Ebru Çapa

Böyle olur çakıların düğünü

27 Temmuz 2003
Geçenlerde yanılıp Tekirdağ civarlarında bir köy düğününe katılmış bulunduk. Elimiz mahkûmdu. Selçuk Tepeli, ergenlik dönemlerinden beri soyadına katmaya uğraştığı Eda ile evlenecekti. Selçuk Tekirdağlıdır ve biz bir dönem Aktüel'de birlikte çalışmışızdır.

İyi, güzel, doluştuk arkadaşlarla bir servis aracının -alámetin yani- içine, kıyamete doğru yola koyulduk. Bu arada, tüyo bábında belirtelim: Biz, o dönem Aktüel tayfası olarak, Tünel'deki, Balkan havaları çalan Badehane'de ter ter tepinmek gibi bir ádet edinmiştik.

Selçuk, memleket havaları çaldığı ve kendisi maalesef hayata karşı tek başına kılıç kalkan ekibi misáli girişmeyi huy edinmiş, ismiyle müsemma bir Selçuk olduğu için iyice gaza gelmiş bulundu. Ne yaptı etti, kısa süre zarfında, köyden arkadaşlarından oluşan grupla, haftada bir gün Badehane'de çalmaya başladı. Kendileri, ekibin darbukatörlüğü görevini üstlenmişti.

Ben şimdi size düğünü, köyü, meydanı, vişne ve iğde ve incir ağaçlarını, hele ki çocukları filan anlatmayacağım; ayıptır. Yol hikáyesinden dem vurayım, pay biçin: Balmumcu'dan çıktığımız yolda ilk durağımız Dolapdere'ydi, zira orkestra da bizimle gelecekti. Oradaki bekleyişimiz, yaklaşık 40 dakika sürdü; bilin bakalım niye? Orkestranın nefesli üstádlarından biri minibüsün yanında mevcuttu ve fakat enstrümanını evde unutmuştu. ‘‘Ne güzel,’’ dedik; ‘‘biz de istiyoruz o kafadan. Ne kullanıyorsunuz siz?’’

Siz neyle kafa bulursunuz?

‘Klarinet...’

‘‘Klarinet’’ dedi arkadaş, esrik esrik... O noktada pes ettik.

Sonra tekrar koyulduk yola; neymiş? Silivri civarından orkestranın geri kalanını toplayacağız. Kulağımızı, gerimizden gösterecektik.

E, tamam, takım orada da... Davulcu, tokmakları evde unutmuş! Başta şaka zannettik. Değilmiş! Antrenmanlıyız ya, bu kez o kadar da şaşırmadık. Sonra gişelerin ordan gelinle damat ve aile eşrafının bir kısmıyla da buluşup, ‘‘olay mahali’’ne ulaştık. Nasıl olabildi, bana sormayın. Ama İstanbul'dan yola 15.30'da çıkmıştık, köye vardığımızda saatler 19.00 (küsur) civarındaydı.

Allah da bizi davul etsin! Haftalardır gözlerini iki satırcık uyku tutmuş tutmamış bir İstanbul Yaz Yorgunu, kalkıp bünyeyi zorlamak adına ne yapmalıdır? Ben size ne yapılmaması gerektiğini söyleyeyim: Burhan Öçal ve Trakya All Stars konserine gitmemelidir.

Biz haftalardır, alláme-i cihanmışız ve dahi Zegna'ymışız, bir de üzerine She-Woman'mışız gibi öööyle yatağı şaşmış bir küçücük derecikmiş gibi takıl makıl, çakıl makıl, akıyoruz, kokuyoruz, şükür...

TRAKYA YILDIZ BOYU

Ya, kusura bakmayın, daha önce de uyardım; Perşembe akşamı Burhan Öçal'ın arkasına Trakya All Stars Band'i de alarak, Harbiye Cemil Topuzlu'daki Most Productions tarafından organize edilen Açıkhava Konserleri kapsamında verdiği konseri izlemeye gittik. Kulak, burun, ter gözeneklerimizden adrenalin fışkırıyor anlayacağınız. Uyku bize haram anlayacağınız.

Yok yani, Burhan Aga bir android; Altı Milyon Dolarlık Adam, Terminatör ve sair... Parmaklarını ve o zıpkın gibi bedenini ve o keklik gibi dansını ve maestroluk melekelerini, her türden virtüözlüğünü, tebessümünü, izleyiciye hitabını yine izledik de, efsunlandık da geldik...

Kusura bakma Selçuk'çuğum -lákábın Boticelli Nuri olsa da ve sana sevgim bolsa da- büyüyünce bütün tayfayı şöyle bir topla, şavolle gel de bak bakalım, topunuz bir Burhan Öçal edecek misiniz? Hem bak, Burhan Ağabey'in öyle söylüyor, siz darbukacı değil, dümbelekçiymişsiniz.

(Yahu Selçuk şimdi hırs yapıp, gazeteciliği bırakıp Montreux Caz Festivali'ne katılır mı şimdi bir de?! Eyvah eyvah!)


Bilirkişi raporu


Bundan birkaç yıl önce, kanadımız kolumuz, gazete yazarı bir arkadaşımıza civelek sesli bir telefon geliyor: ‘‘... Bey, Ben ... Hanım;’’ Sessizlik... Hanımefendi devam ediyor: ‘‘Ben düşündüm taşındım da birbirine yakın üslûplarımız var. Diyorum ki, bir gün siz, bir gün ben, aynı konu hakkında yazı yazalım.’’ Bizimki tabii kadınlar karşısında dumura uğramaya alışkın bir arkadaş olduğu için, eveliyor geveliyor, hanımefendiye, gazeteye yazar tayin etme, kadrolu adam alma gibi yetkileri olmadığını anlatmaya çalışıyor.

Gelelim 2003'e, geçtiğimiz haftalara: Bilirkişi Hanım'ın -artık bu noktada isim de verelim ki dedikodu kısmısı tam olsun- yani İlhan Uçkan'ın son kitabı ‘‘Doğru Erkeği Bulma Kılavuzu, Oynar-insan 3 (Epsilon Yay.)’’ piyasaya sürülüp, çarşaf çarşaf gazete-dergi sayfası röportajlarını görünce, háliyle meraka düşüyoruz. Zira Uçkan, spotlarda şöyle tanımlanıyor: ‘‘Doğru erkeği buldu, evli, kocasını, kayınvalidesini, kedisini ve kendisini çok seviyor.’’ Hatta kendilerinin şöyle beyanatlar vermişliği de bulunuyor: ‘‘Üzerinde 'Benden bir tane daha yok' yazılı tişört giymek istiyorum.’’ Biz bu hormonlu özgüven karşısında şöyle bir öksürüp, genzimizi temizleyip, ‘‘O Koca’’nın peşine düşüyoruz tabii... Koca, biliyorsunuz, titri, üç satır falan tutan bir başka bilirkişi, akademisyen ama cismen nezdimizde bir meçhûl. İlhan Hanım'ın kendisine ‘‘Kurabiyem, Civcivim’’ gibi şirrrin hitap şekillerine kafa sallayarak yanıt veriyormuş ve evliliklerine nazar değecek diye korkuyormuş.

