirmek bakımından yeterli güce sahip değildir. Şüphesiz bu tamamen çaresizdirler anlamına da gelmez.
* * *
Burada vurgulamak istediğim husus şudur: Türkiye gibi parası döviz (hard currency) olmayan ve üstelik cari açık bağımlısı ülkelerin merkez bankalarının, ekonomilerini yönlendirirken kullandıkları esas alet “döviz fiyatı”nı yönetmektir. Bu ülkelerin merkez bankaları, ulusal paralarının faiz ve miktarını saptarken, aldıkları kararların kurlara nasıl yansıyacağını göz önünde tutarlar. Ben, ulusal paranın faizini ve miktarını belirleyerek ekonomiye yön veririm, döviz fiyatları ister düşmüş, ister çıkmış olsun beni ilgilendirmez diyemezler. Çünkü ulusal ekonominin gidişatının, ulusal paradan çok, dövizin fiyatının seyrine bağlı olduğu tecrübeyle anlaşılmıştır. Türkiye’de yatırımı ve büyümeyi etkileyen faiz, döviz faizidir. Bankaların kredi hacmini belirleyen para miktarı da, ister Malta adasından ister Londra’dan yola çıksın ülkeye “giren-çıkan” döviz miktarı demektir.
* * *
Hal böyle olmakla birlikte, ince hesaplara dayanan grafikler çizip, “faiz ile enflasyon”, “faiz ile büyüme” arasında ilgileşim (korelâsyon) kuran uzmanlar hâlâ “tek ülke-tek para” modelini kullanırlar. Sonra da hem enflasyon düştü, hem milli gelir büyüdü bu bir mucize diye şaşkın, şaşkın konuşurlar.
Son Söz: Model yanlışsa, analiz zırvadır.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2011
AKP’nin izlediği iktisat politikası, ister bilinçli bir seçim olsun ister “başka türlü olamadığı için böyle oldu” diye açıklansın netice itibariyle “cari açık” üzerine kuruludur.
Türk ekonomisi cari açığı o veya bu sebeple finanse edemez hale gelse, bugünkü başarılı tablo bozulmaya mahkumdur. Şairin dediği gibi “yerden göğe kadar küp dizseler, alttakini bir çekseler, seyreyle sen gümbürtüyü”. Burada birbirininüstünde ve birbirine dayanarak, güzel güzel duran küpler sırasıyle:
1. Bütçe açığının milli gelire oranın düşük olması.
2. Kamu borcunun milli gelire oranının düşük olması.
3. Kamunun ödediği reel faizin, milli gelire oranın düşük olması.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2011
BİRİNCİ Dünya harbi başlamadan çok önce Osmanlı Devleti çöküyor ve parçalanıyordu. Osmanlı’nın Birinci Dünya Harbine girmesi kendisinde güç vehmetmesinden değil güçsüzlüğündendir. İttihat ve Terakki önderleri, Almanya ile birlikte savaşa girilir ve galipler arasında yer alınabilirse, Osmanlı’nın makûs talihinin döneceğine ümit ediyorlardı. Hiçbir Osmanlı düşünürü ister Amerika, ister İngiltere, ister Almanya olsun, bir büyük Batı devletinin siyasi ve iktisadi himayesine girmeden Osmanlı’nın ayakta kalabileceğine inanmıyordu. Mustafa Kemal bile bazen böyle düşünmüş olabilir. Birinci Dünya Harbi, çok güvenilen Almanların yenilgisiyle bitince onun müttefiki Osmanlı tam battı. Devleti Aliye’nin başkenti İstanbul, fiilen işgal edildi. Osmanlı başbakanları İngiliz Büyükelçisi’nin şamar oğlanı haline çoktan gelmişti. Ama artık ona bile gerek kalmadı. Sevk ve İdare resmen İşgal Kuvvetleri Komutanındaydı. Türkün kaybedecek bir şeyi kalmamıştı.
