17 Mart 2004
<B>YAKINDA</B> 3 binden fazla belediye başkanı seçeceğiz. Başkan adayları, seçmenlerin kendilerine oy vermesi için propaganda çalışmaları yapıyor. Bu, onların en doğal hakları, hatta görevleridir. Esasen, demokratik sistemde seçim kampanyası, müvekille vekil arasasında bir vekaletname tanzimi sürecidir. Bu bağlamda ‘‘müvekkil’’ (vekalet veren) seçmendir; yani halktır. Halkın ‘‘vekili’’ olup, onun gücünü onun adına kullanmayı talep eden de seçime katılan adaylardır. Adayların propaganda sırasında söyledikleri ise, neyi nasıl yapmak için yetki istediklerinine dair verdikleri sözlerdir. Vekaletnamede bilhassa dikkat edilmesi gereken husus, vekilin müvekkile neler getireceği değil, müvekkilinden neler götüreceği, yani onları ileride ne gibi mükellefiyet altına sokacağıdır.
* * *
Belediye başkan adaylarımızın hiç biri, şimdiye kadar seçmenlerini ne gibi yükümlülükler altına sokacağını anlatmadı. Hepsi, alışveriş listesi açıklar gibi hemşerilerine projelerini anlattılar. Seç, seç al; beğen, beğen seç. Nasıl olsa hepsi bedeva. Vatandaşın cebinden beş kuruş çıkmayacak. Siz oy vereceksiniz, seçilecek belediye başkanı size proje sunacak. Tekrar ediyorum. Tamamı parasız. Eliniz cebinize gitmeyecek. Siz sadece, yemek listesinden yemek seçer gibi ‘‘proje listesinden’’ proje beğenin. Projesine göre de başkanınızı seçin... Sizce, bu işte bir tuhaflık, yamukluk yok mu?
* * *
Gaziantep'in AKP'li belediye başkan adayı, ‘‘Tetkik ettirdim, Gaziantep belediyesinin 1 milyar dolar borcu var’’ diyor. Zannediyorsunuz ki; bu borcu yaratan eski belediye başkanını kınayacak ve kendisinin böyle davranmayacağını söyleyecek. Ayrıca bu borcu nasıl çevireceğini, hangi vadede nasıl geri ödeyeceğini anlatacak. Hayır, sanki bu cümleyi sarfetmemiş gibi, başlıyor kendi projelerini anlatmaya. Türkiye, 2001 yılında mali bir felaketin eşiğinden döndü. Bugün bile merkezi hükümetimiz hacir altında. IMF'ye danışmadan bütçe yapamıyor. Peki seçilecek belediye başkanlarının halka bedavaya malolacak projeleri gerçekleştirmek için hiç kaynak sorunları yok mu ? Bu zatlar, serazat harcama yetkisine mi sahip ? Burası Türkiye, orası neresi?
* * *
Sırası gelmişken halkımızın ve belediye başkanlarının çok sevdikleri ‘‘rant karşılığı proje finansmanı’’ yöntemine değinmek istiyorum. Artık ilk öğrenim okul öğrencileri bile okul bahçesini otoparkçıya kiralayıp, okulun badana boya işlerini finanse etmeyi öğrendi. Şapkadan tavşan çıkartan belediye başkanlarımız, şehri yoğunlaştırmak, yeşil alanları yok etmek, altyapı sorunları çıkarmak ve trafiği arap saçına döndürmek pahasına, parsellerin inşaat katsayılarını arttırarak yıllarca haraç topladı. Başbakanımız da orman arazilerini satarak 25 milyar dolar toplayacağını ve bununla kamu borçlarını azaltacağını söyleyip duruyor. Cingöz ticaret odası başkanlarına göre gecekondu meselesi de ‘‘kentsel mekan rantlarının nakte çevrilmesi’’ yöntemiyle çözülecek. Devlete milyarlarca dolar borç takmış, bi işten çakmaz sözde iş adamlarının kendilerini kurtarma yöntemleri de aynı: İmarsız arazi alıp, onu parselleyip imara açtırmak veya fabrika arsasına gökdelen dikmek. Bu rant avcılığı yöntemin suyu çıkmadı mı hálá ? Bir hatırlatma: Arjantin, enflasyonu sıfırladıktan sonra yerel yönetimlerin harcamalarından battı.