BÜYÜYÜNCE OLACAZ

İlhan Hanım, ne katiller yakalayıp konuşturmuş bir arkadaşımız tarafından aranıyor, kendisinden randevu talep ediliyor: ‘‘Hani şu bahsi bolca geçen kocayla bir görüşsek?’’ İzin çıkmıyor! Hikáyesi fazlasıyla uzun, saçma ve gülünç ama arkadaşlarla karar verdik, kitap yapacağız, Fanfinfon Dizimiz'e saklıyoruz. Bir tek giriş cümlesi bábında ilk yanıtını ifşa edelim: ‘‘Ni-hi-hi-hi-hhaaa! Ayyyolll, ben daha bitmedim ki kocayı soruyorsunuz?!’’ Nasıl bir özgüven ve içgörü yoksunluğuysa, dünya yüzündeki nev-i şahsına münhasır onca milyar kadının içinde kendini tek ve bilirkişi ilan etmek? Cinsiyet değiştirince, İlhan Uçkan olmak istiyoruz. İstiyoruz, olsun...


Medeni ‘cüret’


Evli olanlar ellerini kaldırsın: Şimdi de etrafta kameraman yoksa, noter huzurunda bir kez daha yemin etsin. Zira artık, ‘‘H.A.-K.Ç. Modeli’’ hüküm sürmektedir. Ortada kamera yoksa, evin içinde olan bitenlere dair beyanatta bulunmak, noter nezdinde değilse -noter ki kameranın bizatihi kendisidir- makbul değildir; caizi hiç sormayın! Benim hálá bir ebleh Kova olarak umudum var. Bekliyorum yani. Marazdan hayır da doğar ya hani, kimse madem Anayasa'nın sekmelerini, tökezlerini iplemiyor; belki TeleVole'den umut çıkar. Zina'nın da Zira'nın da tanımı baştan belirlenir. Olur olur, olmaz demeyiniz, burası Türkiye, OLMAZ, OLMAZ!!!
Yazının Devamını Oku

Siz yanmasanız, biz yanmasak da şu karanlıklar bir aydınlığa çıksa?

20 Temmuz 2003
Bizde tabii orman bol, denizdi, ummandı, gani gani... Soran olursa nehir mehir de, dere mere de tıpışlar tıpışlar, çağlar çağlar, yakar makar, veririz; nedir ki?

İkram ederiz: Çakıl makıl yani... Deniz Minareleri, boldur bizde ve biste yaaani... Kimeyse o artık'lardan çıkan o üç bacaklı pantolon artık?

‘‘Bendensin yani...’’ Kovboy şapkalı ve dahi göbekli...

Eskiden Metin Akpınar rolünü kesmişti, hani kabare dönemleriydi, hatırlayanlar hatırlamayanlara anlatsın: Kabare'ydi, devekuşu taklidi yapardı Devekuşu Kabare Tiyatrosu idi. Amin'di: ‘‘Bütün buralaa', şuralaa', oralaa', bizim oluyo; biliin mi sen?’’

Haldun Taner temelini atmış, Kandemir Konuk yazar bábında bayrak devralmış, Timur Selçuk müzik ‘‘filan’’ bestelemiş, koreografi ‘‘olaylarına girilmiş’’, Zeki Alasya ile Metin Akpınar -ki o dönem ‘‘Zeki'yle Metin’’ diye anılırlardı halk lisánında, sormayın, araya para kahpesi girmeden evvelki demler- kardaş ötesi, KARINDAŞ yazılmış, özelden öte işte buluşmuş, insan güldürmeye ÇALIŞIRLAR...

DI!

Di'liden öte, MİŞ'li geçmiş zamanlar tabii, hatırlayamıyorum ama: Öyle sormuşlardı: Uzaylılara ve turist güzellerine: ‘‘Bütün buralar, şuralar, bizim oluyor, biliyon siz?’’

Biz var ya siz (!); siz var ya biz (?) çıraları yakar, yudumları da içeriz evelallah, tuzlu tuzlu, hem balık kokusu da sinmiştir; n'olucak ki di mi?

Canımız çok çekerse, İstanbul'u da, İzmir'i de, Sakız'dı-Girit'ti, Ege ve Türk ve Yunan Adaları'ydı; káinattı, evrendi, evrimdi mevrimdi; uzaylılar gelmişti hani, Maya Kültürü'ydü, Mısır kumlarında abdest ederlerdi: Ramsesler'di, Sfenksler (Mfenksler'di); hattá Roma'ydı: İcabında, YAKARIZ!

Bulutlardan fal tutar, Tabiat Ana'dan toprak biçer; ona da kahve telvesi muamelesi çekeriz.

Şimdi, 13 katlı (+ bir de bodrum katı) bir medya binasında, üstünde ve altında kat be kat kablo döşeli, bilgisayar monitörüne bakmaktan şizoizm boyutlarında gezinen, üstelik onun da tepesinden vızır vızır geçen uçakları izleyen bir metal yorgunu olarak, üstelik 13 senedir günde birkaç paket sigara tüketen bir kendini bilmez yinesi olarak, şuursuzca sormak isterim: Bir orman, iki orman, üç orman, dört orman, 14 orman, nasıl böyle hiç acımadan, kıyım kıyım, cayır cayır yakılır?

İşi gücü, çoluğu çocuğu ihmal ederek, memleket topraklarını korumayı iş edinmiş TEMA Vakfı Kurucusu Hayrettin Karaca'ya hiç utanmadan Erozyon Dede ismi takılır?

Ar Damarı -ki kendi içinde tekildir- kaç yerinden ve kaç defa çatlatılır?

Ya bir gün alacak nefes, oksijen, hidrojen, hattá içecek iki damla H2O kalmazsa ne yaparız diye nasıl tefekküre dalınmaz? Galapagos Adası sizin de mi yakıyorsunuz efen'im?

Bütün kaynaklar tükenir, bütün tersaneler istilá altında kalırsa?

‘‘Yandım Allah!’’ nidalarıyla kafamızdan aşağı bir bidon benzin döküp kendimizi yakmaya niyetlendiğimizde, ortada kibrit üretecek iki sütun ağaç kalmadığını görürsek?

O zaman, işte o zaman ne yaparız, hiç korkmaz mıyız?

Köpekleri Hayırsız Ada'da inim inim inletip öldürerek; kedileri otobanlarda Trafik Canavarı kılığında tebdil-i mekán ezerek ve o canavar hep başkasıymış gibi poz çekerek...

Tamam yani, o konak monak yakan çakıcılar bizim de atalarımızdı. Ama itfaiyeciler de hani, tulumbacılar yani, komşuların filan ceddi değildi; yanılır mıyız?

17 Temmuz 2003 tarihli Milliyet'te Çetin Altan lütfetmiş de uzun uzadıya yazmış, okumaz mıyız? Okuduğumuzdan bir şey anlamaz mıyız?

Haberini de geçiyorlar takır takır takır; okuma yazma bilmez, üstüne de görmez -TV de icat edileli çok oluyor hani? Türkiye'ye 70'lerin başlarında geldiydi. Diziler, magazin gıcırtıları ve dandik klipler ve of course ki şimdi de reklamlar haricinde izlemez miyiz?- şuursuzlar mıyız?

‘‘Türk'e Türk'ten başka dost yokmuş,’’ öyle buyurmuş, kimse artık o birileri? Aynı şahıs olsa gerek: ‘‘Düşün düşün, yok mu başka haltın ve işin?’’ diye soran? Dünya, káinat, sebil olmuş üstümüze üstümüze yağıyor. Dünya bize köpek olmuş, biz elimizde bir meçhul tasma; hálá büyük biraderden meál gelecek diye kulak kabartıyor, üstüne üstlük, kalmışsa birkaç, bakiye orman yakmaktayız.

Hiç utanmaz mıyız?


