Ege Cansen

Suriye halkının dostları İstanbul’da, düşmanları Şam’da toplanıyor

4 Nisan 2012
AMERİKA, Orta Doğuyu zihniyetine ve çıkarlarına göre yeniden tanzim etmeyi kafasına iyice takmış anlaşılan.

Bizi de her fırsatta bu işin içine çekip duruyor. Amerika ile Türkiye arasında tabiri caizse “stratejik” bir çıkar ilişkisi var. Burada anahtar sözcük “stratejik”tir. Stratejik demek, zaman, zaman bu ilişkiler birinin veya diğerinin zararına işleyebilir. Birinin istediği, diğerinin istemediği haller ortaya çıkabilir. Taraflar, işine gelmeyen veya aklının yatmadığı ve yanlış olarak değerlendirdiği durumlarda “bu sefer ben yokum; bir dahaki sefere işbirliği yaparız inşallah” diyemez demektir. II. Bush Hz. bunu veciz bir şekilde ifade etmiş ve şöyle buyurmuştu: “Ya benden yanasın, ya bana karşısın.”  Eğer siyasette iki ülke veya iş hayatında iki firma “stratejik ortak” ise, iyi günde de, kötü günde de; sıkıntıda da, coşkuda da birlikte hareket etmelidir. Biri, diğerini yarı yolda bırakmamalıdır.   
TEK TARAFLI STARATEJİK İLİŞKİ
Stratejik ortaklığı açıklamasına açıkladık. Ancak burada taraflardan biri, diğerinden katbekat güçlüyse, bu ortaklık, “küçüğün, büyüğün uydusu haline gelmesine” dönüşebilir. Bu hale sıkça rastlanır. İngiltere Başbakanı Blair’e bile “Bush’un finosu” diye ad takılmıştı. İsmet Paşa, boşu boşuna “büyük devletlerle dostluk, ayıyla yatağa girmeye benzer” dememiştir. Bizim Amerika ile stratejik ortaklığımız biraz böyledir. İran’ın nükleer teknoloji geliştirmesini yasaklamaya çalışan Batı’ya karşı Birleşmiş Milletlerde çekimser oy kullanarak veya “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diyerek arada bir dikleniyoruz, ama dik duramıyoruz. Anlayacağınız, ABD ile stratejik ortaklığımız, biz ABD’nin sözünden dışarı çıkmadıkça geçerli. ABD’nin bizim sözümüzü dikkate alıp, politika değiştirmesi düşünülemez bile.
SURİYE’DE KAÇ TANE HALK VAR
Yaklaşık yarım yüzyıl önce Pennsylvania Üniversite’sinde okudum. Zihin açan hocalardan ders aldım. Bunlardan biri, sivri dilli, muhalif karakterli çalışma ekonomisi profesörüydü. “Amerikan devleti bir şeye ne ad takmışsa, gerçek muhtemelen onun tersidir” derdi. İstanbul’da geçen hafta sonunda ABD’nin telkiniyle “Suriye Halkının Dostları” toplantısı yapıldı. Aklıma Suriye halkının dostları burada, düşmanları nerede sorusu takıldı. Onlar da herhalde Şam’da toplanmıştır dedim. Elimizi vicdanımıza koyup söyleyelim. Şam’daki rejim, bir zamanlar PKK’yı beslemiş, yakın zamanda Lübnan Başbakanı Hariri’yi öldürtmüş, bir tek parti diktatörlüğü olabilir. Ama “halkının düşmanı” olabilir mi? Ne yani, Suriye halkının tamamı mevcut hükümetin karşısında mı? İş başındakiler işgalci emperyalist bir yabancı devletin uzantısı mı? Öyle iseler, bunlar hangi dış gücün yerli iş birlikçisidir? Rusya’nın mı, Çin’in mi, İran’ın mı? Şam’da ve Halep’te yaşayanların ezici çoğunluğunun şimdiki rejimi desteklediği cereyan eden olaylardan anlaşılmıyor mu?
KENDİ KADERİNİ KENDİ TAYİN ETME HAKKI
Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı, sadece Batılı milletlere mi aittir. Batı’da iç harp çıktığında, Doğulu bir devlet, çarpışan taraflardan birine arka çıkmaya kalkıştı mı? Batılılar, Arapları, kendi kendilerini yönetmeye ehil ve layık bir millet olarak görülmüyor. Biz göçmenlere karşı insani ödevimizi yapalım ama bu kirli oyuna bulaşmayalım.

