7 Mart 2012
“PARASAL İktisat” diye bir deyim var. İngilizcesi “Monetary Economics” olan bu tabirin kapsadığı alanın ustalarından başında “Chicago”lu Milton Friedman gelir. Friedman, İkinci Dünya Harbinden sonra adeta bir ekonomi peygamberi gibi zuhur eden Keynes’ten bu yana, ortaya çıkan en etkin iktisat bilginidir. İşin ilginç yönü, Friedman’ın dünya sahnesine çıktığı 1980 aynı zamanda Türk ekonomisinde de fikri ve fiili “dönüşümümün” (transformasyonun) başladığı yıldır. Bu döşümün baş aktörü de Turgut Özal’dır. 1980 öncesinde başta ABD olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, işçi sendikalarının radikal tutumu yüzünden bir “ücret-fiyat” sarmalı içine düşmüştü. Bu sarmal yüzünden enflasyon neredeyse kontrolden çıkmak üzereydi. Bu yakın ve büyük tehlike karşısında çözüm arayışına giren parasal iktisatçılar, meşhur “fiyat enflasyonu, her zaman parasal bir fenomendir” hükmünü vaz’ettiler. Kısaca ne kadar para basılırsa, fiyatlar genel seviyesi o kadar yükselir dediler. Buradan kalkarak enflasyonla mücadelede esas yetkili “dolanımdaki paranın miktarını” belirleyen, o ülkenin merkez bankasıdır, dolayısıyla bu kurum bağımsız olmalıdır kuralını pekiştirildiler.
PARA NEDİR VE MİKTARI NASIL ÖLÇÜLÜR
Ekonomiyi yönetenler, enflasyonun yükselmesi gibi bir belayı defetmek için kuramlara uygun bir politika tasarlamak isterler. Bu durumda iki temel sorunu aşmak zorundadır. Bunlardan birincisi, enflasyonu etkileyen bağımsız değişkenin, mesela paranın “tanımını” yapmaktır. İkincisi de bu bağımsız değişkendeki değişimleri “ölçmek”tir. Sakın ha paranın ne olduğunu bilmeyecek ne var demeyin. Para, altındır dense para miktarı altın miktarıyla sınırlanır. Para merkez bankasının bastığı kâğıttan bir nottur dense, para miktarı kâğıt para ile sınırlanır. Para, bir alışverişi gerçekleştiren herhangi bir araçtır diye tanımlansa, tanzim edilen her senet veya ağızdan çıkan her “sözüm senettir” ibaresi para olur. O zaman da bunun miktarını sınırlamak ve ölçmek zora girer. Sorun göründüğünden ciddidir.
KRİZDEN ÇIKMAK İÇİN BASILAN PARALAR ENFLASYON YARATACAK MI?
2008’den bu yana merkez bankaları, önce ABD’nin, sonra da Avrupa Birliği’nin afakını sarmış olan kriz bulutlarını dağıtmaya karar verdi. Çareyi de ülkelerinin üstüne helikopterle para yağdırmakta buldular. Her iki “devletler topluluğu”nun (United States ve European Union) merkez bankaları trilyon dolar ve trilyon Euro’dan fazla para basıp, ekonominin üstüne boca etti. Bu yüzden aklı evvellerin zihninde “eyvah enflasyon patlayacak” endişesi belirdi.
TRİLYONLAR SERPİLMESİNE RAĞMEN PARA MİKTARI ARTMIYOR
Profesör Bill Barnett çok öncelerden “enflasyon yaratan para nedir” sorusuna kafayı takmış. Barnett’in öğrencisi ve günümüzde Filistin Başbakanı olan Salam Fayyat da bu araştırmalarına dâhil olmuş. Barnett, halen para miktarı ölçüsü olarak kullanılan basit toplamalı M2 tanımını yanlış bulmuş. Bunun yerine adını Divisia M4 koyduğu “ağırlıklı toplama” yöntemi geliştirmiş. Bulgularını bir grafiğe dökmüş. Sonuç şu: Son 3 yıl içinde gökten dolar yağarken bile “Divisia M4” yani enflasyon yaratan para miktarı hızla düşmüş. Bir süredir de düz bir çizgide seyrediyormuş. Dolayısıyla ABD’de enflasyon patlamamış. Bu kurama göre, gökten Euro yağmasına rağmen, sırf bu sebepten dolayı, Avrupa’da da enflasyon artmayacaktır.
