Ebru Çapa

Parça parça bir bütün: Candan Erçetin

24 Mayıs 2003
Halley adlı parçayla ilk ‘‘büyük’’ Eurovision başarımızı (9.'luk muydu neydi?) elde etmemizi sağlayan Klips ve Onlar'dan (Kolunu inciten Seden Gürel yerine gruba o katılmıştı) yüzünü mıh gibi hatırlıyordum ama yine de pek çokları gibi, gözümü üzerine dikip uzuun uzuun ilk bakışım ‘‘Umurumda Değil’’ şarkısının klibine rastlar. Hatırlarsınız, turuncu fon üzerindeki alev gibi saçlarının ahenkle dansını saymazsanız, asimetrik ve müdanasız yüz ifadesiyle de, sandalyeye konuşlandırdığı bedeniyle de her açıdan ‘‘ters’’ oturmuş, adamın birine dümdüz tehditler savuruyordu: ‘‘Kapıma dayanma sakın! / Yakarım inan yakarım! / Rezil olup ele güne, aldırmadan hiçkimseye; / Yaka paça seni atarım!’’

Allah için, müdanasız kadınlara bayılırım... Ne kadar militan, o kadar iyi... Gelin görün ki, fanatik GS taraftarı olmama rağmen, o ifade bana bile ters gelmişti. Neden bilmem; Fransızların duty-free'lerde bile İngilizce konuşmayı reddeden, burnu düşse yerden kaldırmaz, pek frankofon kibirlerine uyuz olduğumdan belki... Ya da belki Erçetin'in ‘‘fazla’’ pozcu tavırları boyumu aştığından...

Candan Erçetin'e de, frankofon tavırlarına da, bunu kendi dile getirsin getirmesin; ‘‘Ben GS'dan mezun olmakla kalmadım, oraya müzik öğretmeni bile yazıldım’’ iddiasına da uzaktan uzağa antipati besledim epey bir zaman... Bir tek, cennet bahçelerinde sek sek oynadığı Balkan havalı klip ve o meş'um diğeri haricinde (Evet, o: Peşine taktığı ‘‘hálk’’ ile Beyoğlu'nu arşınladığı vahamet...) her klibinde oturuyor, oturduğu yerden dans edip şarkı söylüyor oluşunu hoş buldum. Hálá da bulurum...

Antipatiyle sempatiyi aşan bir durum; empati diyelim... Bende de vardır aynı hastalık... Ne zaman bir yere gitsek ve arkadaşlar tepinmeye başlasalar, oturduğum yerden belimin üst kısmıyla onlara eşlik ederim. ‘‘Bizimki yine bacaklarını evde unutmuş,’’ diye dalgalarını geçerler hatta... Adını bile koydular: Oturan Boğa'nın Ateşe Mecalim Yok Dansı.

Korkarım, olay Galatasaray civarında geçtiği için, futbol terimi kullanmadan yapamayacağım... Maçın ikinci devresinde, Candan Erçetin kaleme, 90'dan, hem de rövaşatayla bir gol attı ki oooof offf! Aynı takımdan insan böylesini yer mi? ‘‘Elbette’’ yer... Kadın hálleri üzerine bu denli içeriden bir şarkı, kendi güfte yazarı tarafından, böyle şahane bir sesle yorumlanınca, yer misin, yemez misin?

Eh, málûm en büyük fanatikler marjinallerden çıkar. Sonrası ‘‘Kolumu kessen Candan Erçetin kızılı akar,’’ şeklinde özetlenebilir bir tarih...

Şimdilerde Erçetin'in Jacques Brel, Edith Piaf, Gilbert Becaud gibi efsaneler tarafından üne kavuşturulmuş Fransız chanson'larını yine Fransızca yorumladığı albümü ‘‘Hier pour aujourd'hui’’ ile müzik kritiklerini iki eşit parçaya bölmüş durumda ya málûm...

İşte tam da böyle bir dönemde, Erçetin'in ‘‘Neden’’ adlı bir önceki albümünden -şahsi favorimdir- Parçalandım isimli şarkıya -yine şahsi favorimdir- klip çekmesini pek mánidar buldum. Erçetin, ‘‘oturur durur ama oturur durmaz’’ hálini bu kez iyiden iyiye loş bir odaya taşımış, zoom out mı yapılıyor, koltuğu arkaya mı kayıyor, her cümlede biraz daha karanlığa çekilerek, terennüm ediyor: Parçalandım / Ve her parçamı ayrı yere bıraktım / Birini açık denizlerin en derin yerine attım / Kürek çektim, uzaklaştım, dönüp arkama bakmadım bile / Birini yüksek dağların zirvesine çıkardım / Hiçkimse kurtarmasın, kurda kuşa yem olsun diye / Birini hiç unutmadığım o küçük şehirde bıraktım / Dönemedim, kimbilir, belki dönsem de bulamazdım / Birini tanıdık bir vişne ağacının dibine ektim / Soramadım filizlendi mi, sürgün verdi mi? / Birini çok sevdiğim bir dostta unuttum / İstedim geri vermedi, meğer benden pek hazzetmezmiş / Birini büyük bir aşk uğruna ateşlere attım / Bilerek, isteyerek ama asla pişman olmadım...