Son Söz: Yönetim yerel de olsa, sorumluluk geneldir.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2004
<B>ÇARŞAMBA</B> günkü yazıda her ülkede, kamu iç borçlarının, halkın alacağına eşit olduğunu, dolayısıyla, ortada gelecek nesillere intikal edecek bir borç olmadığını anlatmıştım. Kamunun dışarıdan borçlanması halinde, borçlanan ülkenin, gelecek nesillerine bir yük bıraktığı açık. Ancak burada da olaya küresel pencereden bakınca, yine dünyanın gelecek nesillerine, bu nesilden miras bırakılan bir borç olmadığını görüyoruz. Ancak, borçlanma uzun vadeli bir süreç olduğuna göre, ortada gelecek nesillere bırakılan bir şey olduğu da kesin. Peki bu şey nedir? Bırakılan, gelecek nesillerin yaratacağı milli geliri, ülke içindeki vatandaşlar ve ülke dışında devletler arasında nasıl bölüşeceğine dair bir ipotekli bir sözleşmesidir. Dolayısıyla kamu borçları bir ‘‘gelir dağılımı’’ meselesidir. Bu yönüyle de ilk nazarda görüldüğün tersine, finansal değil ‘‘siyasal iktisat’’ konusudur.
* * *
Kamu borçları, az gelişmiş ülkeler için, gelişmiş ülkelere göre çok farklı bir anlam ve önem taşır. Milli gelirinin yüzde 160'ı kadar kamu borcuna sahip bir Japonya için, kamu borcunun ifade ettiği şeyle, milli gelirinin yüzde 80'i kadar kamu borcu olan Türkiye için kamu borcunun ifade ettiği şey aynı değildir. Aradaki esas fark, devletin kamu borçları için ödediği reel faizdedir. Dünyanın gelişmiş ülkeleri, kamu borçlarını reel olarak yüzde 2-3 faizle finanse ederken, Türkiye, Arjantin, Brezilya için bu rakam yüzde 15-20 arasındadır. Dolayısıyla, az gelişmiş ülkelerin kamu borçlarının esas kaynağı, borcun anaparası değil, borca takla attırtmak için verilen fahiş faizlerdir. Üstelik, çoğu gelişmiş ülkelerde kamu borçları, belli yapısal dönüşümleri finanse etmek için alınmıştır. Alınan borçlarla yeniden yapılandırılan ekonominin getirisi, yani milli gelir artışı, o borç için ödenen faizden yüksektir. Dolayısıyla kamu borçları için ödenen faizler, milli gelir dağılımı bozmaz. Kaldıki, bu ülkelerde kamunun yabancı parayla alınmış ‘‘iç veya dış borcu’’ yoktur. Ayrıca, cari işlem fazlası veren ülkelerin teorik olarak ‘‘dış borcu’’ sıfırdır. Verdiği surplus (fazla) kadar da dış alemden alacağı vardır. Japonya 750 milyar dolar rezerve sahip. Yani Japon milleti, başta Amerikalılar olmak üzere, dünyanın birçok milletinden alacaklıdır.
* * *
Bir kez daha dikkatleri reel faizlere çekmek istiyorum. Türkiye'nin 215 milyar dolara dayanan kamu borcunun ana kaynağı, geçmiş yıllarda verilen faiz dışı bütçe açıkları değil, devletin doğrudan veya dolaylı olarak ödemek zorunda kaldığı yüksek (fahiş) reel faizlerdir. Dolayısıyla, kamu borcu meselesinin çözümü de ‘‘reel faizlerin düşürülmesinden’’ geçmektedir. Ekonomide son zamanlarda elde edilen pozitif gelişmelerin kalıcı hale gelmesi için, reel faizlerin daha da hızlı düşmesi şarttır. Geçen yazımda ‘‘Türkiye bir mali kriz tehlikesinden hızla uzaklaşıyor’’ derken, bu hükmümü reel faizlerde elde edilen gerilemeye dayandırıyordum.
* * *
Kamu borçlarının, ülke ekonomisininde istikrar sağlanmasına engel teşkil eder boyuta gelmesi, ‘‘faizi yüksek-dövizi düşük’’ tutma saplantısından kurtulamayan bátıl iktisat anlayışının eseridir. Bu sakat politikanın amacının ‘‘enflasyonu indirmek’’ olduğu ileri sürülmüştür. Tam tersine, bu berbat politika yüzünden ne enflasyon kalıcı olarak düşmüş, ne de ekonomi (içe dönük yapıdan kurtulamadığı için) yeterince büyümüştür.