Son Söz: Tanım yetersizse, ölçüm yanlıştır.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2012
DÜNYANIN bütün “aç(ık)gözlülerin” gözü, Türkiye’nin bankacılık kesiminde. Düşünün; ancak devlet desteği ile ayakta duran zarardaki büyük İtalyan, Belçika ve Yunan bankalarının kâr eden birimleri Türkiye’de. Tuhaf bir çelişki: anası batıyor, yavrusu çıkıyor. 6 milyar dolar paramız var diye böbürlenen Lübnanlı bankacı, Türkiye’de bankacılık lisansı aldım diye göbek atıyor. Çünkü yılbaşına kadar hızlı bir değer kaybı yaşayan TL’nin Londra’dan gelen milyarlarca dolarlık “sıcak parayla” tekrar değer kazanıyor. Bu saydıklarım Türk ekonomisinin bir yüzünü gösteriyor. Diğer yüzünde Türkiye’nin, milli gelirinin yüzde 10’u kadar cari açık verip bu kıstasta açık ara dünya şampiyonu olması var. Bu kadar büyük bir cari açık, tipik bir “mali istikrarsızlık” sebebidir. Ancak dışarıdan para geldikçe istikrar devam ediyor. Galiba yurt dışından bakınca Türkiye’de “Hasan’ın böreği” gibi bir yağmalanacak bir “faiz pastası” var. Ne var ki; yenen pastanın mide fesadı yaratması da uzak bir ihtimal değil. Nitekim dünkü bültenlerde bir haber yer alıyor. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poors, Türk ekonomisini, Euro Bölgesi kaynaklı şoklara karşı en kırılgan ülke ilan etmiş.
ÖZEL BANKA YOKTUR
Her ne kadar bankalar, sermaye yapılarına göre, kamu ve özel diye tasnif edilseler de aslında tüm bankalar “kamusaldır”. Çünkü bankalar “zımni devlet garantisi altında” mevduat toplama imtiyazına sahiptir. Mevduat (vedia’dan gelir) “tedbirli tacir gibi davranması” beklenmeyen sıradan kişilerin, karşınındaki kurumun devletin denetiminde ve devletin koyduğu ilke ve kurallara göre iş yaptığına güvenerek, parasını ona emanet etmesi demektir. Halktan mevduat toplayan hiçbir banka parayı nasıl değerlendireceğime kimse karışamaz diyemez. Demek istiyorsa, bankacılığı bırakıp bankerlik yapmalıdır.
BANKALARIN KÂRINI MAKRO EKONOMİ BELİRLER
Bankaların kârını, bankaları yöneten yüksek vasıflı profesyoneller değil, devletlerin izlediği makro ekonomi politikası belirler. Makro ekonomik politika, kendini Merkez Bankası’nın uyguladığı para ve Maliye Bakanlığının uyguladığı bütçe politikasında belli eder. Bu cümleler, banka yöneticilerinin “kâr da, zarar da devletten” deyip sırt üstü yattıkları anlamına gelmez. Banka yöneticilerin marifeti öncelikle operasyonel verimliliği arttırmaktır. Yukarıda söylendiği gibi bankaların kârını, devletin hatta yabancı devletlerin izlediği para-fiskal politikalardır. Dirayetli bankacılar bilançolarını, bunları izleyerek ve ona göre pozisyon alarak yönetilir. Merkez Bankası isterse Hazine’nin yüzde 10 faizle çıkardığı tahvili teminat kabul edip, yüzde 7.5’la bankalara para verip, kasalarına yüzde 2.5 gelir aktarır. Merkez Bankası para miktarını öyle bir sıkar, faizleri öyle bir attırır ki, bankalardan kredi almış reel sektör firmaları çoğu şapa oturur.
BANKALARIN YILLIK KÂRI ÖLÇÜLEMEZ
İstenildiği kadar muhasebe standardı yazılsın, istenildiği kadar karşılık ayrılsın, bankaların yıllık kârını doğru ölçmek mümkün değildir. Bu sebeple tüm dünyada banka yöneticilerinin primleri ve bankaların dağıtacakları temettü miktarları kamu denetimine tabi olmalıdır görüşü ağırlık kazanmaktadır. Yoksa banka kurtarmalarını halka anlatmak mümkün olmaz.