* * *
Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal ve arkadaşları birer Osmanlı okumuşuydu. İslâm dinini de, memleketi de, halkı da tanıyordu. Ne yapılabilir ne yapılamaz kestirebiliyorlardı. İstiklal Harbinin amacı, ülkeyi müstakil kılmak yani bugünkü Türkçe ile “bağımsızlığına” kavuşturmaktı. Bu gerçekleşti. Ancak bundan sonrası için üzerinde mutabık kalınmış belli bir plan yoktu. Olamazdı da. “Kervan yolda düzelir” diyerek harekete geçtiler. İlelebet payidar olmak için birbirini tamamlayan iki stratejik hedef zamanla belirginleşti. Bunlardan birincisi “ulus devlet” kurmak, ikincisi “lâikleşmek” idi. Milli/Ulus Devlet (Nation State) zaten Batı’da günün modasıydı. Bağımsızlığın olmazsa olmaz şartıydı. Yoksa ülke parçalanabilir ve parçalar tekrar büyük devletlerin bağımlısı olur diye düşünülüyordu. Ancak Osmanlı’da millet değil, milletler vardı. Hâlbuki milli devlette “bütünleşmiş/kaynaşmış” tek millet olmalıydı. Bu gerekçeyle, milli sınırlar içinde yaşayan bütün etnik unsurları bir potada eriterek tek millet yaratmaya ona da Türk Milleti demeye karar verdiler. Bu amaçla etnik unsurların, başta dilleri olmak üzere etnik özellikleri baskı altına alındı. Etnik unsurlar birbirine benzer hale getirilerek entegre edilmeye çalışıldı.
* * *
Entegrasyon ve asimilasyon birbirini tamamlayan iki süreçtir. Bir etnik halk, toplumun ana gövdesini teşkil eden çoğunluğa benzeşmeden yani asimile olmadan, o toplumla entegre olamaz. Yani bütünleşemez. Almanya’da yaşayan Türklerin “en alttakiler” diye isimlendirilmesi eğer bir sorunsa, bunun sebebi, Almanlarla benzeşmeden yani “asimile” olmadan Almanlarla bütünleşmek yani entegre olmak gibi bir imkânsızın peşinde koşulmasıdır.
* * *
Almanya’da, siyasi, iktisadi ve sosyal alanlarda en başarılı Türkler, kültürel olarak Almanlara; Türkiye’de de siyasi, iktisadi ve sosyal alanlardaki en başarılı Kürtler de yine kültürel olarak Türklere en çok benzeyenler arasından çıkmıştır. Bunda da o ülkenin dilini mükemmel şekilde öğrenmek ve kullanmak rol oynamıştır.
Son Söz: Entegrasyon isteyen, asimilasyonu reddedemez.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2011
İKTİSADİ tahlilde “bankalar, reel sektörün ayna simetriğidir” denir. Gerçekten de banka bilânçolarının sol tarafının, yani “varlıklar” bölümünün en büyük kalemi “alacakları”dır.
Yani bankaların reel sektör firmalarına veya gerçek kişilere açtıkları kredilerdir. Bankaların varlıkları arasında devletten alacakları yani Hazine kâğıtları da bulunur. Devlet de bir bakıma reel sektördür. Reel sektör firmaların bilânçolarının sol tarafında, yani “yükümlülükler” bölümünde ise, bankalara olan “borçları” yazılıdır. Reel sektörün ayna simetriği (görüntüde sağ solda, sol sağda) olan bankalarımız, binlerce reel sektör firmasının yer aldığı kurumlar vergisi şampiyonlar listesinin en tepesindeki ilk 10’nun 6’sını veya ilk 14’ün, 10’unu teşkil ediyorlar. Bunda bir tuhaflık var mı?