Oturan Bülbül, yine kendi sözlerini şakıyor... Gol yani...
Yazının Devamını Oku

Hayırsız evladız vesselam...

18 Mayıs 2003
Sizden boncuk olmasın, gamze gamze gülen bir dostum vardır. Geçenlerde kaşları burnuna düşmüş; kederli ifadesini görünce endişelendim haliyle. ‘‘N'oldu?’’ dedim; ‘‘Cebinden tebessümünü mü düşürdün?’’ Sıkkınmış... ‘‘Ya, babam yine 'Torun istiyorum' diye tutturdu,’’ dedi regresyondan mırıltıya dönüşmüş sesiyle. ‘‘Yok benim öyle bir konum, ne yapayım? Gross marketlerde çocuk satsalar, vereceğim kucağına bir tane ama?..’’

‘‘Ebeveynlik ne acayip müessese di mi abi?’’ diye sordum karşılığında; ‘‘Sen ahir ömründe hiç, bir başkasının hayatına bu derece karışma cüretini bulabildin mi kendinde?’’

‘‘Onlar öyle ablacım,’’ diye ofur ofur hayıflandı; ‘‘Yatırım babında üremişler. Evlat değiliz biz; projeyiz...’’

‘‘Babalar gününde bir Tamagotchi al sen ona,’’ dedim; ampul kadar beğendi fikri... ‘‘Tabii canım,’’ diye Güzide Kasacı edasıyla güldü şükür; ‘‘Uzun uzun da anlatırım: Bak baba, bunu beslemezsen büyümüyor; sevmezsen ölüyor; bana benzemez yani!’’

Bizim ömrümüz, keçiboynuzu tadında bir şekerden imal edilmiş zevksiz ama süslü Matruşka bebeklerini andıran bir ‘‘güya evrim’’in durağanlığında geçti babalar... Aç Süleyman Demirel'i, Değiş Tonton bir Özal; aç onu da: Mesut ve Yılmaz, ya Çiller ya da Çiller bir Tansu Hanım... Aç Ecevit'i çay demi inadında bir Baykal... Aç Versace Erbakan'ı, Evropai şıklıkta bir Tayyip Erdoğan...

Berlusconi, Sayın Baş-tan-bakanımız Erdoğan'ın koluna girmiş, ne isabetli, ne ironik güldü; ‘‘Biz ikimiz de deliyiz,’’ diyerek... Bir süre önce, İtalyan buzdolaplarının Eminönü'nde nasıl yakıldığını hatırlamış olsa gerek... Sultanahmet'te artık turistler, içki yasağı hüküm sürdüğü için alkolü, koyu renkli bardaklarda şeftali suyuna katıp içiyor, biliyor muydunuz? Belediye Başkanı Lütfü Kibiroğlu (vallahi kinaye yok, kendisinin ismi bu...) gülüm gülüm gülücüklü bir ifadeyle; ‘‘Ben ne cennetim, ne cehennem,’’ buyurdu bu konuda...

Biz Tepegöz Kuşak, biraz yorgunuz, babalar... Önümüzde oturan kıymetli bir dostumuzun muhabbetine konsantre olmuşken, algının vanalarını açık unutmuş olduğumuzdan beş masa ötede fısıltıyla dönen kötücül dedikoduyu da duyabilip, üstelik tepeden bakan bir üçüncü gözle, her an kendi filmimizi kayda çektiğimiz, verdiğimiz her yanıtı sahtekár bulduğumuz, muttasıl kanayan gönlümüzle ‘‘Eyvah! Yoksa babama mı benziyorum?’’ dehşetlerine düştüğümüz için...

