Ege Cansen

Merkez Bankası altın rezervlerini artıracakmış

8 Şubat 2012
MERKEZ Bankası Başkanı Erdem Başçı, Samanyolu televizyonunda yaptığı bir konuşmada “Bankanın altın rezervlerini arttıracaklarını, bunun için yastık altındaki altınları hedef aldıklarını” söylemiş. Yeni dönemde, Merkez Bankası rezervlerinin “daha az döviz-daha çok altın”dan oluşması için adımlar atabiliriz dedikten sonra, bunun yöntemini şöyle açıklamış. Bankalarının TL cinsinden, Merkez Bankası’na yatırmak mecburiyetinde oldukları zorunlu karşılıkların bir kısmını altın cinsinden tutmalarına izin vereceğiz. Eğer vatandaşlar yastık altındaki altınları bankalara tevdi edip “altın depo hesabı” açarlarsa, bundan gelir de elde ederler diye ilave etmiş.

ALTIN MUZIRDIR

Sanayide pek de işe yarayan bir maden olmayan altın, altın diş de demode olduktan sonra iyice faydasızlaşmıştır. Ancak altın, nedreti dolayısıyla “değer saklama aracı” olarak hep talep edilmiştir. Altın, bin bir zorlukla üretilip, sonra da kilitli kasalarda saklanan garip bir metaldir. Altına para bağlamak ise tasarruf değil, istifçiliktir.  

ALTIN MEVDUATI VARSA ALTIN KREDİSİ DE OLMALIDIR


Yastık altındaki altınları ekonomiye kazandırmak için ortaya atılan tezleri kırk defa irdeledim. Vardığım sonuç şudur: Altını olanlar ve/veya altınla borç alanlar, altın ve dolar fiyatlarındaki “dalgalanma riskini” üstlenmeden yastık altındaki altınlar finansal sisteme giremez. Bu riskleri ortadan kaldıran bir işlem türü veya sigorta poliçesi ortada yoktur. Kaldı ki; Türkiye’de parasını altına yatıranların çoğu zaten bu risklerden veya volilerden uzak durmak isteyenlerdir. Geçmişteki altın mevduatı denemeleri de başarısız olmuştur.

ALTININ FAİZİ OLMAZ

Gelelim şu bankada açılacak “altın mevduatı” hesabına altınla faiz verme işine. Banka, son tahlilde bir “bilanço”dur ve bankacılar “bilanço” yönetir. Faizini altınla ödemek üzere altın mevduatı kabul eden bir bankanın, bilançosunda bir uyumsuzluk oluşmaması için, faizi de anaparası da altınla ödenecek kredi vermesi gerekir. Bu krediyi alan reel sektör şirketinin de bilançosunda bir uyumsuzluk riski oluşmamalıdır. Dolayısıyla bu sanayi şirketi de mesela vadeli mal satıyorsa, malın fiyatını ve vade farkını altınla hesaplayıp altınla tahsil etmelidir. Bu yöntem çalışmaz. Hiç kimse aylık taksitleri “şu kadar gram” altınla ödenmek şartıyla vadeli otomobil almaz. Çünkü bordrolu çalışanın maaşı veya doktorun vizite ücretleri altınla ödenmemektedir. Kredi kartı borçları ve faizleri de altına bağlı değildir. O zaman bankalar da faizi altınla ödenecek altın mevduatı kabul edemez. Hakeza Merkez Bankası’nın da zorunlu altın karşılıklarına altınla faiz ödemesi için, bankalara da altınla ödünç verip, altınla faiz alması gerekir. 

Son Söz: Altın para olmadan, para altın olmaz.
Yazının Devamını Oku

Krizde her çözüm milli gelirin yeniden dağılımına çıkar

4 Şubat 2012
FRANSA’nın CEO’su Nicolas Sarkozy, kapalı kapılar ardında bir konuşma yapmış. Yaptığı konuşmayı da Fransız Cumhurbaşkanlığı Basın Bürosu kamuoyuna açıklamış. Pekiyi, madem açıklanacakmış niçin konuşma “kapalı kapılar ardında yapılmış” diye sormayın. Bunların hepsi ilgi çekmek için kullanılan propaganda teknikleridir. Yerseniz tabii! Neyse, Sarkozy şunları söylemiş: “Fransa’da ekonomik durum Avrupa’da olduğu gibi çok vahim. Durum acil! Fransa’nın asıl rakibi Almanya’dır. Fransa’da işçilik maliyetleri 2000-2009 arasında % 20 arttı. Almanya’da ise bu oran % 7. Fransa’da ayda 2 bin 500 Euro kazanan bir işçinin işverene maliyeti Almanya’nın iki katıdır.”