İtinayla ceset çiğnenir


Hollywood'dan gelmiş geçmiş en ağır abilerden Spencer Tracy demiş ki: ‘‘Do right and fear no man, don't write and fear no woman.’’ Yani neymiş?: ‘‘Doğru davran ki hiçbir adamdan korkma, mektup yazma ki hiçbir kadından korkma.’’ Acaba müteveffa Tracy, James Hewitt denilen bir kekeme gevezenin getirdiği gevişe şahit olsaydı, o cümleyi bir kez daha kurma ihtiyacını duyar mıydı? Prenses Diana o meş'um kazada öleli tastamam altı yıl olmuş. Onun altı yıl boyunca korumalığını üstlenen ve aynı dönemde sevgilisi olan bu subay eskisi, hálá kadının ekmeğini yiyor. Channel 4 için hazırlanan Diana belgeselinde yine dile gelmiş vır vır da vır vır anlatıyor: Diana yatakta mükemmelmiş, eğer 10 milyon sterlin veren çıkarsa Prenses'in vaktiyle kendisine yolladığı mektupları da satarmış... İngiliz dilindeki tabiriyle ‘‘sleeping with the enemy / yatağımdaki düşman’’ bu adamcık olsa gerek...


Bak şu konuşan zıpkına


Cumartesi gecelerini tutuşturan, Ucuz Roman'lar canlandıran, saçının yağından Grease gibi müzikal klásikleri çıkaran, attığı adımlar tez konusu olan John Travolta ulaşan haberlere bakacak olursak hálá çakı gibiymiş. 15 kilo verdikten sonra kendisini tekrar seksi hissetmeye başladığını beyan eden Travolta, en güzeli de şu ki, tahmin ettiğimiz kadar hovarda gönüllü bir insanmış. Alman Bunte dergisine verdiği röportajda diyormuş ki: ‘‘İnsanın yemekte ve sekste kendisini kısıtlamaması gerektiğine kániyim. Kilodur, birikti mi verilir... Jimnastik salonu diye bir şey de var.’’ İşte size güzel insan. Bir lezzet ki tadından yenmez yani... Bir yürek ki üzerine havaalanı inşa edilir; alır mı alır... Bu beyanat bir bildirgeye dönüştürülsün, altına imza atalım isteriz...


Ayraniç’in güğümleri


Bir yurdum insanı eksik olmasın, geçenlerde cümlemizi zihinsel dumura davet etti. Artık o nasıl vazifeşinas, nasıl işgüzar, nasıl hasarlı bir mentaliteyse sahip olduğu, bey ya da hanımefendi, yememiş içmemiş ‘‘178 ALO-RTÜK’’ hattına bir şikáyette bulunmuş. Sebebi málûm, okumuşsunuzdur: Efendim, bir süt ürünleri markasının reklam kahramanı olan, animasyon inek Ayraniç'in reklamda gol atarken memeleri görünüyormuş. Allah muhafaza, çoluk çocuğun libidinal dengesi bozulurmuş. Brreh breh breh ve pesss! Yani, el insaf, hayattan ürküntünün boyutu buralara nasıl vardırılır? Herhalde kaldırımda yürürken şuurunu cebinden düşürmüş olmalı. Yazık, herhálde küçükken anne sütü emmemiş, inek gördü mü Pamela Anderson'la karıştırıyor. Ya da neyse ne... Affedersiniz, hafiften ezber dağıldı. Sessizce dağılalım yani...


Yazıktır, çok genç öldü


Şimdi nispet yapmak gibi olacak ama bundan üç yıl önce, Compay Segundo'nun hem Buena Vista Social Club ile hem de solo konser verdiği 7. İstanbul Caz Festivali'nde, kanadım kolum bir camkuşumla kulise girmeye muvaffak olmuş, hiç utanmadan Compay Segundo'ya bakmış, bakmış, bakmıştık. Biz de biliyoruz, ayıptır yani, insana yemek yerken öyle bakılmaz ama Compay Segundo'ya nasıl olur da bakakalınmaz? Önce çorba içmişti, sonra özel bir et yemeği, yanında salata, arkasından tatlı... Bu arada yanıbaşındaşındaki kültablasında baca misali tüten, katiyetle sönmeyen en Cohiba'sından bir puro... Ve çatık kaşları bir tek Compay ile konuşurken kalkan, kocasıyla flört ederken gülüm gülüm gülümseyen fındık kurdu gibi bir kadın... Zaten az önce onu sahnede akustik gitarıyla sevişirken izlemiş, gitarını öperken çıkardığı o ‘‘öpücccük!’’ sesiyle efsunlanmışız. Otomobil farına yakalanmış tavşan gibi bakakaldık tabii háliyle... Compay Segundo, o sırada 94 yaşındaydı. Geçen hafta, Benny Carter'ın ve Celia Cruz'un da elinden tutup, caz ilahlarının arasına göçtü málûm. İbrahim Ferrer, onu İstanbul'da verdikleri konserden uğurlarken dans edip gülüyordu. Buena Vista Social Club üyeleri, konserden sonra, Beyoğlu'ndaki Cambaz'a biraz daha eğlenmeye geldi. O sırada biz yine bakakalmakta, şaşakalmaktaydık. İnsanlar Küba'da çim gibi topraktan bitiyor olmalı...
Yazının Devamını Oku

Takma Kafana'nın klibini gördünüz mü?

19 Temmuz 2003
İstirham ederiz görünüz Derbederlik gırtlak boyuna vardı... Hayat başlıbaşına bir arıza olmuş, habire kaçak yapıyor.

Hani söylemesi ayıp; bu günlerde üç-beş cankuşla, kafamıza toka bile takacak hálimiz yok. Derman, takat, şu, bu, o: Yok...

Vardır ya hani: Olanları bitenleri silmek, ezberi hepten dağıtmak, kaydedilmiş ne varsa belleğin ta dibine gömmek, bilinçaltıyla arayı tümden bozmak ve falan ve felan ve filan...

İster ya insan hani arada sırada...

Mahallenin delisi olarak şan yürütmek... Durup durup kendini tokatlamak...

Gülüp geçmek...

İşte biraz öyleyiz...

İstiyoruz ki, diliyoruz ki geçmiş olsun, geçmişlere dönüş olsun...

Misál: Elmadağ'daki ska dans mábedi, punk'ın muharebe meydanı Captain Hook hálá açık olsun; Athena henüz bu denli ünlenmemiş ve her gün bir yeni ödül almaktan yorgun düşmemişken yaptığı gibi o bidicik álemi longalara vursun...

Mekánda kim varsa, güle eğlene dans ede ede birbirine kafa atsın, tekme tokat girişsin, eğlenilsin, ağız dolusu kahkaha atılsın ve saire...

O yüzden herhálde, kafamızın bir yerinde devamlı Takma Kafana çalıyor; diğer yanında yine Athena diyor ki: Sen De Yap (Güzel Oluyor)...

İyi peki, yaparız madem; ne yapalım?..

Takma Kafana'nın klibini gördünüz mü? İstirham ederiz: Görünüz...

Biz gördük, siz de yapın, güzel oluyor....

Şimdi nasıl anlatmalı bilemiyorum... Bu çocuklar, hani tabiri caizse sıkılan çocuklar... Can sıkıntısı fena bir şeydir, bilirsiniz...

İnsan koştura koştura, çeteler kura kura, ağaçlara ine çıka, onla bunla kavgaya tutuşa tutuşa elbette en çok kendisinden sıkılır. Maazallah ikrah getirir...

Emel Armutçu yazmıştı: Bunlar, annelerinin karnından çıkarken birbirlerini tekmeledikleri için gözleri mor doğmuş çocuklar. Çift yumurta ikizleri, biri kumral, diğeri kırmızı...

Zor yani... Acıtır yani...