Bizim şarkımız ‘‘Kurtar Bizi Baba’’dır babalar... Ki, takdir edersiniz, bir tribün sloganı kadar yaratıcılık içermez. Bizi babalarımız hep reddi mirasla tehdit ve terbiye etmeye çalıştı. Bırakacak borçtan başka bir şey kalmamış olduğunu da hiiiç iplemeden üstelik... İlk ve son aşkı babası tarafından şükür ki çok sevilmiş, ama babasının az biraz hoyrat bir sevgi nosyonu olduğu için aşkı kavga bellemiş, bir türlü büyüyememiş küstümçiçeği pozlarında bir kız çocuğu olarak, olanca sevgim ve hıncımla söylüyorum: Biz biraz öfkeliyiz; hatta kor kıvamında kızgınız babalar...

Bizim bildiğimiz, gidenler veda eder, alından öperek... Muhteşem dönüşlerin semazeni Necmettin Erbakan, O-Kutan'ı nasıl busetti alnından, gördünüz mü? Erbakan, 28 Şubat'ta burnundan damlayan ter daha yere bile düşmeden, yine ‘‘fır’’döndü... Gözümüz aydın, artık neremizse oramız, Afganistan mı desek, Timbuktu mu; Erbakan'ın her fırsatta imajının bir uzantısı olarak adını tekbirle andığı Allah bilir. Varlığımız, varlığınıza armağan olsun, afiyet olsun, helal-i hoş olsun, babalar!..


Atıl Kurt!

Bu ülke, AB'ye girmeyi de, ABD'li olmayı da ve hatta Godot'yu da, Tarkan'ın İngilizce sözlü albümünü beklediği gibi ve kadar beklememiştir. Kurt'u en çevik deparlarla atılası, canımız ciğerimiz, Tevetoğlu Tarkan'ımız, yine mevzuata parantez açtı; duymayanlar, (Mustafa Sandaaaaaal, sana söylüyorum; Doğuş, sen anla!) buradan öğrenmiş olsun. İngilizce albüm (mükerrer:) ertelenmiş. Son ve ömrü sürdükçe, küf tadında Rokfor lezzetinde Kış Güneşi olası albümde stüdyoda okumuş ve fakat yapımcısı konsepte uygun bulmadığı için projeden çıkarmış olduğu ‘‘Dağlarda Kar Olsaydım’’ türküsü yerine bu kez, repertuvarın telif haklarına sahip olan Kalan müzik’ten ricacı olmuş, önümüzdeki yaz piyasaya sürülmesi planlanan maxi single'da (Hem maksi, hem single; Oxymoron'a gel!) Aşık Veysel'den bir türkü ün-lendirmeyi düşünüyormuş: Muhtemelen: ‘‘Uzun İnce Bir Yoldayım...’’ Memleketini, memleketinin kendisini özlediği kadar özlüyorsa, yakışır; hem de pek yakışır...


Ben, Ruhi Bey nasılım?

‘‘Uno, dos, tres!’’ sol koldan teker teker sayalım arkadaşlar! Bakınız meğersek Ricky Martin hayatını da şarkısınca terennüm edermiş. Ben bu konuda bir pes etmek isterim, hissiyatımın aritmetiği şaştı. Ricky Martin, geçtiğimiz günlerde, ruh halini anlamak için kullandığı formülü ifşa etmiş buluyor, haberi kaçırmış olanlar, naçizane buradan alsın. Ne yapılıyormuş? Her gün ayna karşısına konuşlanılıyor, uzun uzun, kendi gözbebeğine odaklı bir muhabbet koyuluyor, neticede oluşan 300 kelimelik ‘‘özetin’’ arasından halet-i ruhiye beğeniliyor, o günkü hissiyatın ne minvalde seyrettiği, ‘‘tespit’’ ediliyormuş... Muş mudur, yokuş mudur? Aman da kendi nazarı değmesin. Hissiyat ‘‘tespit’’ine buyrun... Büyüyünce kadın olacak inşallah?.. Memleketi Latin diyarlarında turist kalası artiz'imize, aynalı günler dileriz. Var ya, yakında kendisiyle karşılaştığında aynadan imzalı fotoğraf isterse, şaşırmayız...


Kuzuların sessizliği

Şarkıcıymış, kaçırmışım... Ben de kendimi büyüyünce Can Tanrıyar olacak sanırdım. Sahnesini masalar masalar koyunca uyandım. Ma-gaz-in diyarlarına belagat istifra edince uyandım. Depresyon uykularına yatsaymışım. Hazal isimli hanımefendi, ki bir soyismi de varsa, mümkünse tanışmayalım; Özcan Deniz'in ex'kisiymiş. Kendileri, özel hayatını George Michael kıvamında muhafaza etmeye çalışan Deniz'in ipliğini, Salı Pazarı’nda taze çıtır tezgaha koydular: Sevişirken kendilerini filmlere çekmeler, cep telefonu aracılığıyla nü polaroidler döşenmeler... Eh yani... Böyle de özel, böyle de tüzel... Hem afişe, hem belgeli... Tutti frutti lezzeti ki Hazal hanım’ın suskunluğu kadar geveze... Öyleymiş yani, bütün basın acıkmış köpekbalığı iştahında kapılarında, Hazal Hanım kusacağını kusmuş, evine kapanmış. Kapı duvar, cep telefonu iptal. Sim kartının kaybolmasını dileriz.
Yazının Devamını Oku

Ah o leb-i bülbül!