Sarkozy bu girişten sonra, Fransız sanayi firmalarının rekabet gücünü arttırmak için, sağlık ve emeklilik sigortalarının işverene tahmil ettiği yükün azaltılması buna karşılık KDV ve ÖTV oranlarının arttırılmasını önermiş. İşçi sendikalarının yöneticileri Sarkozy’nin lafı evirip çevirip sonunda “Fransız ekonomisinin rekabet gücünü arttırmak için, devalüasyon yapamayacağımıza göre maaş ve ücretler düşmelidir”e getireceğini çakmışlar. Derhal “Fransız sanayi firmaları kâr etmeye devam ederken, ekonomik krizin bedelinin işçilere ödetilmemesi gerekir” diye tepkilerini ortaya koymuşlar.  

BİRİM ÜRÜNDE EMEK MALİYETİ


Yukarıdaki haberi gazetemizde okudum. Sarkozy’nin konuşmasında, işçilik maliyeti 9 yılda Almanya’da % 9, Fransa’da % 20 artı diye bir ibare var. Herhalde doğrudur. Ancak bu oranlar, Fransa’da işçi saat ücretinin, Almanya’dan yüksek olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki; iki ülkenin rekabet gücünü kıyaslarken, kullanılması gereken ölçüm “işçilerin giydirilmiş saat ücreti” yani “bir işçinin işverene maliyeti” değil “birim üründe emek maliyeti”dir (unit labor cost). Bu fark çok önemlidir. Rekabet gücü, Çin ve Hindistan’da olduğu gibi, düşük işçi ücretleriyle sağlanabildiği gibi, işçi ücretlerinin yüksek olduğu bir ülkede, hem “yükte hafif/pahada ağır”lar mallar üreterek hem de “birim üründe emek maliyeti” düşürülerek sağlanabilir. Bu da ürün ve üretim mühendisliği çalışmalarıyla sağlanır. Almanların bu konuda çok becerikli olduğu kesindir. Aksi takdirde, saat ücretleri bakımından dünyanın en pahalı işçilerini çalıştıran Almanya’nın 84 milyonluk nüfusuyla yılda 190 milyar dolar “Cari İşlem Fazlası” vermesi mümkün değildir. Bir çalışkanlık efsanesi olan Çin, 1.5 milyar nüfusuyla ve çok düşük işçi maliyetiyle yılda sadece 260 milyar dolar cari fazla vermektedir.

BAŞKA KAPIYA BAŞKA KAPIYA GİT!


Kişi başına milli gelirin yüksek olması, o ülke ekonomisinin sağlıklı olduğunu kanıtlamaz. Nitekim bugünlerde ekonomisi sorunlu ülkelerin hemen hepsinde kişi başına milli gelir dünya ortalamasının çok üstündedir. Krizler, davul çalarak olmasa bile ıslık çalarak gelir. Siyasiler bu ıslıkları duysalar da “halkı düşündükleri için (?)” önlem alamazlar. Çünkü kriz önleyici önlem paketleri, hem “gelirleri düşürür” hem de “birikimleri aşındırır”.  İnsanlar, gelir ve servet kaybına “efendi efendi razı olmaz”. Faturanın kendilerine doğru geldiğini hemen anlar; sokaklara çıkıp hükümete “Başka kapıya! Başka kapıya” diye bağırmaya başlar. O zaman iktidarlar, “bu nümayişler benden atlasın kimde patlarsa patlasın” der, çözümü erteler. Ama halk bilmelidir ki, gidilecek başka kapı yoktur.  

