TÜRK ekonomisine yön verenlerin, enflasyonla mücade için kullandıkları ‘yüksek faiz-düşük kur’ politikasına kafayı feci takmış vaziyetteyim.
1980’e gelinceye kadar bu musibet ikilisinden, daha çok düşük kur belası devredeydi. O zamanlar iç tasarruflara yüksek faiz ödeme zorunluluğu yoktu. Düşük tutulan kur yüzünden, Türkiye ikide bir dövizsiz kalır, arkasından bir devalüasyon gelirdi. Yine böyle bir devalüasyon öncesi devrede, (1979 yılında, hani benzinin karneye bağlandığı, günde dört saat programlı elektrik kesildiği, evlerde ofislerde titreştiğimiz, margarin ve ampulün bulunmadığı, ithalat transferlerinin 18 ay beklediği kábus günlerinde) İstanbul’da Moda Deniz Kulübü’nde rotaryenlere bir konuşma yapmıştım. Konuşmanın başlığı ‘Türkiye’de döviz sıkıntısı yoktur’ idi. Dinleyenler, ülkenin 70 sente bile muhtaç olduğu bir günde, bakalım bu adam ne saçmalayacak diye düşünüyordu. Halbuki benim analizim çok basitti. O devirde ‘çifte finansman’ denilen bir yöntemle mal ithal ediliyordu. Kayıt dışı parayı veren, istediği kadar dövizi karaborsadan alıp, yabancı firmaya yurtdışında ödeme yapabiliyordu. Ayrıca resmi kurdan akreditif bedelini Merkez Bankası’na yatırıp transfer sırasına giriyordu. Bu durum tek bir şeyi gösteriyordu: Devlet tarafından sabitlenen ‘döviz fiyatları’ düşüktü. Devletin dövize koyduğu narh, arzı kısıtlıyor, talebi kamçılıyordu. Sonuçta, döviz açığı oluşuyordu.
* * *
Yapılması gereken, döviz fiyatlarını serbest bırakmaktan ibaretti. Devlet, bunu yapacağına ‘DÇM’ (Dövize Çevrilebilen Mevduat) diye, yalan dolan üzerine kurulu, pek tabii kanunlara harfiyen uygun, bir ‘sıcak para’ çekme sistemini yürürlüğe koydu. Alım-satım kurunun eşit olması, devlet tarafından garanti edilen bir yöntemle, bankalara yurtdışından mevduat kabul izni verildi. Şu şartla ki; bankalar, gelen dövizleri Merkez Bankası’na satacaktı. Böylece, ülkenin ihtiyacı olan döviz, döviz gelirleri artırılmadan borçlanarak sağlanmış olacaktı. Bu DÇM’lere döviz cinsinden fahiş faizler ödendi. Yabancı bankalar ve onların işbirlikçisi yerli bankalar inanılmaz paralar kazandı. Sonunda kaçınılmaz devalüasyon yine oldu. Üstelik kriz çıktı. Moratoryuma gidildiÖ Ne kafa yarabbi!
* * *
Bu ülkenin para sistemine hükmeden zihniyet hiç değişmemiştir. Üretime inanmayan, ihracatla büyümeyi kafası almayan, mal ithal ettikçe zenginleştiğini zanneden Osmanlılık aynen devam etmektedir. Bu modelde finansmancıların görevi, yüksek faizle içeriden ve dışarıdan borçlanıp, harcamalar için kaynak yaratmaktır. 1989’da sermaye hareketleri serbest bırakılınca, yurtiçi tasarruflar da bir bakıma yurtdışı tasarruf haline geldi. Türkiye’ye giren-çıkan veya içeride cins değiştiren sıcak paranın ana kaynağı, yabancıların değil, Türklerin tasarrufları oldu. Bu yüzden, düşük kur belasının üstüne bir de TL’ye de yüksek faiz verme zorunluluğu bindi. Sabit kur, enflasyon kadar devalüasyon, döviz çıpası ve nihayet enflasyon hedeflemesi içinde dalgalı kur rejimini de yaşadık. Gözlemim, adı ne olursa olsun, para politikalarının hedefi hep aynı kalmıştır: Döviz fiyatlarını düşük tutmak. Buna gerekçe olarak enflasyonu frenlemek ve döviz borçlusu devleti (artı bankaları ve şirketleri) zarara uğratmamak gösterilmiştir. Her iki hedefin de (orta vadede) tam tersi olmuştur.
Son Söz: Yanlışı kabul etmeyene, doğru anlatılamaz.