Son Söz: Kurtarıcı el, ısırılmaz.
Yazının Devamını Oku 29 Şubat 2012
2003 yılındaydık. Irak Amerikalılar tarafından mahv-u perişan ediliyordu. Devlet daireleri telafisi imkânsız bir şekilde tarumar ediliyor, müzeleri yağmalanıyordu. Henüz Saddam yakalanıp öldürülmemişti. Washington Post Gazetesinin tepe yöneticisi bir hanım Türkiye’ye gelmiş nabız yokluyordu. Dar kapsamlı bir toplantıda kendisiyle görüşme fırsatım oldu. Amerikalılara has kompleksiz bir tavır içinde hareket ediyor ve herkese saygılı davranıyordu. Şeref misafiri olduğu evde, kendi elleriyle tuzlu bisküvilerin üzerine peynir sürerek hazırladığı kanepelerden bana da ikram etti. “Sizin fikrinizi de duymak isterim” dedi. Ben de “Irak bir küp, Saddam onun kulpudur. Siz kulpu kopardınız, bakalım küpü nasıl kaldıracaksınız” dedim. Bana “merak etme” dedi ve devam etti. “Biz Alman Nazilerini, Japon Militaristlerini ve 70 yıl sürse de Rus Komünistlerini sonunda mağlup ettik. Herhalde bu Arap milliyetçisi Baas’ı yenemeyeceğimizi düşünmüyorsun
değil mi?”
DÜVELİ MUAZZAMA SONUNDA KAZANIR
Batılılar, Birinci ve İkinci Dünya Harplerini kendi aralarında yapmıştır. Bu uluslar aralarında savaşmayınca, başkalarıyla savaşır. Tanrı’nın kendilerine “dünyaya nizam vermek” (günümüzde demokrasi götürmek) diye bir misyon yüklediğine inanırlar. Bu imanla dışa karşı verdikleri tüm harpleri eninde sonunda kazanmışlardır. Suriye’ye de egemen olacaklardır.
AMERİKANCI OLMAYALIM DA SADDAMCI VEYA ESADCI MI OLALIM
II. Bush da öyle diyordu. “Ya benden yanasın ya bana karşısın.” Batının Suriye’nin üzerine insafsızca çullanmasına karşı tavır koyuyorsanız “demokrasi karşıtısınız”. Bağımsızlık ülküsünü hiç benimsememiş mandacı ve Komünistlikten dönme Türkiyeliler böyle diyor. “Ben bu fani dünyada ibadetimi yapıp, ebedi cennete gitmeyi garantiye alayım, gerisi beni ırgalamaz” diyen gafiller de elbette Amerikancı olacaktır. Batılı güçlerin Suriye’ye çullanmalarına karşı soğuk bakmak, kendi ülkesine yapılmasını istemediğin bir şeyin, sevmediğin biri başında olsa bile, başka bir ülkeye yapılmasına karşı çıkmaktır. Bu ahlaklı, tutarlı ve soylu duruşu anlamak çok mu zor? Bunun demokrasiyi isteyip, istememekle ne ilgisi var?
1 MART TEZKERESİ’Nİ REDDETMENİN KEFARETİ ÇOK AĞIRMIŞ MEĞER
1 Mart tezkeresinin reddinin verdiği mahcubiyetle AKP, 7 Ekim 2003’de “Irak’ta Amerikalı komutanların emrinde Iraklı direnişlere karşı savaşmak üzere 10 bin asker gönderme” tezkeresini TBMM’den 358 oyla geçirtti. Amerikan kuklası Irak Geçici Yönetimi “Biz topraklarımızda Türk askeri istemiyoruz” diye tavır koyunca, Amerika bize “bu seferlik gelmeyin, alacağımız olsun” dedi. Bu sayede Türk askeri Irak bataklığında boğulmaktan kurtuldu. Şimdi sıra Suriye’ye girmeyecek iradeyi kendi kendimize göstermeye geldi.
