12 Mayıs 2004
<B>BAZILARIMIZIN</B> ümit ettiği ve/veya beklediği gibi döviz fiyatları önemli ölçüde yukarı gitti. Borsa, mehter marşı temposunda düşmeye devam etti. İkinci el bono ve tahvil piyasalarında, hem TL hem de dövizli kağıtların fiyatları geriledi; dolayısıyla getirileri (piyasa diliyle faizleri) yükseldi. Pek tabii ortaya sinirli bir hava çıktı. Ne oluyor, bu yükseliş nereye kadar devam edecek, yoksa yeni bir sarsıntı dalgası mı geliyor soruları akıllara takıldı.
Niçin böyle oldu ve bu işin sonu nereye gider analizlerine girmeden, derhal kanaatımı ifade edeyim. Bu, bir düzeltme hareketidir. Dolayısıyla, bu hareket ekonomimiz için hayırlıdır. Kısa vadede ortaya çıkacak bazı sıkıntılar yüzünden, kimse hareketin yönünü değiştirmeye kalkmasın. Keşke bu ‘düzeltme’ daha önce olsaydı, hatta ‘bozulma’ (döviz fiyatlarının haksız ve yanlış bir şekilde düşmesi) hiç olmasaydı. Neyse, olan olmuştur. Eski iş ortaklarım Şener ve Tamer’in babalarıEnver Soyer’in tabiriyle her düzeltme ‘ne kadar geç, o kadar erken’ dir. Borsada yaşanan düşüş ve bono-tahvil piyasasında ortaya çıkan verim/faiz artışları, döviz fiyatlarının yükselmesinden kaynaklanmıştır. Bunlar kendi başlarına ayrı gerekçeleri olan bağımsız ve ilave hareketler değildir.
* * *
Döviz fiyatları geri giderken, bu düşüşten kaygılandığımı yazılı ve görsel medyada açıklamış ve şu fıkrayı anlatmıştım. Haşarı bir oğlan çocuğu, olgun meyveleri toplamak için kiraz ağacının üst dallarına doğru tırmanıyormuş. Kendisini gören yaşlı bir amca ‘Oğlum daha yükseğe çıkma, sakıncalıdır’ demiş. Oğlan da ‘Amca, yükseğe çıkmanın ne sakıncası var?’ diye uyarıyı reddetmiş. Yaşlı amca ‘Oğlum daha yukarı çıkmanın hiç bir sakıncası yok. Sakınca, yüksekten aşağı düşmektedir’ diye anlayana dersini vermiş. Türkiye içinde enflasyon devam ederken, döviz fiyatlarının geri gitmesinin ne sakıncası var diye soranlara, fiyat düşüşünün hiç bir sakıncası yok, arkasından gelecek çıkışın sakıncası var diye cevap vermiştim. Neyse, hayat yaşanmadan öğrenilmiyor.
* * *
Döviz fiyatlarında ortaya çıkan bu yükselişin tek bir sebebi var. O da ‘cari işlem’ yani döviz gelir-gider açıklarının artmasıdır. Eğer döviz fiyatları düşmesine rağmen cari işlem fazlası verilebilseydi, emin olun ABD’de faiz arttırımı ihtimali değil, gerçekleşmesi bile önemli bir etki yaratmazdı. Düşen döviz fiyatlarının, ithalatı arttırmaması mümkün değildir. Ucuz döviz, sadece mal ithalatını değil, her tür yurt dışı harcamaları da arttırır. Arz talep kanunu bunu söylemiyor mu? Yoksa Anayasa Mahkemesi bu kanunu yürürlükten mi kaldırdı? Sanki döviz fiyatlarının artması, hiç olmaması gereken, hiç beklenmeyen bir şeymiş de nereden çıkmış bu musibet gibi konuşmanın alemi yok. Üstelik bu bir musibet değil, çok yararlı bir nasihat.
