Ebru Çapa

Gülben’in Susam Sokağı...

26 Nisan 2003
Allah muhafaza; Gülben Ergen'in bir gün aniden hayatınızdan çıkması hálinde yaşayacağınız yoksunluğun boyutunu tahayyül edebilir misiniz? Bu suali; ‘‘Ne alakası var? Kim takar Gülben Ergen'i?’’ şeklinde karşılayanların tepkisine biz de fileye çıkıp bir esef volesiyle karşılık vermek isteriz; hatta sahtekárlık ya da şuursuzlukla itham ederiz, ona göre... Sayın Velidedeoğlu'nun dediği gibi: Sorry... Kimse kimseyi, en önemlisi de kendini kandırmasın ey kári... Böylesi bir yaklaşım, ancak düştüğü iptiladan bihaber bir müptelanın aymaz vaziyeti olarak izah edilebilir. Ne yani, siz şimdi Gülben Ergen'in dimağınızda kapsadığı alanı inkár mı ediyorsunuz?

Bitmek bilmez bir geyiktir hani: Çirkin Amerikalılar'ın, film karelerinin arasına, ünlü markaların logolarını yerleştirdikleri, bu sayede dünyayı kapitalist emellerine alet edebildikleri söylenir. Bu yüzden ne zaman bir Amerikan filminden çıksa insanın canı sebepsiz yere kola içmek, hamburger yemek istermiş... Böyle gülünç bir millenyal paranoya...

Fakat işte; beğenin beğenmeyin, siz farkında bile olmadan, belli dozajlarla bilincinize enjekte edilmiş bir ‘‘Gülben Ergen olayı’’ da vardır; bu topraklarda yeşermiş, gayet a la Turca bir mahsul olarak, güneşli bir günde ayakkabınızın altına yapışmış çiklet misali bilincinize yapışmıştır. Söküp atamazsınız...

O ki ‘‘Çamlıca'nın Üç Gülü’’nün ortancasıdır... O ki, Hülya'nın kardeşi, Petek'in teyzesidir... Toplamda, bu üçünün yüzünü, annenizin suretinden daha sık ve çok görürsünüz. Zira Türkiye'nin bu tadı sevdiği rating-ölçerlerle kanıtlanmıştır.

Gülben Ergen, bildiğiniz gibi, her konuda bir bilene danışan, büyük sözü dinleyen, kendi tabiriyle ‘‘çok güzel hırsları’’ olan ‘‘akıllı’’ bir şahsiyet... Yemiyor, içmiyor, hiçbir şekilde dağıtmıyor, aşık maşık olmuyor, hababam çalışıyor... Çalışmak derken, elbette ki bu mesaiye hanımefendinin varoluşunu da eklemek gerek. Zira Gülben Ergen, mesai verircesine sürüyor hayatını. Kavgalarını bile, strateji icabı, gerekli kişilerle, gerekli ölçülerde ediyor. Yahu, kendini üçüncü tekil şahısla, ‘‘Gülben Ergen Projesi’’ namıyla anıyor; var mı ötesi?

Ve nitekim Ergen, aklını ‘‘sade ve sadece’’ işine, yani o ‘‘sevimli’’ simasının getirdiği rating'e yoran, bir tebessümünün, bir göz süzüşünün kaç akçe ettiğini bilen bir ‘‘kariyer kadını’’ olarak, bu hesaptan yola çıkarak tasarlıyor kliplerini... Dikkatli nazarlarınızdan kaçmamıştır: Ergen'in hiçbir klibinde bir ikinci şahıs yer almaz. Yani onca klibin bir tekinde bile herhangi bir klip jönüne rastlayamazsınız. Malzeme standarttır: Sade ve sadece Gülben Ergen; varsa yoksa onun o ‘‘sıcacık’’ gülücüğü; şirinlik muskası mimikrisi, agucu gugucu pozları... Tıpkı ayna karşısında pop star taklidi yapan küçük kız çocukları gibi, o bildik, o çalışılmış ifadelerle, en klişe şarkıcı pozlarıyla şarkılarını terennüm eden rating avcısı Gülben...

Bir Sezen Aksu parçası olan ‘‘Arka Sokaklar’’a çekilen klip de nitekim, bu anlamda bir istisna teşkil etmiyor. Yalnız, bu kez klip siyah-beyaz çekilmiş ve Ergen nispeten daha ‘‘vakur’’ pozlar takınmış. Soğuk bir mekánda, soğuk bir abla... Tavizsiz, filan, falan...

Doyuncaya, patlayıncaya kadar, bol bol, mebzul miktarda Gülben...

Yarın bir gün, Allah muhafaza Gülben Ergen hayatınızdan çıkıverse...

Vallahi azı dişinizdeki dolgu düşmüş gibi olur. Gönlünüz, dişçiye gidip tedavi olmayı hiç mi hiç çekmez ya, gayri ihtiyari, dilinizle habire oradaki boşluğu yoklarsınız.
Yazının Devamını Oku

Yükselen meslek: Güzellik

20 Nisan 2003
Her kuşağın meslek seçiminde tercihlerin yöneldiği belli bir eğilim vardır. Misal, Demirel, Erbakan gibi siyasetçilerimizin de mensubu olduğu kuşağın zeki çocuklarının hemen hepsi mühendislik mezunudur. Zira, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında, barajıyla, demiryoluyla, köprüsüyle bir ülke inşa edebilmek için en çok mühendise ihtiyaç duyulduğundan, devlet parlak beyinleri bu mesleğe yönlendirmiştir.

Bir dönem Mülkiye gözde okuldu; bir dönem tıp, bir dönem mimarlık... Bizim jenerasyonun çoğunluğunun ideali İşletme ve İktisat fakülteleriydi... Nitekim ardı ardına kapanan bankalar yüzünden şimdilerde boşta gezen nice sayısal dehası da benim yaşlarımdadır...

Bir süredir de, farkındaysanız kolej sınavlarının yerini futbol kulüplerinin taban kadro seçmeleri, ÖSYS'nin yerini ise güzellik yarışmaları almış vaziyette...

Çok değil, bundan 10-15 yıl önce topçuya kız verilmezken; neon ışıklarının parıltısına kapılan kızlar, bu piyasaya girebilmek için evden kaçmak zorunda kalırken, bir de şimdi seyreyleyin álemi...

Artık ana-babalar, ÖSYS kapılarında değil, spor kulübü tesislerinde ya da güzellik yarışmalarının düzenlendiği otellerin lobilerinde bekleşiyor heyecanla... Geçtiğimiz hafta Miss Turkey 2003 Güzellik Yarışması'nın adayları, Swissotel'de yapılan bir seçimle belirlendi. Yurtiçi ve yurtdışından başvuran 1200 katılımcıdan ancak 22'si finalist olmaya hak kazanabildi. Konuyla ilgili haberler, yarışmaya katılan kızların endamından çok, dışarıda bekleyen annelerin sabırsızlığından ve heyecanından dem vuruyordu: ‘‘Kızlarının bir an önce şöhrete kavuşmasını arzulayan annelerin bazıları bayıldı; bazıları, kızları elendiği için hüngür hüngür ağladı. Molped reklamıyla tanınan Yasemin Ergene'nin anneannesi, torununun finale kaldığını öğrenince; 'O benim prensesim, o benim birtanem,' diyerek sevinç gözyaşlarına boğuldu.’’