Son Söz: İç savaşta taraf tutmak, o ülkeye kötülük etmektir.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2012
ZEYYAT Hatipoğlu Hoca sık, sık “Türk ekonomisi rantlarla büyür” derdi. Bir süredir ben de aynı türküyü söyler oldum. Rant, milli geliri arttırmadan, kişisel gelir veya servet artışı yaratan kazanç türlerinden biridir. Hırsızlık, kumar, piyango, rüşvet gelirleri de milli geliri arttırmaz. Onlar da rant gibi bir “transfer” geliridir. Ancak rant, “kâr, kira, faiz ve ücret” olarak tasnif edilen meşru faktör geliri türlerinden biri kılığında elde edildiği için fark edilemez. Rantı yaratan şey, kamu yönetiminin arz üzerine koyduğu kısıtlamalardır. Bu yüzden, arz ile talep arasında miktarsal bir fark oluşur. Bu fark da o malın veya hizmetin değerini/fiyatını arttırır. Mesela, imar planı diye bir şey olmasa, yani herkes kendi arsası üzerine, istediği kadar yüksek ve geniş bina yapma özgürlüğüne (?) sahip olsa “arsa rantı” zor oluşur. Ne var ki belediyelerin en temel görevi “kimliği ve kişiliği olan, yaşaması rahat, su-kanalizasyon-elektrik-doğalgaz gibi altyapı sorunları bulunmayan, trafik sıkışıklığı asgariye indirilmiş, bol yeşil alanlı güzel kentler” kurmaktır. Bu amaçla kent içinde ve civarında yapılacak binaların büyüklükleri kısıtlanır. Bu kısıtlamalar, ister istemez “rant avlakları” oluşturur. Kısıtlama kimlerin lehine değiştirilirse, onlar abat olur. Rant avcıları, her sabah güneş doğmadan çapaklı gözlerle şehri dolaşır ve rant avlarının yerlerini belirler. Avcı, dişini, avının boynuna bir defa geçirdi mi bir daha, ölür de çenesini gevşetmez. Rant için adam vurulduğu çok görülmüştür.
RANT, SADECE İMAR PLANI DEĞİŞİKLİĞİNDEN DOĞMAZ
Başta mevzuat rantları olmak üzere, siyasi ilişki ve unvanlardan doğan çeşitli rantlar vardır. Rantların kötülüğü sadece gelir dağılımı bozması değildir. Daha kötüsü, rantların bir yandan kaynak tahsislerinde burkulmalara sebep olması, diğer yandan adil rekabeti bozarak ekonomide verimliliği düşürmesidir. Yani en becerikli girişimciler zarar ederken, rantlarla beslenen verimsiz işletmelerin varlıklarını sürdürmesine yol açmasıdır.
KAMU, RANTINI KENDİSİ ALSA RANT ORTADAN KALKAR MI?
Deniz ulaşımını, kara ulaşımına harika bir şekilde eklemleyen Haydarpaşa Garının, tren istasyonu olmaktan çıkartılması başta olmak üzere, orman niteliğini kaybetmiş Hazine arazilerinin veya askeriyenin elinde olan kentsel mekânların değerlendirilmesi son günlerin sıcak konularından biri. Burada değerlendirmeden kasıt “rant” yaratmaktır. Ortaya çok kritik şu soru çıkıyor: Kamunun sahip olduğu ve halen üstünde kamu binaları olan veya yeşil alan olarak kullanılan arazilerin üzerine yüksek yoğunlukta yeni binalar inşa edilmesine izin verilerek yaratılacak “arsa değer artışları”, bu değer artışları, kamunun cebine gitse de yine rant mı olur? Olsa bile, bu kötü bir şey midir? Bu sorunun cevabı şarta bağlıdır. Eğer rant yaratan yapılaşma “kentin ekolojisini ve ulaşım ekonomisini” bozuyorsa kötüdür. Çünkü milli gelir artarken milli servet azalmış olur. Hal böyleyse, bu projelerin Belediye’ye veya Hazine’ye sağlayacağı “ek gelir” ne kadar büyük olursa olsun, net bakiye “eksi” dir. Ancak yapılan inşaatlar, kentin veya ülkenin ekonomisine verimlilik katıyor, atıl kaynakları harekete geçiriyor ve estetiğini artırıyorsa, o zaman yaratılan ek gelir ranttır denerek kötülenemez.