Son Söz: Hevesle, halás olmaz.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2004
<B>İzmir</B>’deki Türkiye İktisat Kongresi’nin ilk gününe <B>‘ IMF’nin reçetesinin sorgulanması’</B> gibi çok sıcak bir konu damgasını vurdu. IMF’nin şimdiki şef ideoloğu Prof. Krueger, ‘Faiz dışı fazlaya dokunmayın’ dedi. Ne var ki hükümet, dayatılan çok yüksek faiz dışı fazlayı sürdürmekte siyaseten zorlanıyor. Bu yüzden başbakan Erdoğan, arada bir vıkvıklanıyor. Faiz dışı fazlayı azaltmamız lazım diyor. Lakin bunu nasıl yapacağını da bilmiyor. Eh, başbakan olmak, bakan olmak, patron olmak, genel müdür olmak, kısaca yetkili olmak ‘icraat’ yapmak demektir. Bu bağlamda icraatın anlamı para ‘harcamak’tır. Zaten Orta Şark’ta kişinin itibarı, harcadığı para kadardır. Para harcayamayana kimse değer vermez. Harca parayı da görelim ‘kaç paralık adam olduğunu’ derler adama. Tabii harcamak için, önce para bulmak lázım. Ekonomide kamu açıkları denilen ‘ilk günah’ buradan kaynaklanır. Yani siyasilerin olmayan parayı harcamasından. Gelgelelim bugünkü sorun, bu kadar basit değil. İlk günaha rahmet okutacak çok başka günahlar işlendi bu ülkede. Türkiye halen kendisine yutturulan ‘düşük döviz, yüksek faiz’ neşe hapıyla kafayı bulmuş durumda. Hapın etkisi geçince ne olacak, esas sorun orada. Bu konuyu haftaya etraflıca işleyeceğim. Bugünkü konumuzsa, İstanbul Tüneli.
* * *
Paraya hükmeden tüm insanlarda, adını ölümsüzleştirecek bir eser bırakma tutkusu vardır. Kimi bunun için topluma faydalı bir iş yapar, kimi de içine gömülmek için piramit inşa ettirir. Genelde faydasız pramitler, faydalı eserlerden daha görkemlidir. Zenginlerin ve siyasilerin, kolosal inşaatlar yapma histerisinin gerisinde bu dürtü vardır. Bu yazının konusu, temeli atılmakta olan İstanbul’un iki yakasını deniz altından birleştirecek demiryolu tüneli. Ya da çağdaş piramit projesi. Birlikte irdeleyelim.
1. Her araç, bir amaca hizmet eder. Amaç konusunda mutabık değilsek, aracın maliyetini ve faydasını tartışmaya geçmemek gerek. Onun için ben, inşası 5 yıl süreceği ve milyarlarca dolara çıkacağı söylenen bu tünelin fizibilitesini tartışmayacağım. Önce işin esasını konuşalım.
2. Bu tünel, İstanbul’un iki yakası arasında insan taşıma kapasitesini ve hızını artıracak bir araçtır.
3. Demek ki; şehrin iki yakası arasında, daha fazla insanı, daha hızlı taşıma amacı var. Aslında bu amaç, bir üst amaca hizmet eder.
4. Bu amacın (veya aracın) üstünde, İstanbul’un tek bir şehir halinde, daha da büyütülmesi amacı var.
5. Yani İstanbul’un hem daha fazla büyümesi, hem de tek bir şehir olarak kalması amaçlandığı için, böyle bir tünele ihtiyaç duyuluyor.
6. Benim bu her iki amaca da itirazım var. a) İstanbul, daha fazla büyümemelidir, b) İstanbul, tek şehir olarak kalmamalıdır.
7. İstanbul gibi bir coğrafyaya sahip dünya şehirleri, genellikle ‘ikiz şehir’ dir (twin city). Aslında İstanbul, ‘Kuzey Rumeli’, ‘Güney Rumeli’ ve ‘Anadolu Yakası’ olmak üzere en az üç şehir olmalıdır.
8. Bu üçüz şehir konsepti, İstanbul’un gelecek vizyonu olarak benimsenirse, kentin fiziki ve sosyal gelişmesi için yapılması gerekenlerin niteliği ve öncelik sırası da değişecektir.
9. Yöneticiler firavunlaşmak sevdasından asla vazgeçmeyecek ve vizyon da değişmeyecektir. Bu yazı da boşu boşuna yazılmıştır.