Eh, memleketin bilumum haber spikeri, tiyatro oyuncusu, gazetecisi ve sairesi mankenler arasından seçilince olup olacağı da budur. Gelin görün ki güzellik yarışmalarında kızlara; ‘‘Bakalım kafası güzel göründüğü kadar iyi de basıyor mu?’’ soruları sorulmuyor mu, bende film o noktada kopuyor.

Size ne kardeşim? Ne yapacaksınız? Açık kalp ameliyatı mı yaptıracaksınız kıza? Gemi maketi mi çizdireceksiniz? Köprü mü inşa ettireceksiniz? Logaritma problemi mi çözdüreceksiniz? Altı üstü, dünya barışı üzerine yuvarlak bir cümle sarf edecek, sonra da bir futbolcuyla flört edip mutlu bir izdivaç yapacak. Sanki yarışmanın en güzel kızının gerzek çıkması halinde kraliçeliği iptal mi edilecek? Türkçe konuşmaktan aciz Azra Akın'ı Türkiye Güzeli seçen jüri uzaydan mı gelmişti? Size ne? Bize ne? Bırakınız ana-babalar, ‘‘Kızımız ne iş yapar?’’ sorusuna göğüslerini gere gere cevap versinler: ‘‘Güzeldir...’’


A la Turca nameler

Hani kendimi tutmasam, paranoyaya teslim olacağım; şu melun yarışmanın, yani Eurovision'un, dirlik ve düzenimizi bozmayı hedefleyen dış mihrakların elinden çıkma bir kumpas olduğuna hükmedeceğim. AB, hatta Kıbrıs meselesinin bile tarih boyunca bu denli gevişi getirilmiş midir, şüpheliyim. Ahir ömrümüzde, ikinciliği elde ettiğimizi görmek de nasip olmuş, nihayet 30 yıllık kompleksimizi aşmışızdır diye umuyorduk ama nerdeee... Bu yıl da Sertab Erener'in Everyway That I Can adlı parçasının İngilizce sözleri memleket çapında infiale yol açtı. Öyle ki tartışma TBMM gündemine bile girdi. Halbuki İngilizce sözlerin Vatan-Millet-Sakarya söylemiyle ters düştüğünü düşünenler, tanıtım klibini izleyip içlerini rahatlatabilirler. Padişahı tekeline almak isteyen hırslı bir cariyenin öyküsünü aktaran klip, öyle oryantal bir hava taşıyor ki, Erener, Bronx aksanıyla rap bile söylese, mevzunun buram buram baharat koktuğu aşikar...


Bana beni gerek beni

Geçen gün gülmekten koltuktan düşmemi sağladı ya, Allah da Esra Ceyhan'a sevinç gözyaşları döktürsün... (‘‘Allah da onu güldürsün’’ derdim ama biliyorsunuz Ceyhan, her türlü içli köfte hissiyatını, göz pınarlarından süzülen inci taneleriyle ifade etmeyi yeğleyen, hassas bir hanımefendi!) Marlon Brando şöhret müessesesini tanımlarken şöyle der: ‘‘Star, kendisinden söz ettiğiniz sürece, sizi can kulağıyla dinleyen kişidir.’’ Başka yönlerini bilemem ama programına telefonla katılan seyircilerin kendisini metheden sözlerini öylesine huşu içinde dinliyor ki, bu anlamda Esra Ceyhan'ın A'dan Z'ye komple bir yıldız olduğu muhakkak. Nitekim ‘‘hiper samimi’’ sureti ile Aktüel'in son sayısına kapak olan Bayan Samimiyet, geçtiğimiz hafta derginin Genel Yayın Yönetmeni Mehveş Evin ile Kreatif Direktörü Serhat Gürpınar'ı programa davet etmiş, tabiri caizse, yine kendini ağırlıyordu: ‘‘Beni kapak yapmak nereden aklınıza geldi? Eeee, Serhat Bey, benimle çalışmak nasıl bir duygu?’’


Kahretsin şahaneyim!

Reklamcı Alinur Velidedeoğlu'nun Dolmabahçe Kültür Merkezi'ndeki kavramsal enstalasyonu AlinurV/Article, kimilerine göre, ihtiva ettiği mesaj kaygılı eserlerden ziyade ‘‘sanatçının hormonlu egosu’’nu sergilemesi açısından ilginçti. Satış kaygısı bulunmadığı için beher parçaya bir milyon dolar fiyat biçen Velidedeoğlu'nun açılışta yaptığı konuşmayı duymuşsunuzdur: ‘‘Hayatım boyunca hep yeninin peşinde koştum. Üzgünüm, bu benim işte... Resimlerime kaç boyutlu diye bakmayın. Benim pergelim kare, cetvelim daire çizer. Sorry... Alışılmışı tekrar edemem.’’ Velidedeoğlu, bu megalomanik belagatın yeterli olmadığını düşünmüş olacak ki, sergide dağıtılan klasörlerden çıkan Sorry başlıklı kısa ‘‘article’’da eşi menendi bulunmaz şahsiyetinin altını bir kez daha çiziyordu: ‘‘Aynı şeylere bakıyor, aynı şeyleri görüyor olabiliriz. Ama benim kırmızım daha mavi, benim suyum daha kuru, benim buzum daha sıcak. Sorry...’’ Biz narsisiste bakınca narsisist gören sıradan insan tayfasından olduğumuz için; ‘‘Wow ve de oh mon dieu!’’ diyesimiz geldi; ‘‘You're forgiven, ama bir daha yapma Petite Picasso!’’


Halktan biri

Doğuş'un hazımsızlıktan midesini yıkatması yakındır. ‘‘Bir Doğuş’’ adlı otobiyografisinin ilk baskısı tükenen şimal yıldızımız, ha bire hayranlarının gözüne soktuğu çileli hayatı süren o değilmiş gibi, Yüz Yüze'de şu cümleleri kurabiliyordu: ‘‘Halktan kopmuş biri değilim. Ara sıra normal vatandaş gibi yaşamak istiyorum. Geçen gün bir inşaatta taş kaldırdım mesela; yardım ettim oradakilere... Yolda arabamı durdurdum, minibüse bindim.’’ Sanki normal bir vatandaş, yolda arabasını durdurup minibüse binermiş, inşaatlara dalıp, amelelerle birlikte taş taşırmış gibi... Sanki normal bir insan, bunları yapması halinde, TV'ye çıkıp havasını atarmış gibi...
Yazının Devamını Oku

Büyüyünce dünya starı olacak!