Son Söz: Az rantın kurdu, çok ranttır.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2012
YUNANİSTAN’ın içine düştüğü finansal krizin tıpatıp aynısının geçmişte örneği yoktu. Bu yüzden kurtarma operasyonuna başlamadan önce, olayın kuramsal olarak kavraması gerekiyordu. Buna, hem kurtarılacak olanın, hem de kurtarıcıların ihtiyacı vardı. Ondan sonra operasyonun tasarımına geçilebilirdi. Üçüncü aşamada bu tasarımın ilgili taraflarca benimsenmesi sağlanacaktı. En sonunda da uygulamaya geçilecekti. Ancak uzun sürecek bu süreçte “hastanın kaybedilmemesi” yani ülkenin acze düşmemesi sağlanmalıydı. Bu amaçla ara çözümler devreye sokuldu. Şimdi son aşamaya gelinmiş bulunuyor.
KRİZİN KURAMSAL TANIMI: BİRDEN FAZLA EURO VARMIŞ MEĞER
Yunan finansal krizi aslında bir Euro krizidir. Her para biriminin bir “baba”sı, bir de “ana”sı vardır. Baba, paranın üstünde adı yazan “egemen devlet”tir (sovereign). Ana ise onu dünyaya getiren “Merkez Bankası”dır. Euro denilen ve tüm dünyada kabul gördüğü için “döviz” (hard currency) olan paranın, anası tektir ama babası çoktur. Bu yüzden tarihte ilk defa ulusal parası döviz OLAN bir ülke “döviz yokluğundan” zora girmiştir. Demek ki, Yunanistan’ın büyük bir keyifle kullandığı yasal para birimi olan Euro, Alman Euro’sunun üvey kardeşiymiş. Onun kadar değerli olamazmış. Dolayısıyla faizi de riski de farklı olmalıymış.
BİR ÜLKE DÖVİZ DARBOĞAZINA GİRERSE NE OLUR
Bir ülke döviz darboğazına girerse o ülkenin parası değer kaybeder. Buna devalüasyon denir. Ülkenin parası değer kaybedince iki sonuç ortaya çıkar:
1. Ülke halkı fakirleşir.
2. O ülkeye borç verenlerin paralarının bir kısmı deve olur.
İşte kurtarma operasyonu bu kaçınılmaz sonuç üzerine inşa edilmiştir. İlk seçenek, Yunanistan’ın Euro’dan çıkıp Drahmi’ye geçmesiydi. Bu yüzden parasının değeri düşeceği için, ülke halkı “Euro” cinsinden fakirleşecek, alacaklılar da Euro cinsinden zarar yazacaktı. Diğer seçenek ise, Yunanistan’ın Euro’da kalması ama aynı sonuçların metazori olarak ortaya çıkarılmasıydı. Yunanistan şimdi “halkının fakirleşmesi” ve “alacaklılarının zarara uğraması” pahasına kurtarılıyor. Ayvaz kasap, hep bir hesap.
AB, YUNANİSTAN’I DEĞİL, EURO’YU KURTARMAYI AMAÇLIYOR
Bu operasyonla AB, sadece Yunanistan’ı değil Euro’yu da kurtarmayı amaçlıyor. Konsolide olarak bakılırsa, AB’nin mali durumu, ABD’den iyidir. Kamu borçlarının AB milli gelire oranı ABD’den düşüktür. Daha da önemlisi AB’nin “cari açığı” AB milli gelirinin yüzde 5’i iken, bu oran ABD’de yüzde 3’ten fazladır. Almanya ve cari fazla veren Kuzeyli saz arkadaşları sayesinde, Euro halen çok güçlü bir para birimidir. Öyle de kalacaktır.
Son Söz: Sanal olarak zenginleşen, reel olarak fakirleşir.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2012
ACABA “gelir vergisi” muhafaza edilmesi ve mutlaka etkinliğinin arttırılması gereken bir vergi türü müdür?