Son Söz: İstanbul bir inşaat şantiyesidir ve ebediyen öyle kalacaktır.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2004
<B>OSMANLI </B>sultanları, ülkeyi ilgilendiren bir mesele çıktı mı, hem akıl hocası hem de başbakanı olan sadrazama <B>‘Lala, tedbir nicedir?’ </B>diye sorarmış. Şimdi ülkeyi başbakanlar yönetiyor. Yani bugünün başbakanları, eskinin sultanları. Bu durumda başbakanların lalaya ihtiyacı var. Ne var ki; devir demokrasi devri. Yani irade ve idare son tahlilde halkın elinde. Dolayısıyla halkın da lalalara ihtiyacı var. Günümüzde ‘halkın lalası’ görevini gazeteciler üstlenmiştir. Bendeniz de yirmi yılı aşkın süredir gazetede yazan biri olduğum için, zaman zaman halkın bana ‘Lala, tedbir nicedir?’ diye soru yönelttiği gibi bir zehaba kapılırım. Bugün de öyle oldu.
* * *
Son iki haftadır, piyasalarda bir dalgalanma var. Uzun süredir başaşağı giden döviz fiyatları yükseldi, rekorlar kıran borsa iki indi, bir çıktı. Tabii bunlar sadece birer sonuç. Peki olayların gerisinde ne var?
1. Türkiye’nin en önemli sorunu, yapışkan yüksek enflasyondur. Gerek bundan önce uygulanan ancak sonu felaket olan ‘döviz çıpası’ ve gerekse şimdi uygulanmakta olan ‘enflasyon hedeflemesi’ yöntemlerinin amacı enflasyonu düşürmek ve bunu kalıcı hale getirmektir. Hatırlamakta fayda var; her iki program da IMF patentlidir.
2. Enflasyonun düşmesiyle, milli gelirin artması kuramsal olarak bağdaşık değildir. Büyüme, enflasyonun düşüşünden sonra başlamalıdır.
3. Döviz çıpasında da şimdiki enflasyon hedeflemesinde de (başlangıçta) bunun tersi oldu. Yani hem enflasyon düştü, hem de milli gelir arttı.
4. Bunun sebebi ise her iki programda da ‘dövizi düşük-faizi yüksek’ tutma saplantısından vazgeçilmemesidir.
5. Bu yüzden döviz arzı yapay bir şekilde artmakta (isterseniz buna sıcak para hareketi deyin) ve ekonomi ısınmaktadır. Bu ısınma ise, cari işlem açıklarını büyütmekte ve büyüyen cari işlem açıkları, döviz ödünç verenlerin asabını bozmakta ve pozisyon zararı yazmamak için, TL’den dövize dönüşü tahrik etmektedir.
6. Düşen döviz fiyatıyla indirilen enflasyon, artan döviz fiyatlarıyla tekrar yükselmektedir. Bu nedenle ekonomi bir süre sonra buz kesmektedir.
* * *
Şimdi de gelelim laladan tedbirler önerilerine.
1. Ekonomiyi yönetmenin iki temel aleti vardır. Bunlardan birincisi ‘para politikası’ (monetary policy), ikincisi ‘mali politika’dır (fiskal policy). Bu iki politika tandem olarak çalıştırılarak, dengeler bozulmadan ekonomide istenilen yönlendirme yapılabilir.
2. Merkez Bankası tarafından uygulanan para politikasının iki bacağı vardır. Kısa vadeli faizleri değiştirmek ve açık piyasa işlemleriyle piyasadaki para miktarını ayarlamak. Mali politikanın esası ise, bütçe açığı veya fazlası vermektir.
Artan dış açıklarla, dolayısıyla daha ciddi bir dalgalanmayla mücadele etmek için benim önerim Merkez Bankası’nın faizleri indirmesi ve Maliye Bakanlığı’nın tüketim vergilerini artırmasıdır. Bu suretle, hem iç piyasa daralır hem de ihracatın önü açılır. Bu önlem paketinin tek sakıncası, kısa dönemde enflasyonda bir artışa sebebiyet vermesidir.
