Bu filmde Russell Crowe “Oyun Kuramı”nı (Game Theory) popüler hale getiren Nobel İktisat ödülü sahibi matematikçi John Nash’i canlandırmıştı. Bu müthiş film 4 Oscar ödülü almıştı. Ülkemizde de çok sevilmişti. Bu film sayesinde “Game Theory”yi duymayan kalmamıştı.
GAME THEORY
İngilizcede “play”, “game” ve “gamble” diye üç kelime ayrı mevcuttur. Bunların karşılığı olarak Türkçede yalnız iki sözcük vardır. “Oyun” ve “kumar”, “Play” kelimesi “oyun” olarak tercüme edilebilir. “Gamble” da kuşkusuz “kumar”dır. Pekiyi “game”in Türkçesi nedir? Oyun mu, kumar mı? Benim köşenin adı “Oyunun Kuralı”dır. Bunun İngilizcesi “Rule of the Game”dir. Ben bu sütun başlığını seçerken, iktisadi hayat denilen “game”in karşılığı olarak “oyun” dedim. Aslında hayat, ne çocuk oyunudur, ne de kumar; o bir “game”dir.
OYUN KURAMI
Oyun Kuramı, insanların her ihtimali hesaba katıp, iyice düşünüp taşınarak, akıllı (iktisadi) bir karar aldığını zannederken, çoğu kez akılsız bir karar alıp, gayri iktisadi (aptalca) davranışa nasıl sürüklenebileceğini anlatır. Oyun Kuramı, ilk olarak şunu kafalara çakmaya çalışır. Hayat “Toplamı Sıfır Olan Oyun” (Zero Sum Game) değildir. Yani hayat, kumarbazların birbirini üttüğü, kayıp ve kazançlar toplamının sıfır olduğu pokere benzemez. Öyle olduğu sanılırsa, kimse kimseyle işbirliği yapmaz ve günün sonunda herkes zararlı çıkar. Herkes karşısındakinin kuyusunu kazmaya kalkarsa, karşısındakini de kendisi için mezar kazmaya teşvik etmiş olur.
KÖR İLE KÖTÜRÜM
Vücudu kuvvetli bir körle, gözleri keskin bir kötürüm susuz kalmışlar. Kör, pınara giden yolu göremediği için dolanır durur ve suyu bulamazken, kötürüm de yolu görür ama yürüyemediği için suya varamazmış. Bacakları kuvvetli kör, gözleri gören kötürümü sırtına alsa suyu bulacaklar. Ama onun kârı, benim zararımdır diye düşünmeye şartlandıklarından işbirliği kuramayıp, susuzluktan kıvranır durmuşlar. Ta ki; işbirliği yapmayı akıl edinceye kadar. Oyun Kuramı’nda, işbirliği yapılamaması haline “Kaybet-Kaybet” köşesine sürüklenmek, işbirliği yapılması haline ise “Kazan-Kazan” köşesine gitmek denir.
YUNANİSTAN’IN KÂRI, ALMANYA’NIN ZARARI DEĞİLDİR
Çünkü onunla her gün en az üç kere görüşürler. Rezervuarın pratiğini iyice bellemişleridir. Ama helâ rezervuarı teorisini benden dinlemenizi istiyorum. Rezervuar aslına (su) biriktirilen yer demektir. Bugün teorisini kavramaya çalışacağımız rezervuar, baraj değil “helâ” rezervuarıdır. Sistem mühendisliği eğitimine, rezervuarı anlayarak başlamak şarttır. Bu söz bana değil, üretim yönetimi dersi veren hocama aittir. Rezervuar teorisi iki bölüme ayrılır. Birinci bölümde rezervuar “kapalı sistem” olarak ele alınır. Burada su musluğun açılması, hazne dolunca kendiliğinden kapanması ve haznenin üstten taşmaması için tasarlanan “otomatik kontroller” incelenir. İkinci bölümde ise, rezervuar “açık sistem” olarak ele alınır. Yani rezervuarın dışa karşı yüklendiği misyonunu nasıl yerine getireceği incelenir.