19 Nisan 2003
Bazı durumlar, kendiliğinden o kadar komiktir ki, üzerine herhangi bir yorum eklemek, tavuskuşunun kuyruğuna tüy dikmek nevi fuzuli bir hamle olur. Fazla gelir yani... Bırakacaksınız, kendi duruşunu kendi lisanıyla ifade etsin... Yazısız karikatürler gibi... Hilal Cebeci'nin, Kylie Minogue, Jennifer Lopez ve Shakira'yı taklit ettiği klipte seslendirdiği İpe İpe'nin sözlerine buyrun: ‘‘Benden iyi gizlemişsin / Karaktersiz olduğunu / Söz demedin mi evleneceğiz / Güzel günler düşleyeceğiz / Sen var ya sen / Yalandan daha yalansın yalansın / Kapıma bir gün ipe ipe geleceksin / Söküklerini dike dike gideceksin / İhanetinin bedelini / Sen de bir gün ödeyeceksin.’’

Bu ‘‘esprili’’ şaheser, Cebeci'nin albüm kapağında ‘‘Dünya starlığında yol alırken yoğun temponda bile bana hiç hayır demediğin için’’ açıklamasıyla şükranlarını sunduğu Doğuş'a ait. ‘‘Doğuş hangi ara dünya starı oldu da biz kaçırdık?’’ diye düşünenlere izah edelim; Cebeci, kafayı dünya starlığıyla az biraz bozmuş bir sanatçımız. Geçtiğimiz günlerde, bir magazin programında, klibini eleştirenlere serzenişte bulunurken de sık sık kullandı bu ‘‘dünya starı’’ tabirini mesela: ‘‘Beni taklitçilikle suçluyorlar, ama bu kadınlar dünya starı; bütün dünyanın peşinden koştuğu isimler. Onları böylesine başarıyla canlandırmak özel bir yetenek gerektirir. Benim hedefim de bir gün dünya starı olmak...’’

Söz yazısız karikatürlerden açılmışken, albümün basın bülteninden dem vurmazsak eksik kalır. Bakınız, Cebeci, basına içini açarken nasıl mütevazı bir üslup kullanıyor:

‘‘Merhaba; 17 yaşımda ilk sahneye çıktığım zaman hedefim çok başarılı bir yıldız olmaktı. Hedeflerime doğru yolda ilerlerken birçok yerde sahneye çıktım. Albüm yapmanın zamanı geldiğinde ise Köylü Güzeli projesi ilk adım oldu. Sizlerle tanışmam da bu çalışmayla gerçekleşti. Ben kendimi hep net ifade etmişimdir. Ve ilk heyecanlarımı, hep sizlerle paylaşıyorum. Sizlerin beni kalbimden anlamanızı ve gerçek Hilal'i görmenizi arzu ettim her zaman. Çok çalışan, hep daha başarılı olmayı, hedeflerime sadece ve sadece kendi çabalarıyla ilerleyen yolun başında bir sanatçı olduğumu ve beni çok sevmenizi istedim. Ben herkes tarafından sevilmeyi çok seviyorum. Çünkü ben herkesi çok seviyorum. Bu albüm benim için kariyer albümü ve yine ilk heyecanımı sizlerle paylaşıyorum. Beni anlamanız ve hissetmeniz dileğiyle... Hilal Cebeci...’’

Yemin etse başı ağrımaz; gördüğünüz gibi kendini gayet net ifade etmiş: ‘‘Sevin beni, sevin beni, sevin beni! Sev, seviniz, sevsinler... Sevileceeeeeek, sevvv!’’ Bizim işimiz de zor anlayacağınız... Göğüs kupu dünya starlarıyla başarıyla örtüşen bir ‘‘proje’’yi kalbinden anlamak, hissetmek ve onu hakkıyla sevmek kolay iş mi! Hele ki bu zat, ikinci albümüne ‘‘En Güzel Ben Severim’’ gibi iddialı bir isim koyacak derecede sevgi kompetanı, hatta eksperi bir şahsiyet olunca!..

Cebeci'nin şimdiki albümünün adıysa, ‘‘Yükselme Zamanı’’ iyi mi!.. Yani, Köylü Güzeli'mizin, Kylie Minogue, Shakira ve Jennifer Lopez gibi dünya starlarını taklit ederek ve Doğuş ile reklam icabı aşk yaşayıp ayrılarak katettiği kariyer yollarında, dünya starlığına doğru irtifa kazanmasına vesile olacak albüm bu.

‘‘A la Çiller’’ bir üslupla; ‘‘Ya olacağım, ya olacağım!’’ diyor yani Hilal Cebeci; icabında ipe ipe...
Yazının Devamını Oku

Bana acıma, beni sev!

13 Nisan 2003
Geçtiğimiz hafta, yolum bir parktan geçti. Kendimi kısa bir süre için, şanslı addettim. Öyle ya, bitmeler bilmeyen kışa inat, nispeten güneşli bir günde, cennetten bir köşedeyim... Güya... Geniş yeşilliğin ortasında, bir çocuk parkı düşünün. Islak çimen kokusuyla çevrelenmiş tahteravalliler, kum havuzları, salıncaklar... Çocukların neşeli kıkırdaşmaları...

Huzurla gözlerimi kapayıp, bir müddet sessizliğin tamtamlarını dinlerim diye umarken, kolalı etekleri fırfırlı bir kız çocuğu, sallandığı salıncaktan, papilerinin altında uzanan kum öbeğine düştü. Gerisi malumunuz: Şaşkın bir suratla ayağa kalkıp, olan bitenin ayırdına varır varmaz kıyameti koparan çocuk; koşuşup çocuğu çevreleyen kalabalık; ve anne: Yanına varır varmaz, ‘‘neden düştün’’ diye, çocuğun suratına bir de ekstradan tokat patlatan, o şirret kadın... Bunun üzerine zincirleme reaksiyonla genişleyen gürültü; taklitçi, neredeyse şuursuz çocuk ve ebeveyn feryatları...

Huzurun, karambolde kalkan cenazesi...

Ben tipik bir Türk'üm... İmkanları biraz olsun elveriyorsa, faturasını cezalı yatırmayı yeğleyen... Hani oraya, o daireye birkaç gün daha sonra gidebilmek adına, elinden geleni ardına koymayan... ‘‘Rağmen yaşamaya razı’’ olan...

Geçtiğimiz haftam, iş değişimi sebebiyle devlet dairelerinde geçti. Çok uzun zamandır yolum düşmüyordu. Zira, sırf oralara uğramak zorunda kalmayayım diye, elektriksiz, susuz, soğukta ve sigortasız yaşamaya bile razıyım. Mecbur kaldım... Özlemiş miyim? Hayııııır...

Dedim ya, geçtiğimiz üç hafta boyunca, ne kadar devlet dairesi varsa, hepsine yolum düştü. Garip bir döngüydü: Amirler doğduğuna pişman, ama sebebi ebeveyninden ziyade çalışanlarında arıyor, acısını onlardan çıkarıyor. Çalışanlar, doğduğuna pişman, ama gücü amirine yetmediğinden, karşısında dikilen komşusu bile olsa, kompleksini haince ona kusuyor.