Son Söz: Borcun miktarını bırak, faizine bak.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2004
<B>GEÇEN</B> haftaki The Economist dergisini okurken, sadece ülkemizde değil, dünyanın hemen her yerinde kamu borçlarının gerçekte ne olup olmadığı konusunda bir zihin karışıklığı olduğunun bir kere daha farkına vardım. Türkiye'nin kamu borçlarını geri ödeyemeyeceği veya daha çok bilinen değimiyle ‘‘çeviremeyeceği’’ (roll over) endişesi geçtiğimiz haftalarda yine gündeme geldi. Pek tabii bu korku ile birlikte ekonomideki iyileşmenin ‘‘sahte’’ olduğu ve acı gerçeğin pek yakında anlaşılacağı ima edildi. Kamu borçlarıyla ilgili bátıl inançlarla dalga geçmeye başlamadan önce, Türkiye'de yeni bir mali kriz çıkıp çıkmayacağı sorusuna cevap vereyim: Türkiye, bir mali kriz çıkma tehlikesinden hızla uzaklaşmaktadır. Ama mutlaka bir mali kriz çıkarmak gibi bir niyet varsa, bunu engellemek kolay olmayabilir. Yine de kriz çıkarmak için çok çalışmak lazım.
* * *
Kamu borçlarını irdelemeye bir soruyla başlayacağım. Siz, hayatınızda hiç gelecek yılın elmasını, bu yıldan yediniz mi? Ya da gelecek senenin elmasını bugünden yiyen bir kimse gördünümüz mü? Soru çok açık ve net. Elmayı yediniz mi, yemediniz mi? Eğer aklınıza, yemedim, ama gelecek senenin mahsulü için avans alıp, onun parasını yiyen kişi tanıyorum diye cevap vermek geliyorsa, cevabınız geçersizdir. Soruyu bir daha sorayım: Gelecek yılın elmasını, bu yıl yemek mümkün mü? Mahsulü alivre satmak, mahsülü yemek değildir. Yapılan iş sadece ‘‘kontrat’’ tanzim etmektir. Sözleşmeyle birlikte elinize geçen parayla elma alıp yemişseniz, yetişmiş bir elmadır. Yetişecek elme değil.
* * *
Bu örnekle anlatmak istenilen şudur. Hiç bir kişi veya toplum gelecek günlerin veya yılların gelirini bugünden harcayamaz. Çünkü o gelirler (milli gelir) henüz yaratılmamıştır. Yaratılmamış değerler (ister elma, ister ayva, ister ense traşı, ister sevişme, ister doktor vizitesi olsun) tüketilemez. Çünkü onlar yoktur. Yok olan da yenemez. Eğer bir kişi veya bir toplum, yarattığı gelirden (veya milli gelirden) fazlasını harcamışsa, mutlaka bir başkası (veya başka bir millet) de yarattığı gelirden daha azını harcamıştır. Tasarruf eden olmasa, borç alabilen de olmaz. Zaman çizgisi üzerinde herhangi bir noktada, müterakim borçların toplamı, müterakim alacaklara eşittir. Kişiler veya milletler, ‘‘gelecek nesillerden’’ değil, şimdiki zamanda ‘‘başkalarından’’ ödünç alır.
* * *
Bir ülke devletinin ‘‘iç borcu’’ kadar, halkının ‘‘iç alacağı’’ vardır. Dış borçta da durum benzerdir. Dünya ülkelerin dış borçları kadar, dünya ülkelerinin dış alacakları vardır. Yani total sistem açısından, borçlarla alacakların cebirsel toplamı daima sıfırdır. Ancak alacaklılarla, borçlular farklı kişilerdir. Mesela kamunun iç borcu, her vatandaşın borcudur; ama halkın kamudan alacağı çoğunlukla ‘‘bazılarımızın’’ alacağıdır. Devletin iç borç alması, döndürmesi veya anaparasının geri ödemesi, yaşanan yılın milli gelirinin ‘‘tekrar dağılımı’’ sorunudur. Bu yönüyle iç borçlar, esas itibariyle ‘‘finansal iktisat’’ değil ‘‘siyasal iktisat’’ sorunudur. Aynı şekilde dış borçlar da, özünde uluslararası siyasal iktisat meselesidir. (Devamı var)
Son Söz: Tasarruf bitmeyecekse, borçlanma da bitmeyecektir.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2004
<B>BUNDAN</B> bir süre önce, Şişe Cam şirketlerinde çalışan işçiler, ücret taleplerini işverene kabul ettirmek amacıyla grev kararı aldı. Bu grev, Bakanlar Kurulu kararıyla ertelendi. İşçilerin bağlı olduğu Kristal-İş Sendikası bu ertelemeye yargıda itiraz etti. Hatırladığım kadarıyla mahkeme, erteleme kararını iptal etti. Bakanlar kurulu, bu arada bir anlaşma olur umuduyla grevi tekrar erteledi. Muhtemelen de öyle olacak.