Daha çocukken babalarının eczanesinde avuçla hap yutup, 12 yaşında bali çekip mide yıkatmışlar. Selamiçeşme-Göztepe civarlarında büyüyüp, Bağdat Caddesi çocuğu olmamayı başarmışlar... (Ha tabii, bir de fanatik Fenerbahçeliler... Ama yani, n'olucak ki, her güzelin bir kusuru bulunur...) Arka sokaklarda ve köşk bahçelerinde büyümüşler.

Şimdi bu küçük beyler, Takma Kafana'nın klibinde, bir koşuyorlar ki eyvah eyvah... İstanbul'da aşılmamış dere tepe, çatı dam, sokak cadde kalmıyor.

Peşlerinde sinir ve kemikten bir sürü adam, hem de en kabadayı model... Rezervuar Köpeklerinin kravatsız versiyonu, yani işte bildiğiniz külhan beyleri... Koştura koştura akan bir klip, vallahi güzel çekilmiş.

Güzel yani, görünüz... Ve takmayın kafanıza... Enseyi de karartmayın.

Athena ve Çetin Altan öyle diyo...
Yazının Devamını Oku

Şişmişim ağlayanım yok!

13 Temmuz 2003
Pek sayın káriler; müsaadenizle, artık kılını tüyünü anlatan yazarlar dönemine eni konu alıştığını tahmin ettiğim dimağınıza ve affınıza sığınarak, kişisel ahválimden dem vuracağım. Efendim, naçizane, süratli kilo alıp verme konusunda Zerrin Özer'den bile başarılı bir performans sergileyebildiğim için sık sık iftiharla şişinirim. Ve fakat, bu aralar öyle bir Süreyya Ayhan temposu tutturmuş vaziyetteyim ki, ayıptır söylemesi kendime bile tur bindirdim. Gözkapaklarım su topladığı için, Ekmek Teknesi'nin Ölü Usta'sı gibi, yarı açık bir pencereden izliyorum hayatı. İnfilak etmem kuvvetle muhtemel, dalak dahil iç organlarım bile şişti, polis ‘‘doğal canlı bomba’’ tehlikesi arzettiğim için tutuklayacak diye korkuyorum.

Ama el insaf... Bünye nasıl şişmesin?..

Tomris Uyar, Çelik Gülersoy, Uğur Uluocak, hatta Barry White peş peşe álemden göçmüş. Zaten bu aralar aldığımız haberlerin yarısı vefatlar, yarısı hastalıklar üzerine. Dostlarla cenazelerde buluşup hálleşmekten fenalık geçirmekteyiz.

Memlekette bebeklerin can bedeli cep telefonu fiyatına kadar düşmüş, tetikçinin biri tahsilat yapacak diye, sebi sübyanlar uykularında kurşunlanır olmuş. Şaşırmaktan yorgun düşmekteyiz... Artık şaşırmamaktan korkmaktayız...

Ki, IQ'su 88 basan bir güya medeniyet liderinin kitle imha silahları üzerine pişkin itiraflarda bulunmasına, Patriot düşen çarşı pazarlarda hacamat olan çocuklara, devirdikleri çamlarla dünyada orman bırakmayan bu C Tipi artiz kovboyların dilediği ve dilemesi gereken özürlerden dolayı istifra haddine varmış olmamıza falan değinmeyeceğim bile...

Kız çocuklarının, her gün bir yenisi peydahlanan inisiyalli ve çileli mi çileli hikáyeleri kanıksanma raddesine gelmiş... Yetmediyse, ülkede kapkaçın boyutu ölüsoyuculuğa kadar varmış; tepesine balkon düştüğü için ruhunu teslim eden bir değerli insanın ve ona yardım etme gayretindeki avukatın cüzdanları, cenaze yerden kaldırılırken yürütülmüş; insanlığın bizatihi kendisi enkaz altında kalmış...

Bir ‘‘OOOOFFF!’’ çekip karşıdaki üç-beş sıradağı yıktıktan ve akabinde ağız dolusu birer ‘‘Yuhhh!’’ ve ‘‘Pesss!’’ nidası savurduktan sonra, şahsen ikrah getirmiş olduğum zehrimi üzerinize akıtmamak adına bu mevzular silsilesini keser, özür üzeri özür dilerim...

Neyse işte... Sanırsam bu sebepten, suratıma kim baksa; ‘‘Sen bir tatile çıksana,’’ şeklinde hovarda önerilerde bulunuyor bu günlerde. Ne diyeyim, ‘‘Sensin tatil!’’ diyorum ters bir bakış atıp.

Zira bendeniz, kimi arkadaşların sandığının aksine, maalesef sadece iki yazı attırıp haftanın geri kalanında yatamıyorum. Aynı zamanda editörlük yapıyorum. Ekibin yarısı zaten ya haberde ya tatilde; bu arada yeni ekler çıkarılıyor. Haftada dört gece iş yerinde sabahlanıyor filan falan...

Dolayısıyla en erken Eylül'e kadar tatil matil iznim yok, biiir... İznim olsa hevesim yok, ikiii... Bu hacimle herhangi bir tatil beldesinde arz-ı endam eylemem cemiyet hayrına olmaz, serde iyi aile terbiyesi ve vatandaşlık bilinci var, üüüç...

Hem tatile çıksam ne yapacağım ki? Çocukluğumun, ilkgençliğimin sahil kasabası, TeleVole istilasına uğramış; çekemem. Ekrandan bakarken iyi de, eller havaya áleminin aman da nasıl eğlendiğini yerinde izlemeye tahammül edemem.

Standart bir İzmirli olarak, bizim bildiğimiz tatil, okulun kapandığı günün akşamı, en olmadı ertesi sabah yola düşüp Çeşme'ye göçmek, okulların açıldığı güne kadar da 40 dakikalık mesafedeki şehre bile inmemektir. Üç ay boyunca yalınayak dolaşmak, denizden kum çıkarmak, çiğdem çitleyip, kumru yiyip, balık, rakı ve sakız likörüyle kafa çekmektir yani. Bu günlerde İzmirliler'den bol bol, jumbo jetlerden oluk oluk dökülen Laila güruhu yüzünden, Çeşme'nin insanı parasıyla rezil rüsva eden sakil bir yere, bir nevi Etiler mekánına dönüştüğüne dair mail geliyor.

Ben bu asitli öfkeyle Çeşme'ye gidersem, tepelik bir yere konuşlanır, denizi kirleten birkaç yerli turisti sniper kurşunuyla álemden silerim maazallah. Cinnet vatanımda hiddet kimsenin tekelinde değil málûm. Hani yazı işlerindeki arkadaşlara hürmetimiz var, bir üçüncü sayfa haberi daha yaratıp, onları daha da yormaya lüzum yok.

Böyleyken böyle yani... Arzıhálimdir... Sizi de şişirdiysem, affola...


Acı var mı acı?


Bakın şimdi gerçekten korktum. Álemin en arıza adamlarından Eski Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu Mike Tyson, Fox Sports'a vermiş olduğu bir röportajda hayatından tiksindiğini, öbür dünyadan yana umutlu olduğunu, ölmek istediğini beyan etmiş. Lütfen yani, tecavüz davasından aldığı üç yıllık cezayı yattıktan sonra ringe döner dönmez Evander Holyfield'in kulağını yediği için anında bir yıllık uzaklaştırma cezasıyla gerisin geriye kışkışlanmış bir adamdan, dövüşçülerin en ağırından söz ediyoruz. Ekmeğini yumruk yiyerek kazanan, yeni şampiyonun kulağını dişleriyle koparan, göz çevresine koskocaman dövme yaptıran -ki acıtır yani- adam bu ve; ‘‘Yorgunum doktor, biri beni uyutsun’’ diye ağlıyor. N'oluyo be?! Tamam yani, biz de ağlak yapıyoruz şişmek mişmek üzerine ama yani bu da hayat yahu?.. Rocky III'teki yılmak bilmez, acı tanımaz, icap ederse acıyı da eşek sudan gelene kadar döven o terbiyeye ne oldu? ‘‘Acı yok, acı yok, acı yok!’’ Film miydi onlar? Mahsusçuktan mıydı yani?