Son Söz: Krizde her kapı çalınır.
Yazının Devamını Oku

Cari açık herhalde kapanmaz

1 Şubat 2012
İZNİNİZLE önce kısa bir açıklama yapayım; sonra konuya gireriz. Bir ülkenin, yabancı ülkelerle yaptığı ticari ve mali işlemler “Ödemeler Dengesi” denilen bir tabloda toplanır. Bu tablo, iki kısımdan oluşur. Birinci bölüme “Cari İşlemler Hesabı” denir. Bu bölümde ithalat, ihracat, turizm, taşımacılık gibi işlerden elde edilen gelir ve giderler yer alır. Ayrıca, yurt dışından yurt içine veya yurt içinden yurt dışına yapılan kâr, kira, faiz ve ücret havaleleri de bu bölüme girer. Bu bölümün net bakiyesi artı ise “Cari İşlem Fazlası” eğer eksi ise “Cari İşlem Açığı” adını alır. Dünya ülkelerinin cari işlem fazlası ile cari işlem açıklarının cebirsel toplamı mantıken sıfırdır. Çünkü fazla veren olmazsa, açık veren de olmaz. Bu aynen bir futbol maçında “atılan gollerin sayısı, yenilen gollerin sayısına eşittir” demeye benzer. Bir takım gol atmışa, diğer takım da gol yemiştir. Tablonun ikinci bölümüne “Sermaye ve Finans Hesapları” adı verilir. Tablonun hazırlanış mantığı icabı, hata ve noksanlar müstesna, her ülkenin cari açığı veya fazlasıyla, sermaye hareketlerin net bakiyesi, mutlak değer olarak birbirine eşittir.

YABANCILARA MÜLK SATIŞI CARİ İŞLEM GELİRİ YARATMAZ

Bunları bilmeyen mi var diye düşünmüş olabilirsiniz. Ama galiba var. Çünkü bazı bakanlarımız “yabancılara gayrimenkul mülk satarak, cari açığı kapatacağız” diyor. Mülk satışından veya özelleştirmelerden gelen yabancı paralar “cari işlemler” hesabına girmez. Bunlar “Sermaye ve Finans Hesapları” bölümüne girer. Çünkü mülk satışında, tapu ile para el değiştirir. Bu değişimin gelecekte tersine dönmesi mümkündür. Hâlbuki bir Alman turistin Türkiye’de harcadığı para, kendisine bir daha geri dönemez. Tatil köyünde kalınmış, balıklar yenmiş ve biralar içilmiştir. Dolayısıyla bu para “cari yılı” ilgilendiren ve parayı sarf eden için servet yaratmayan bir harcamadır.

SERMAYE GİRİŞLERİ TÜRK LİRASI’NI DEĞERLENDİRİR

Yabancılara mülk, hisse senedi veya tahvil satışı, bırakın cari açığını kapamayı, dolaylı etkisiyle cari açığı arttırır. Çünkü Türkiye’ye dışarıdan ne kadar “sıcak/soğuk” döviz girerse, TL o kadar değerlenir. TL ne kadar değerlenirse, ithal malları TL cinsinden ucuzlar ve cari açık da o kadar artar. 2003 ile 2011 yılları arasında Türkiye’nin cari işlem açıkları toplamı 300 milyar dolardır. Üstelik döviz rezervlerinde artış da vardır. Demek ki, son 9 yıl içinde ülkemize alın teri dökmeden, “gelecekti kamu gelirlerini peşin fiyatına kırdırarak”, “babadan dededen kalan bazı mülkleri satarak” ve “özel sektör eliyle dışarıdan borçlanarak” 300 milyar dolardan fazla para sokmuşuz. Bu sayede ekonomimiz büyümüş, enflasyon düşmüş, kamu açıkları daralmıştır. Bu “tatlı ekonomiyi” devam ettirmek varken niçin tekere çomak sokalım? Tıngır-mıngır değil, tıkır-tıkır işleyen saadet zincirini kopartıp, halkın refahını düşürmenin âlemi var mı? Başta bankacılarımız ve büyük iş adamlarımız olmak üzere, hepimiz böyle düşünmüyor muyuz? Daha da önemlisi devlet büyüklerimiz de böyle düşünmüyor mu? Türkiye’ye son ay içinde tekrar sıcak para girince, bunu bir müjde olarak halka anlatmıyorlar mı? Öyleyse başta ben olmak üzere kimse, cari açık kapanacak diye heveslenmesin. Belki küresel daralma etkisiyle bir-iki puan düşer o kadar. İşadamlarını uyarıyorum: Sakın cari açık kapanacak, demek ki; ihracat, ithalattan daha kârlı olacak diye yanlış adım atmasınlar.