Son Söz: İdare, en önemliyi, önemlilerin önüne koymaktır.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2004
<B>ÇARŞAMBA </B>gününü <B>Stiglitz’</B>le geçirdik. Önce konuşmasını dinledik. Sonra Eko-Dialog ekibi olarak <B>Deniz,</B> <B>Asaf </B>ve ben onunla bir söyleşi yaptık. Akşam yemeğinde de özellikle Türk ekonomisini bekleyen tehlikeler hakkında görüşlerini aldık. Ben, yemeğin sonuna doğru yorgunluktan bitmiş durumdaydım. O ise cin bakışları ve muzip dudak hareketleriyle canlı canlı anlatmaya devam ediyordu. Joseph Stiglitz, 2001 yılında Nobel ödülü almış, yani iktisata özgün katkıda bulunduğu yetkili bir heyet tarafından tescil edilmiş bir bilim adamı. Kendisi, fildişi kulesinde yaşayan bir álim değil. Aynı zamanda uygulamacı ve hatta siyasetçi. 1995 yılında Amerika’nın çapkınlıklarıyla ünlü başkanı Bill Clinton tarafından ‘Devlet Ekonomi Danışmanları Kurulu’na önce üye sonra başkan olarak atanmış. Clinton devrinde uygulanan iktisadi politikanın mimarı olmuş. 1997’de Dünya Bankası’nın (nispeten fakir ülkelerinde yaşayan insanların refahının artmasına çalışan uluslararası bir kuruluş) yarbaşkanı ve baş iktisatçısı olmuş. 2000 yılında bu görevinden istifa etmiş ve iktisat profesörlüğüne dönmüş. Çok satan romanımsı iktisat kitapları yazıyor ve konuşmalar yapıyor. Türkiye’deki konferansı, Akbank ve Hürriyet Gazetesi’nin desteği ile CSA - Ünlü Kunuşmacılar Ajansı tarafından düzenlenmişti.
* * *
Stiglitz, Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş’in arkadaşı. Kendisini salondaki izleyicilere tanıtan Derviş, (Amerika’da böyle bir deyiş olmamasına rağmen) Stiglitz’i ‘sosyal demokrat’ olarak sıfatlandırdı. Yani bizdendir dedi. Arkadaşlarının kendisine hitap ettiği şekliyle ‘Co’, tahmin edeceğiniz gibi, şimdiki başkan Bush’tan, onun babasından ve Amerika’nın gelenekçi kanadını temsil eden Cumhuriyetçiler’den hoşlanmıyor. Onları zenginleri kollamakla suçluyor. Ekonomi politikaları hatalıdır diyor.
* * *
Stiglitz’i iktisat çevrelerinde meşhur eden özelliği, sıkı bir IMF karşıtı olması. Şimdi Akşam’da yazan Hürriyet’in yaramaz köşe yazarı Serdar Turgut, bir süre önce Stiglitz’in fikirlerini Türk kamuoyuna taşımıştı. Stiglitz’in küresel iktisadi sistemi ve onun işleyiş biçimini ‘okuması’ benim okuyuş tarzımla örtüşüyor. Bu bakımdan, bundan sonra söyleyeceklerim bir miktar yanlı olabilir. Siz ona göre düzelterek okuyun.
* * *
Benim anladığıma göre Stiglitz şunları söylüyor: IMF’nin mali ve dolayısıyla iktisadi krize girmiş az gelişmiş ülkelere tavsiye ettiği reçete, meseleyi çözmek bir yana durumu ağırlaştırıyor. Bu ülke ekonomilerindeki esas sorun, büyük kamu borçlarına yüksek reel faiz ödemeleri. IMF, yüksek reel faizi, ilave borçlanmaya gitmeden ödemeleri için bu ülkelere ‘faiz dışı fazla’ zorunluluğu getiriyor. Yani, dişinizden tırnağınızdan arttırın, borçlarınızın faizini ve mümkünse anaparasının bir kısmını ödeyin diyor. IMF’ce dayatılan faiz dışı fazla oranı, fakir ülkelerin kamu yatırımlarını ve sosyal harcamaları kısıtlıyor. Bu, hem sosyal adaleti bozuyor, hem de ülke ekonomisi büyütmüyor. Yeni bir krize de zemin oluşturuyor. Bunun yerine, sermaye hareketlerini kısıtlayarak, hem tasarrufların yurtiçinde kalmasını, hem de sıcak paranın, girerken ulusal parayı aşırı değerlendirme, çıkarken aşırı değersizleştirme belasını önlemeyi öneriyor. Böylece, hem yoksulluğun artmasının önlenebileceğini hem de ihracata dönük bir büyümenin sağlanabileceğini savunuyor.