Üç maymun iftiharla sunar


Tehlikeli İlişkiler'in yazarı Choderlos de Laclos bir kez daha mezarında fırrr dönmüştür herhalde. Málûmunuz Ece Erken, kendisini Kıbrıs'ta bulunduğu sırada aldatan sevgilisi Tuncer Öztarhan'ın ihanetinden, durumu olay yerinde tespit edip, amatör ve fakat tam teşkilatlı gazeteci hevesiyle -hormonlu cep telefonu teknolojisi sağolsun- kapı gibi belgeleyip, kendisine ‘‘ileştiren’’ arkadaşları sayesinde haberdar oldu ve anında ilişkisini noktaladı. Bu arada, M.Ali Erbil ile boşanmasının esas gerekçesi olarak kendisini aldatmasını gösteren Sedef Hanım da, Erbil'in evlilikleri sırasında bilmem kaç kez paparazzi tarafından el ele mel ele yakalandığını beyan etti. Demek ki Hülya Avşar Hanımefendi’nin pek derin; ‘‘Evlilikte üç maymunu oynamak lázım’’ vecizesi boş laf değilmiş. Bir marka dile geldi mi kulak vermek lázımmış. Málûm, teknoloji buradan uzaya varalı çok oluyor. Yok yani öyle görmemek, duymamak gibi bir lüksümüz artık. İhanet mihanet, insanın burnuna sokuluyor böyle. Aymazlık becerisi üzerinde çalışmak gerekiyor. Israr ve inatla görmeyecek, duymayacak, bilmeyeceksiniz, çiçek gibi, düzeyli müzeyli, seviyeli meviyeli ilişkiler şeyedeceksiniz. Öyle yani; Bayan Marka öyle diyo...


Tamamen duygusal hatıralar


TeleVole áleminde pek sevilen tabiriyle, düzeyli ve seviyeli ilişkilerden söz açılmışken, bir diğer düzeyli yüzeyli ilişkinin post dönemi de şapşahane bir belágat arz ediyor. Yeliz Yeşilmen ile eski sevgilisi Ceyhun Başaran arasındaki lafazan düello, kulak kabartanın yüzünü patlıcan gibi kızartıyor. Misál, Yeşilmen: ‘‘Üç yıl boyunca Ceyhun benim resmen jigololuğumu yaptı. Ona Rolex saatler hediye ettim. İçimde hálá sevgisi var, o yüzden çok konuşmak istemiyorum. Ama şimdiye kadar ona verdiğim hediyeleri satsa villa da alır araba da...’’ Ceyhun Bey'den el cevap: ‘‘Asıl ben ona baktım. Hem de gül gibi. Onun bu iğrenç ithamlarına ve basit davranışlarına rağmen, eski günlerin hatırına fazla konuşmuyorum. Bu gidişle ya o ölecek ya da ben öldürmeyeceğim.’’ Sizin de merakınıza mucip oluyor mu, belleklerinde yer eden ‘‘o güzel hatıralar’’ nelerdir diye... Akmerkez'de alışverişe çıktıkları, oradan Ulus Pazarı'na falan da uğradıkları Lále devirleri mi acep?
Yazının Devamını Oku

Hastasıyız ezelden...

12 Temmuz 2003
Müjdeyi kulaktan kulağa yayalım mümkünse: Ömrüne bereket dilediğimiz Türkan Şoray ruhu, bu televole zamanlarda bile sağ ve sıhatte arkadaşlar! Hem de yüzünün yarısını kaplayan kömür gözleriyle, yine pek güzel... Ancak bu aralar tebdil-i mekánda ferahlamaya karar kılmış, pop müzik áleminde ince kıyım bir kabadayı gibi, çiftliğin hanımağası gibi gezinmekte. Eh artık, bu laf kalabalığının ardından bir zahmet sadede gelelim. Herhalde konunun göbek adını tahmin etmişsinizdir: Göksel...

Pop müzik álemine nefes nefes, nefis nefis, eski Türk filmi hissiyatı üfleyen Göksel sağolsun... Özellikle son zamanlarda, reklamları izlerken bile, hani ar damarını çatlatmış olsak, Reha Muhtar'a bakarken bile gözleri sulanan içli köfte tabiatlı, naçar bir sersem olarak itirafımızdır: Sayesinde hálimizden hoşnuduz...

Pop áleminin genç Sultan'ını, rengárek köpük balonları arasında ‘ya sabır’’ çekerken gördüğümüz ilk andan beri seviyoruz zaten. Muayyen kadın hállerinden bahsettiği, Brigitte Jones'a selám yolladığı bir şarkı olmasına rağmen, trafikten depreme, ekonomik buhrandan kötü hava şartlarına kadar gündeme gelen her bet mevzuda, marş gibi söylenen ‘‘Depresyondayım’’ yüzünden, sevgimiz katmerlenmişti zaten... ‘‘Vay be, 'Günün Birinde' gibi sahibinin sesi bir parçayı, daha da güzel söylemeyi başarmış hanımefendi’’ diye düşünürken, sevgi katsayımız şiddetli bir akselerasyonla yükselmekteydi ZATEN...

E, bu kadarı da fazla yani!

Göksel'in ‘‘Söz Ver’’ adlı albümünün çıkış parçası olan Hastasıyım ile durumun ciddiyeti, doktor müdahalesi gerektiren bir boyuta vardı. Anlayacağınız, hastası olduk.

Dolayısıyla:

Göksel'den bir sonraki albümde şarkı yerine, teferruatlı prospektüsler eşliğinde bir takım ilaçlar ihtiva eden bir reçete yazmasını rica ediyoruz. Bizi artık ancak o paklar yani...

Bu arada, daha önce Esengül tarafından seslendirilmiş olan ‘‘Ayrılık Günü’’ ve albümdeki kişisel favorimiz olan ‘‘Firar’’a da acil klip çekmelerini bekliyoruz.

Göksel, anladığımız kadarıyla had safhada esprili bir hatun kişi. Kadın gibi kadın yani... Hastasıyım'ın klibinde, Şehr-İstanbul'un damlarında denizlerinde, çiçek böcek dallarında, rengáhenk fonlar eşliğinde o güzel suret ve endamından bolca bahşederek, şarkısını terennüm ediyor: ‘‘Hastasıyım hastasıyım, gözlerinin hastasıyım.’’

Eh yani, al bizden de o kadar!

Son olarak, kaçıranlar olduysa diye; Göksel, geçtiğimiz günlerde Milliyet'de yer alan bir röportajda, Yiğit Karaahmet'i şöyle yanıtlıyordu:

Siz şimdi depresyondan çıktınız mı?

Çıktım. (Gülüyor.) Zaten hiç depresoyona girmemiştim ki. Aslında hayatla dalga geçiyorum ama kimse anlamıyor. Ciddi söylüyorum. O şarkıda da tamamen kendimi tiye almak istedim. Şarkıyı yazarken depresyonda değildim ama o durumu çok iyi bilirim. Kendimi kötü hissettiğim dönemler oldu. Belki de o yüzden bu kadar iyi ifade edebildim. Hastasıyım'da da aynı ince alay var.

‘‘Depresyonda değildim’’ diyorsunuz ama şarkıları söyleyiş tarzının sizi dünyanın en depresif insanıymış gibi gösteriyor.