Güngör Uras Milliyet'te tarafların talep ve tekliflerini özetleyen, Ekodialog ortağım Deniz Gökçe de Akşam'da bu grevin Türk ekonomisine ve özellikle otomotiv ihracatına vereceği zararları vurgulayan yazılar yazdılar.
İş hayatımın kesintisiz on yılı, ağırlıklı olarak kollektif iş hukuku tatbikatıyla geçti. Metal sanayii dalında, toplu pazarlık-toplu sözleşme düzeninin, işveren kesimindeki önemli aktörlerinden biri bendim. Emek ekonomisi, sosyal siyaset ile bireysel ve kollektif iş hukuku sorunlarını, beynim zonklayarak ve tenim yanarak yaşadım. Bu son grev kararı vesilesiyle, ilgi alanımdan çıkarmaya çalıştığım bu konuyu, bu kez bir iktisatçı olarak irdelemek istiyorum.
* * *
Kapitalist sistemde, toplu pazarlık-toplu sözleşme hukukunun amacı, emek fiyatının doğru yerde teşekkül etmesini sağlamaktır. Bunun için bireysel pazarlık güçleri zayıf işçilerin, pazarlık gücü yüksek işveren karşısında, ücret taleplerini teker teker pazarlık etmeleri yerine, kurdukları işçi birlikleri (sendikalar) vasıtasıyla dayatmalarına imkan tanıyan bir ‘‘imtiyazı’’ tesis eder ve bunun kullanılmasını düzenler. Bu imtiyazın adı ‘‘grev’’dir. Yani, talepleri kabul edilmeyen işçilerin, ‘‘işlerini topluca bırakmaları’’dır. Geçen yüzyılın başlarında tek tük görülmeye başlanan grevlerin, emek arzı üzerinde tekelci baskı yaratmaya yarayacağı, bunun da emeğin ‘‘piyasa fiyatı’’nın teşekkülüne engel olacağı düşünülmüştü. Hatta, ABD'de ‘‘grev’’ kural olarak yasaklanmıştı. (Sherman Act) Ancak, özellikle Büyük Cihan Buhranı'ından sonra, işçilerin kollektif pazarlık hakkı olmazsa, emeğin piyasa fiyatının olması gerekenden düşük teşekkül edeceği kanaatına gelindi. 1980'ler grev hakkının kullanılmasının ‘‘suiistimale’’ dönüştüğü devredir. 1990'lardan sonra bütün dünyada grev hakkı, ya gönüllü olarak, ya da hukuken kısıtlandı. En önemli mevzuat değişikliği, işçileri greve çıkan işyerlerinde, işverenin greve çıkanlar yerine sürekli iş akdiyle işçi almasının bir ‘‘yasal’’ olduğunun teslim edilmesidir.
* * *
Türkiye'de de yapılması gereken de budur. Bakanlar Kurulunun grev erteleme gerekçesi geçersizdir. İthalatın serbest olduğu bir ortamda, işçilerin, işverenin monopolistik veya oligopolistik konumdan istifade ettiği tezi fazlaca savunulamaz. Grevleri sendikaların insafına veya vicdanına bırakmak da anlaşıldığı kadarıyla işe yaramamaktadır. Öyle ise, emek piyasasına giriş ve çıkışları kısıtlayan her hareket ‘‘rekabet hukuku’’ açısında iptal edilmelidir. Şişe Cam işçilerinin veya greve çıkan bir başka şirket işçilerinin ‘‘ne biz bu ücrete çalışırız, ne de başkalarını bizim beğenmediğimiz ücretin yarısına dahi çalışmasına izin vermeyiz’’ demelerini hukuken savunmak mümkün değildir.