Son Söz: Yarın, bugün olabilir.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2004
<B>ENFLASYON</B> muhasebesinin gerek finansal raporlamada, gerekse vergi matrahının tesbitinde kullanılmaya başlanmasıyla birlikte ortaya bazı sorunlar çıkmış bulunuyor. Bunlardan bir tanesine geçen hafta değinmiştim. Şirket bilançoları ‘stok’ hesaplarıdır. Diğer bir değişle, kümülatif tablolardır. Bu sebeple, enflasyon düzeltmesi yapılırken, şirketin ilk kuruluş tarihine kadar geri giden bir düzeltme yapılmak mecburiyeti vardır. Kullanılan yöntem gereği, hazırlanacak ilk düzeltilmiş bilançoda ‘geçmiş yıllar zararı’ adı altında kocaman bir rakam çıkmaktadır. Böyle bir rakam ‘kaçan fırsatları’ ifade edebilir. Bu kabil bir hesaplama ‘yönetim muhasebesi’ için gereklidir. Ama finansal raporlama bakımından yanıltıcıdır. Bulunan rakam, kesinlikle o şirketin hayatı boyunca böyle bir zarar akümüle ettiği anlamına gelmez. Açıklayayım: Eğer enflasyon düzeltmesi yapılırken, şirketin geçmişte, gerçekten beyan ettiği kadar kár etmediği ortaya çıkmışsa, bunun anlamı beyan etmiş olduğu kárın kısmen veya tamamen fiktif olduğudur. Öyleyse, şirketin geçmişte ayırdığı yedek akçeler veya o kabil yedeklerin sermayeye kalbi dolayısıyla oluşturduğu ödenmiş sermaye rakkamı da kısmen ‘fiktif’ tir. Fiktif, yani olmayan bir sermayenin enflasyona karşı korunması da mümkün değildir. Dolayısıyla, geçmiş yıllardaki her sermaye artışını gerçek kabul edip, ortaya çıkan yeni sermaye (veya yedek akçe rakamları) üzerinden enflasyon kaybı (zararı) hesap edilmesi yanlıştır. Ortada böyle bir ‘geçmiş yıllar zararı’ yoktur. Bu zararlar ileri yılların kárına mahsup edilemez. Mevcut sermaye ile netleştirilir. Böylesi fiktif bir zarar rakamına dayanarak, kárlı şirketlerin temettü dağıtmasına engel olmak da hem yanlış hem de sakıncalıdır.
* * *
Gelelim bir ikinci meseleye. Öğrendiğime göre, enflasyon muhasebesine göre vergi matrahı hesap etme yöntemine, enflasyon muhasebesiyle ilgili olmayan bir ‘yeniden değerleme’ usulü sıkışmış. Araya sıkıştırılan değerleme usulü, şirketlerin özellikle Holdinglerin aktiflerinde yer alan ve Borsa’da işlem gören hisse senetlerinin (yani iştiraklerinin) borsa rayici ile değerlendirilmesidir. Enflasyon muhasebesi, günahıyla ve sevabıyla sadece enflasyonun yarattığı ölçme çarpıklıklarını gidemek için tasarlanmıştır. Enflasyon muhasebesi bir ‘yeniden değerleme’ değil, tarihi maliyetleri ‘düzeltme’ yöntemidir. Enflasyon muhasebesi düzeltmelerinde, menkul ve gayrimenkul sabit aktiflerin düzeltilmiş rakamı bulunurken sadece enflasyon endeksi kullanılır. Enflasyon muhasebsinde piyasa fiyatının yeri yoktur. Zaten enflasyon düzeltmesi sonucunda ortaya çıkacak rakamın, o varlıkların‘piyasa değeri’ni aksetireceği gibi bir iddia yoktur. Bulunan rakam, piyasa değerinden az veya çok olabilir. Dolayısıyla piyasa rayici kullanarak bulunacak rakamla, enflasyona göre düzeltilmiş tarihi rakam arasındaki farka enflasyon kárı veya zararı denemez. Nasıl enflasyon düzeltmesine gerek olmayan ortamlarda, menkul ve gayrimenkul varlıkların, durduğu yerde (yani satılmadan) matraha ilave edilecek veya düşülecek bir kár veya zarar yaratması mümkün değilse, enflasyon düzeltmesi yapılırken de durduk yerde ortaya bir böyle bir kár/zarar çıkarmanın muhasebe disiplini ile bir ilgisi olamaz. Neyseki, bu araya sıkıştırılmış bu usulün yapılacak bir yasa değişikliği ile kaldırılması bekleniyor.