Yazının Devamını Oku

İstikrar-sız-laştırma

31 Mart 2012
BAŞLIKTAKİ kelimeyi bilhassa üçe böldüm. İstikrar kelimesi “karar”dan geliyor. Kararlı, dengeli, oynak olmayan, bir inip-bir çıkmayan, oturmuş, yerine yerleşmiş anlamlarına geliyor. Kısaca iyi bir şeyden bahsediyoruz. İyi bir şeyin yokluğu ise, kötüdür. Kimse “istikrarsız-lık” istemez. Kelimenin son parçası olan “laştırma” ise birsinin bizi o hale getirmesi veya bizim birisini o hale getirmemiz demektir. Gerçekten de öyledir. Bazen bir ülke, yalnız kendi akılsızlığından değil, başkalarının yüzünden ekonomik istikrarını kaybeder. Mesela Yunanistan, ahalisi tavernada sabahlara kadar tabak kırdığı için iktisadi istikrarını kaybetmedi. Onları, kötü yola düşmeye AB’li zengin dostları bol para vererek adeta teşvik etti. Fatmagül’ün suçu ne? 
FİYAT İSTİKRARI DÜŞÜK ENFLASYONDUR
Büyük bir ekonomik dönüşümün yaşandığı 1980’li yıllarda gerek ABD Başkanı Reagan, gerek İngiltere Başbakanı Thatcher gerekse Türk Başbakanı Özal ve muhtemelen başka ülkelerin başkanları da hep “istikrar” peşindeydi. 1980’de başlayan “Yeni Ekonomik Düzen” üç strateji üzerine inşa edilmişti. 1. Stabilizasyon (Fiyat İstikrarı)  2. Privatizasyon (Özelleştirme) 3. Liberasyon (Serbestleşme). Ancak o yıllarda istikrar kelimesi “fiyat istikrarı” demekti. Çünkü 1970’ler “ücret-fiyat” sarmalıyla enflasyonun azdığı yıllardı. Amerikan devlet tahvillerinin faizi yüzde 16’ya çıkmıştı. Alman devlet kâğıtlarının faizleri de yüzde 10’la yaklaşmıştı. Kısa sürede “ücret-fiyat” sarmalı “enflasyon-faiz” sarmalına yol açmıştı. İstikrar yoktu azizim! 
HİÇBİR ŞEYİN GARANTİSİ YOK
Yıllar geçti ve görüldü ki; 1980’lerin 3 altın stratejisi “ekonomik istikrarı” da “ekonomik büyümeyi” de garantilemiyor. Nitekim 2008’e gelindiğinde ABD ve AB’de enflasyon düşüktü yani fiyat istikrarı vardı.  Özelleştirme (ve kuralsızlaştırma) ile dış ticarette ve para hareketlerinde serbestleşme tam olarak uygulanıyordu. Ama yine “ekonomik kriz” çıktı. Hem de nerede? Nobelli iktisatçıların bizim gibi köşe yazarlığı seviyesine düştüğü ABD’de oldu. Oradan da Avrupa’ya bulaştı bu buhran. Emekli olsa da efsanesi süren merkez bankacıların şahı Greenspan’in karizması fena çizilmişti. Bunun üzerine “fiyat istikrarı vardı ama finansal istikrar yoktu” açıklaması iktisatçıları müşkül durumdan kurtardı.
NEDİR BU FİNANSAL İSTİKRARSIZLIK
Üç şeydir: Birincisi, varlık fiyatlarının balon yapması. Yani milli gelir artışı ve milli tasarruf oranıyla açıklanamayacak bir şekilde kişisel servetlerin şişmesi. İkincisi, bütçe açıkları ve onun yüzünden kamu borç stokunun büyümesi. Üçüncüsü, ülkenin artan oranlarda sürekli cari açık verip, cari açık bağımlısı haline gelmesidir. Bunlardan biri varsa ekonomi kırılgandır, ikisi varsa, durum vahimdir; üçü varsa Tarzan zor durumdadır. 
GERİLİM SINAMASI
İnşaat mühendisliği tek bir cümledir. “Kirişin üstü basmaya, altı çekmeye çalışır.”  İnşaat mühendisleri az malzeme ile daha büyük açıklıkları geçmek için “ön gerilimli kiriş” diye bir şey icat etmişler. İktisatçılar da “ön gerilimli sistem” tasarlamak peşindeler. Bunun için finansal istikrarsızlıkta ilk darbeyi yiyecek bankalara sanal ortamda “stres/gerilim” sınaması uyguluyorlar. Gazetelerde okuduğunuz “ekonomi kırılgan” lafları bu testlerden çıkıyor.
Son Söz: Ekonomi cari açık ipliğine bağlıysa, o ülkede stres testine gerek yoktur.        
Yazının Devamını Oku