Son Söz: Kriz, çıkmadan önlenemez.
Yazının Devamını Oku

Fransa ile ihtilaf yanlış yönetildi

28 Ocak 2012
EĞER Fransız Anayasa Konseyi iptal etmezse, “Türk Devletinin 1915’te, Ermeni vatandaşlarını göçe zorlaması bir soykırım değildir” demek Fransa yasalarına göre suç olacaktır. Etse de siyasi olarak sonuç değişmeyecektir. Fransız meclisleri, bu yasayı kabul etmiştir. Yasaya göre, “soykırım olmamıştır” diyenler, isterlerse bilim insanı olsunlar ve bilimsel araştırmalar sonucu bu kanaate varsınlar, yine de para ve hapis cezasına çarptırılacaktır. Bu yasa, özgürlükçü Fransa için bir ikiyüzlülük vesikası ve yüzkarasıdır. Fransa, daha önce Ermeni Tehciri’nin bir soykırım olduğuna karar vermişti. Sanki önceki karar yeterince kuvvetli değilmiş gibi, şimdi de bu tezin karşısına çıkmayı kanunen yasakladı. Pek tabii, bu yasanın çıkışındaki esas saik Ermenilere sempatik görünmek değil, Türkleri hem suçlayarak hem de onlara kendini savunma hakkı vermeyerek kendi vicdanlarını rahatlatmaktır.  

ERMENİ TEHCİRİ BÜYÜK BİR FELAKETTİR

1915’te Birinci Dünya Harbi’nin ilk yıllarında, Türkiye’de yaşayan Ermeniler için büyük bir felaket cereyan ettiği kuşkusuzdur. 1915 Ermeni Tehciri, sırf Türklerin gaddarlığı sebebiyle durup dururken ortaya çıkmış bir facia değildir. Bu olay, Osmanlı’nın Batılılarca “parçalanıp paylaşılması” sürecinde Balkanlar’da ve Kafkaslar’da cereyan eden “iç harp faciaları” dizisinin büyüklerinden biridir. Soykırım, bu olaylardan çok sonra ortaya çıkmış bir kelimedir. Ermeniler bile “1915’te soykırım oldu” demezler.

TEHDİT

Bu kanun teklifi Fransız Meclisi’nde görüşülmeye başlanınca, Türkiye haklı olarak infial gösterdi. Teklifin yasalaşmaması için bu girişimi “Fransa ile Türkiye” arasında bir “ihtilaf” (conflict) haline dönüştürdü. İhtilafı da tehditle çözmeye çalıştı. İşte bu çok büyük bir hataydı. Türkiye, Fransız milletvekillerini “yasayı kabul ederseniz, biz de ülkenize iktisaden zarar veririz” diyerek korkutmaya çalıştı. Şöyle düşünelim: Bir başka ihtilafta, Fransa aynı şekilde, bizi tehdit etse, TBMM herhangi bir yasayı reddeder mi? 

TEHDİT, EDİLENİ DEĞİL, EDENİ MÜŞKÜL DURUMDA BIRAKIR


Tehditle ihtilaf çözmeye çalışmak bir tuzaktır. Karşı taraf tehdide boyun eğmezse, hem tehdit işe yaramamış, hem de tehdidi savuran, dediklerini yapma külfetini üstlenmiş olur. Bu çifte kayıptır. Türkiye bu çukura düşmüş bulunuyor. Hiçbir kişi veya devlet, kendine maliyeti olmayan bir şekilde başkasına hasar veremez. Hem istediğimizi alamadık, hem de tehdidi yerine getirirsek kendimize zarar vereceğiz; getirmezsek de madara olacağız. Boykotu bırak; Fransa utansın.
Son Söz: Akıllı başın sefasını millet sürer.
Yazının Devamını Oku

Mahkeme, muhakeme hâkim ve hüküm

25 Ocak 2012
SORU şu: Yargı süreci nasıl hızlandırılabilir? Bu soruya verilen geleneksel cevaplar, yargıya bütçeden daha fazla para ayrılması noktasında toplanır. Daha çok yargıç, savcı ve polis istihdam edilmesi, yeni mahkemeler kurulması yeni adliye sarayları inşa edilmesi, mahkeme donanımlarının modernizasyonu ve yargı mensubunun maaşlarına zam yapılması gibi öneriler, hep aynı kapıya çıkar. Ne kadar para, o kadar hızlı yargılama. Mademki; “geç gelen adalet, adalet değildir” denmektedir, öyleyse pamuk eller cebe girmelidir.