* * *
Eğer kâr etmek iyi yöneticiliğin göstergesi ise, bu listeden çıkarılacak ilk sonuç, reel sektör firmalarını yönetenlerin, banka yöneticilerine kıyasen beceriksiz ve hatta geri zekâlı olduğudur. Herhalde bu yorumla, bırakın reel sektör firmalarını, bankaların genel müdürleri bile hemfikir değildir. Çünkü Türkiye’de ve dünyada çok sayıda banka batmıştır veya batacaktır. Bu başarısızlık da sadece banka yöneticilerine fatura edilemez. Bankaların kârı, para ve maliye politikalarıyla birebir ilişkilidir. Konuyu irdeleyelim.
1. İş hayatında iki tür kâr/zarar vardır. Birincisine “operatif” ikincisi ise “spekülâtif” denir. Operatif kâr/zarar “Gelir Tablosu”ndan, spekülatif kâr/zarar “Bilânço”dan çıkar.
2. Operatif kâr, iş yaparak, çalışarak, katma değer yaratarak elde edilen kârdır. Spekülatif kâr ise, elde tutulan bir şeyin mesela, malın, mülkün veya emtianın fiyatının artmasıyla elde edilir. 3. Banka kârları, daha ziyade spekülatiftir. Ama onlar da şimdilerde ödeme hizmetlerinin fiyatını arttırarak operatif kâra yöneliyorlar.
4. Operatif kârlar milli geliri arttırır, spekülatif kârlar veya zararlar milli geliri arttırmaz veya azaltmaz. Bir kimsenin sahip olduğu hisse senedi, tahvil veya arsanın fiyatı arttı diye milli gelir artmaz. Borsa endeksinin inip çıkmasıyla milli gelir rakamı değişmez.
5. Sanayi firmaları “2” gibi düşük, bankalar ise “8” gibi yüksek finansal kaldıraçla çalışır. Yani az öz kaynak, çok borç kaynak kullanır. Bu yüzden paranın maliyeti ile getirisi arasındaki fark açıldıkça, öz kaynağın verimi yani kâr misliyle artar.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2011
KÜRT meselesi çoktan “geri dönülmez” noktayı geçmiş bulunuyor.
Kabul etmek gerekir ki; Cumhuriyet’in gerek “tek millet” yaratma gerekse “laikleşme” projeleri tam başarılı olamamıştır. Kürt özerklik hareketinin, adı öyle konmasa da, fiilen bölünmeyle sonuçlanacağını uzun süredir herkes biliyordu. Ama cenazelerde “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez” diye feryat edenleri sakinleştirmek gerekiyordu. Onun için bölünmek yok, “demokratik çözüm” var dendi. Sonunda çocuğun adı “demokratik özerklik” olarak kondu. Müzakere edilen budur. Bu çözüme karşı çıkacakları susturmak için “analar ağlamasın da, ne olursa olsun” tezi ileri sürüldü. Geçenlerde, eski “Yeni Demokrasi Hareketi Önderi” Cem Boyner, bir TÜSİAD toplantısında mealen “mutsuz yaşayacağımıza, bölünüp mutlu olalım” dedi. Böylece, topluma Türküm demekle değil, bölünerek mutlu olunacağı anlatılmış oldu. İnsanlar, yaşadıkları gerçek şartların getirdiği dertleri bilir. Alternatifi sorunsuz sanır. Bu yüzden tahayyül edilen “bölünmüş ve mutlu” yaşam biçiminin ne kadar belalı sorunlar çıkarabileceğine kafa bile yorulmadı.
* * *
Kürt meselesinin çözümünde bölünmeyi haklı göstermek için, “Türkiye çok büyük bir ülkedir, tek bir merkezden yönetilemez”, adem-i merkezi yani “yerinden yönetim” gereklidir deniyor. Bu önermeyi irdelemek istiyorum.
1. Adem-i merkeziyetçilik, merkeziyetçiliğin zıttı değil onun bir tarzıdır. Nitekim yönetim biliminde kullanılan “de-santralizasyon” özgün bir kelime değildir. Santralizasyondan türetilmiş bir sözcüktür.