Son Söz: Arz üzerine getirilen kısıtlama rant yaratır.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2004
<B>ÖNÜMÜZDE </B>yerel yönetim seçimleri var. Ben bu olayı fırsat bilip, henüz koltuğuna oturup tebrikleri kabul etmeye başlamamış başkan adaylarımıza bir dilekçe vereyim dedim. Dileklerimin kabul göreceğini sanmıyorum. Çünkü, bunların bir kısmı belediye başkanlarının, kalanı da onları seçecek halkımızın dünya görüşüne uygun değil. Bu durumda bana türkü söylemek düşer. Olsun; ben yine yazacağım. Belki zamanla zihinlerde yer eder.
Maruzatımdır:
1. Semt pazarlarını kaldırın. Semt pazarları bugünkü haliyle tam bir vahşet tablosudur. Yollar tıkanmakta, etraf pislenmekte, vergi kaçırılmakta, kapalı mekánlarda ticaret yapmaya çalışanlara karşı haksız rekabet edilmektedir. Semt pazarlarında yaratılan bir iktisadi katma değer yoktur. Sadece bölüşülen bir mekán rantı vardır. Semt pazarları, varlık nedenlerini kendi yarattıkları kargaşaya borçludur. Trafiği aksatmayan alanlarda, haftanın bir günü yaş meyve-sebze satan semt pazarları yaşatılabilir.
2. Reklam panolarını kaldırın. Doğal güzellikleri ve mimari eserleri örten, trafik için tehlike teşkil eden, yaya kaldırımlarını işgal eden arsız ve saldırgan reklam panolarını söküp atın.
3. Bina cephelerini temizletin. Sıvasız, boyasız ve çirkin tabelalarla kaplanmış bina cephelerini kurtarın. Binaların içi, kişilere; dışı kamuya aittir. Dış cephe renklerine kural koyun.
4. Kaldırımları kaldırmayın. Sadece para çalmak için yapılan kaldırım yapımlarına son verin. Kaldırım inşa işlerini mutlaka zapt-u rapta alın. Kaldırımları onarın. Araçlar park etmesin diye kaldırımları yükseltmeyin.
5. Ezan sesini halledin. Bir Müslüman ülkenin en büyük özelliği olan ezanı güzelleştirin. Canhıraş şekilde bağıran müezzinleri eğitin. Hoparlörlerin sesini kısın. Birbirine komşu camilerden sadece birinden ezan okutun.
6. Şehir içindeki kaldırımları işgal eden oto galerilerini kaldırın. Dünyanın tek bir uygar ülkesinde bulunmayan bu saygısızlığa son verin.
7. Sokaklardaki çöp konteynerlerini kaldırın. Halka çöplerini, çöp arabası gelene kadar evlerinde veya bahçelerindeki konteynerlerde muhafaza etmesi gerektiğini söyleyin. Aksi davranışı cezalandırın. Halk alıştı ama başta İstanbul olmak üzere ülkemizin şehirleri bok içindedir. İnsanları, evlerini temizleyip sokakları kirletme huyundan vazgeçirin.
8. Sokak köpeklerini toplayın. Köpekperestler ne derlerse desinler, medeniyetle, sokak köpeği bir arada olması mümkün olmayan iki kavramdır. Bu konuda Avrupa Birliği kurallarının ne olduğunu öğrenin ve halka anlatın. İnsan sevmez şirretlere teslim olmayın.
9. Medeniyet, mimaridir. Mimari ise, şehirciliktir. Tek tek güzel bina yaparak bir şehir güzelleşemez. Mimari 'büyük resmi' görmekle başlar. Büyük resmi, kişiler değil belediye çizer. Belediyenin beyninde büyük resim yoksa, en iyi mimarlar bile sadece rüküşlük yaratır.
10. Yıkıp yapmayın, onarın. Binaların teknik ömründen önce yıkılmasının sebebi, imar durumu değişiklikleridir. Parsellerin imar durumlarını, daha fazla inşaat alanı yaratacak istikamette değiştirmeyin.
11. Deprem tehlikesini ciddiye alın. Mevcut binaların mukavemetini artırıcı büyük bir kampanya başlatın. Bu, İstanbul'a tünel yapmaktan yüz kere daha önemli, bin kere daha hayırlıdır.