Genel kabul görmüş bir kanaata göre, harcama üzerinden alınan dolaylı vergiler adaletsiz; dolaysız vergiler adaletlidir. Nitekim Türkiye’de vergi adaleti yoktur, çünkü devlet vergi gelirlerinin % 68’i dolaylı ve sadece % 2’si dolaysız vergilerle toplanmaktadır sözü artık bu iddianın kanıtı olmuştur. Bu teze göre, gelir vergisi, dolaysız bir vergi olduğundan adildir. Çünkü az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi almayı hedefler. Gelir vergisi yaygın olsa, herkes gücüne göre vergi ödemiş olur. Zaten devletin vergi toplamaktan bir amacı da, kapitalist sistemin adil olarak dağıtmadığı milli geliri, sosyal harcamalar ve sosyal transferlerle, ikinci bir dağıtıma tabi tutarak mevcut haksızlığı ortadan kaldırmaktır denir.
TOPLUM, VARLIK VERGİSİNDEN ÜRKER
Vergiler, esas olarak üç şeyden; gelirden, servetten ve harcamalardan alınır. Servet yani varlık, en az kullanılan vergi bazıdır. Çünkü kişiler için hayatta biriktirdikleri mal ve mülkler “canlarının yongasıdır”. Üstelik onlar bu birikimlerini “vergilendirilmiş” gelirlerini harcamayarak sağlamışlardır. Ona dokunulsun istemezler. Varlık
vergisi, net aktif vergisi gibi vergilere, ancak her çare tükendiğinde başvurulur. Kamu borç stokunun sürdürülemez hale geldiği olağan üstü bir finansal kriz yaşandığında “bir kereye mahsus olmak” şartıyla uygulanabilir. Mesela Yunanistan tam bu noktadadır. Varlık vergisinin lafı dahi servetin ülke dışına kaçırılmasına sebep olur. Sermaye birikimi eksiye düşer.
ÇOK KAZANANDAN DEĞİL ÇOK HARCAYANLARDAN VERGİ AL
Geriye iki vergi matrahı kalıyor. Gelir veya harcama. Harcamalar üzerinden alınan KDV, ÖTV veya diğer özel tüketim vergileri, iddia edildiği gibi, varsıl ve yoksuldan aynı oranda alınmaktadır ama aynı miktarda tahsil edilmemektedir. Harcama vergileri “çok harcayan çok, az harcayan az” alınır. Çok harcayan da çok parası olandır. Lüks araba alan herkes % 130 ÖTV öder. Ama soruyorum. Siz hiç 150 bin Euro’ya Mercedes alan fakir bir adam gördünüz mü? Kaldı ki dolaylı vergi oranlarında da harcamaya göre basamaklandırma vardır.
DOLAYLI VERGİ DAHA UCUZA TOPLANIR
Dolaylı vergi, dolaysız vergiye göre çok daha kolay ve ucuza toplanır. Dolaylı vergide pratikte “vergi mükellefi” yoktur; sadece “vergi sorumlusu” vardır. Her büyük ve örgütlü şirket, dolaylı vergi toplama açısından Maliye’ye bedava hizmet veren birer “Tahsilât Merkezi”dir. Teklifim üzere, gelir vergisi kaldırılınca, bordro üzerinden yapılan gelir vergisi kesintisinin adı “İstihdam Vergisi”, bankaların mevduat geliri üzerinden yaptıkları gelir vergisi kesintisinin adı “Banka Hizmet Vergisi” olarak değiştirilecek ve aynı miktar vergi toplanmaya devam edilecektir. Serbest meslek sahiplerinin kestikleri makbuzlarda KDV oranları vergi stopajı kadar arttırılacaktır. Buna mukabil Maliye tüm gücünü satış işlemleri üzerinden alınan “dolaylı vergilerin” eksiksiz toplanması için seferber edecektir. Milli gelir arttıkça, harcamalar artacağı için, vergi matrahı her sene kendiliğinden büyüyecektir. Gelirin vergilenmeyip, harcamaların vergilenmesi belki de “ulusal tasarruf oranının” artmasını teşvik edecektir. Böylece bir makro dengesizlik sorunu daha kolay çözülebilecektir.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2012
KAPİTALİZM, her ne doğal bir sistemse de, gelişmesi hukuk içinde oluşmuştur. Ahlaka dayanan bir hukukun işlemediği bir ülkede, kapitalizm kendisinden beklenen sonuçları vermez. Kapitalizm veya “özgür girişim düzeni” kıt kaynakları, sonsuz ihtiyaçlar arasında en yüksek faydayı yaratacak şekilde tahsis edeceğini iddia eder. Burada kastedilen en yüksek fayda, teorik değil pratik bir hedeftir. Yani her halükârda, ekonomide kaynak israfı kaçınılmazdır. Kapitalizmin anti-tezi sosyalizmdir. Sosyalistler de insani gelişmişliğin en üst düzeyine ancak sosyalizmle ulaşılabileceğini söylemişlerdir. Ama bu gerçekleşmemiştir.