Bugün benim üzerinde duracağım, teorinin ikinci bölümüdür. Helâ rezervuarların misyonu, yani ödevi “pisliği içinde bulunduğu ortamdan dışarıya atmaktır”. Bunun için, pisliğin muhtemel büyüklüğüne göre, çanağın geometrisi de hesaba katılarak kullanılacak su miktarı ve bu miktar suyun kaç saniyede akması gerektiği hesaplanır. En mükemmel rezervuar en az suyla, en çok pisliği bulunduğu ortamdan dışarı çıkarabilendir. Modern tasarımlarla 9 litre su, 3 saniyede çanağa akıtılıp, pislik kütlesinin deveboynunu aşarak gözden kaybolması sağlanabilmektedir. Eğer rezervuardaki su, saniyede yarım litre akma hızıyla çanağa salınırsa, bir ton su bile kullanılsa görev başarılamaz.
AVRUPA, FİNANSAL KRİZİ KAÇ MİLYAR EURO İLE AŞAR
2008 yılından beri dünyada finansal bir kriz yaşanıyor. Amerika’da başlayan ve başta AB ülkelerine olmak üzere dünyaya bulaşan bu krizi, ABD büyük çapta atlattı. Nitekim bizde de bu kriz etkisi sadece bir yıl sürdü. Ancak Avrupa Birliği girdaba daha sonra kapılmasına rağmen işin içinden çıkamadı. Amerikan Merkez Bankası, “zehirli/batık kredileri” yani rezervuar örneğinde kullanılan “pislik kütlesini” bir yıldan kısa sürede 1,6 trilyon dolar parayı finansal sisteme boca ederek ortamdan uzaklaştırdı. AB’de ise bu olamadı. Çünkü orada bir “Merkezi Federal Hükümet” olmadığı halde tek bir “Federal Merkez Bankası” var. Sistemde de üretimi onun tekelinde olan EURO denilen bir para kullanılıyor. Pislik kütlesini yani “kamu borçlarını dışarıdan finanse etmiş ülkelerin devlet tahvillerini” parayı azar, azar salarak ortamdan uzaklaştırmaya çalıştı. Tabii başarılı olamadı. Şimdiye kadar AB finansal sistemine 1 trilyon dolar eşdeğeri EURO şırınga edilmiş durumda. Bu kadar para Avrupa’nın “zehirli devlet tahvillerini” sterilize etmeye yeterdi. Ama suyun “debisi” az geldi. AB’nin patronları (Almanya ve saz arkadaşları) Yunanistan’a sıkı perhiz diye bastırmadan önce kesenin ağzını açmalıydı. Şimdi çok daha fazlası gerekecektir.
Son Söz: Ekonomide çare tükenmez, maliyeti artar.
Bu sayede faizler ve enflasyon düşmüştü. AB’ye girdikten sonra, bir süre ekonomileri yılda % 5,9 hızında büyüdü. Memur işçi ve emekli maaşlar arttı. Kişi başına milli gelirleri 30 bin doları geçti. Bu rakam, Türkiye’nin 3 katından fazlaydı. Onlardaki bu refah artışını gördükçe, bizler burada çatır, çatır çatlıyorduk. Alt tarafı Yunanistan eski (!) bir vilayetimizdi. Biz de onlar gibi yapmak yani zenginleşmek için AB’ye girmek istiyorduk. Çünkü AB sayesinde Yunanistan’a oluk oluk para akıyordu. AB’den gelen paraların bir kısmı hibeydi. Yani geri ödenmeyecekti. Onlar afiyette yenildi, yutuldu. Bu meblağlar Yunanlıların kursağında kaldı. Kalkınmanın zahmetsiz ve kısa yolu keşfedilmişti: “Para içeri girdikçe, ekonomi yukarı gidiyordu”. Öyleyse daha çok para gelmeliydi.
KAMUNUN İÇ BORCUNU BIRAK, DIŞ BORCA BAK
Borçlanma tatlı bir oyundu. Neticede refah artışını sağlayan paranın çok büyük bölümü, devlet tahvili ihracı ve özel kesim borçlanması yoluyla ülkeye girdi. Bir hesaba göre, krizden önce 2009 yılında Yunanistan’ın milli geliri 230 milyar, toplam brüt dış borcu 413 milyar Euro idi. Bunun sadece 229 milyar Euro’su kamu borcuydu. Kalan 184 milyar Euro ise başta bankalar olmak üzere özel sektörün borcuydu. Yani kamu borcunun alacaklısı Yunan halkı değil, yabancılardı. Eğer sürekli cari fazla veren, yani tasarruf ihraç eden Japonya’da olduğu gibi net kamu borcunun alacaklısı da Yunan halkı olsaydı, Yunanistan ne mali krize girer ne de herhangi bir krizde kimsenin Yunanlılara tek kelime söyleme hakkı olmazdı. İsterse bugün olduğu gibi kamu borcunun milli gelire oranı % 160 değil de Japonya gibi % 200 olsaydı bile.