YANLIŞ MI YANİ?

Milli Gelir tanımına göre, yargılama bir “hizmet üretimi” dir. Her üretim, daha fazla kaynak tahsisi ile artar. Nokta. Ama her sorunu, sorunun kök sebebine inmeden, sadece daha fazla para vererek çözmeye çalışmak, o sorunu çözmeye yetmeyebilir. Üstelik bu yöntem, kesinlikle gayri iktisadidir.

SAF OBJEKTİF HÜKÜM VEYA KARAR YOKTUR


Her yargı hükmü bir karardır. İktisatta, hukukta veya hayatın herhangi bir noktasında alınan her karar, biri öznel diğeri nesnel olmak üzere iki bileşenden oluşur. Yargı kararları da bundan müstesna olmaz. Yargı kararlarını yüzde yüz “objektif” yani yasaların lafzına ve somut kanıtlara uygun olarak almaya uğraşmak “imkânsızı başarmaya” çalışmaktır. Yargıçlar üzerinde “eleştirilemeyecek, objektif karar alın” baskısı, yargıcı açmaza sokar. Vicdanen bir karara varan yargıç, bunu hüküm haline getirmekten korkmamalıdır. Korkarsa “karar almaz”. Zor kararları “zaman aşımına kadar” sürüncemede bırakır ve başını beladan kurtarır. Belki de ABD’deki halk jürisi sisteminin sebep-i hikmeti, yargıçları caza kararları almanın dayanılmaz manevi yükünden kurtarmaktır.

BİR BEN VAR BENDEN DIŞARI


Her insanın, iç içe geçmiş bir üç benliği vardır. Yunus Emre’nin dediği gibi nasıl “bir ben varsa benden içeri” bir de “bir ben vardır, benden dışarı”. İçteki ben, vicdan; dıştaki ben, en geniş anlamda mahalle baskısıdır. İçteki ben güçlü değilse, “yargıç olan ortadaki ben” kendini koruma dürtüsüyle dıştaki ben’e bağımlı hale gelir. İçteki benle, dıştaki benin güçleri denkse, ortadaki ben “karar almama” kararı verir.

YARGI REFORMU

Uzun süren tutukluluklardan şikâyet edenler, herhalde yargıçlara “hızlı yargıla, hemen mahkûm et” demek istemiyor. Yargıdan şikâyetin esası, alınan veya alınamayan kararlarla ilgilidir. Tam da bu sırada bitmeyen şarkı “yargı reformu” tekrar çalmaya başladı. Yargı “re-form”u diye sunulanların hepsi “form”a yani şekle aittir. Hâlbuki yargıdan şikâyet özdedir. Yargının bozukluğu, eğer varsa, usulde değil, esastadır. Çare, yargıcın takdir hakkını genişletici bir hukuk anlayışının hayata geçirilmesindedir.

Son Söz: Takdir hakkı arttıkça, keyfi davranış azalır.
Yazının Devamını Oku

Her köprü bütçeden yapılır

21 Ocak 2012
ÜÇÜNCÜ Köprü’nün “Yap-İşlet-Devret” yöntemi ile özel firmalara inşa ettirilmesi girişimi “şimdilik” hayata geçemedi. Çünkü işi üstlenmesi beklenen 14 kadar firmanın (yerli ve yabancı ortaklılıklar) hiç biri teklif vermedi. Bunun üzerine Hükümet daha doğrusu Başbakan “Biz de bunu kendi imkânlarımızla yaparız” dedi. Sanki ihaleye giren olsaydı, bu köprü yerli ve yabancı firmalar tarafından inşa edilip Türk milletine armağan edilecekti. Yani yükleniciler bu işten para kazanmayacak, kısacası halkın cebinden tek bir kuruş çıkmadan üçüncü bir köprümüz olacaktı. Anlaşılan hükümeti yönetenler “Yap-İşlet-Devret” yöntemi ile inşa edilecek, üçüncü köprü ve benzeri altyapı (körfez geçişi, otoyol, hava limanı, elektrik üretimi ve dağıtımı, içme suyu veya doğal gaz dağıtım şebekesi) yatırımlarının, bütçeye hiç yük tahmil etmediğine inanıyorlar. Buna karşılık aynı yatırımlar kamu tarafından yapılırsa, bunun bütçeye yük bindirdiğini düşünüyorlar. Bu muhakeme tarzı, kökünden yanlıştır.