Ve kocası/karısı aldatsa bile sebebini devletten bilen acılı halk dedikleri... Her zamanki gibi, nezlesinden kaynaklanan sümüğünün hesabını bile, mazlumun saçma mağrur tavırlarıyla devletten soruyor...

Son haftanın manşetlerini okuyup, şu savaştan bir sonuç çıkarabilen varsa, rica ederim, bana da anlatsın. Bu hastalıklı döngünün varacağı bir yer vardır ya, umarım SSK değildir...


İyisi mi sus Sam!

Paparazzi kamerasıyla çekil‘‘miş gibi’’ görünen, safi pozdan ibaret kareler: Jennifer Lopez Cartier'den alışveriş yapmakta, Ben Affleck devasa bir yatın güvertesinde J.Lo'yu sigortalı poposundan öpmektedir. O sırada fonda, Lopez'in şarkısının sözleri duyulur: ‘‘Parmağımdaki kaya kadar pırlantalar yanıltmasın, ben hálá mahalleden bildiğiniz Jenny'yim!’’ Zaten o sakil klipten ve Affleck'in saç ektirmesinden sonra, iyiden iyiye Jennifer Lopez-Ben Affleck ikilisine tahammül edemez olmuşum. Şimdi bir de mevzuya tüy dikercesine, Casablanca'nın yeni versiyonunda Rick ve Ilsa'yı canlandırmaları söz konusu, iyi mi! Fanatik Casablanca hayranları eylem koyarsa, katılmayı düşünüyorum. Savaş aheyhtarı eylemler bir halta yaramadı, belki buradan ekmek çıkar!


Turkish fright


Son zamanlarda gözünüze çarpıyordur. Hülya Avşar'dan Özcan Deniz'e pek çok ünlü yıldızımız, ‘‘hayranlarıyla sımsıcak bir diyalog kurabilmelerine olanak tanıyan’’ telefon hatlarının reklamını yapıyorlar televizyonda. Gerçi buna diyalogdan ziyade ‘‘karşılıklı monolog’’ demek daha doğru olur, zira ahizenin diğer yanında bir teyp bandı dönüyor. Olsun varsın; konu o değil... Konu, geçtiğimiz yılın, kerameti kendinden menkul büyük yeteneği Nez... Barış Manço-Nesrin Topkapı kırması kıyafet politikasıyla, yani her zamanki allı-pullu-payetli-oryantal Çizmeli Kedi kostümüyle, erotik erotik bakıp, şirin mi şirin bir ses tonuyla; ‘‘Çocuklar da arayabilir!’’ demiyor mu, hem yetişkin, hem de dişi olduğum için, iki kere şükrediyorum. Maazallah, ya cinsel formasyonumun belirlendiği bir dönemde, Masalcı Teyze olarak Nez'i tanıyan bir zamane oğlanı olsaydım?! Şimdiki aklımla Tecavüzcü Coşkun'un pedofil amcasının eline düşmeyi bile yeğlerim...


Aşkın bir kariyer olarak anatomisi

Galerici sevgilisi Osman Güney, ayrıldıkları bir ara Hande Ataizi ile Mayadrome'da yemek yerken görüldüğü için Gizem Özdilli ‘‘arkanı dön ve çık’’ nakaratını terennüm etmeye koyulmuş: ‘‘Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna. Gizem de aynen podyuma... BENİM SEVGİLİM, İŞİM; bunu anladım.’’ Klişeye buyrun... Málûm, ne zaman podyum ve sahne camiasından biri sevgilisinden ayrılsa, en sadık yárinin ve biricik yáreninin mesleği -pardon, kariyeri!- olduğuna bir kez daha kanaat getirir. Neden sonra, o koldaki sepetin yerini, yeni bir sevgilinin kolu alır ve bizimkiler bu kez ne hikmetse, kocalarının çalışmalarını istememesi hálinde evlerinin kadını olabileceklerine, bu álemin zaten korkunç nankör olduğuna, mankenliğin meslekten bile sayılmaması gerektiğine hükmederler. Onlar bu ‘‘manital’’ háli aşk diye tanımlarlar ama biz dilerseniz o dönemi, kendilerinin cümlelerini tersten kurarak tarif edelim: ‘‘Benim işim, sevgilim...’’ Yakışıklı bir kariyer yani...

Hem geliri de bol...


Muhtemel bir suçun mutlak azmettiricisi

Selçuk Dereli'ye yönelik, kuvvetle muhtemel bir saldırı için, öngörülmüş bir suç duyurusudur: (Malum, böylesi provokasyonlar, kahin kesilmek için kristal küreye gerek bırakmıyor!) Biliyorsunuz, Fener'in Adana karşısında aldığı 3-1'lik yenilginin ardından FB Asbaşkanı Murat Özaydın köpürdü: ‘‘Eskiden hakemleri Allah'a havale ederdik ama bitti. Ben bu hakemi FB taraftarına havale ediyorum!’’ Yani: ‘‘Allah'ın insafı vardır ama bizimkilerin n'asla! Atıl Kurt! Yakala Joe!’’ Bu nedir şimdi; tehdit mi, talimat mı? Özaydın, kendisini ne zanneder; mafya babası mı, Dünyevi ve Uhrevi Havaleler Sorumlusu mu? Peki FB taraftarını ne zannediyor; zincirinden boşalmayı bekleyen av köpeği mi, fedai mi? (Bu satırların yazıldığı sıralarda FB-GB maçı henüz oynanmamıştı. Dolayısıyla, sonuca, hakemin idaresine ve akıbetine dair bir fikrimiz yok. Ancak:) Özaydın'ın kesmiş olduğu bu ahkám, düpedüz suça teşviktir. Ve birilerinin bu uyarıyı bir yere not etmesi gerekiyorsa, bu kesinlikle hakemler komitesi değil, adli kurumlardır.
Yazının Devamını Oku

Her yol seksapele çıkar

12 Nisan 2003
Nasıl ki daha düne kadar; ‘‘her yol Bağdat'a çıkar’’dıysa, her pop starının yolu da önünde sonunda ‘‘seksapel bulvarı’’na varıyor. Müzik áleminin, nedense bugüne dek bir türlü hak ettiği noktaya vasıl olamamış ‘‘hoş çocuk’’u Emre Altuğ da, nihayet ‘‘Gidecek Yerim Mi Var?’’ diyerek, dümenini o yöne çark etmiş, cinsel cazibesinden nemalanma yoluna sapmış bulunuyor. Altuğ'un son albümünün çıkış parçası olan Gidecek Yerim Mi Var'a çekilen klibi, bir kadının (Burcu Mazur) yönettiği nasıl da belli... Herhalde, adresi málûm olduğu hálde kimsenin işlemeyi akıl edemediği bir altın madeni bulmuşçasına sevinmiştir klibi yaparken Mazur.