Son Söz: Yanlış hesapla, doğru vergi alınamaz.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2004
<B>Son </B>iki hafta içinde doların fiyatı yüzde 7 dolayında arttı. Piyasa ağzıyla konuşursak, bu süre içinde parasını dolara yatıranların kazancı, elde ettikleri faiz sıfır olsa bile, parasını faiz getiren TL’li araçlara veya borsaya yatıranlardan çok yüksek oldu. Bu artışta, Doların Euro karşısında değer kazanmasının payı büyüktü. Yine geçen DİE, dış ticaret açığının, yılın ilk iki ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 90 arttığını açıkladı. Bunun, ucuz döviz fiyatları yüzünden ithalatın çok hızlı artmasından kaynaklandığı aşikar. Üstelik bir süre önce Fransız bakan, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını ifade etmiş ve bu husus Avrupa’da tedavül eden Türk Devlet kağıtlarının piyasa değerinin düşmesine neden olmuştu. Pek tabii bu fiyat düşüşünde, yabancı portföy yöneticilerinin, gelişmekte olan piyasalara ( içinde Türkiye’nin de bulunduğu az gelişmiş ülkeler ligi) yaptıkları yatırımları azaltma kararlarının etkisi de vardı. Bütün bunların neticesinde, geçen hafta içinde piyasalarda sanki Türk ekonomisinde ‘cicim ayları bitiyor’ gibi bir hava oluştu.
* * *
Ekonomik hayat, tabiri caizse deniz gibidir. Burada rüzgarlar mütemadiyen yön değiştirir. Deniz bazan dalgalı, bazan sakindir. Zaten hüner, bu doğal şartlar altında, gemiyi (veya ülke ekonomisini) varmak istenen limana en az hasarla götürmektir. Sırf rüzgar, hatta fırtına çıktı diye gemi batmaz. Eğer tekne yeteri kadar sağlam ve kaptan yeteri kadar bilgili ve becerili ise tekne sallanır, yolcular rahatsız olabilir, ama yine de istenilen limana varılır. ‘Kırılganlık’ ulusal ekonomiler için sıkça kullanılan bir deyim haline geldi. Piyasalarda oynaklığın arttığı bu gibi durumlarda merak etmemiz gereken esas husus, gelmekte olan dalganın şiddetinin ne olabileceğinden çok, ekonomik yapımızın kırılganlık derecesinin ne olduğudur. Çünkü her dalga geçer, her fırtına diner. Sonunda kalıcı hasar sadece bünyesi zayıf olanlarda görülür. Sağlam olanlar yola devam eder.
* * *
Bir ulusal ekonominin sağlık ‘check-up’ında ilk bakılan iki husus vardır. Bunlar ‘iç açık’ ve ‘dış açık’larının milli gelirine oranıdır. İç açık, bütçe açığı demektir. Yani devletin gelirinin, giderine denk olmaması. Dış açık ise ülkenin döviz gelirinin, döviz giderlerinden az olması halidir. Pek tabii bir ülke, ‘ikiz açık’ denilen bu iki açıktan birini veya diğerini veya her ikisini birden verdi diye mutlaka krize girmez. Bunların sürdürülebilir seviyeleri vardır. Ancak, bu açıklar büyük oranlarda ve ilelnihaye verilemez; burası kesin. ( Bu kural ABD için dahi geçerlidir.) Türkiye gibi dış borçları yüksek ülkelerde ise bu açıklar, ancak kısa süreli ve düşük oranlı olabilir.
* * *
İkiz açıklar ‘faiz yüksek-döviz düşük’ olduğu sürece kapanmaz, aksine büyür. Halbuki Türkiye’nin enflasyonu düşürmek gibi öncelikli bir meselesi daha vardır. Bu ise, iç talebi kısmak için ‘faizi yüksek’, maliyetleri baskı altında tutmak için de ‘dövizi düşük’ tutmayı gerektirmektedir. İşte dilemma (açmaz) buradadır. Türk ekonomisine yön verenler bu güne kadar hep, faizi yüksek, dövizi düşük tutmayı tercih etmiştir. Çünkü bu politika izlendiği ilk devrede ülke ekonomisinde ‘cicim ayları’ yaşanır. Ama bu yolun sonu, daima hüsran olmuştur. İnşallah, AB’ye girerek cicim ayları için ödenmemiz gereken faturayı, AB’ye ciro etmek hayali içinde deyiliz.