SERBEST GİRİŞİM, REKABET SERBESTLİĞİ DEMEKTİR
Kapitalizmin işleyişiyle ilgili olarak ortaya konacak temel ahlaki kavram “rekabet”tir. Rekabet engellendiği nispette, kapitalist sisteminin verimi düşer. Aynen şikenin, sporun ve sporcunun gelişmesine engel olduğu gibi, rekabet ihlalleri de, kaynak tahsisini bozar. Adil rekabet ortamı tesis etmek, bir iş dalında faaliyet gösterecek girişimcilerin, eşit şartlarla yarışmasını sağlamak demektir. İyi oynayan kazanmalıdır.
OYAK KAPATILMALIYDI
1960 darbesinden sonra, Genelkurmay’ın girişimiyle “Ordu Yardımlaşma Kurumu” (OYAK) adında bir “sandık” kurulmuştu. Sandığın amacı silahlı kuvvetler mensuplarının parasal imkânlarını artırmaktı. Bunu gören memurlar, Memur Yardımlaşma Kurumu MEYAK işçiler de İşçi Yardımlaşma Kurumu İYAK diye sandıklar kurmaya kalktılar. Ben 1962 yılında “OYAK kapatılmalı, MEYAK ve İYAK kurulmamalıdır” diye bir yazı yazıp Cumhuriyet gazetesine yolladım. İmzalı yazım çıkmadı ama bir tartışma başlattım. MEYAK ve İYAK kurulmadı. Benim bu kabil sandıklara karşı olmamın iki gerekçesi vardı. Birincisi, bu kurumların Emekli Sandığı ve İşçi Sigortaları Kurumu’nun faaliyet alanına girerek “imtiyazlı memur ve emekliler” yaratacak olmasıydı. Bu ikili yapılanma, Emekli Sandığı ve İşçi Sigortaları’nın mali yapısını zayıflatıcı sonuçlar ortaya çıkaracaktı. İkinci gerekçe de bu kurumların “malik müteşebbis” kimliğiyle faaliyet göstermesinin “rekabet ortamını bozacağı” endişeydi.
SANDIK TACİR OLAMAZ
Kamuda çalışanlar sosyal güvenlik şemsiyesi altındadır. Ancak bazı memurlar, tamamen “sivil” bir girişimle kendilerine “bireysel emeklilik” benzeri ek imkân sağlayan yardımlaşma sandıkları kurabilir. Bunun ülke ekonomisi açışından bir sakıncası yoktur; hatta yararlıdır. Doğal olarak bu sandıklar üyelerinden her ay para toplar, toplanan paralar birikir ve bu birikim nemalandırılır. Bu süreçte, aynen bireysel emeklilikte olduğu gibi, kesinlikle yapılmaması gereken şey, “sandığın parasını sermaye, yöneticisini girişimci, kendisini de tacir” haline getirmektir. OYAK’ın yanlışı da buradaydı. Haberlere göre son yıllarda polislerin kurduğu POYAK, OYAK’laşmaya başlamış. Son olarak POYAK kozmetiğe de girmiş. POYAK, kozmetik veya başka bir sektörde faaliyet gösteren bir tacir olursa, toplanan paralar riske atılmış olur. Riskten kurtulmak için kamusal “nüfuz” kullanılır ve ayrıcalıklar elde edilirse, faaliyet gösterilen sektörde haksız rekabet yaratılmış olunur. Üstelik sandık yöneticilerin kamudaki asli görevlerini ifa etmeleri aksar ve kendilerini töhmet altında bırakırlar.