DEVLET KÖTÜ YATIRIMCI VE İŞLETMECİDİR

Doğru hesabın nasıl yapılacağını anlatmaya geçmeden önce bir kanaatimi açıklayım. Sadece ticari ve sınaî yatırımların değil, kamusal altyapı yatırımlarının da mümkün mertebe “Yap-işlet” veya “Yap-İşlet-Devret” yöntemi ile özel firmalar tarafından yapılamasından yanayım. Devlet, hem kötü yatırımcı hem de kötü işletmecidir. Çünkü devlette zaman ve maliyet mevhumu yoktur. Çünkü devlet denilen örgütün derin ve değişmez amacı  “devlet memurlarının hak ve menfaatini kollamaktır.”  “Özlük hakları saklı kalmak şartıyla” diye başlayan insan kaynakları yönetimi ile hiçbir verimlilik projesi hayata geçemez.

HARCAMA YAPMAK DA GELİRDEN VAZGEÇMEK DE BÜTÇEYE YÜKTÜR


Üçüncü köprü ve paralı çevre yollarının “Yap-İşlet” yöntemi ile inşaatına talip olan firmalar iktisadi bir hesap yapmış ve işi yapılabilir bulmamıştır. Hesap şudur: Bu işe kaça çıkacak, yatırılan para kaç yılda geri dönecek ve iş ne zaman kâra geçecek. Bu hesap modelinde önemli değişkenler sırasıyla, yatırımın maliyeti ve süresi, yatırımın finansmanı için alınacak kredilerin vadesi ve faiz oranları, yıllık hâsılat beklentisi ve bunun garantisinin olup olmadığıdır. Hâsılat hesabının en önemli değişkenleri, köprü ve yol geçiş bedellerinin hangi para birimiyle ve hangi kıstasa göre saptanacağı ve rakip köprülere göre rekabetçi fiyatlama garantisidir. Devletin, girişimcilere “parayı bul, inşaatı yap, köprüyü işlet, geliri senin olsun” demesi, muhtemel bütçe gelirlerinden vazgeçtiği anlamına gelir. Köprü inşaatını devlet yapacaksa, bunun finansman yöntemi, bütçeden pay ayırmak değil, uzun vadeli “tahvil” veya “garantili gelir ortaklığı senedi” ihraç etmektir. Devletin yapacağı fizibilite hesabı ile teklif vermeyen firmaların yatıkları hesaplama, yöntem olarak aynı olmak mecburiyetindedir. Özel firmaları verilen imtiyaz ve hasılat garantileri yetmemişse, ihale yeniden tasarlanmalıdır.

SOSYAL FAYDA-SOSYAL MALİYET VE DIŞSAL EKONOMİ HESABI

Altyapı yatırımları, diğer yatırımlardan daha fazla “sosyal fayda-sosyal maliyet” unsuru içerir. Ayrıca bu kabil yatırımların, ekonominin tümü üzerinde kalıcı olumlu ve olumsuz etkileri vardır. Şüphesiz bunlar da hesaba katılmıştır. Ancak, neticede her yatırım kararı bir yapılabilirlik hesabına dayanır.

Son Söz: Kârsız olduğu için ihaleye kimse girmemişse, devlet de girmemelidir.
Yazının Devamını Oku