Akıllı telefonlar şirketinizi nasıl aptallaştırır

28 Mart 2012
GEÇEN akşam iş arkadaşlarımla bir yemekteydim. Benim nispeten basit bir cep telefonum var.

Bu durumumu anlayınca bana uzun, uzun “akıllı telefon”larının (Smartphone) ne kadar faydalı olduğunu anlattılar. Anlatmakla kalmadılar, gösteri de yaptılar. Hangi uçağın Yeşilköy’e ne zaman indiğine baktık, ikinci köprünün açık olduğunu gördük, sesli tercüme yaptık daha neler, neler? Bu Smartphone, akıllı telefon değil seyyar bir bilgisayar. Cihazın telefon olma niteliği adeta önemsizleşmiş. Bildiğimiz en gelişmiş cep telefonlarının hem her işlevini yapıyor, hem de sahibini sanki bir ofiste bilgisayarının başındaymış gibi dünya âlemle temas halinde tutuyor. Akıllı telefonu anlayım derken yemeği soğutmuşum.

BİR MAKALE OKUDUM HAYATIM DEĞİŞTİ

Ertesi gün Pennsylvania Üniversitesi İşletme Fakültesi olan Wharton’un aylık dergisinin yeni gelen son sayısını karıştırmaya başladım. A, bir de ne göreyim? David Shedd adında bir mezun “Akıllı telefonlar, işinizi 7 şekilde öldürüyor olabilir” diye bir makale yazmamış mı? Hemen makaleyi iyi hazmedeyim diye yavaş, yavaş çiğneyerek okumaya başladım. Her satırı üç defa okuyup ve sondan başa doğru birkaç kez gidip gelerek özümlemeyi bitirdim.
SADECE ŞERDEN HAYIR DEĞİL, HAYIRDAN DA ŞER ÇIKAR

Yazının Devamını Oku

Londra’dan sıcak para getirip Atina’da yatırım yapmak

24 Mart 2012
HAFTA içinde gazetemizin ekonomi bölümünün ana sayfasında iki önemli haber yer aldı.

Birinci haber: Krizden kurtulmaya çabalayan Yunanistan’ın, Avrupa Birliği’ndeki hamilerinin (yoksa vasi mi demeliyim) tavsiyelerine uyarak bir “borç-varlık takası” projesi için Türkiye’ye geldikleriyle ilgiliydi. Yunanlılar bizim 10 yıl önce yaptığımız gibi, ülkenin varlıklarını yabancılara satıp, kamu borç stoklarını düşüreceklermiş. Bunun için önlerine yerel bir kılavuz-rehber alıp, Türk zenginlerinin önünde tezgâh açmışlar. Sıcak para değil kalıcı soğuk para yani doğrudan yatırım istiyoruz demişler. İkinci haber: Türkiye’nin önde gelen bir bankasının yurt dışından 1 milyar dolar “sıcak para” getirdiği müjdesiydi.   

ÇERÇİ YÜKÜNÜ, ÜLKE MÜLKÜNÜ SATAR

ODTÜ yurdunda ranzadaşım Kayserili Mıgırdıç Aslan “çerçi yükünü satar” derdi. Çerçi, bildiğiniz gibi,  şehirden aldığı sanayi mallarını, eşeğine yükleyip köy, köy dolaşarak satan seyyar tacir demektir. Müşteri farklı bir şey isterse, o lafı evirip çevirip yükünde ne varsa onu satmaya çalışırmış. Aslında hepimiz birer çerçiyiz. Yani hem satıcıyız hem de yükümüzde ne varsa (müşteri başka bir şey istese de) onu satmaya çalışıyoruz. Şimdi dara düşen ülkeler de çerçileşti. Sadece onlar, eşeğin yükünü değil, ülkenin mülkünü satıyor.   
TASARRUF İTHAL EDEN TASARRUF İHRAÇ EDEMEZ

Yazının Devamını Oku

Hayvanın başı döndü mü, dönmedi mi?