Son Söz: Hedef, izlenecek yolu belirler.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2004
<B>GEÇEN</B> Kurban Bayramı'nda Küba'ya çıkarma yapan Türk turist birlikleri arasında ben de vardım. Küba'ya Madrid üzerinden gittik. İspanyol Havayolları, bineceğimiz uçağa fazla bilet kesmiş. Biz 24 kişilik bir grubuz. Bir kısmımıza biniş kartı verdiler, bir kısmımıza bekleyin dediler. Bizim gibi bir on kişi daha var. Lafı uzatmayalım, neticede ben ve eşim dahil dört kişi ertesi güne kaldık. İspanyol Havayolları bir gün bizi tam pansiyon misafir etti. Ayrıca ‘‘kendimizi iyi hissetmemiz için’’ cebimize 300'er Euro para koydu. Ertesi gün yola çıktık. Bizi götüren uçak dev gibi bir Boeing 747 idi. Koltuk genişlikleri ve sıra aralarıysa Taksim-Sarıyer minibüsünü aratıyordu. Ben kısa boylu olduğuma, yalnız böyle uçaklarda sehayat ederken şükrediyorum. Hiç olmazsa dizlerim, karnıma dayanmıyor. Mutlaka koridor tarafındaki koltuğu istiyorum. Hiç olmazsa, diğer yolcuları rahatsız etmeden helaya gidebiliyor, ara sıra tek bacağımı yandan dışarıya uzatabiliyorum. Neyse, on saatlik bir uçuştan sonra Küba'nın baş şehri Havana'nın, bizdeki şehirlerarası otobüs terminalleri ayarında ‘‘uluslararası havaalanı’’na indik. Otele vardık; rehbere para bozdurayım mı dedim, ‘‘Gerekmez, Amerikan Doları her yerde geçer, paranızın üstünü de size genellikle dolar olarak verirler. Sadece bol miktarda bir dolarlık banknot edinin, bu suretle para üstü beklemek sorunu olmaz’’ dedi. Peki döviz büfesi var mı diye sordum, yokmuş. Herkes dolar alıyor; herşey devlet kontrolünde olduğundan, dolarlar sonunda devlete gidiyor.
* * *
Varıştan birkaç saat sonra yatağa girdim. Aklımda Küba'nın para sistemi, bedenimde uzun yolculuğun verdiği yorgunluk. Gündüzün geceye karışması yüzünden zaman ayarı şaşan boşaltım sistemim yüzünden kabus görüyorum. Rüyamda beni apar topar Küba Merkez Bankası Başkanı yapmışlar, sürekli neticesiz toplantılara girip çıkıyorum, sisteme müdahale etsem elimde kalacak, etmesem saçmalıklar devam edecek, bir sıkıntı ki sormayın. Yataktan kalktım, pencereye gittim. Zaman ve mekan boyutlarında koordinatlarımı saptamaya çalıştım. Anladım ki ben, Küba Merkez Bankası başkanı değilim. Burada sadece bir turistim. Bilincim rahatladı, ama iç sıkıntısından kurtulmak o kadar kolay değil. Neyse uykuya daldım ve sabah bir hayli iyi uyandım.
* * *
Küba, Amerika Birleşik Devletleri'nin arka bahçesinde bulunan 11 milyon nüfuslu yaklaşık 100 bin kilometrekarelik bir ada ülke. Daha doğrusu, bir büyük, binlerce küçük adadan kurulu yarı tropik yeşil, güzel bir diyar. İspanyolca konuşuyorlar. Halkın yüzde yetmişi Latin ve Latin kırması. Yüzde otuzu da Afrika zencisi ve yerli halk meleziymiş. Kadınların en büyük özelliği, haşmetli popoları. Üstelik mini giyiyorlar. Ülke, kırk yıldır Castro adında bir komünist diktatörün yönetiminde. Dağlarda taşlarda da Che Guavera'nın resmi ve ismi. O da devrimbazların ikonu olmuş. Kübayı, araba kiralayıp bir hayli dolaştık. Ülkenin her tarafında fakirlik var. Ancak yürek parçalayan bir durum yok. Halk, kadere boyun eğmiş ve rejime uyum göstermiş. Toprak mümbit olduğundan yiyecek sıkıntısı yok. Hava sürekli 25-35 derece arasında. Isıtma gideri sıfır. Giyim masrafı az. Bir zamanlar Amerika'nın şeker üretim merkezi olan Küba, Amerika ile bozuşunca ekonomisi bozulmuş. Rusya batınca da çökmüş. Şimdi sloganları şu: Ne kapitalizm, ne komünizm; tek yol turizm.