Neydi yani şimdiye dek çekilen o İbret-i Alem'ler, Olmuyor'lar falan?.. Emre Altuğ gibi malzeme bulmuşsun, adamı mütemadiyen kalın mı kalın balıkçı yaka kazaklara gömmenin ne álemi var Allah aşkına?.. Olacak iş mi?

Burada altını bir kez daha çizmek isterim ki yakışıklı pop yıldızlarımızın kliplerinin kadın yönetmen gözüyle çekilmesinde sonsuz faideler vardır; nokta...

Neyse...

O vahim tabirle SLOW (Allah aşkına, onyıllardır şu janra bir Türkçe tabir bulunamayışını biri bana izah eder mi?) bir parça olan ‘‘Gidecek Yerim Mi Var?’’ kliplerin vazgeçilmez ‘‘tutkulu aşk’’ senaryosuna dayanıyor: Esas Kız ile Esas Oğlan birbirlerine vurgundur ama aralarında çözümsüz birtakım sorunlar mevcuttur. Dolayısıyla Esas Kız ve Esas Oğlan, bir sahnede tutkuyla sevişirken, diğer sahnede tutkuyla dövüşürler... Sonunda mevzu, Esas Kızın valizini toplamasına kadar varır. Esas Oğlan onu durdurmaya çalışırken, tabii ki valizin kapağı açılır, kıyafetler ortaya saçılır... Esas Kız, bu arada slow-motion çekimlerle dizlerinin üzerine, kanepeye falan çöker, elleriyle yüzünü kapatarak gözyaşı döker, hüzünlü parmaklarını, hüzünlü saçlarından geçirir... Esas Oğlan aynı zamanda şarkının icracısı olduğundan, arada bir de kamerayla sevişmek suretiyle sözleri terennüm eder.

Yalnız, Tarkan model saçları ve Tarkan model atletiyle, Tarkan model bir seksapel konuşturan Emre Altuğ, Hüp'ün klibi yüzünden Tarkan'ın başına gelenlerden kendine ders çıkarmış olacak. Zira, muhtemelen RTÜK'le başı derde girmesin diye, gayet harlı bir aşk öyküsü anlatılıyor olmasına rağmen, Esas Kız'ı kesinlikle dudaklarından öpmüyor. Daha ziyade Şoray kuralları çerçevesinde yaşanan bir aşkın melodisine kulak kabartıyoruz... Yani: Gözleri dikerek ve dudakları kabartarak, 80'li yıllar Ahu Tuğba filmlerindeki gibi, boyundan öpücük almalar, ense ve saç koklamalar... İlle de erotik bir detay arayanlara, Altuğ'un omzundaki, sık sık zum yapılan üç çentikli tırnak izlerini tavsiye ederiz...

Anladığımız ve umduğumuz kadarıyla bu albüm, duru bir sesi, sıcak bir gülüşü, son derece yakışıklı bir siması, mütevazı bir tabiatı ve nihayet ‘reşit’ bir klibi olan Emre Altuğ'un, rötarlı tarifeden de olsa, starlık mertebesine ulaşmasına olanak tanıyacak.

Eh, hakkıdır...

Málûm; düşmüş de olsa, her yol hálá Bağdat'a çıkıyor.
Yazının Devamını Oku

Ölümüne sevinenler cumhuriyeti

6 Nisan 2003
Savaşa girip girmeyeceğimiz yüzde yüz kesinlik kazanmış değilse de memleket muharebe alanına döneli çok oluyor. Hemen her gün karşılaştığımız haberlerden bir örnek: ‘‘Taksim'deki Savaşa Hayır eyleminde taşlar havada uçtu, bankaların, mağazaların vitrinleri parçalandı. Göstericilerden bazıları, polisleri ve İstiklal Caddesi'ndeki iş yerlerinin camlarını taşladı. Daha sonra dağılarak, Tarlabaşı Bulvarı’na doğru ara sokaklara girdiler. Burada geri dönerek polise taş ve sopayla saldıran göstericilere güvenlik güçleri göz yaşartıcı bombalarla karşılık verdi. Bayan polislerin ve polis köpeklerinin de görev yaptığı eylemde 20 kişi gözaltına alındı.’’

Anlayacağınız, savaş karşıtı olabilirler ama kesinlikle pasifist değiller. Bizimkiler daha ziyade; ‘‘Çivi çiviyi söker’’ felsefesine takılıyor. ‘‘Savaşa ne gerek, biz birbirimizi zaten haklıyoruz,’’ hesabı...

‘‘Akım’’ demeye çalışırken, büyük abdestimizden dem vurmak, milli karakterimizin bir uzantısı gibi.

Bir taraftar, takımının kazandığı zafere sevinmeyegörsün, o civarda yanılıp da balkon sefası yapan kimseyi affetmez. Derbi sonrasında kuş gibi avlananlara dair zayiatı bildiren haberler, neredeyse trafik kazaları gibi, kanıksanmış bir klişeye dönüşmüş durumda.

Dünya Kupası'nda üçüncü olduğumuz tarihlerde yaşanan ‘‘sevinç gösterileri’’ dün gibi hatırımızda. Adamın biri, şahsi otomobilini Taksim Meydanı'nda üzerine bir bidon benzin dökerek yakmıştı. ‘‘Sevinçten okulu eken’’ bir çocuk, ‘‘Bu vatan-millet meselesi; Milli Takım için feda olsun!’’ diye bağırıyordu. Tarih sınavında Kurtuluş Savaşı'ndan soru gelmesi halinde, kendi İstiklál Harbi'ni anlatır diye hesaplıyordu herhalde: ‘‘Ergün muhteşem sol ayağıyla ortaladı; İlhan topu gole çevirdi... Bütün millet sokaklara dökülüp, taş ve sopalarla ankesörlü telefon kulübelerine giriştik ve 'Avrupa Avrupa, duy sesimizi!' diye bağırdık.’’

Düğünlerin yüzde 80'inde muhakkak yumruk yumruğa bir arbede çıkar. Gelinlerin kuaför elinden çıkan makyajları, gözyaşıyla sulanıp mundar olmazsa nikah düşmez. Köy düğünlerine katılan korucuların elbombalarını vestiyere bırakmayı unutması sonucu, halay ekibi havaya uçar, biz buna mukadderat deriz.

Zihnimize; ‘‘İnsan eğlenmekten ölür mü?’’şeklinde abesle iştigál bir soru düşüren ‘‘eller havaya kültürü’’ mensuplarına değinmiyorum bile. Allah aşkına, garson ceketi yakmak, nasıl bir eğlence anlayışıdır? Televole'lerden birinde hayata inat, ölümüne eğlenen bu tiplerin görüntüleri yayınlanırken bir dostumuz hezeyan halinde dile gelmişti: ‘‘Oha! Bunlar yakında eğlenmek için garson da yakar!’’ Olmaz olmaz demeyin, burası Türkiye, olmaz olmaz.