21 Mart 2012
BU tabiri ben mi uydurdum yoksa Türkçe’de zaten böyle bir deyim var mıydı bilmiyorum. Bu deyimde geçen hayvan kelimesi at anlamındadır. Mamafih üstüne binildiğine veya arabayı çektiğine göre eşek veya deve de olabilir. Bu hayvanlar bazen binicisine veya sürücüsüne itaat etmez; alır başını tehlikeli bir yöne doğru koşmaya başlar. Dizginleri elinde tutan tehlikeli gidişi durdurmak için hayvanın başını döndürmeye çalışır. Hayvanın başı doğru yöne döndü mü, kısa bir süre sonra vücudu da döner. Böylece muhtemel bir kaza savuşturulur. Hüner öncelikle hayvanın başını çevirebilmektir.

İSKAMBİL KÂĞITLARI BİRBİRİNİ DEVİRDİ

Euro Bölgesi’ne girdikten sonra dış kaynakla harikalar yaratan İrlanda’nın borç balonu üç yıl kadar önce patladı. Amerika ve İngiltere’nin yardımlarıyla İrlanda vartayı ucuz atlattı. Hemen arkasından Yunanistan’ın takkesi düştü ve keli göründü. Yunanistan’ın mali yapısı, kötünün de ötesinde kötüydü. Kurtulması için “organ nakli” (mali yönetimin başına AB’den uzman getirmek) dâhil bir dizi ameliyat gerekiyordu. Yunanistan’la meşgul olunurken, Devlet tahvili faizlerinin anormal yükselmesiyle ortaya çıkan kamu finansmanın tıkanması sendromu, Portekiz, İspanya ve hatta İtalya’da görüldü. Ki; o İtalya para birliğinin taşıyıcı sütunlarından biriydi. Nefesler tutuldu; yoksa Euro çöküyor muydu?  

İTALYA’NIN MAKÛS TALİHİ


İtalya, geçen yıl bir ekonomik felaketle karşı karşıya kalmıştı. Fırlama bir adam olan Berlusconi durumun vahametini idrak ettiği için başbakanlıktan ayrılmayı güle oynaya kabul etti. Yerine Milano/Bocconi Üniversitesi Rektörü Mario Monti getirildi. İtalya’nın seçilmişleri, seçilmemiş bir teknokratın 2013 yılında yapılacak genel seçimler kadar “Maliye Bakanı” unvanıyla başbakanlık görevini üstlenmesini onayladı. Monti, İtalya’nın Kemal Derviş’i olmuştu. Derhal 33 milyarlık bir tasarruf paketini devreye koydu. Harcamaları kıstı, vergileri arttırdı, emeklilik haklarını tırpanladı ve vergi ödemeyenlere karşı sert bir tavır aldı. O sırada Avrupa Merkez Bankası da para musluklarını açınca, faizler düştü. İtalyan Hazinesi tekrar borçlanabildi. Ülkenin makûs talihi yenilmişti.

ZURNA ZIRTLAMAYA BAŞLADI


Bravo Mario Hoca! Nasıl da toparladın ekonomiyi derken, sendikalar “istikrar paketine evet, ama emekçiden/emekliden alma, zenginden al” diyerek grevlere başladı. Milli gelirin asgari yüzde 80’ini ücret olarak dağılır. Kalan yüzde 20’yi teşkil eden kâr, kira ve faizler, durgunluk dönemlerinde kendiliğinden düşer.

Dolayısıyla maaşlar reel olarak düşmeden “istikrar paketi” uygulanamaz. Ulusal tasarruf açığı özel sektörün dışarıdan borçlanmasıyla kapatılamazsa, kamu borcunun milli gelire oranı da düşmez. Çare: hem negatif reel faiz uygulamak hem de emekçilerin/emeklilerin gelirini düşürmektir.