17 Mayıs 2003
Allah da beni davul etsin! Teşvikiye'den bir teşvik yola çıkmışım; elfrenim olsa asılacağım ama daha ziyade, freni patlamış yokuş aşağı ilerleyen Susurluk kamyonu gibi pek kinetik bir sürat tutturmuşum; ‘‘Hastalıkta ve Sağlıkta, Ömür Boyu Yanınızda’’ sloganlı, Hemşireler Derneği imzalı, üstelik Acı Badem adresli tabelaları geçerek ve arka tamponunda ‘‘Klibimde oynar mısın podyum güzeli?’’ çıkartması yapıştırılmış minibüsleri sollayarak, İkitelli'ye ulaşmışım; gazetenin maketi Aydın Boysan imzalı binasından içeri girmişim... " Kimliğim, cep telefonum ve turnike kartım yine kayıp; naçizane yine hükümsüzmüşüm...

Tavuklu sandviç kemiren mütecessis bir editör olarak, kafeteryada dönen muhabbete utanmadan kulak kabartmışım; ‘‘Bizim çekirge de sıçramaz türünden be; nerede bizim çekirge?’’ sorusuna verilmiş; ‘‘Çekirge hop dedi, biz sana kaplumbağa verelim, tosbağa adımı atsın,’’ yatınını duymuş, ağzımı buz gibi ice-tea ile çalkalayıp, hayat dilde varoluyorsa, Tibet bilgesi ömürlerine sahip olası güzel lisanımızın sağlığına bir kez daha şükretmişim...

Bu aralar kafamın içinde dön baba dönelim temposunda takılmış plakta habire Türk musikisi dönüyor: ‘‘Unutturamaz seni hiçbir şey / Unutulsam da ben / Her yerde sen / Her şeyde sen / Bilmem ki nasıl söylesem? / Bir sisli hazan kesilir ruhum eğer görmese / Neşemde sen / Hüznümde sen / Bilmem ki nasıl söylesem?’’

Memleketi güneş basmış şükür; ‘‘Benim gönlüm sarhoştur / Yıldızların altında...’’ Dallarda kiraz, dişimizde karpuz dilimi hasreti... Ummanlarda iyot olmak istiyoruz...

Sonra otomobil farına yakalanmış tavşan gibi, ekrana bakakaldık: Televizyonda Umut Akyürek; en opera tonundan yükseliyor: ‘‘A-ha-ha-haaaaaa!’’ Siyah-beyaz, sarı-sepya: ‘‘O Dudaklar Bülbülleşiyor.’’

TRT İstanbul Radyosu'ndan yetişmiş, Dede Efendi'den yola çıkmış, geçerken tasavvufa da uğramış, İstanbul türkülerine varmış, sesi de yüzü kadar güzel bir hanımefendi... Gelin görün ki, sahneye çıkarken, tabure niyetine Abacı'nın ismine, Bülent Hanım'ın soyismine binmiş Muazzez Ersoy nostaljisi tadında bir klip...

Umut Akyürek hanımefendi, klibinde, sekiz yıl görmediği kızkardeşine rol vermiş. Shirley Temple'ın kız çocukluğuna rahmet okutacak şirinlikteki kızımız, en bilmiş ve geleceği özleyen ihtiyar dinginliğindeki suratıyla sahnede perde perde uzayan ablasını izliyor.

Umut Akyürek hanımefendi, malumunuz, Japonca'da bile pek seviliyor. Böyle bir Barış Manço şıklığı yani...

Böyle söze, böyle film? Klibin senaristini yakalasam, kendisine Brezilya dizisi yazdırıp, üzerine Türkçe dublaj döşeteceğim; o lezzet...

‘‘Artık Bu Solan Bahçede’’, ‘‘Ben Küskünüm Feleğe’’, ‘‘Dilimi Bağlasalar’’, ‘‘Gül Olsam Ya Sümbül Olsam’’, ‘‘Artık Yeşerecek Bir Dalım’’ ve ‘‘Gülü Susuz Seni Aşksız Bırakmam’’

‘‘O Dudaklar Yine’’, ‘‘Salıncak.’’