Son Söz: Faturayı ödemeyenlerin, ödeyeceği bedel daha yüksek olur.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2004
<B>HALKA</B> açık şirketlerin gelir tablolarının ve bilançolarının enflasyona göre düzeltilmesi zorunlu hale geldikten sonra, ortaya ciddi muhasebe sorunları ve dolayısıyla hataları çıkmaya başladı. Muhasebe bir ölçme disiplinidir. Bu işlevi dolayısıyla, serbest pazar ekonomisinin işleyişinde çok önemli bir yer işgal eder. Mali tablolarının şirketin durumunu ‘doğru ve ádil’ bir şekilde göstermemesi kötü muhasebedir. Bu tablolar yanlışsa, ekonomide ‘kaynak tahsisleri’ çarpıklaşır. Yani para, yanlış ellere ve yerlere gider. Kimlerin kredi alması gerektiği, yatırım yapılacak hisse senetlerinin seçimi ve hisse fiyatlandırması kararları hatalı olur. Neticede ortaya, Türkiye’de olduğu gibi batık bankalar ve batık şirketler meselesi çıkar. Bu yanlışlıkların faturası da devlet borçlarının 50 milyar dolar artması ve her yıl bunlara faiz ödenmesi şeklinde halkın sırtına biner.
Kötü muhasebe, sadece Türkiye’nin sorunu değildir. Amerika’da zararlı olduğu halde kendini kárlı gösteren başta Enron şirketi olmak pek çok firma, halkın milyarlarca dolarını deve edip gümledi gitti. İtalya’da bir gıda devi olan Parmalat, daha geçenlerde aynı nedenlerden battı. Baş yöneticisi tımarhaneye düştü. Dünyanın en büyük muhasebe şirketi olan Arthur Andersen, görevini yapmadığı için kapandı. Sırada başkaları da olabilir.
* * *
Bu yazıyı yazmama sebep olan olay, geçen cuma günü Hürriyet’te çıkan bir haberdir. Habere göre, tarihinin en kárlı yıllarından birini yaşayan Arçelik, enflasyon düzeltmesi sonuncunda doğan 1.1 katrilyonluk geçmiş yıllar zararı yüzünden 2003’te 140 trilyon lira kár etmesine rağmen, ‘dağıtılabilir kárı çıkmadığı için’ temettü dağıtamayacakmış. Yorumumda bir yanlış yargıya düşmemek için haberin içeriğini ilgili ve yetkililerle konuştum. Gazetede yazılan doğru ama eksik. Ne var ki, olay tam anlamıyla muhasebe muamması. Burada, muammanın teknik ayrıntılarına girmeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki, Arçelik’te 1.1 katrilyonluk bir ‘geçmiş yıllar zararı’ yok. Daha doğrusu, geçmiş yıllar zararı sıfır. Enflasyon düzeltmesi yapılırken, şirketin kurulduğu günden beri, ortaklar tarafından konan veya ihtiyatların sermayeye dönüştürülmesiyle oluşan ödenmiş sermaye tutarları ile içeride bırakılan her tür yedek akçeler yıllık enflasyon yüzdeleriyle çarpılarak yıl sonu TL’ye dönüştürülüyor. Sonra da mademki bilançoda bu kadar özkaynak yok, demek ki ortada bir ‘zarar’ var deniyor. Bu çıkarımı doğru kabul etmek mümkün değil.
Peki ortada o kadar özkaynak olmaması ne anlama geliyor? Anlamı şu: Arçelik’in bilançosu daha iyi yönetilseydi, mesela şirket daha az özkaynak daha çok borç kaynakla çalışsaydı, böyle bir zarar ortaya çıkmazdı demektir. Nitekim, enflasyon ortamında yüksek borçla çalışan şirketlerde, yüksek özkaynaklı şirketlerin aksine ‘geçmiş yıllar enflasyon kárları’ oluşmaktadır Ölçülen zarar değil kaçan fırsattır. Bu zarar rakamının ‘yönetim muhasebesi’ açısından değeri vardır, dolayısıyla hesaplanması gerekir. Ancak finansal raporlama açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Yapılması gereken bu zarar (?) rakamını, orantılı olarak ödenmiş sermaye ve ihtiyat rakkamlarından düşerek netleştirmektir. Buna da yanlış bir gerekçeyle, Maliye Bakanlığı’nın itirazı var galiba.