Bol sevinçli, neşeli, mutlu günler dileyerek bağlayalım. Ama o meş'um

Türk deyişine de kulaklarınızı

tıkamayın e mi: ‘‘Çok gülme,

sonra ağlarsın...’’


Düğün ne zaman?


Hemen her semtte bulunur hani: Mahallenin çöpçatan teyzesi... Bunlar ekseri şen dul olur ve kendilerince birbirlerine yakıştırıdıkları kızlarla oğlanları başgöz etmeye çalışır, onların muhtemel ‘‘mürüvvet’’lerinden kendilerine gurur payı çıkarırlar. Magazin basını da medyanın çöpçatan teyzesi gibi. ‘‘Biri erkek-biri dişi iki kişi’’ yanyana gelmeyegörsün, mevzu direkt; ‘‘Evlilik ne zaman?’’a bağlanıyor. Birlikte olmaya başladıkları günden beri Tuğçe Kazas ya da Kenan Doğulu ile yapılmış, içinde izdivaç, evlilik, dünyaevi, vb kelimelerinin geçmediği tek bir röportaj ya da haber okuyanınız var mı?

Üstelik, ikili sırf bu sorulara cevap yetiştirmekten yorulup, evlenmeye kalksalar, bu kez de harıl harıl; ‘‘Yoksa boşanıyorlar mı?’’ haberi döşenmeye başlayacaklar biliyorsunuz. Baksanıza, yıllardır bir yandan Kaya Çilingiroğlu, bir yandan basın uğraşıp duruyor, Hülya Avşar'a kocayı boşatamadık gitti...


Doktordan talk-show

Atatürk'ün; ‘‘Beni Türk doktorlarına emanet edin,’’ derken, bir bildiği varmış. Yalnız, herhalde o günlerde, kendimizi Türk doktorlarına emanet edebilmek için pasaport ve vize almamız gerekeceğini öngörememişti. Malum, memlekette en yoğun beyin göçü, tıp sektöründe yaşanıyor. Almanya'nın en iyi 10 doktorunun sıralandığı bir listede, beş Türk'ün bulunduğunu gördüğümüzde gözlerimiz, hem gurur hem de hicap duygularıyla yaşarmıştı. Nitekim, Amerika'nın en popüler kalp cerrahı Mehmet Öz de, People dergisi tarafından ‘‘ABD'nin en seksi doktoru’’ ilan edilmekle kalmadı, engin bilgi dağarcığından ve yakışıklı simasından herkes nasiplenebilsin diye bir TV programı yapması uygun görüldü. Öz, ya da orada çağrıldığı şekliyle Oz, bu aralar Discovery Channel'da yayınlanacak bir talk-show hazırlamakla meşgul; ilk konuğun Oprah Winfrey olacağı, şimdiden kesinlik kazanmış durumda. Kendilerinden yakın zamanda bir Türk'ü de konuk etmesini bekliyoruz; belki oturup bu topraklarda yeşermiş cevherlerin, neden bu topraklarda yetişemediğini tartışırlar.


Bir ben var magazinden içeri


Sık sık kulağımıza çalınan bir klişedir; en son Şenay Akay buyurmuş: ‘‘Bir Şenay var, bir de Şenay Akay...’’ Yok, öyle ‘‘Bir ben var, benden içeru,’’ tipi, felsefi bir söylem değildir bu, daha ziyade şöhretli şahsiyetlerin dilinden düşürmediği, özellikle de neden bir türlü kendilerine uygun bir kadın-adam bulamadıklarını izah ederken başvurdukları bir diskurdur... Beyaz mesela, sık sık kullanır: ‘‘Beyaz'a mı geliyorlar, Beyazıt'a mı bilemiyorum, dolayısıyla samimi bir ilişki kuramıyorum...’’ Birisi bir gün bana, bu kompleksi açıklayacak diye umuyorum. Benim bildiğim insan, sosyal bir hayvandır ve

mesleği, bir yetişkinin ‘‘kişiliğinin’’ uzantısıdır. Yani, biri beni sevecekse, gazeteciliğimi de sevsin isterim. Doktorlar doktor gibi, bankacılar bankacı gibi, kuaförler kuaför gibi yaşarlar. Biri de çıkıp, örneğin; ‘‘Bir ‘‘Murtaza var, bir de Murtaza Zırtapoz. Birlikte olduğum kadın, Murtaza'ya mı geliyor, yoksa Zırtapoz'a mı şüpheliyim,’’ falan demez. Nedir yani, kameralar üzerlerine yönelince, kişilikleri mitoz bölünmeye falan mı uğruyor? Kaldı ki, bize ne yani, onların sosyal kimliklerinden arınmış, saf ve billur hallerinden; bize bir Şenay Akay, yetiyor da artıyor bile...


Stiline kurban


Futbolcuların geçirdiği evrim hakikaten takdire şayan. Hatırlarsınız, yakın bir tarihe kadar, tipsiz, paçoz bir adamın tasvirinde genellikle; ‘‘Futbolcu kesimi saç modeli, şalvar kotun içine sokulmuş yavruağzı kazak, beyaz çorap,’’ şeklinde ilerleyen tarifler kullanılırdı. Şimdilerde öyle mi ya? David Beckham, yalnız İngiltere'nin değil, dünyanın en şık erkeği olarak tanınıyor, üzerine ne

giyse, saçını hangi model kestirse, dünya çapında moda yaratıyor. Keza, bizim ‘‘topçular’’ da evrime uydular: Emre ve Okan'ın ‘‘İtalyan şıklığı’’, İlhan Mansız'ın ekol yaratan tarzı, Ümit Davala'nın Hülya Avşar'dan bile sık değiştirdiği ve her biri moda olan saç modelleri... Yalnız maalesef moda dergilerindeki kıyafetleri birebir kopyalamakla stil sahibi olunamıyor. Yani bizimkiler şu tarz meselesini biraz abarttılar, nasıl desem kendilerini yılbaşı ağacı gibi süslüyorlar. Geçenlerde magazin programlarından birinde kıyafetine not verilen Emre Belözoğlu'na bakarken, resmen başımız döndü, dimağımız bulandı. Naçizane tavsiyemiz, isabetli bir deyiş olan; ‘‘Less is more / Az, aslında çoktur’’ mottosuna kulak vermeleri yönünde olacak. İlle ki örnek vermek gerekirse, Pascal Nouma'nın üzerine gül koklamayız.
Yazının Devamını Oku

Benden pes!