Son Söz: Bana dokunmayan istikrar paketi bir yaşasın.
Yazının Devamını Oku

Kaza geliyorum der

17 Mart 2012
CHP İzmir Milletvekili Prof. Dr Oğuz Oyan’ın verdiği bilgilere göre, ülkemiz iş kazalarında hayatını veya sağlığını kaybeden işçi sayısı bakımından Avrupa’da birinci, Dünya’da üçüncüymüş.

Bu istatistikler tam olarak gerçeği yansıtmasa bile “teknik emniyet” kıstaslarına göre parlak bir yerde olmadığımız doğrudur. Sanayide geçen meslek hayatımın ilk yıllarında Arçelik’in Sütlüce fabrikasında açtığımız çırak okulunda “teknik emniyet” öğretmenliği yapmıştım. Teknik emniyet konusunda bilinçli bir göz için “kaza geliyorum der”. Fabrikalar, tersaneler, inşaat şantiyeleri başta olmak üzere, her işyerinde normalden fazla kaza ihtimali vardır. Çünkü fiziksel ve kimyasal işlemlerden oluşan üretim süreçlerinde açığa çıkan enerji kaza ihtimalini yükseltir.  Üstelik atölye ve şantiyeleri yönetenler, görevleri gereği “maliyet düşürme” peşindedir. Teknik emniyet önlemleri ise her zaman maliyeti arttırır. Kazaları azaltma üzerine düşünmeye başlamadan önce bu iktisadi çelişkiyi kavramak gerekir.
PRİM, HASAR VE TAZMİN

Kaza, denince akla gelen ilk kavram “sigorta”dır. Kaza sigortasının iki işlevi vardır. Birincisi, oluşacak hasarın parasal tazminidir. Buna pasif sigortacılık denebilir. İkincisi ise kaza ihtimalini düşürmektir. Buna da aktif sigortacılık demek gerekir. Tazminat ödemeleri transfer harcamasıdır. Milli geliri arttırmaz. Kazada kaybolan değer teorik olarak tazminata eşittir. Ancak prim ödemek, sigortalının, tazminat ödemek ise, sigortacıların nefret ettiği şeylerdir. Bu sebeple çoğu kez kayıplar karşılanamaz. Sigortacılığın daha doğrusu aktif kaza sigortacılığının esas görevi “kaza ihtimalini düşürüp” hem primleri, hem hasarları hem de tazminatı azaltmaktır. İşte, sigortacılığın milli geliri arttıran işlevi budur. 

KAZANIN MALİYETİ ÖNLEMİN MALİYETİNDEN YÜKSEK OLMALIDIR

“Maliyetini kurtarmaz” hepimizin kullandığı bir deyimdir. Demek ki, bırakın bir işi yönetmeyi günlük hayatımızda bile harekete geçmeden önce iyi kötü bir “getiri-götürü” hesabı yapıp duruyoruz. Girişimci bir işverenin kafası ise doğuştan böyle çalışır. O zaman işverenleri, kazaları azaltıcı teknik emniyet önlemleri almaya ikna etmek için “kazanın onlara olan maliyetini” arttırmak gerekir. Bunun yolu da tedbirde kusur edeni yüklü tazminat ödemeye mahkûm etmektir. Ne iş güvenliği teftişleri ne de Sosyal Güvenlik Sistemi pratikte bunu sağlamamaktadır. Kaza halinde ödenecek yüklü tazminatın şirketi çalışamaz derecede mali sıkıntıya sokmaması için de işverenler de bu riskten “munzam mali mesuliyet sigortası” yaptırarak kurtulmalıdır. Sorunun akli ve iktisadi çözümü budur.

RİSK DÜŞÜKSE PRİM DE DÜŞÜK OLUR

Benim “aktif sigortacılık” dediğim yaratıcılık bu noktada devreye girecektir. Munzam mali mesuliyet sigortası yaptırmak isteyen işverenlerin işyerlerinde “kaza ihtimali ne kadar düşük olursa, sigorta primi de o kadar düşük” olacaktır. Bunu sağlayacak eylem ise işyerlerinde teknik emniyet önlemleri almaktır. Bu önlemlerin maliyeti, primde yapılacak indirimle karşılanacaktır. Bu suretle, en iyi teknik emniyet hizmeti veren sigorta şirketleri gelişecektir. En önemlisi ise, ülkemizde kazalardan dolayı daha az can ve mal kaybı oluşacak böylece “net milli gelir” artacaktır. (Son söz, Uğur Özoğuz’dan)   