Ses tonum yüzünden insanlar böyle düşünüyor galiba. İlk başta başkalarının şarkılarını söylüyordum, herkes yine böyle diyordu. Aslında evde çok neşeliyim. Çok yansıtamıyorum ama bunu.

Niye yansımasın canım; bal gibi yansıyor valla... Yakamoz yakamoz yansıyor, şükür...

İlahi, siz bizi güldürdünüz, Allah da sizi güldürsün Göksel Hanımefendi ne diyelim... Bir de küçük istirhamımız olacaktı:

Hişt, kardeş, size abla diyebilir miyim?
Yazının Devamını Oku

Popülarite zor zanaat

5 Temmuz 2003
‘‘Pop, genişlemek zorunda olduğu için yoğunluğunu da yitiriyor ve doğal olarak içi de boşalıyor. Ben gerçek şarkı yapıyorum, çünkü pop gibi herkese beğendirme kaygım yok.’’ Bu sözler, o sıralarda şarkılarını, komşular rahatsız olmasın diye geceyarısından sonra, akustik gitarla yapan ince ve hassas bir genç adam olan Teoman'a ait. (28 Aralık 1996 tarihli ilk gazete röportajından.)

Allah'ın sopası yok biliyorsunuz. İnsanın bir dilek tutarken, ne çağırdığını çok iyi bilmesi gerekiyor, sonra maazallah başına kara tren vagonları gibi düşmesi de kuvvetle muhtemel o dileğin zira...

Biz Teoman Yakupoğlu ile ‘‘O’’yu yayınladığı dönemde bir röportaj yapmıştık. Ben şarkıda tarif ettiği ‘‘O’’nun aslında kendisi olduğunu tahmin ediyordum. Nitekim, verdiği cevapla yanılmadığım ortaya çıkmıştı: ‘‘O her sözümü dinliyor gibi beni kandırırken / İçinden geçen binlerce ses bastırırdı sesimi / O her günü yeni bir umutla bekler gibi görünür / Yarına inanmaz, beni avuturdu...’’

Matrak bir muhabbetti. Teoman, hınzır ifadesiyle, ne sorduysam sakınmasız anlatmıştı. Buna rağmen, yüzüne bakar bakmaz, ağaçlardan inmeyen, her türlü kitabı okumaya izni olan, çeteler kurup oğlanları döven bir afacan olarak geçirdiğim çocukluğumu, niyeyse, ne beklediğimi bilmeden bekleyip durduğum uzuuun bir cansıkıntısı olarak hatırladığım düşmüştü zihnime. Manasız bir empati duygusu Oturan Boğa gibi çökmüştü içime. Hani utanmasam, ona acıyasım gelmişti.

O ŞİMDİ POPÜLER

Bir yandan kendine gülüp, bir yandan oflayıp poflayarak, hedefine ulaşmak için her yolu mübah saydığını, şimdiden Hülya Avşar'ın programına çıkmak için eyvallah dediğini anlatıyordu.

Bir ‘‘marka’’ ya da daha amiyane bir tabirle ‘‘orta malı’’ olma yolunda ilerlediği için herkesin hakkında teklifsizce fikir yürüteceğini, havalara girdiğinin iddia edileceğini, magazin áleminin güllerinden birine dönüşeceğini elbette ki biliyordu.

Ama işte, bir yandan da artık istediği gitarları alabiliyor, seçtiği isimlerle çalışabiliyor, şarkılarını daha geniş kitlelere ulaştırabiliyor, kalabalık konserler verebiliyordu. Popüler oluyordu; bundan böyle kendini beğendirme kaygısıyla müşerref olacaktı.

OKUMUŞ ÇOCUĞUN ANİMASYONU

Şimdi, yiğidi öldürün, hakkını teslim edin... Müslüm Gürses'in pop álemine selam yollamak adına seçtiği ilk şarkıdır Paramparça... Ve çok da güzeldir yani... Rüzgár Gülü ve Zamparanın Ölümü de öyledir... İstanbul’da Sonbahar da...

Son albüm ‘‘teoman’’daki, insanın diline çiklet gibi yapışan Senden Önce Senden Sonra konusunda çok emin değilim ama, buyrun işte, Kupa Kızı ve Sinek Valesi de keza, taş gibi bir parça...

Kayıtları, New York'taki ünlü Avatar Stüdyoları'nda, Arif Mardin'in has adamı Michael O'reilly yapmış. Bizim, kendinden bıkkın, arayışları bitmez, eloğlunun tabiriyle ‘‘FFW’’ (İleri Sarma) ya da ‘‘One Night Stand’’ (Tek Gecelik Birliktelik) kuşağımıza dair, pek şık bir hikáye dile gelmiş:

‘‘Bir iskambil falında çıkmıştık birbirimize / O güzel Kupa Kızı'ydı, Sinek Valesi'ydim bense / Geceyarısı o perşembe rastladım köprü üstünde / Ağlama dedim, o ağladı trabzanlardan indiğinde...’’

Klip, baştan sona animasyon. BÜ Sosyoloji'deki master tezinin konusunu ‘‘Çizgiromanda Kadın’’ olarak seçmiş bir müzisyene yakışmaz mı yani? Bu işlerin külliyatını yalayıp yutmuş, kanadım kolum bir dostumun tabiriyle: ‘‘Radiohead olamadık, bari klibinden nasiplenelim’’ diye düşünülmüş de olabilir, ayrı...

Elbette ki klibin bir Ani-Matrix mükemmeliyeti arzettiği iddia edilemez ama buna da şükür. Adamımız, belki de kendinden ne denli sıkıldığını unutabilmek için ağır serseri mayın mesaisi verip, bir canından üç-beş ömür çıkarmaya çalışıyor. Üstelik okumuş ve sanatkár ruhlu bir çocuk olduğu için, mevzu üzerine -kimi zaman apartmalar içerse de- hikayeler, şarkılar döktürüyor, memleketin her köşesinde konserler veriyor.

Takdir etmek gerekir zannımızca...

‘‘Bir kar tanesi ol, kon dilimin ucuna / Bir kar tanesi ol, eri ağzımda...’’

Popülarite zor zanaat azizim...
Yazının Devamını Oku

O güzel insanlar; o iyi atlara bindiler, gittiler...

29 Haziran 2003
Herhalde pek az oğul, köşede kerli ferli bir heykel olarak dikilen babasının ismini taşıyan bir caddede geçirmiştir ömrünün büyük bir kısmını. Hadi diyelim ki böylesi örnekler var; bunların pek azı ödipal komplekslerle kasılıp kavrulmadan, bir koca ismin altında ezilmeden, nev-i şahsına münhasır, orijinal, her anı pırlanta gibi işlenmiş, muhteşem bir hayat sürmeyi başarabilmiştir.

Atatürk'ün Samsun'a birlikte çıktığı yakın silah arkadaşlarından, değerli devlet adamı Hüsrev Gerede'nin, ilki genç yaşta vefat etmiş iki erkek evládından biri olan Dr. Selçuk Gerede, böyle bir adam, adam gibi bir adamdı.

Selçuk Gerede, muayene ücreti almayı etik ve prensip açısından doğru bulmadığı için, New York'taki Birleşmiş Milletler Hastanesi'nin kadrolu, maaşlı elemanı olana dek, hastalarını ücretsiz tedavi etmeyi ve gecekondularda oturmayı yeğlemiş bir onkologdu. O arada, tıp literatürüne değerli bir kılavuz eser olarak geçen, tuğla kalınlığında bir onkoloji kitabı döşenmişti.

Birleşmiş Milletler'den ayrılırken, dünyanın dört bir yanından gelen hasta ve doktorlara yazdırdığı haiku'ların asılı olduğu duvarlarla çevrili bir evde ikamet ederdi; Hüsrev Gerede Caddesi'nde...