Ve dahi; ‘‘Uzun Yıllar Ötesinden’’, ‘‘Sana Küstüm.’’

Dedik ya, fren patlak: ‘‘Yollar Ayrı’’ ve ben ‘‘Ada Sahillerinde Bekliyorum.’’

Öyle yani... Cem-i cümlemize ve her tür Cem-ve-cim-cimemize, musiki tadında, uzun ve anlamlı ömürler dilerim.
Yazının Devamını Oku

Çingen çalar, Kürt söyler, Türk oynar

11 Mayıs 2003
Geçen sabah Taksim'de bir kadın cep telefonunda kavga ettiği birine mendebur bir surat ve cırtlak bir tonla, aklısıra ‘‘küfrediyordu’’: ‘‘Çingeneee! Çingeneee!’’ Ben de ona şöyle seslendim içimden: ‘‘Gerzeeek! Densiiiz! Oduuun!’’ 5 Mayıs'ı 6'sına bağlayan akşam, o ablayı kulağından tuttuğum gibi, Ahırkapı'ya götürmek isterdim. Eteğinde ne kadar faşist, seçkinci, cahil taş varsa, Ahırkapı Roman Orkestrası'nın civelek melodileri eşliğinde, Arnavut kaldırımına dökebilsin diye...

Yumurtaya can veren, Hıdrellez'i icat eden güzel Allah'ım, sana şükürler olsun! Armada Otel'in önündeki Ahırkapı Sokak'ta, gayet ucuz, gayet iyi organize edilmiş şahane bir şenlik düzenlendi. (Bu arada, organizasyonun en elzem olmakla birlikte en beceriksiz standına sahip Kavaklıdere şaraplarının, daha akşamın başında kırmızı şarabın bitmesi üzerine; ‘‘İnsan böyle bir geceye tedarikli gelmez mi?’’ diye soran bir müşteriyi; ‘‘Biz tedariksiz değiliz, siz çok içiyorsunuz!’’ diye azarlayan, pek yuppie idarecisini hariç tutarım.)

Garajda düzenlenen konserde sahne alan ve Kürtçe, Türkçe, Rumca şarkılar söyleyen Rojin gülerek; ‘‘Çingen çalar Kürt söyler,’’ dedi sahneden... Kalabalığın karmasının bir mikro yansıması; ana tarafı silme Giritli, baba tarafı İstanbullu, kendisi Karşıyaka, İzmir doğumlu bir Türk olarak bendeniz de ‘‘oynayanlar’’ arasındaydım. Yanımda her biri mozaik taşı güzelliğinde çiçek gibi dostlar olduğu hálde...

Roman kardeşlerim; siz ki bu dünyanın göbek deliğisiniz, çalgılarınız hiç susmasın e mi?.. Bakınız, kırk yıllık ayıp, geçtiğimiz aylarda Türk dili literatüründen çıkarıldı. Artık güzel lisanımızda Çingene kelimesi, resmi bir küfür olarak yer almıyor. Bir tek, Çingeneler için ‘‘Garip giyinişli, kılıksız’’ benzeri tanımlamalar kullanılıyor. Ki dallı budaklı, çiçekli böcekli şıklığınızın ayırdına varılabilinsin diye, o kuruma bir moda gurusu atanması adına dilekçe yazma işini, şahsen hevesle üstlenirim. Siz yeter ki durmaksızın çalınız söyleyiniz; o gün de yaptığınız gibi habire barıştan dem vurunuz...

Festival koketi kesildi mi Goran Bregoviç'i ayakta alkışlayıp, adamın sesini kaç perdede kullanabildiğine bakmadan Ciguli'yi aşağılayan, Çingene kelimesini hakaretamiz kullanan ahmak zihniyete inat; ‘‘İlle de Roman olsun, ister çamurdan olsun,’’ sözlerini terennüm ediniz.

Çok şükür, çok şükür... Dökülmüş kurtlarımın verdiği hafiflikle; ‘‘Ne mozaiği ulan!’’ zihniyeti güden beton kafalı karşı takıma nispet, tüm milleti bir tribün şovuna davet etmek isterim. Gırtlağımızı paralarcasına bağıralım arkadaşlar: ‘‘Hepimiz Romanız! Hepimiz Romanız!’’

Kebaptan anlamayan aşkı bulamaz!