KÜLFETİ BÖLÜŞEMEMEK
Yunanistan, borçlarını çeviremez hale gelince işbaşındaki hükümet AB yetkilileriyle pazarlığa başladı. O dönemde Başbakan olan Yorgo Papandreu (çok güzel harmandalı oynuyor, TV’de seyrettim) müthiş gayret sarf etti. Kendini yedi bitirdi. Yarım kan Amerikalı olan Yorgo, Avrupa’nın patronları olan Almanya ve Fransa’yı, Yunanistan’a yardım etme konusunda ikna etmede başarılı oldu. 60-70 milyar Euro borcu sildirdi. Taze para girişi sağladı ve ekonominin çarklarını döndürebildi. Ancak “külfetin bölüşülmesinde halkını ikna edemedi”. İstifa etti ve yerini Venizelos’a bıraktı. O da AB ile yapılan “istikrar paketine” evet dedi. Ama kemer sıkma konusunda halkı tatmin edecek bir formül bulamadı. Bu şartlar altında teknokrat hükümet modeli de çalışmadı. “Demokraside çare tükenmez” deyip seçime gidildi.
FAYDALI BİR GOMONİST
Kimse seçimi kazanamadı. Ama sandıktan “batsın şu istikrar paketi” diyen kravatsız bir “radikal solcu” (yani komünist) bir geç adam güçlenerek çıktı. Görülecektir ki; Aleksis Çıpras adındaki bu arkadaş, Yunanistan’ın AB’den daha fazla taviz koparmasını sağlayacaktır. Hayat böyledir. Birileri uğraşır didinir, çözümü herkes için geri dönülemez noktaya getirir. Sonra biri çıkar, cızırtı çıkararak gomonistlik yapar. Zayıf, kaybedecek bir şeyim yok havasını basınca, “güçlü taraf” iş kopmasın diye kesenin ağzını biraz daha açar ve şantajcı kahraman olur.
1. Büyüme, yani milli gelir artışı,
2. Tam istihdama yaklaşma, yani işsizlik oranının düşmesi,
3. Milli gelirin âdil dağılımı, yani gelir dağılımını daha eşitlikçi hale gelmesi,
4. Fiyat istikrarı, kısaca ne enflasyon ne deflasyon,
5. Finansal istikrar, yani yukarıda sıralanan hedeflerin sürdürülebilirliğini sağlama.
Finansal istikrarın da varlık fiyatları balonu oluşmasına meydan vermeden iç ve dış açıkların sıfıra yakın veya düşük tutulması anlamına geldiğini de hatırlayalım. Yukarıda sıralanan yeni moda değişle “Kritik Performans Kriterlerinin” en önemlisi, büyümedir.
BÜYÜME VE İSTİHDAM
Büyümenin, bir numaralı başarı göstergesi olarak kabul edilmesinin iki gerekçesi vardır. Birincisi, büyüme yani milli gelir artışı, halkın yaşam kalitesinin yükselmesini sağlar. Daha iyi yaşamak her kişinin ve her toplumun nihai amacıdır. Dolayısıyla iş başında bulunan herhangi bir hükümet, ister demokratik ister otokratik olsun, halkının refahının artmasını ister. Bu, iktidarda olmalarının sebebi hikmetidir. Halkın refahı artmıyorsa, hükümet görevini yapmıyor demektir. O zaman çekip gitmelidir diye düşünülür. “Büyüme”nin bir numaralı başarı kıstası olmasının ikinci sebebi ise, “istihdamın ancak büyüme ile artacağı” kabulüdür. İktisatçılar “büyüme ile istihdam” arasında doğru orantılı bir ilişki olduğunu kanaatindedir. İş bulma ise, her zaman ve her ülkede, halkın en başta gelen talebidir. İşsizliği azaltacağına inanılan büyüme, bu gerekçeyle de en önemli “başarı kıstası” olmuştur.