Alain Delon'a taş çıkartan fiziksel güzelliği ve manyetik karakteriyle, sayısız kadını kendisiyle aşka düşürmüşlüğü vardı. Onunla tanıştığımızda, 70'lerini sürmekteydi. Ellerimi yıkamak için girdiğim banyosunun aynasında, bir kadının rujla ve tutkuyla yazdığı notu görmüş; hiiiç şaşırmamıştım.

Ben de onunla müşerref olma şansına eren herkes gibi, ilk an itibarıyla müptelası olmuş, bana yine kahvaltıda biralar ikram etsin, başta Heidegger olmak üzere, filozoflardan zevk ve feyz almanın yollarını anlatsın, ismimin etimolojisinden girip Çin falına göre burcumdan çıksın diye, çerçevelenmesi gereken değerli belgelerle tıklım tıkış dolu çekmecelerle çevrili, her parçası -tıpkı kendisi gibi- bir yanıyla modern, bir yanıyla antika eserlerle döşeli, bas bas bağırmayan, rafine mi rafine bir zevki yansıtan, geleni gideni bitmeyen, tekkeyi andıran meskeninin müdavimleri arasına yazılmıştım.

Selçuk Gerede, başka, bambaşka bir insandı. Kendisinden başka hiçbir şeye ve kimseye benzemeyen, muhteşem bir havası vardı. Hayatın esasını, küçük bir káğıda not edip, elime tutuşturduğu günü dün gibi hatırlar, káğıdı da hálá saklarım: ‘‘To be and to become.’’ Devşirmesi: Olmak ve var olmak...

Selçuk Gerede, o káğıda anayasasını düşmüş tek kişilik bir cumhuriyet gibi tamamladı hayatını.

Sonsuza dek olacağından ve var olacağından emindim. Her zamanki sersemliğim...

Ercan Arıklı'nın ardından, O da gitti işte...

Bütün karizmatik, kıymetli babaların terk-i álem eylediği ne lánetli bir dönemmiş bu böyle...

SELÇUK BEY İYİ OLUNUZ

Susuz yaz... Gözlerimizle sulamak da bize düşecekmiş... Aaah: ‘‘O güzel insanlar, o iyi atlara bindiler, gittiler.’’ Kaldık mı bu boğucu otoban trafiğinde yapayalnız?

Birkaç telefon görüşmesi haricinde hiç tanışmadığım ama harlı bir okuru olarak büyüdüğüm Çetin Altan'ın, 77. yaşı vesilesiyle kaleme aldığı yazıyı da okuyup, hepten dağıldığımdan beri, telefon muhabbetinden hiç hazzetmememe rağmen, kişisel arşivimden sildiklerim, artık yüzünü görmeye bile tahammül edemediklerim de dahil, vakti zamanında sevmiş olduğum tüm adamları teker teker arayıp, hállerini hatırlarını sorma ihtiyacı duyuyorum bu günlerde.

Ya siz nasılsınız Selçuk Bey? Varoluşunuzdan memnun musunuz? Sağolun, biz de iyi olmaya çalışıyoruz. Bir de şu hasretlik denen belá olmasa... Bu günler yoğun geçiyor. İşi gücü bırakamadık; fazla mesai yapıp sizleri özlüyoruz.

Haydi selámetle Selçuk Bey; iyi olunuz, var kalınız... Bilahare görüşürüz...


Mankenler müziğe soyunuyor...

Nazan Öncel, çıkış parçası Aynı Nakarat'ı acaba bugünleri öngörerek mi yazmıştı? ‘‘Görüntü var, ses yok!’’ Málûmunuz, konservatuvar mezunu mankenlerimizden olduğunu yeni öğrendiğimiz Nigar Talibova ile Gizem Özdilli ve Doğu Bekleriz'den mütevellit ‘‘yerli Spice Girls’’ projesi Adrenalin, en az etekleri kadar mini, beş parçalık albümleriyle müzik marketlerde yerini aldı. Bayanlar bu iş için bir ordu dolusu manken arasından seçilmiş, bir yıl boyunca koreograf antrenörlüğünde dans ve müzik hocalarından şan dersleri almışlar; peş peşe piyasaya sürülecek olan Sezen Aksu, Tarkan ve Ajda Pekkan single'larına rağmen, bu yaza damgalarını vurmayı hedefliyorlarmış. Umarız dart tahtasındaki ‘‘bulls eye / boğa gözü’’nü, yani sayısal mealiyle 12'yi hedeflerken bizim gözümüzü çıkartmazlar. Bünyemizin magazin toleransı yalama olduğu için ha bire zerk edilmeye çalışılan adrenaline rağmen tansiyonumuz düştü, tahmin edersiniz...

Bu arada, Ayşe Hatun Önal da bin yıldır falan geyiği pişirilen bir şekilde şarkıcı olmaya hazırlanıyor málûm. Konuyla ilgili son beyanatını Naomi Campbell memleket sınırlarını terk eder etmez; ‘‘Aman şükür, podyum bize kaldı!’’ edasıyla, defile sonrasında buyurdu. Defilede tanıttığı geceliğin içine niçin iç çamaşırı giymediğini soran gazeteci ordusunu dumura uğratmayı başardı. Aferin ona: ‘‘Albümüm çıkana kadar iç çamaşırı giymeyeceğim.’’ Satır aralarını okuyan müzikseverler benim kadar korkuyor mu bilmem. Hanımefendinin esasta şunu beyan etmeye çalıştığını tahmin ediyoruz: ‘‘Sıkı durun, mankenler müziğe soyunuyor!

Öpüldünüz!’’


N'olucak bu Pınar Bebek'in háli?

Kanat'ım kolum Atkaya'm geçenlerde bir dost meclisinde isyan etti; Ertuğrul Özkök bizzat köşesinde yazarak sordu: ‘‘N'olacak bu Pınar Altuğ'nun háli? Kadın yazarlar ve feministler uyuyor mu?’’ Peki biz, hafif nihilist bir yaklaşımla, soru karşıtı bir soruyla cevap verelim: ‘‘N'olucak bu 28 mütecavizi dalga geçer gibi serbest bırakılan 12 yaşındaki N.Ç.'nin ve cesedi kadınlar sırtlayıp kaldırmasa yerde kalacak, mevzuya kadınlar el koymasa, tepesine bahtı kadar kara mezar taşları dikilecek olan Emine Laval'ın háli?’’ Pınar Altuğ'ya ne mi olacak? Valla, zannımızca kakofonik bir patırtı eşliğinde kocayı boşayacak, sular durulsun diye altı ay kadar filan bekledikten sonra koluna yeni bir adam takacak, kasımda piyasaya sürülecek Barbie benzeri ‘‘Pınar Bebek’’lerin göbeklerini hayranları için imzalaya imzalaya tadını çıkaracağı kariyerinin keyfini sürecek, muhtemelen Prisma misali birkaç para tuzağı tarikata daha mürit yazılacak, şu olacak, bu olacak, Allah artırsın, afiyette kalacak. Daha özetle belirtmek gerekirse, Mehmet Ali Erbil'in dişi versiyonu gibi bir şeye dönüşecek. Bu da elbet makus bir talihtir ama feministler ve kadınlar bu aralar biraz meşgûl biliyorsunuz, Pınar Altuğ'yla uğraşmaya vakit yok. Naçizane tahminler silsilemizdir; hani sırf sordunuz diye...


Hepimiz Hagi'yiz!