Yazının Devamını Oku

Yok anayasa, yap anayasa

14 Mart 2012
BUNDAN 4 yıl önce Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, “Laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” savıyla iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açmıştı. Davaya bakan Anayasa Mahkemesi, kanıtları değerlendirdi, olayları muhakeme etti ve “yürürlükteki Anayasa’ya” göre Başsavcının iddiasının doğru olduğuna, başkan hariç 10 üyenin oybirliği ile karar verdi. Demek ki AKP yasalara göre “laikliğe karşı fiillerin odağı” olmuştu. Sıra geldi AKP’nin cezalandırılmasına. Ortada iki seçenek vardı; ya AKP kapatılacak ya da Hazine yardımından kısmen mahrum edilecekti. Sonuçta 5 üye AKP’nin kapatılması, başkan dahil 6 üye ise verilecek cezanın AKP’yi Hazine yardımlarından kısmen mahrum etmekle sınırlı olması yönünde oy verdi. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararın esası AKP’nin laikliğe karşı fiillerin odağı haline geldiğidir. Bırakın yargı işlesin denmiş ve bağımsız yargı kararını böyle vermişti.

TAM BİR ÇELİŞKİ

Herhalde “laikliğe karşı olmak” ile “irticadan yana olmak” denilen fikir ve eylemlerin aynı şey olduğunu herkes kabul eder. Hatta bunlar eş anlamlıdır denilebilir. Gazetecilerin post-modern darbe diye adlandırdığı bir olay, bundan 15 yıl önce bir 28 Şubat gününde cereyan etmişti. Sincan sokaklarından tankların geçmesi hariç bu hadise, bir anayasal kuruluş olan Milli Güvenlik Kurulu’nun, hükümete irtica ile mücadele etmesi için bir dizi tavsiyede bulunmasından ibarettir. Halen görülmekte olan Balyoz darbe davasıyla ilintili bir davada savcı, ordunun “irticai faaliyetle mücadele” etmek adına, üstüne vazife olmayan faaliyette bulunmasının suç teşkil ettiği iddiasındadır. Muhtemelen bu iddia, davaya bakan Özel Yetkili Mahkeme tarafından doğru bulunacaktır. Ayrıntılar bir yana konur ve konunun özüne inilirse, mevcut Anayasa ve yasalara göre, hem  “irticadan yana olmak” (laikliğe karşı fiillerin odağı haline gelmek) hem de “irtica ile mücadele etmek” cezalandırılması gereken suçlardandır. Eğer askerler “din elden gidiyor, buna engel olmak gerekir” diye üstlerine vazife olmayan bir konuda kamuoyu oluşturma faaliyetinde bulunmuş olsaydı, haklarında hiçbir dava açılmazdı.   

ÇELİŞKİ ASLINDA TUTARLIDIR


Pek tabii, irticayı bir tehlike görmeyenler, hatta irtica diye bir şey yok ki irtica ile mücadele olsun diyenler var. Onlara göre böylesi uyduruk bir gerekçeyle yapılan işler, aslında irticaya değil irticayı tehlike yoktur diyenlere karşı bir tutumdur. Bu ise düpedüz “laiklik karşıtlığından mahkûm olmuş AKP’yi” devirme girişimidir. Dolayısıyla bu bir suçtur. Buna karşı, irticayı bir tehlike olarak görenler için, velev ki demokratik yolla iktidara gelmiş bir parti olmuş olsa da, mademki AKP laikliğe karşı (yani irticadan yana) fiillerin odağı olmuştur, öyleyse cezalandırılmalıdır. Hem irticadan yana olmayı, hem de irticaya karşı olmayı suç sayan iki mahkeme de (Anayasa Mahkemesi ile Özel Yetkili Mahkeme) bu ülkenin yargı erkini temsil etmektedir. Bu hukuki bir çelişki gibi dursa da, her iki tez de siyaseten tutarlıdır. Ama bu iki yargı organı “Anayasa Mahkemesi” ile “Özel yetkili mahkemeler” bir ipte oynayamaz. Yeni anayasa herhalde bu çelişkiyi ortadan kaldıracaktır. 