Eleştiriler, iki başlık altına toplanabilir. Birincisi, HES’lerin doğal ortamı onarılamaz derecede tahrip ettiğidir. İkincisi ise inşa edilen HES’lerin, köylülerin “su kullanma hakkını” çaldığı tezidir. Bu tez bana Ecevit’in “toprak işleyenin, su kullananın” sloganını hatırlattı. O zaman da hiç hazzetmediğim bu cümlenin tekrar terennüm edilmesinden mutlu olmadım. Bu tarz düşünce ile gelişen “yerel kolektif mülkiyet hakkı” iktisatçıların kâbusu olan ulusal kaynakların tahsisinde “sub-optimization”u doğurur.
Sub-optimization, bireylerin veya küçük grupların çıkarlarının, ulusal çıkarlardan üstün tutulması demektir. Bu anlayışa göre deniz kıyıları ve kumsallar, sahil kasabalarında oturanların; ormanlar orman köylülerinin, yer altındaki madenlerde o yörede oturanların malıdır. Şöyle bir soru sorulabilir: Eğer bir HES, civar köylülerin ortak olduğu bir firma tarafından inşa edilip işletilseydi, kim kimin suyunu çalmış olacaktı? Tartışmanın esası “sosyal fayda-sosyal maliyet” kıyaslaması olmalıdır.
KATEGORİK DURUŞ MÜŞKÜL DURUMDA BIRAKIR
Nasıl HES’lere kategorik olarak karşı olmak da yanlışsa, her HES’in yarattığı sosyal fayda, sosyal maliyetinden yüksektir de denemez. HES istemezlerin bir bölümü, barajlarda toplanan sularla çalışan hidroelektrik santrallerine karşı değiliz diyor. Bir kısmı ise barajlı-barajsız her tür HES’e de karşı olduğunu söylüyor. Yani hepsi, biriktirilen suyu yer altından tünelle veya yer üstünden boruyla santrale ulaştıran HES’lere karşıyız diyor. Gerekçeleri şöyle özetlenebilir. Tünelli HES’ler dereleri kurutuyor. Bunlar aynı akarsu üzerinde batarya halinde inşa ediliyor. Akarsu bir kez yer altına girdi mi, neredeyse bir daha yeryüzüne çıkmadan denize kavuşuyor. Doğa geri döndürülemez mertebede perişan oluyor. Ancak ben düşük rakımda veya ovada akan suyun üzerine nasıl barajlı veya borulu HES kurulur anlamadım.
KÖTÜ HES İYİ HES
Kamuya açık bilgilere göre Türkiye’de şu an 550 dolayında HES inşa ediliyor. Herhalde hiç kimse bu 550 HES inşaatının hepsini gezmiş görmüş değildir. Benim kanaatim de bunlardan bir kısmının ürküttüğü kurbağaya (üreteceği elektriğe) değmeyecek mertebede çevre sorunu yaratabileceğidir. Ama HES karşıtları da hiçbir ayırım yapmadan karşı tavır koydukları için ben de HES’lerden yana genel bir görüş açıklamaktan ileri gitmedim. Şirinlik olsun diye “Ben de en az sizin kadar doğayı severim veya keşke ülkemizde yeterli doğal gaz çıksa da hiç HES inşa edilmese” demeyi gereksiz buluyorum.
NE YAPTIĞIN DEĞİL NASIL YAPTIĞIN ÖNEMLİDİR
Önceki yazımda yer alan hususları bir kez daha tekrar edeyim. 1. Doğanın tahrip edildiğini gösteren fotoğraflar son tablo değildir. 2. Sözleşme gereği olarak her HES yapımcısı inşaat bittikten sonra çevreyi düzenlemelidir. 3. Bunu yapmadan hak edişin tümü ödenmemeli, teminatı serbest bırakılmamalıdır. 4. Yine sözleşme gereği HES işleticisi firma uzun yıllar boyu sürecek bir doğayı onarma ve peyzaj projesini hayata geçirmekle yükümlü olmalıdır. 5. Hiçbir derenin kurumasına izin verilmemeli, bunun için yeterli miktarda su yatağa bırakılmalıdır. 6. HES inşa edilen yöredeki köylülere münasip miktarda bir “huzur hakkı” ödenmelidir.