Hasetimden çatlamak üzereyim. Naçar düştüm. Fanatik bir KSK'li ve GS'lı olmak, ayrıca BJK'ye sempati beslemek yetmezmiş gibi, şimdi bir de Bursa Spor'lu olmak gerekecek; iyi mi! Bu yazı cuma akşamı kaleme alındığı için gelişmeler konusunda eksikli kalabiliriz ama Hagi'nin, önümüzdeki sezon Bursa Spor'u iddialı mı iddialı bir takıma dönüştüreceği, zaten sırası şaşmış olan ‘‘üç büyükler’’ tarihini (sırıttığını çaktırmadan gülme efekti: Ehe-ehe-he... Kıs kıs kıs...) silbaştan yazacağı, şimdiden kuvvetle muhtemel. Resmi internet sitesinden şu açıklamayı yaptı Hagi: ‘‘Evime, Türkiye'ye gidiyorum. Özellikle BJK ve GS ile maç yapacağımızı düşününce çok heyecanlanıyorum.’’ Azizim, sizdeki heyecan var ya, bizim bünyemize taşikardi hesabından yazılır! Hoşşşgeldiniz...
Yazının Devamını Oku

Ah bu ben; müstehzi dalgacılığınıza ve sağlığınıza duacı her dem...

28 Haziran 2003
Pek sayın ve sevgili ve dahi gözünün yağını yediğimin kárileri; baştan itiraf edeyim: Benim Mazhar Alanson'a objektif yaklaşabilmek gibi bir şansım, lüksüm yoktur. Kendini az biraz sevdiğini itiraf etmeyi reddeden, kibir raddesinde mütevazı bir şaşkının edasıyla, utanmadan ona da tebliğ etmişimdir: Hayranlığın ebatlarını zorlamış, fanatizm boyutlarına ulaşmış bir cüretle, şahsıma ruhdaş bellediğim şahsiyettir Mazhar Alanson.

Aynı gün (13 Şubat) doğmuş olmamızı, yani astral kankalığımızı vesile sayar, ağzından çıkan her kelámı bir mürid edasıyla dinler, dinlemek de ne, yudumlar, hatta kana kana içer, yalanarak yutar, üstelik nerden cüret buluyorsam artık, artanlardan kendime geniş paçalı bir gurur payı çıkarırım...

(Bu arada, bazen kinaye yapayım derken göz çıkarıyorum; insanlar anlamayıp birebir alıyorlar, ayıp oluyor. Umarım kendime döşendiğim bu payeleri ciddi ciddi dile getirdiğimi düşünmezsiniz. Sümme haşa!)

Mazhar Alanson, şahane besteleri bir yana, zannımca bu piyasada eskimeden yıllanmayı başarabilmiş yegáne güftekárdır. İddiaysa iddia: Üzerine şarkı sözü yazarı tanımam...

Dün gibi hatırlarım: 2000'in 12 Şubat'ında, Vizyon dergisi için altı sayfalık bir röportaj gerçekleştirmek üzere buluşmuştuk. O 50, bense 28 yaşımızın arifesindeydik. Her zamanki zarafet ve alicenaplığıyla bana doğumgünü hediyesi olarak bir çift marakas hediye etmişti Mazhar kişi.

Bol sigara, çay, kahve ve şarap eşliğindeki uzuuun muhabbetimizin neticesinde dolan önlü-arkalı üç-dört kaseti deşifre ettiğimde, kullanılabilecek, ifşa edilebilecek malzemenin toplasanız en fazla dört sayfayı doldurabileceğini görmüştüm. Kalanı dahili espri ve şuursuz kahkahalardan ibaretti. Hatırladıkça hálá gülerim...

O sıralar bendeniz, hani dört yıldır filan, Alanson'un üzerinde çalıştığını bildiğim solo albümünü beklemekteydim. Málûm, Tanrılar'ın değirmenleri ağır öğütür ama sonuçta çıkan un ince olur. Dolayısıyla hasretliğin bu muhabbetin üzerine iki yıl daha sürmesine çok da şaşırmamıştım.

Yine de ‘‘Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’’ın piyasaya sürülmesinden iki yıl önce o röportaja başlık olarak atabilmiştim Ah Bu Ben'i... Kendileri lûtfedip, o aralar yazmış oldukları satırları paylaşmışlardı zira: ‘‘Ah bu ben, kendimi nerelere koşsam? / Saklansam bir yerlerde gizlice ağlasam... / Ah bu ben, kendimi nerelerde bulsam? / Çekilsem sahillere; hayaller mi kursam?’’

Bildiğiniz üzre Mazhar Alanson, Senfoni Orkestrası üyesi bir zat-ı muhteremin, tiyatro eğitimi almış Ankaralı oğludur. Gençlik demlerini, has kankaları Özkan Uğur ve Fuat Güner ile birlikte bıçak sırtında dolanarak, bünyeyi ateş suyuna ve kavgaya ve dahi rock'n'roll'a bandırarak; bu arada biri kız, biri oğlan olmak üzere iki evlat boyu üreyerek geçirmiştir.

Şimdilerde, olgunluğunun tadını çıkarmakta, karizmasını daha dingin, daha sus-pus bir belágatla fısıldayan jazzy melodiler ve sözlerle dile getirmektedir. (İşin aşki-meşki kısmı kendilerini ilgilendirir. Haddimi aşıp bu konudan dem vurmaya, yorum yapmaya yeltenmeyeceğim. Şarkısını yaparsa iştahla dinleriz, ayrı...)

Alanson, Ah Bu Ben'in klibinde, kendini nerelere koşacağını bilemeyen aşık ve hüzünlü bir gamlı baykuşun hálet-i ruhiyesini gayet başarılı bir şekilde aktarıyor. Zira sanırım rol kesmesine hiç mi hiç gerek yok, adamımız kendini oynuyor. Bir odada dört dönerek yaşadığı muallak, izleyenin neredeyse canını acıtıyor. Yatsa yatamaz, kalksa kalkamaz, gözünü ömrü billáh uyku tutmaz, boğazından bir lokma ekmek geçmez, kendinden sıkılmış bir depresif ruh işte...

‘‘Zor olsa da galiba / Dönüyorum sana / Gel dersen, hemen / Çağırmazsan geçerken / Yerle gök arasında bir yerde... / Sen beni tanımazsın / Severim de söylemem / Sen beni uzak sanırsın / Bilirim, söz dinlemem / Ah bu ben, kendimi nerelere koşsam?’’

Gelin görün ki, karizmatik beyimiz, sonunda trençkot ve fötrünü üzerine geçirip, sevgilinin apartmanının kapısına atar kendini. Ve fakat zili çalacak cesareti yine de gösteremez. Bir zaman sonra merdivenlerde başı yana düşer nihayet ve uyuyakalır. Allah'dan genç hanımefendi, klibin sonunda onu uyukladığı yerde bulur, yanına çöker, elini uzatır ve yanağına dokunur: The Mutlu End...

‘‘Aşk için söylenen her söze kanmış / Pervane misali ateşe yanmış’’ bir Mazhar kişiye, Allah için böylesi bir mutlu son, fiyonk gibi yakışır.

Aşkolsun Mahzar Bey; sizin için bir dilek tutma hakkım varsa, bunu dilerim... Allah rızası için Yalnızlar Garı'nın remix'ine de acil bir klip çekiniz. Salt şahsıma mahsus olmayan bu ricayı iletmeyi de görev addederim.

Geçmiş ve gelecek tüm doğumgünleriniz için şimdiden evire çevire öperim o sanatkár ruhunuzu; o vakit her nerelere koşuyor ve koşuluyorsanız artık! Gri-mavi gözlerinizden de ziyadesiyle bûsederim...

Bin, on bin, yüz bin yaşayınız e mi?

Ah bu ben; müstehzi dalgacılığınıza ve sağlığınıza duacı her dem...
Yazının Devamını Oku