Son Söz: İktidar yasaya uymuyorsa, yasa; bu yasa anayasaya uymuyorsa, anayasa değişir. 
Yazının Devamını Oku

Semt pazarları kapanıyormuş inanmıyorum

10 Mart 2012
HAFTA içinde bana göre “bomba” bir haber patladı. Önce haberi özetleyim sonra işin bomba olup olmadığını irdeleriz.

Türkiye Sebzeciler, Meyveciler ve Seyyar Pazarcılar Federasyonu ile Gümrük ve Ticaret Bakanlığı arasında uzun süredir devam eden “Pazar Yerleri Yönetmeliği” çalışmaları sonuçlanmış. Yönetmelik 15 Mart günü yürürlüğe girecekmiş. Yönetmeliğe göre bundan böyle cadde ve sokaklarda semt pazarları açılamayacakmış. Kayıt dışılığın da önüne geçilmesini hedefleyen aynı yönetmeliğe göre, sokak aralarında seyyar sebze ve meyve satışı da yasaklanmış. Artık kamyonete patates, domates, karpuz, kavun doldurup sokak, sokak dolaşıp, bağıra çağıra satış yapılayacakmış. (Barış Manço’nun ruhu şad olsun) Bu yönetmelik 330 bini tezgah sahibi olmak üzere bir milyondan fazla seyyar satıcıyı ilgilendiriyormuş.
ESNAFIN KALDIRIM İŞGALİNE SON VERİLECEK
Yine aynı yönetmeliğe göre işletmecilerin, işyerlerinin önündeki kaldırımları işgal ederek “dükkan genişleme”si de yasaklanmış. Üç kez ihtara ve ceza kesilmesine rağmen, kaldırımı işgal etmeye devam eden esnafın dükkanı veya işyeri kapatılacakmış. Bu yönetmeliğin haksız rekabeti de önlemesi hedefleniyormuş. Sadece köylü üreticileri korumak amacıyla, kurulacak “Üretici Pazarları”nda her üretici köylünün yörede yetişen ürünlerden en çok 100 kilo getirip satmasına izin verilecekmiş. Pazar yerleri daha hijyenik olacak ve “makul bir ses tonuyla” bağıran satıcılara ceza kesilmeyecekmiş.
KAMYON, SOKAK VEYA KALDIRIM DÜKKAN DEĞİLDİR
Seyyar satıcılık ve kaldırım işgalciliği kökleri çok derinde olan bir sosyoekonomik meseledir. Çünkü toplum, bu düzenin, gerek pahalılıkla, gerekse işsizlikle mücadelede “iyi bir çözüm” olduğuna inanmıştır. Sadece toplum değil, kamu da aynı kanıdadır. 60 yıl önce İstanbul Belediyesi “yarı toptancı” İsviçre firmasıyla marketçilik yapmak üzere bir ortaklık kurmuştu. Adına da “Migros Türk” demişti. Bu firmaya, dükkandan mahrum uzak ve tenha semtlere hizmet götürsün diye seyyar “Kamyon Dükkan”larla satış yapma imtiyazı verilmişti. Onlar da “Kamyon-Dükkan”larını daha çok ciro yapıyor diye, dükkandan geçilmeyen Taksim, Beşiktaş ve Kadıköy meydanlarında konuşlandırdı.  Mekan rantının cazibesi, imtiyazı yozlaştırmıştı.
SUB OPTİMİZASYON VE KÖTÜ MUHASEBE
En çok fakir ülkeleri etkileyen ama hemen her ülkede belli bir derecede verimsizlik yaratan iki iktisadi bela vardır. Bunlar “sub optimizasyon” ve “kötü muhasebe” dir. “Sub Optimizasyon”, bireylerin ve/veya küçük grupların kısa vadeli çıkarlarını, toplumun uzun vadeli çıkarlarına tercih etmek demektir. Bu yüzden, başta kent planlaması ve imar izinleri olmak üzere her tür iktisadi kararlarla, iktisadi hayatı tanzim eden yasa ve yönetmelikler, toplumun uzun erimli çıkarını maksimize edecek şekilde tasarlanamaz. Kötü muhasebe ise bu gayri iktisadi karar ve kanaatleri iktisadiymiş gibi gösteren eden “ranta dayalı kâr hesaplama” yöntemi demektir.

Yazının Devamını Oku