Kırk defa aptal dersen, aptal olur

18 Ocak 2012
SANKİ gizli bir güç Avrupa’da finansal kriz çıkması için çalışıyor. Bu gizli gücün, gizli olmayan yüzü “Derecelendirme Kuruluşları”. Bu işin arkasında ABD mi yoksa Almanya mı var anlayamadım. Ya da hiç kimse yok, ama derecelendirme kuruluşları, 2009 yılında kaybettikleri itibarlarını yeniden kazanmak için “aşırı” temkinli davranıyorlar. Hani Türkçe’de “sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş” diye bir söz vardır. Bunlarınki de o hesap. Sütün, dil yakacak kadar sıcağı olur, ama yoğurdun sıcağı, hele hele dil yakacak kadar kaynarı olmaz. Geçen hafta ortasında yatırımcılar yıllık yüzde 2.7 nominal faiz getiren İtalyan devlet tahvillerini aldıktan üç gün sonra, birçok Avrupa ülkesinin kredi notunu düşürmenin kime ne faydası var? Bir ülkenin kredi notunun düşük olmasının tek bir sonucu vardır. O ülke yeni ihraç edeceği devlet tahvillerine yüksek faiz verme yükümlülüğü altına girer.

YÜKSEK FAİZ BORCUN GERİ ÖDENEMEME RİSKİNİ ARTTIRIR

Korkulan ve arttığı söylenen riskin somut tanımı nedir? Cevap: Notu düşürülen Avrupa devletlerinin “tahvil ihracı yoluyla” halktan (yatırımcılardan/tasarruf sahibi zenginlerden ve kurumlardan) alacakları borçların, dönem faizlerini, zamanında ve anaparasını vade sonunda ödeyemez hale düşmeleridir. Zaten risk denilen şey de bir kötü sonucun ortaya çıkma olasılığıdır. Şimdi sorulması gereken soru şu: Devlet tahvili faizlerinin yükselmesi bu riskin ortaya çıkma olasılığını arttırır mı, azaltır mı? Kuşku yok ki arttırır. Risk var deyip, faizi arttırdıkça, risk de artıyor. Kırk defa risk var diye not düşürüp, faiz artışına sebep olunursa, Avrupa devletlerinin borç ödemesi de riske girer.

FİNANSAL SIKILAŞTIRMA MİKTARSAL KOLAYLAŞTIRMA

2009 krizi, 1929’dan sonra ortaya çıkan en büyük finansal çöküştür. 2009’da yaşanan “Amerikan Krizi”dir. 1929 Büyük Buhranı (Great Depression) da öyleydi. Yani Amerikan “Finansal Kapitalizm”in bir sistemik ürünüydü. “Fiziksel Kapitalizm” makineler aracılığı ile emek sömürüsü yaratır. Bu bir dengesizlik daha doğrusu “denksizlik”tir. “Finansal Kapitalizm” ise saadet zinciri oyunlarıyla “sanal servet” yaratır. Bu da bir denksizliktir. Arsa borsa ve “kaldıraçlı (az öz kaynak-bol borç kaynak) finansal türev” ürünler, kişilerin reel ekonomide karşılığı olmayan sanal servet artışları elde etmesine imkân sağlar. Herkes aynı kazancı sağlamaya çalışınca, bu sanal servet (varlık fiyatları balonu) patlar. Buna da kriz denir. Krizden çıkmak için iki yol akla gelir. Bunlardan birincisi “Finansal Sıkılaştırma” ikincisi ise “Parasal Bollaştırma”dır. Ki buna şu aralık “Miktarsal Kolaylaştırma” (Quantitative Easing) deniyor. Yani piyasadaki para hacmini arttırıp, sanal servetin köpüğünü alma işlemi.

DOĞRUSU HANGİSİ

Gerçi Avrupa krizi ”ortak para birimi kullanan” farklı devletlerin kamu borçları bakımından Amerikan krizinden farklıdır. Ama Avrupa için de doğrusu, kemerleri azıcık sıkıp, “parasal bollaştırma” uygulamaktır. Avrupa’yı, krizden çıkaracak bu yöntemi başarısız kılmanın tek bir yolu vardır. O da faizlerin artmasıdır. Bakalım görelim, iktisadi akıl çalışacak mı? Dayan Osman’dan sonra “dayan Avrupa Merkez Bankası” demek geliyor içimden.