2. Hocalarımız bize “merkezi olmayan adem-i merkezi yönetim olmaz” kuralını belletmişlerdi.
3. Adem-i merkezi yani yerinden yönetim, bölünmez bir bütününün etkin yönetimini sağlar. Yerinden yönetim, büyük kümeyi yöneten merkezin, yerel uzantısıdır. Yani uzantı merkeze bağlıdır.
4. Yerel yönetim ise, bölünmüş bir bütünden meydana çıkan alt kümelerin “merkezi yönetimi” tarzıdır. Yerel yönetim otonomdur. Kendinden başka bir yere bağlı değildir.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2011
GEÇEN hafta içinde Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Yılmaz Esmer’in düzenlediği ve açış konuşmasını yaptığı bir yemekli toplantıda Türkiye’nin medarı iftiharı Amerikalı iktisatçı Daron Acemoğlu’nu dinledik.
Dostumuz Yılmaz Esmer siyasi bilimlerle uğraşan bir sosyoloji profesörüdür. Daron Acemoğlu ise Nobel Ödülü almaya layıktır denilen bir iktisat hocasıdır. Ama gördük ki; siyaset bilimi, kalkınma iktisatçısı profesör Acemoğlu’nun tam ilgi alanı içindeymiş.
* * *
İktisat ilminin kurucu atalarından Adam Smith (1723–1790) “bir millet nasıl zengin olur” meselesine aklını takmış bir “Ahlak Felsefesi” profesörüdür. Bunu anlamak için yola koyulmuş ve neticede “Milletlerin Zenginliği” diye bilinen beş ciltlik dev eserini meydana getirmiştir. Meğer Daron Acemoğlu da benzeri hatta aynı soruna kafayı takmış. Meslektaşı James Robertson’la birlikte “Niçin Milletler Başarısız Olur: Refah ve Fukaralığın Kökenleri” adlı bir kitap yazmışlar. Kitap, sonbaharda basıma hazır hale gelecekmiş. 1500 sayfa olacağı söylenen kitabı bırakın yazmayı, okumak ve anlamak bile eğitim ve sabır isteyen bir iştir.
* * *
Acemoğlu, sistemleri iyi işleyen kalkınmış bir memleket olup olamamakta,
milletin kültürü (din, toplumsal davranışlar ve ulusal değer yargıları)
ülkenin coğrafyası (iklim, arazi yapısı ve hastalık ortamı),
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2011
KOMŞUMUZ Yunanistan mali ve iktisadi açılardan bir süredir zor durumda. Yunanistan’ın milli geliri son iki yılda yüzde 6.8 azalmıştır. Bu gerilemeye rağmen kişi başına milli geliri hâlâ 30 bin dolardır. Yani Türkiye’nin 3 katıdır. Buradan çıkarılacak ilk sonuç, zenginleşmenin, mali krize düşmeye engel olmadığıdır. Bir örnek daha vereyim. İrlanda, kişi başına 47 bin dolarlık milli gelirle dünyada zenginlik sıralamasında en önlerde yer alır. Buna rağmen o ülkenin ekonomisi de krizdedir.
* * *
Pekiyi bu kriz denilen lanet nereden çıkıyor. Kabaca 10,6 milyon nüfuslu Yunanistan’ın zor durumda olmasının esas sebebi, milli gelirinin 320 milyar dolar olmasına karşın 533 milyar dolar brüt dış borcu bulunmasıdır. Yunanistan’ın dış borcu, milli gelirinin yüzde 166’sına eşittir. Yunanistan’ın dış varlıklarını bilmiyoruz. Muhtemelen Yunanistan’ın net dış borcu bunun bir hayli altındadır. Yunanistan ekonomisinin ikinci sakatlığı, kamu borcunun milli gelirine oranının yüzde 144 olmasıdır. Bu da önemli bir bozukluktur ama dış borcunun büyüklüğü kadar kötü bir gösterge değildir. Üçüncü sakatlık ki, bütün bozuklukların anasıdır denebilir, bütçe açıklarının milli gelire oranının yüzde 8.5 olmasıdır. Dördüncü de, milli gelirinin yüzde 4.5’i kadar cari işlem açığı vermesidir. Cari işlem açıkları, birikimli olarak “net dış borç” stokunu yaratan en önemli unsurdur.