5 Nisan 2003
Her şeyden önce, şahane müziğinin ve ‘‘magazinel kakofoni’’ye tamah etmeyen haysiyetli tabiatının önünde, ceketimizin düğmelerini saygıyla iliklediğimizi belirtelim: Anadolu-rock kulvarının genç nesil temsilcisi ve Cem Karaca, Erkin Koray gibi yaşayan efsanelerin yegáne varisi olan Kıraç, müzik ve magazin dünyasının yılışık, sırıtkan kalabalığı içinde, insanın içini açan, ruhunu sağaltan bir isim. Müzik kisvesi altında kulaklarımızın ırzına geçen her türlü ‘‘gürültü’’nün üzerinde, bambaşka bir kanaldan gürül gürül akan, harikulade bir sesi var. Gelin görün ki, iş gardırop politikasına ve kliplerine gelince, maalesef lavabo tıkanıyor.

Tekrar etmekte beis yok, inanın ki Kıraç'ın imaj takıntılı, imitasyon görünümlü karbon kopyalardan biri olmayışını takdire şayan buluyorum. Fakat, bir dostumun tabiriyle; ‘‘şıklık anlayışı, temiz ve ütülü pantolon giymekten ibaret olan’’ ben bile, Kıraç'ın hayatımıza girdiği ilk günden beri -ne kadar oldu; beş yıl falan mı?- hep aynı siyah deri ceketi giymesini yadırgıyorum. O ceketin kendisine uğur getirdiğine dair çelik gibi bir iman geliştirmiş olmalı, böyle bir istikrar görülmemiştir. Pantolon, içindeki gömlek, süveter falan değişiyor ama mübarek ceket, sanki ikinci bir deri babında Kıraç'ın üzerine nakşedilmiş.

Ceketle bitse yine iyi... Ancak, dar omuzlarına rağmen ısrarla kolsuz atletleri tercih edişine ve o vahim saç modelinden bir türlü vazgeçmeyişine de akıl sır erdirmek pek mümkün değil. Kuaförün muhabbeti çok iyi olmalı... Aksi takdirde geriye bir tek açıklama kalıyor; kelleşme yolundaki genç erkeklerde görülen psikolojik deformasyon Kıraç'a da musallat olmuş: İnkár hali...

Şöyle kısa, temiz-pak bir kesimle gayet hoş bir görünüme kavuşabilecekken, heyhat; Kıraç, inatla Barış Manço kıvamında gür saçları varmış gibi davranıyor: O varla yok arası saçlar kabartılıyor, tiftiliyor, uzatılıyor, jöleleniyor; bir nevi görsel işkence...

Kliplerse ayrı hikáye... Bu piyasanın en kötü kliplerinden bazılarının ona çekildiği rahatlıkla iddia edilebilir. Nitekim son örnekte de belli ki epey özen gösterilmiş ama iyi niyet ve emek maalesef başarılı bir sonuç için yeterli olmayabiliyor. Kıraç'ın, uzun süredir listelerin üst sıralarında gezinen ‘‘Pes Etmek Olmaz’’ adlı parçasının klibi, öyle kasvetli bir ortam arz ediyor ki, insanın şarkının sözlerine kulaklarını tıkayıp, anında havlu atası, pes edesi, hatta ölmeye yatası geliyor.

Kimseyi bunalıma sokmak istemem ama tasvir etmeye çalışayım: Şehrin muhtelif köşelerinden depresif insan manzaraları... Gökyüzüne gözlerini dikip iç geçiren bütün acılı ruhların yanında birkaç televizyon monitörü... Carpenter'ın ‘‘They Live / Yaşıyorlar’’ adlı filmindeki gibi, şehrin kaldırımları üzerine karabiber misali serpiştirilmiş ekranlardan Kıraç; ‘‘Abilerim, ablalarım; bütün göçmüş şairlerin de bizlere bellettiği üzre, kışın sonu bahar, gecenin sonu sabahtır. Hükümet bunalımı da geçer, aşk acısı da... Ekonomik kriz de biter, savaş da... Dişinizi az biraz sıkarsanız, iki gözüm önüme aksın ki güzel günler göreceğiz’’ minvalinde sözlerle moral veriyor: ‘‘Pes etmek olmaz!’’

‘‘Ve fekat’’ klibin buhranlı ortamı, daha önce de belirttiğimiz üzre, umut yeşertmeye pek müsait değil. Hani abartmak gibi olmasın ama insanın canı neredeyse intihar etmeyi çekiyor. Ekranın altından, ‘‘Sınava hazırlanan çocukların ve hamile kadınların izlemesi, ruhsal sağlıkları açısından uygun olmayabilir,’’ şeklinde bir uyarı bantı geçse yeridir, o kadar yani...

Söylemedi demeyin: Kıraç'ın umut telkin eden şarkısının klibini izledikten sonra, moral takviyesine ihtiyaç duyabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Senin baban efsanevi bir matkaptı yavrum...

30 Mart 2003
Ha kırık bir diş, ha bir amalgam dolgu: İkisi de sağlıksız bir bünyeye işaret eder. Kaç tane tanıdınız bilemiyorum ama mimarlar, en az anneler kadar pimpirikli yaratıklardır. Geçtiğimiz hafta gündemde olan, geyiğe had safhada meyyal bir konunun, tanıdığım mimarlar üzerinde kalıcı hasar yaratmış olduğundan neredeyse eminim. Hazindir, Cosmopolitan'a, Elele'ye falan konu olması gereken bir mevzu, savaş gündeminin en harlı manşeti olabiliyor bu aralar: ‘‘Neydi abi önemli olan? Boyut mu, işlev mi? Yoksa bir de kalınlık vardı, o mu? Ve T cetveliyle ne çizerdik biz? Bina mı, bünye mi?’’ Şehir miydi inşa ettiğimiz, insan mı? Hikayeyi duymuşsunuzdur: Kartal Özel Tip Cezaevi'nde yatan Kadriye Kübra Sevgi'nin hamile olduğu anlaşılınca Adalet Bakanlığı'ndan yollanan müfettişler tarafından bir soruşturma başlatıldı. Sonuçta, bitişik hücrede ‘ikamet eden’ Balkan kardeşler cinayeti sanığı Seylan Çördük'ün hücresiyle aralarında uzanan duvarda, çapı 10, boyuysa 20 cm'yi bulan bir delik keşfedildi. Bevliye uzmanının muayenesi sonucunda, birbirine aşık olan ve nikah kıymaya hazırlanan çiftin, bu minyatür tünel üzerinden çiftleşmesinin mümkün olabileceği kesinlik kazandı.