Kebap dediniz mi, mümkün olsa kelimenin bizatihi kendisini yemeye iştahlı; hamak keyfi sürmekten patlıcanlı kebap yemeye, kebabın her türünden had safhada hazzeden ekábir ruhlu bir etobur olarak, Seren Serengil'in, eski kocasına laf geçirme niyetli sarfettiği; ‘‘Gümüş tabakta kebap yemek gibi’’ benzetmesini, şahsi ‘‘S.S. Seçme Saçmaları’’ listemin baş sırasına oturtmuş bulunuyorum. Kebap'ın, saray sofralarından geçmiş, kendisinden haza kültürlü bir ‘‘mamul’’ olduğunu hiç hesaba katmadığı için... ‘‘Ben her zaman kendimden daha az kuvvetli erkekleri seçtim. Aslında bende tuhaf bir karşımdakini adam etme, ona sınıf atlatma, seviyesini yukarı çıkartma gibi zaaflar var,’’ diyor, zengin annesi sayesinde çocukken piyano ve bale dersi almış olduğunun altını, makyajının eleştirildiği her sefer çizmeyi adet edinmiş ‘‘sanatçımız.’’ Yakın bir tarihte, TV'deki eğitici, öğretici ve kadınları kendine benzetip ‘‘adam edici’’ programında da gözyaşlarıyla ifade etmişti benzer bir meramını: ‘‘Bir daha yanımda benim seviyemden düşük bir adam görürseniz bana sanatçı demeyin!’’ Düşünmüş bulunduk háliyle: ‘‘Sizin lügatınızda adam gibi adamın kıstası nedir? Bijan takım giyip Ferrari kullanması mı, yoksa öksürmene kalmadan mutfağa koşup bir bardak su getirmesi mi? Hani, biz size zırva şarkılar 'çığıran' detone bir ton tutturmuş olduğunuz için sanatçı demesek?..’’

Mehmet Gül hiç susacak mı?

Keşke insanların da üzerinde bir açma kapama düğmesi bulunsa. MHP'nin bir numaralı medya maydanozu Mehmet Gül, yine icraata kuş kondurmayı başardı. Eski milletvekili, yememiş içmemiş, bir kitap döşenmiş; misyonu en az ensesi kadar kalın: Názım'ın dünya şairi ve sıkı bir komünist olmadığını kanıtlayacak. ‘‘Feminizmle komünizmle bir yere varılmaz!’’ incisinin hatibi olarak, komünizme de ancak, feminizmden anladığını iddia eden bir maço kadar vakıf olduğu zaten cümlemizin málûmu ya, neyse... Gül'ün iki hafta içinde kitapçılarda raf ve taraf tutması beklenen eseri kaleme almasının nedeni, şimdiye dek Názım hakkında okuduğu şeylerin tekinin bile olumsuz olmamasıymış, iyi mi... ‘‘Has'etinden prangalar eskitmiş’’ yani. (Hazır yeri gelmişken bir başka ‘‘feminist’’ şair Ahmed Arif'i de burada saygıyla anmak isteriz!) ‘‘10 bin Rum, 30 bin Ermeni, 20 bin Yahudi var diye 70 milyonluk ülkede mozaikten söz edilir mi yahu?!’’ cümlesindeki hem kekeme hem geveze belágatını da göz önünde bulundurunca, kitabın neye benzediğini, Gül'ün neyi, hangi bilimsel, kronolojik, sosyolojik, filolojik; hepsini geçelim, elbette ki ideolojik kriterlerle, ne şekilde kanıtlayabildiğini aşağı yukarı tahmin edebiliyoruz şimdiden. Mehmet Gül'ü bu ‘‘zıp’’çıkışından dolayı, Názım'ın Dünyanın En Tuhaf Mahluku adlı şiiriyle tebrik etmek isteriz: ‘‘Akrep gibisin kardeşim, / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. / Serçe gibisin kardeşim, / serçenin telaşı içindesin. / Midye gibisin kardeşim, / midye gibi kapalı, rahat. / Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun kardeşim. (...)’’
Yazının Devamını Oku

Hangi klip yakışmaz ki len size?

10 Mayıs 2003
10 yıllık medya mensubu olarak, içeriden bir yerden rahatlıkla iddia edebilirim ki her gazetenin haberinin doğruluğu tartışılır, ‘‘Fısıltı Gazetesi’’ninki tartışılmaz! Keza, kaliteli işlerin promosyonu da en iyi fısıltı gazetesinde yer alan reklamlarla yapılır. Çizeri olduğu Leman'ın kulübünde, izleyicilerin arasında otururken sahnedeki stand-up performansını beğenmeyenler tarafından arkadan iteklenip sahneye çıkan ve serbest atışla anlatmaya başlayan Cem Yılmaz, bu sayede tek başına bir holdinge dönüşmüştür misal; anlatabiliyor muyum? Tavsiye, referans, vs... Kulüp kalabalığı kaldıramaz olunca, büyük salonlara taşınmış, Memleketin En Komik Adamı gibi yüzde yüz haklı bir payeyi, dudaktan kulağa dedikodu ağı sayesinde edinmiştir.