Son Söz : Turist, güven ve rahatlık ister. İmza: Fidel Castro.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2004
<B>BAŞTA </B>Adalet Bakanımız olmak üzere hepimiz, Uzanlar'ın hayatına ait tabloları, bir bir gün ışığına çıktıkça, ağzımız açık hayretle izliyoruz. Eğer TV dizileri için senaryo yazacak yeteneğim olsaydı, hiç durmaz Uzanlar'ın hikayesini yazardım. Hem de ‘‘32 kısım tekmili birden’’. Uzanlar'ın yaptıkları daha doğrusu yapabildikleri, sadece Uzanlar'ın değil, bu toplumun utanç veren dramıdır. Bir zamanlar Türkiye'nin üç tanrısı vardı. İnsanlar bunlardan korkar ve bunlara tapardı. Bu tanrılar İstanbul'da para, Ankara'da devlet, Adana'da kaba kuvvetti. İstanbul'da parası olanın, Ankara'da arkasını devlete dayayanın, Adana'da kaba kuvveti kullanabilenin, halledemeyeceği iş yoktu. Derken eski tanrıların fiyakasını bozan iki yeni tanrı zuhur etti. Medya ve banka. ‘‘Paran yoksa banka kur; tetikçin yoksa yoksa, medya tut’’ düsturu 1990'lara damgasını vurdu. Medyası ve bankası olanlar, hem İstanbul'un tanrısı paraya, hem Ankara'nın tanrısı devlete, hem de Adana'nın tanrısı kaba kuvvete kök söktürtmeye başladılar. Pek tabii, hem ekonominin hem de demokrasinin kanseri oldular. Bünyeyi için için kemirdiler. Para karşılığı nabza göre şerbet veren fetvacı profesörler tutup, hakimleri baskı altına aldılar. Laf cambazı olup, gözünü para bürümüş hırslı gazetecileri kalemşor olarak istihdam ettiler. Dokunulmaz hale geldiler. Parayla mürit yarattılar, siyasete atıldılar. Adeta ‘‘enel hakk’’ dediler.
* * *
Bu ahlaksız oluşum, herşeye rağmen sürebilirdi. Hatta filmin sonu ‘‘happy end’’ olabilirdi. Ama bunun için bir şart vardı. Hile ve hurda ile yapılan işlerin iktisadi olması lazımdı. Yani Uzanlar veya onlardan önce ortalığa dökülen bankalı veya bankasız şarlatan iş adamları, kárlı işletmeler kurup para kazanabilselerdi bu pisliklerin hiç biri su üstüne çıkmayacaktı. Topladığı mevduatı veya aldığı krediyi ödeyebilen bir iş adamına, ne kadar yamuk iş yapmış olursa olsun, kimse bir şey diyemez. Bugün bile, bu şirketlere el koymuş devlet ‘‘ödesinler borçlarını, bırakalım yakalarını’’ demiyor mu? Formül açık ve net: Getir parayı, götür bankanı veya şirketini. Ama olmuyor. Ortada bu bankaları veya şirketleri geri alacak para yok. Zulaya atılmış miktarlar, yanmış bitmiş kül olmuş meblağların yanında devede kulak kalıyor. Asla gerçekleşmeyecek geri ödeme protokolleri imzalanarak, millet uyutuluyor. Yaz tahtaya, al haftaya.
* * *
Kárlı iş kurmak ve sürdürmek, sanıldığından çok, ama çok zordur. İş hayatı, çeşitli tehlikelerle dolu sonsuz bir yürüyüştür. İdil veya gayriádil iç veya dış rekabet, kur dalgalanmaları, piyasa çökmeleri, mali krizler, artan maliyetler, düşen fiyatlar, sorumsuz sendikal hareketler, ürün ve üretim teknolojileri geliştiremeyip demode kalmak bir firmayı bekleyen tehditlerin belli başlılarıdır. Bütün bu ahval şerait altında dahi, iş adamının ve yanındaki yöneticilerin görevi şirketi kár ettirmektir. Yapamazsa, çekip gitmektir. Ama, bu ülkede kár ayıptır. Vay namussuz amma çok kár etmiş denilir; ama vay namussuz amma çok zarar etmiş denmez. Kafalar, kárlı çalışmanın, iş ahlakının esası olduğuna basmaz. Daha doğrusu kárlı yönetim, ne şarlatan iş adamlarının ne de onların şarlatan yöneticilerin ellinden gelmez. Nerede bilgisizlik ve beceriksizlik varsa, orada ayıcılık ve hilekálık çok olur. Çözümü meşru platformda yakalayamayanlar, gayri meşru alanlara kayar. Bu da hukuksuz ortamın doğal sonucudur.