Zira; yumurtaya can veren güzel Allah'ım; o canı Kadriye'den elbette ki esirgemeyecekti! Bitişik hücrede yatan, dağlar-duvarlar delmeye muktedir Çördük'ün cinsel organının ereksiyon halinde, 25'ik bir boyut kazandığı devlet eliyle belgelendi. Buraya kadarı neredeyse bir Temel fıkrası, iyi, hoş, güzel... De... Bırakın, beş santimlik, daracık bir mesafede -ya da mahal mi deseydik?- üremenin nasıl gerçekleştiğini, o çocuğun durumunun ileride ne mene bir manzara arzedeceği şimdiye dek hiç konuşulmadı? Ne hikmetse, bizim içimizden, daha şimdiden çocuğa fena halde acımak geliyor. Bilirsiniz: Türk mimarlarının durumunda genelde acıklı bir yan yoktur fakat, dış cephesini gayet beğendiğiniz bir binanın içine girdiğinizde, mideniz kolaylıkla dönebilir. ‘‘Saldım çayıra, mevlam kayıra’’ deyişi, bu topraklara mahsus bir mimari terim değil midir? Sevgi ve Çördük'ten nasıl bir 'bina' çıkacak, şimdilik meçhul. Çelik konstrüksiyon, post-modern, neo-klasik?.. Peki ergenliğinde ona nasıl bir hikaye anlatılacaktır acaba? ‘‘Senin annen bir melekti yavrum’’ların pek mümkünatı olmadığına göre, belki şöyle bir şey: ‘‘Senin baban efsanevi bir matkaptı yavrum...’’


Hani sevişecektik?


Bugün yerkürenin farklı köşelerinde açılan pankartlarda; ‘‘Savaşma seviş!’’ yazıyorsa, bunu John Lennon'a borçluyuz malum. Lennon ki, konu 'Savaş ve Barış' ise en az Tolstoy kadar yetkin bir isimdir; kültürel mirasının varisi Yoko Ono, geçtiğimiz günlerde şöyle buyurdu: ‘‘Eminim, John bu savaşı engellerdi. Eminim öfkesi dışa vurur, Blair'i ve Bush'u; 'Bunları yapmak aptallık!' diye azarlardı.’’ Ya, keşke Lennon hayatta olsaydı, keşke 70'lerin ruhu baki kalsaydı, keşke teyzemiz, dayımız olsaydı... Petrol savaşlarının hüküm sürdüğü, magazin starlarımızın ciplerinin yaktığı benzinin miktarının tartışıldığı şu günlerde insan hakikaten Lennon'un sözlerini hatırlamadan edemiyor: ‘‘Eğer insanlar Tanrı'dan bir şey isterken, yeni bir televizyon yerine barış diliyor olsaydı, çoktan dünya barışına kavuşmuş olurduk!’’


Cici program


‘‘Zamanın doldu! Utanmalısın Bay Bush!’’ sözleriyle noktaladığı teşekkür konuşmasıyla, 75. Akademi Ödülleri'nin en radikal çıkışını yapan Michael Moore'un sarkastik soluğu, Benim Cici Silahım'ı çekmeden çok önceden beridir Bush'un ensesinde... Moore, Babıali Kültür Yayıncılığı tarafından 2002 Eylül'ünde Türkçe'ye kazandırılan ‘‘Aptal Beyaz Adam’’da, ‘‘kurgusal bir seçimle başa gelmiş kurgu bir başkan’’ı ve ABD'nin vahim gidişatını sorguluyor, 88Bush ile acımasız bir üslupla dalga geçiyordu. Moore'un kurgusuna göre, Bush'un olağan bir gününde, sabah programına buyrun: ‘08.00 Kalkar, hálá Beyaz Saray'da olup olmadığını kontrol eder. 08.30 Yatakta kahvaltı eder. Rumsfeld ona gazeteden burçları ve karikatürleri okur. 09.00 Cheney giyinmesine yardım etmek için uğrar, Yemen için durum değerlendirmesi yapar, dişlerini fırçalamasını hatırlatır. 09.30 Oval Ofis'e gider, sekreteriyle buluşur. 09.35 Oval Ofis'ten çıkıp Beyaz Saray'ın jimnastik salonuna gider. 11.00 Masaj ve pedikür. 12.00 Beyzbol komiseri Bud Selig ile öğle yemeği. Selig ona yönetim kadrosunda hálá açık yer olmadığını söyler. 13.00 Öğle uykusu...'' Günün geri kalanını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim ki müteakip ayların nasıl geliştiği, cümlemizin malumu...


Neydi?!

Tamam, anladık; güzel, sürmeli, enteresan gözleri ve parapsikolojiye merakı var. Yine de İpek Tuzcuoğlu, şu enerji meselesinin cılkını mı çıkardı, yoksa bize mi öyle geliyor? Geçtiğimiz hafta 5. Ankara Moda Günleri'nde podyuma çıkan 'sürmeli Dicle'nin birebir beyanatıdır: ‘‘Çok heyecanlıyım. Gelinlik giymek evlenme enerjisi hissettirdi. O anda evlenmek istedim.’’ Tuzcuoğlu -ki zaten taze boşanmıştır- bundan birkaç ay önce de cesaret isteyen bir rol olarak değerlendirildiği için, bir lezbiyeni canlandırmak istediğini söylemişti. Enerji mi kovalıyor, poz mu, cinsel tercih mi, anlayamadık...


Kekeme geveze

Size de memleket sınırları dahilinde Hülya Avşar ile kavgaya tutuşmamış bir kendiniz kalmışsınız gibi geliyor mu? Yasemin Bozkurt'un telesekreterine bıraktığı külhanbeyi üsluplu mesajın yarattığı infial daha dinmeden, bu kez de Duygu Asena ile arasındaki pehlivan tefrikasına dönüşmüş kavgaya kulak kabartıyoruz. Avşar, muhtelif kavramların, tahinle pekmez misali, üstelik alákasız bir şekilde birbirine karıştığı belagatından, kendisi bir şey anlayabiliyor mu, ne mene kavramlarla göbek attığından haberi var mı; cidden merak ediyoruz: ‘‘Kendi başına gelen marjinal olayları kitap yapmak pek kültüre girmez ama bölücülüğe girer.’’ Bölücülük?!.


Kop gitsin

Mustafa Sandal'ı bir bireyden ziyade, belki de bir ruh háli olarak algılamak lázım. Sandal, pek sevdiği tabirle, YIKILIYO bu aralar; savaşmış, ekonomik krizmiş, küresel ısınmaymış, şuymuş, buymuş, vız gelip tırıs giderken, sıyırmıyor bile kendilerini... O hep bildiğiniz gibi... Allah nazarlardan saklasın, cıva gibi, zıpkın gibi, teşbihte hata olmaz, Sandoz baloncuğu gibi... 9. Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde, En İyi Erkek Pop Sanatçısı dalında ödül alan ve 19 Nisan'da, Paris'in ünlü Olympia'sında konser vermeye hazırlanan Musti bu kasvetli ‘‘savaş mavaş’’ döneminde moralleri dik tutabilmenin formülünü Zaga'da, programa telefonla katılan genç bir hayranının sorusunu yanıtlarken ifşa etti: ‘‘Ya, kanallarda falan seyrediyor musun; sirenler çalıyor, bir şeyler oluyor hani? Seyretme yani; çok fena!.. İnsanın moralini bozuyor.’’ Ne yapıyormuşuz? Öyle savaşa mavaşa, sirene mirene kafayı takmıyormuşuz. Koyuyormuşuz teybe ödüllü bir Sandal sefası, ya da açıyormuşuz Kral TV'yi, kop-kop-kopuyormuşuz!..
Yazının Devamını Oku