Nitekim, Mojo'da çaldıkları dönemde fanatik bir hayran kitlesi edinen Duman'ın artık barlara sığamaması; Kemancı'nın kapısında Sıraselviler'den Taksim'e ulaşan kalın bir kuyruk oluşması akabinde konserlerin Park Orman, Harbiye Açıkhava gibi mekánlara taşınması da tıpkı bu şekilde başlayan bir ‘‘yol hikáyesidir.’’

Hiç Duman konserine gitmişliğiniz var mıdır? Şöyle söyleyeyim: Adamlardan nefret ediyorsanız, seveceksiniz; yok, zaten seviyorsanız aşka düşeceksiniz; yok, zaten aşıksanız, konser çıkışı dağlar deleceksiniz!..

Zor bir hafta: Zaten Bingöl depremi; ‘‘Önceleri ölmüştün, hatırlıyor musun Türk kardeşim?’’ diye dürtmüş, ruhumuzu utanç ve kasvet basmış. Haftamı şenlendiren yegáne mevzuydu: Duman'ın Oje adlı parçasının -ki Belki Alışman Lazım'da kişisel favorimdir- klibi... İnsanın içini gıdıklayan, erotik göndermeleri olan şahane iş.

Bir haftadır, ne zaman iki nefes oksijene ihtiyaç duysam, zap canavarı kesilip kanallar arasında Duman'ın harikulade şarkısı Oje'nin gayet şık klibini yakalamaya çalışıyorum. İroniye buyrun: Oksijen, Duman, Şahsıma Ait Yenilmiş Tırnaklar, Oje... Hani, ‘‘Underground Rock Kültürü Ataşesi’’ yakinimiz (!) olsa, kendilerinden hamili kart ibareli bir kartvizit rica edip, iğneyle iliştirdiğimiz peçetenin üzerine istek parçası düşeceğiz; İroni üzerine bir şarkı yazmaları adına Duman'dan ricacı olacağız!

HELAL ASLAN PARÇALARI

Oje'nin klibinde, Duman'ın üç yetenekli olduğu kadar yakışıklı elemanı, Kaan, Batuhan ve Ari, yanyana dönenip duruyorlar. Şarkıdan bir alıntıyla şöyle ifade etmek isterim: ‘‘Doyamadım dönüp bakmaya / Ne de güzel duruyor yanyana...’’ Hangi klip yakışmaz ki len size!? Grubun dumanaltı ifadeli, solisti Kaan, ‘‘Seattle sound - Müslüm Gürses’’ kırması, burbon gargaralı sesiyle ve kaygısız olduğu kadar çapkın bakışlarıyla, tırnaklarına oje süren sarışın mankene doğru pike yapıyor: ‘‘Ver ayağı bana... / Giiiieeeellll yanıma, gir koynuma / Hangi oje yakışmaz ki kız sanaaaa?’’

Yakışmaz mı, yakışır...

Dimağınıza sağlık aslan parçaları... Diyeceğim o ki, daha sık klip yapın, kendinizi kitlelerden sakınmayın güzel kardeşlerim. Konserler monserler iyi hoş da, huzurunuza ulaşamayan gözler de sizin gibi güzelliklere aç.

Velhasılı kelám, böyleyken böyle yani... İkamet ettiğin binanın deprem raporu sağlamsa, rahat uyu canım milletim. Vallahi de billahi de Türkiye'de iyi şeyler de oluyor.
Yazının Devamını Oku

Sizin gezegende sağlam harç var mı harç?

4 Mayıs 2003
Bir dostumun, Türklerle ilgili çok sağlam bir teorisi vardır. Der ki, göçebe tarihimizden dolayı, öğrenmeyi asimilasyonla bir tutar, ürker, bilginin karşısında sağır kulaklar, kör gözler ve duvar gibi bir bilinçle dikiliriz. Aman abi, 30 yıldır Almanya'da yaşıyor olsak da, biz yine sadece lahmacunla beslenelim. 40 yıldır İstanbul'da ikamet ediyor olsak da; ‘‘Şebinkarahisarlılar Dayanışma Derneği’’ falan kurup, memleket mantığını yaşatalım, komşumuza eloğlu muamelesi çekelim...