Son Söz : Muhasebede negatif ölçme olmaz.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2004
<B>LİSE </B>son sınıfta okuyan yeğenime, okul ne zaman bitiyor diye sordum. Aslında iki aydan fazla var, ama 20 gün sonra bitiyor, kalanı raporlu devre olacak dedi. Nasıl yani? Cehaletimi hoşgörüyle karşılayıp açıkladı. Lise son sınıf öğrencileri, üniversiteye giriş sınavlarına daha iyi hazırlansın diye, son bir veya birbuçuk ayda devam mecburiyetinden muaf tutuluyormuş. Bu devrede öğrenciler okula gidip derslerde vakit kaybedeceklerine, tam gün kurslara gidiyormuş. Devamsızlıktan sınıfta kalmamaları için de bu son ayda ‘raporlu’ yani hasta kabul ediliyorlarmış.
Peki dedim, şimdi sen yirmi gün sonra bir doktora gidip, sağlıklı olduğun halde, sahte hasta raporu mu alacaksın? Bilmiyorum dedi; eskiden mutlaka bir doktor raporu götürmek gerekiyormuş, ama şimdi okul idareleri kayıtlara sadece raporlu yazmakla yetiniyormuş galiba.
Yani, öğrenci hasta olmadığını biliyor, okul idaresi öğrencinin hasta olmadığını biliyor, doktorlar da öğrencinin hasta olmadığını biliyor, Tabipler Birliği’de bu tezgáhı biliyor, e herhalde Milli Eğitim Bakanlığı da lise son sınıf öğrencilerinin öğrenim yılının son bir ayında toptan hastalanmadığını biliyor, ama kayıtlara ‘öğrenci hastadır-raporludur’ diye yazılıyor. Niye? Her şey kanunlara uygun olsun diye. İşte hukukun üstünlüğü budur.
* * *
Popstar diye Amerika’da üretilmiş bir TV programı, lisans bedeli ödenerek Türkiye’ye getiriliyor. Olağanüstü başarılı oluyor. Yayıncı kanala müthiş bir reklam geliri yaratıyor. Bunun üzerine, bir başka kanal bu programı Amerikalı telif hakkı sahibinden kiralıyor.
Popstarı daha önce yayınlayan kanal ise aynı programı, adına Türkstar deyip yapmaya devam ediyor. Yetmiyor bir başka kanal, hemen hemen aynı senaryo ve formata sahip bir programı, bambaşka bir ad altında yayına koyuyor.
Yaratıcı bir zekánın ürününe bedava sahip olunup para kazanılıyor. Ortada çiğnenen bir fikir hakkı yok kabul ediliyor. Çünkü adları başka. Kimsenin vicdanı sızlamıyor. Her şey yasalara uygun. İşte hukukun üstünlüğü budur.
* * *
18 yaşından küçük bir çocuk, hasta babasına, karaciğerinin bir kısmını vermek istiyor. Ama yasalar 18 yaşından küçüklerin organ bağışı yapmasını yasaklamış durumda. Çare? Mahkemeye gidip çocuğun yaşını düzeltmek.
Çocuk, yaşının doğru olduğunu biliyor; tanıklar, çocuğun yaşının 18’den küçük olduğunu biliyor, yargıç da gerçeği biliyor, ama ortada kurtarılması gereken bir baba var.
Mahkeme çocuğun yaşını düzeltiyor. Yani gerçek yaşını, kanunen değiştiriyor. Tek hata, işin uzamasından dolayı baba kaybediliyor. Her şey yasalara uygun. İşte hukukun üstünlüğü budur.
* * *
Bir zamanların gözde bir gazetesi olan ‘Tercüman’nın sahibi ve şirketi batıyor. Maddi ve manevi varlıklarla ‘Tercüman’ adı, alacaklı bankanın malı oluyor. Derken bir gün Tercüman’ın eski sahibinin várisleri, tekrar bir gazete çıkarmak istiyor.
Kolay tutunmak ve hızla tiraj kazanıp kára geçmek için, başkasının malı olan Tercüman markasını kullanmaya karar veriyorlar. Çare hazır: ‘Tercüman’ adının önüne veya ardına bir iki kelimeyi küçük harflerle ilave etmek. Şimdi Türkiye’de iki tane ‘Tercüman’ Gazetesi çıkıyor. Ama ikisinin isimlerinin yanında farklı küçük ibareler var. Her şey yasalara uygun. İşte hukukun üstünlüğü budur.
Son Söz: Hukuku çiğnemek istiyorsan, yasalara harfiyen uy.
Yazının Devamını Oku