Son Söz: Usule uymak yetmez, esasa da riayet edilmeli.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2012
SUKUK, Arapçada “ödeme sözü içeren belge” anlamına gelen “sakk” kelimesinin çoğuludur. Altın para döneminden kalma yanlış bir yoruma göre, İslam’da “faiz” yasaktır. Bu yüzden, günahtır diye faiz almak istemeyenlerin paralarını uzun vadeli olarak ekonomiye sokmak için yeni bir “kıymetli kâğıt” yaratmak gerekmiştir. Bunun için, nemasına faiz değil, kira veya kâr payı denen tahvil veya bonolar tasarlanmış ve bu kâğıtlara “sukuk” denmiştir.
AKP’NİN EKONOMİ POLİTİKASI
Sukuk, bugünlerde önem kazanmıştır. Çünkü AKP’nin ekonomi politikası, yurt dışından para getirmektir. Ekonomide ve hatta dış siyasette atılan her adım, söylenen her söz de bu amaca hizmet etmektedir. Formül “para içeri-ekonomi yukarı”dır. Türkiye’ye yabancı para girişleri aksamamalıdır. Eskaza, bu amaca hizmet etmeyen ve hatta bu amaca ters düşecek bir söz ağızdan kaçmışsa, derhal çark edilmektedir. Nitekim önce NATO’nun Libya’da ne işi var deyip, iki gün sonra abluka için NATO emrine muhrip tahsis etmenin başka bir açıklaması olamaz. Gerekçe şudur: Parasız iktisadi kalkınma olmaz. Zaten kuramsal olarak da ekonomik kalkınmanın temeli sermaye birikimidir. Milli gelirin büyüme hızı, biriken sermaye ile doğru orantılıdır. Kısaca “ne kadar birikim, o kadar kalkınma” düsturu her ülke için geçerlidir.
EMEK İSTİSMAR EDİLMEDEN SERMAYE BİRİKMEZ
Pekiyi, sermaye nasıl teraküm eder? Bunun iki yolu vardır. Birincisi, emekçilerin, yarattıkları katma değerin en az % 25’ini tüketmesine izin vermemektir. Buna Marksist terminolojide “emeğin sömürülmesi” veya “istismarı” denirdi. Marksistler, mademki emek sömürülmeden sermaye birikmiyor, öyleyse bu sömürüyü devlet yapsın daha iyi demişlerdir. Komünizmin devlet kapitalizmine dönüşmesinin sebebi budur. İkinci yol, birikmiş sermayeyi ithal etmektir. Buna “yabancı sermaye ile kalkınma” denir. Sosyalist olmayan bir yolla (çünkü o zamanlar geri kalmış ülkelerin ancak sosyalizmle kalkınabileceği tezi modaydı) kalkınmayı hedefleyen Demokrat Parti’nin 1954’te çıkardığı “6424 Sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu” bunun iyi bir örneğidir. Yabancı sermaye ile kalkınmanın fizibilitesi şuydu: Eğer ülkeye giren yabancı sermayenin, doğrudan ve dolaylı olarak ülke içinde yaratılmasına sebep olacağı ilave katma değer, yabancı sermayenin yurt dışına transfer edeceği kâr payı ve anapara geri ödemelerinden yüksekse, o yabancı sermaye kalkınmaya hizmet eder. Ancak bunun olması için yine “emeğin sömürülmesi” şarttı. Ne var ki, o yıllarda ülkemize bir nevi dayatılan “işçilerin sendikalaşması” bu sömürüye izin vermedi. Bunu gören yabancı sermaye de gelmedi. Gelen de ithalatçı oldu. Tabii, yabancı sermaye ile kalkınma projesi de yürümedi ve ekonomi krize girdi. Ardından 24 Ocak 1980 kararları geldi.
YABANCI SERMAYEYLE KALKINMANIN YENİ MODELİ
2003’ten beri ülkemizde yeni bir kalkınma modeli uygulanmaktadır. Bu modele göre birinci kural, ülkeye gelen yabancı paranın sıcak veya soğuk olduğuna bakmamaktır. İkinci kural, dış borcu devletin değil özel sektörün almasıdır. Böylece ülkede sermaye birikmekte ve “emek sömürülmeden” kalkınma sağlanmaktadır. Tek sorun durmadan büyüyen cari açığı finanse edebilmektir. Bunun için faizsiz (!) bono yani “sukuk” çıkarmak caizdir.
Son Söz: Kul kanar, Allah kanmaz.
Yazının Devamını Oku