* * *
Yunanistan’ın karşı karşıya bulunduğu somut sorun “dış borçlarını ödeyemez” hale düşmüş olmasıdır. Bırakın eski borçların geri ödenmesini, ekonomideki çarkların dönmesi için Yunanistan’ın “ilave borç” alması bünyesi gereği şarttır. Çünkü hem bütçesi, hem de cari işlemleri açıktır. Eski borçlarını zamanında ödeyemediği için Yunanistan’ın itibarı (kredi reytingi) düşmüştür. Bu yüzden borçlanma faizi Euro cinsinden yüzde 15’e çıkmıştır. İşte dananın kuyruğu burada kopmuştur. Bu demektir ki; bırakın ilave borçlanmaların yükünü, Yunan kamu borçlarının vadesi gelenleri, eğer finanse edilebilirse, durduğu yerde yüzde 15 büyüyecektir. Üstelik ülkenin milli geliri bu yıl yüzde 4 küçülecektir. Yani kamu borcunun milli gelire oranı, bir yıl içinde, kötüdür denen yüzde 144’ten daha kötü olan yüzde 164’e veya daha yukarı çıkacaktır. İşte bu hâle girdaba kapılmak denir.
* * *
Tablonun bu kadar ümitsiz durması, aslında bir ümittir. Çünkü gün, radikal karar alma günüdür. Uluslar, mukadderatlarıyla ilgili olarak, fedakârlık gerektiren riskli kararları ancak işin oluruna bırakılmayacağı günlerde alır. Hem Yunanistan hem de Avrupa Birliği için, gerek Yunan milleti gerekse onların hamisi olan Avrupa Birliği köklü kararlara mecburdur. AB’nin Yunanistan için alacağı karar “önce büyüme, sonra borç ödeme” şeklinde olmalıdır. “Önce borç ödeme, sonra büyüme” diye özetlenecek ümük sıkma formülü Yunan ekonomisi için felaket olur. Yunanlılar da tavernada tabak kırmayı azaltmalı, Parlamento önünde nümayiş yapmanın sorunun çözümüne katkı yapmadığını anlamalı,
ücret ve sair gelirlerinin düşmesini kabul etmelidir.
Son Söz: Ölmüş borçlunun, alacaklıya faydası yoktur.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2011
BUNDAN kabaca 35 yıl önce, banka kredilerinin hatır gönülle verildiği ve mevduat reel faizinin negatif olduğu yıllarda, gazetelerde “Ev Kirasız-Para Faizsiz” ilanları yer alırdı.
Bu ilanları veren aracılar Eminönü’deki 4. Vakıf Han’da veya civarında faaliyet gösterirdi. Bankalardan istediği şartlarla kredi alamayan tüccarlar, kendilerine belli bir miktar parayı faizsiz olarak ödünç vereceklere, sahip oldukları konut veya dükkânları kira almadan kullanma hakkı tanırlardı. İnsanlar, “paranın faizi ile gayrimenkulün kirası” arasında bir ilişki olduğunu öğrenmişti. Gerek finans, gerek fizik sermayenin, hem bir neması hem de bir maliyeti olduğunu herkes biliyordu.
* * *
Başbakan Erdoğan ekonomi yönetimine “Hedef, sıfır reel faiz” komutunu verdikten sonra iki yazı kaleme aldım. Bu üçüncü ve şimdilik son faiz yazısıdır. İleride devam ederiz.
· Modern “serbest pazar ekonomileri” merkez bankalarının kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Merkez bankaları, devlet adına para üreten kurumlardır.
· Modern ekonomilerde faizin işlevi yaşamsaldır. Diğer bir değişle faizsiz modern ekonomi olamaz.
· Faiz enflasyona endekslenirse, faizi belirleyen serbest piyasa mekanizması kilitlenir.
· Faizin referansı milli gelir artış oranıdır.
Yazının Devamını Oku