Son Söz: Yalanda sınır yoktur; hilede çare tükenmez.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2004
<B>MİLLETLERİN</B> zenginliği, kişi başına düşen milli gelirleriyle ifade ediliyor. Her milletin milli geliri, kendi para birimiyle hesaplanır. Milletler arasında kıyaslama yapabilmek için, ulusal para birimiyle ifade edilen büyüklükler kural olarak ‘‘Amerikan Doları’’na çevrilir. Bu çevirme sırasında kullanılan iki oran vardır. Birincisi, ‘‘Kambiyo Kuru’’ (Rate of Exchange) diğeri Satınalma Gücü Paritesi (PPP-Purchasing Power Parity) dir. Az gelişmiş ülkelerin kişi başına milli geliri, PPP hesabıyla, kambiyo kuruna göre bulunan değerden büyüktür. Dünya Bankası tarafından hazırlanan, 2003 yılına ait ‘‘Dünya Kalkınma Raporu’’unda, Türkiye'nin kişi başına milli geliri, (2001 yılı için) kambiyo kuruna göre 2 bin 540 dolarken, PPP'ye göre 6 bin 640 dolardır. 2003 için bu değerlerin sırasıyla, 3 bin 500 ve 7 bin dolar alarak çıkacağını sanıyorum.
* * *
Önce şunu belirteyim. Bir milletin, diğer milletlere göre gerçek zenginliğini anlamak için, PPP'ye göre bulunan rakamlara bakmak lazımdır. Kambiyo kuru üzerinden yapılan çevirmeler hem yanıltıcıdır, hem de çapraz kur değişimlerinde aşırı dalgalandığı için şaşırtıcı hatta anlamsız sonuçlar verir. Çünkü kambiyo kurları daha ziyade o ülkenin dış ekonomik ilişkileriyle ilintilidir. Halbuki kıyaslamadan amaç, o ülkede yaşayan kişilerin elde ettikleri gelirlerle, başka bir ülkede hangi refah düzeyinde bir hayat süreceğini göstermek değil, kendi ülkesinde sürmekte olduğu hayat seviyesini bulmaktır. Bunu da PPP daha iyi ifade eder.
* * *
Avrupa Birliği'ne uyum gösterdikçe ve özellikle girdikten sonra Türkiye'de kişi başına milli gelir hesaplarında iki önemli değişiklik olacaktır:
1. TL ile hesap edilen kişi başına milli gelir rakkamını, kambiyo kuruna ve PPP'ye bölerek bulunan iki ayrı değer arasındaki fark azalacaktır.
2. Türkiye'de döviz cinsinden kişi başına milli gelir, sabit fiyatlı TL ile hesaplanan gelir artış yüzdesinden yüksek bir oranda artacaktır.
Bunun sebebi TL'nin, yabancı paralar cinsinden değerlenmesi olacaktır. Ekodialog ekibi olarak Bakan Babacan'la yaptığımız TV sohbetinde bu konu ortaya çıktı. Ancak zaman kısıtlaması yüzünden üzerinde fazla duramadık. Bu yazıda eksik kalan irdelemeyi tamamlamak istiyorum. TL'nin gerek Euro gerek dolar karşısında değer kazanması, AB ile uyumumuz arttıkça artacaktır. Aşırı değerlenen TL, (Çarşamba günkü yazımda belirttiğim üzere) artan bir dış ticaret açığına sebep olabilir. Ancak ‘‘cari açık’’ denilen döviz açığının aynı derecede artmaması mümkündür. Cari açık, yıllık olarak, milli gelirin yüzde 2-3'ü dolayında kalırsa, TL'nin bu değerlenme süreci ınkıtaa uğramaz. Bunu sağlayacak olan, turizm ve işçi havalelerinin artmasıdır. Yabancı ülkelerde iş yapan şirketlerin Türkiye'ye yapacakları faktör geliri transferleri de çok önemlidir. Yunanistan'da deniz taşımacılığı gelirlerinin, Yunan ekonomisinin stabilizasyonuna müsbet katkısı olmuştur. İspanya ve Portekiz de artan dış ticaret açıklarını, turizm gelirleriyle kapatabilmiştir. Doğrudan Yabancı Yatırımlara hiç girmedim. Cari açıkların, sermaye hareketleriyle kapatılmasına karşıyım. Bu kaynaktan ülkeye giren döviz, Merkez Bankası rezervlerini arttırmaya yarar, o kadar.
Son Söz: Hesaben de olsa, zenginleşmek güzeldir.
Yazının Devamını Oku