Herkes şaşırmış. Yanlarından geçmekte olan hareket memuruna sebebini sormuşlar. O da, “Bu, dünkü tren, bugünün treninden henüz haber yok ama siz de binemezsiniz” demiş.
Yolcular şaşırmış; niye binmeyelim ki? Bu tren bugün geldiğine göre bugünün trenidir. Yarın gelen tren de yarınınki olsun. Hareket memuru “Olmaz öyle saçma şey” deyip kestirip atmış. Hocam Burhan Felek bir keresinde, demiryolu yetkililerine hitaben “Trenler tarifelere uyamıyorsa, tarifeleri trenlere uydurun” diye seslenmişti. Ben de buradan havayolu yetkililerine sesleniyorum. Uçaklar tarifelere
göre kalkamıyorsa, tarifeleri uçaklar uydurun bari.
GECİKMENİN NEDENLERİ
Ezelden beri uçaklar rötar yapar. Bunun lodosla, poyrazla ilgisi yoktur. Eğer öyle olsaydı, lodos esmeyen günlerde (ki İstanbul’da rüzgârlar genellikle poyrazdan eser) hiç gecikme olmazdı. Havaalanı trafiği bugünkü kadar yoğun değilken de gecikme olurdu. Yoğunluk da sebep değildir. Pantolonu dar gelen adam kilo almaya devam ederse, kaç beden pantolon alırsa alsın, göbeği kemerinin üstünden pırtlar. Hava trafik elemanlarının maaşları az, onlar pasif direniş yapıyorlar iddiasını da kabul edemiyorum. Bu da eski hikayedir. Hava limanları işletmesi özelleştirildi. Kule hizmetleri de buna dahil edilsin. İşletmeci firma bu sorunu çözsün. Çözsün ki; pasif direniş (veya kanunsuz grev) iftirası ortadan kalksın. Üstelik iş başında özelleştirmeci bir hükümet var. Şunu da hemen eklemem gerekir. Uçak gecikmeleri, dünyanın her yerinde rastlanan bir olaydır. Seyrek olarak vuku bulacak rötarları yolcular hoşgörüyle karşılar. Ama son zamanlarda bu “hoşgörü” sınırı aşıldı.
YOLCU BEKLER UÇAK BEKLEMEZ
İktis atçı, bir yerde bir aksaklık gördü mü sebep olarak aklına hemen “yanlış fiyatlandırma” gelir. Eğer uçak yolculuğuna olan talep öngörülemeyecek mertebede artmış ve bu yüzden uçak sayısı yetersiz kalmışsa bilet fiyatları düşük demektir. Yok, bu sayıda uçak seferi yapılmasına yetecek alan hizmeti sunamıyorsa, yer hizmetlerinin fiyatı düşük demektir. Havayolu taşımacılığı uzun yıllar “sıkı kurallara bağlı” (regulated) bir iş dalı idi. Fiyatlar tek elden saptanıyordu. 1978’den sonra havayolu taşımacılığı serbest rekabete açıldı. Kısaca tüm dünyada “kurala bağlı olmama” (de-regülâsyon) esasına geçildi. De-regülâsyondan sonra fiyatlar çok düştü. Bir çok anlı şanlı havayolları, gırtlak gırtlağa rekabetten peş peşe battı. Kâra geçmek için pazar payı büyütmekten başka çare kalmadı. Bu da rekabeti daha acımasız hale getirdi. Kalanlar de maliyeti düşürmek için hizmet kalitesini düşürdü. Filodaki uçakları en yüksek oranda kullanmak için “az uçakla-çok sefer” işletim modeline geçildi. Kalkışlar gayri medeni saatlerde başlar oldu. Uçaklar sardalye kutusuna döndü. “Yolcu bekler-uçak beklemez” zihniyeti ile uçak başına en çok sefer yapılacak şekilde sıkışık tarifeler düzenlendi. Yedek uçak sayısı azaltıldı. Gecikmeler kaçınılmaz hale geldi. Terminaller de alışveriş merkezi haline geldi.