Son Söz: Bindiği dalı kesen, bindiği dalı bilmeyendir.
Yazının Devamını Oku

Dijital fısıltıdan dijital gürültüye

14 Ocak 2012
İKTİSADİ ve sosyal hayatımıza etkisi bakımından son dönemde en büyük değişimi yaratan “icatlar” bilişim alanındaki gelişmelerdir. Bir yandan donanımda diğer yandan yazılımda uygulamaya konan buluşların, birbirini etkilemesi sonucunda, “E-ekonomi” sektöründe üretilen ürün sayısı ve kalitesi adeta patladı. Çünkü donanımda ve yazılımda 100’er buluş yapıldıysa, nitelik ve nicelik bakımından farklılaşan ürün sayısı 100 artı 100 eşittir 200 değil, 100 çarpı 100 eşittir 10 bin oldu. Pek tabii, yeni devreye giren buluşların yarattığı “ek fayda” (marginal utility) iktisadın şaşmaz “azalan verim kanununa” tâbi olarak düştü. Bu sebeple 15-20 yıl önce bilişimi ürünlerinin, sanayiye yeni girdiği dönemde sağlanan verim ve verimlilik artışı durdu. Nitekim onca göz kamaştıran bilişsel ürünlere rağmen, dünyanın en ileri ekonomileri olan ABD, AB ve Japonya’da “büyüme durmuştur”. Hâlbuki bilgisayar ile telsiz iletişimin bir arada kullanılmasıyla yaratılan ürünlerin, uzun yıllar küresel ekonomik büyümenin çekici gücü olacağını sanıyorduk. Bir başka olumsuz gelişme de ürünlerin faydalı ömürlerini tamamlamadan, çöpe gitmesi yani “israf ekonomisi” yaratılması şeklinde ortaya çıktı. Bu da “gösterişli ama getirisi olmayan” bilgisayar donanımı ve yazılımı yatırımlarının artmasına sebep oldu. Her sektör dururken bu sektör, “hayrı kendine” büyümesini sürdürdü.
FISILTI VEYA CİKCİK MÜHENDİSLİĞİ
Sözlüğe baktım, “twitter” kuş gibi cıvıldamak, kıs-kıs gülmek, heyecanlanmak, bir haberi cikcik diye öten kuşlar gibi söylemek demekmiş. Benim de eski bir mezunu olduğum Pennsylvania Üniversitesi, geçen sonbaharda yeni bir program başlatmış. Mühendislik Fakültesi tarafından yönetilecek programa “Pazar ve Sosyal Sistemler Mühendisliği” adını vermişler. Programın magazinsel adı da “Twitter Uzmanlığı” (Majoring in Twitter). Türkçesi de “Cikcik ve Fısıltı Sistemleri Mühendisliği” olabilir. Adı biraz gırgır olsa da üniversite, hazırladığı müfredat programını son derece ağır yapmış. Müfredat, “matematik”, “iktisat” ve “bilgisayar mühendisliği” sütunları üzerine inşa edilmiş. Öğrencilere ayrıca, sosyal ağlar, sosyal ağ tasarımı/modellemesi, teknoloji adaptasyonu, internet ekonomisi ve internet reklamcığı gibi meslek dersleri de verilecekmiş. Google ve Yahoo gibi kuruluşların iş modelleri ve nereden para kazandıkları anlatılacakmış.
FISILTI GAZETESİNDEN SOSYAL MEDYAYA
Eskiden “fısıltı gazetesi” diye bir deyim vardı. Yazılı, sözlü ve görüntülü medyada yer almayan “dedikodu” ve benzeri haberler veya bilgiler, fısıltı gazetelerinde yayımlanırdı. Herkes birbirine “duydum ki” diye başlayan cümlelerle, doğruluğu su kaldıran haberler verir “maşeri vicdanda” kanaat oluşturmaya veya taraftar toplamaya çalışırdı. Hayat, o zaman da paylaştıkça güzelleşir veya çirkinleşirdi. Şimdi fısıltı gazetesinin yerini “sosyal medya” aldı. Google, Facebook, Twitter veya LinkedIn gibi sosyal medya sistemleri bir yandan “saydamlık” yaratırken, diğer yandan kişilerin ve kurumların rakiplerine “çamur atma” ve kendi propagandalarını yapma imkanlarını da arttırdı. Ama bir gerçek var ki; sosyal medya sosyal hayatımıza girip lök gibi yerleşti. Bu konuda da sonunda “parası olan” iktidar sahipleri en çok gürültüyü çıkaracak, halkın fısıltıları duyulamaz hale gelecektir. 
Son Söz: Sosyal medya, sosyal medyanın kurdudur.
Yazının Devamını Oku