Gelin görün ki, gökkubbedeki podestinde ikamet eden Yaratıcı merci de, maalesef dayakla eğitim taraftarı. ‘‘Madem öyle, gel böyle,’’ diyor: ‘‘6,4 verdim, yetmedi...

Duvarlarınızdaki çatlakların üzerine resimler halılar astınız. Kasaba kurnazı politikası güdüp, malzemesinden çaldığınız binanın harcına rüşvet kattınız. Titreşime hassas bombalarda yaşamaya kalktınız. Çocuklarınızı uyku niyetine ölüme yatırdınız. Utanmadan bir de bana emanet ettiniz. Cebinizden hayatınızı çekip aldım, kaybettiğinizin farkına bile varmadınız. Sizin ar damarlarınız da duvarlarınız kadar çatlaksa suç benim değildir. Madem öyle, gelin böyle: Alın size 7.8!..’’

Ben İzmir'deki çocukluk uykularımın büyük bir kısmını, Karşıyaka parkında, panikle geyik muhabbetini harmanlayan mahallelinin arasında uyudum. Annem beni kucağında sallamaktan yorulduğuna, görevi artçı şoklar devralırdı. Bir vakit sonra, Dr. Kimble'ın ‘‘kaçak’’ maceralarının başlayacağı saatte, Allah'a sığınıp, eve dönerdik.

17 Ağustos'ta, birlikte yaşadığım adamla paylaştığımız Yeşilköy'deki evden taşınmak üzereydim. O zaten gitmişti. Aşk bitmişti, yapı paydostu; koliler hazırdı, ertesi sabah gelecek nakliyat kamyonunu bekliyordum. Duvara yaslı kanapede uyuyakalmışken, salonun ortasına düşerek uyanmıştım. Duvarların dinmeler bilmeyen, korkunç uğultusu eşliğinde kafası kopmuş tavuk misali devinirken; ‘‘Demek insan yalnız ölürmüş,’’ diye düşünmüştüm. Ertesi hafta, bitişiğimdeki iki apartman tahliye edildi. Fakat, köşedeki bina idare eder gibiydi. Daha geçenlerde yolum yine Yeşilköy'e düştüğünde baktım, ayyaş bir kovboyun şakağındaki bıçkın faça gibi duruyordu hálá aynı çatlaklar. Kadının biri, birinin arasına sıkıştırdığı askımsı çubuğa, el havlusu asıyordu.

Biz hep acıyla mı terbiye edileceğiz? Benim bildiğim tevekkül; insanın eşeğini önce sağlam kazığa bağlayıp, sonra Allah'a emanet etmesine denir. Harcından çalınmış bir devlet binasında ölmek, mukadderat değildir. Çeltiksuyu yatakhanesinin enkazından çıkarılan Veysel Dağdelen'in babası ne diyordu: ‘‘Benim yaptırdığım ahır yıkılmadı, okul yıkıldı...’’

Dingonun ahırı bile, yuva bildiğimiz, huzura kaçtığımız meskenlerden sağlam ya; ağla gözlerim ağla... Yine başımız sağolsun; nasıl olacaksa...


Masum sevişgen

Geçtiğimiz hafta gündemde yer alan bir tartışma vardı ki, mantığı olsa olsa ‘‘Hizip a la Baykal’’ şeklinde nitelenebilir: CHP üyesi, Avusturya eğitimli, iyi aile kızı Şahnaz Çakıralp, Meltem Cumbul'un Abdülhamit Düşerken'deki Nimet rolünde sevişme sahnelerini çok abarttığını, rol icabı hayatında ilk kez sevişen birini canlandırırken ‘‘daha masum’’ halleşmesinin uygun olacağını, rol ona verilmiş olsaydı kendisinin daha masum sevişebileceğini beyan etti. Şaka gibi... Valla Çakıralp'in izanına sığmayabilir ama bizim bildiğimiz seks, ilk seferinde ‘‘doğal’’ bir güdüyle kafa göz dalınan, her seferinde de ilk kezmiş gibi yaşanan bir şeydir. Her sevişme, bir kar tanesi gibi üniktir, biriciktir. Yani kişiye özel olduğu gibi, duruma da özeldir. Öyle nicelik hesabıyla kaşarlanmaz; istatistiki averajı alınmaz. Hoş, Çakıralp metot oyunculuğu pratiğiyle yaşıyorsa kendi cinselliğini, onu da bilemeyiz, ayrı... Fakat, CHP usulü müzmin muhalefetin, halvet politikasına kadar uzanması da ziyadesiyle enteresan yani!


Ormanın kanununu yazsam yeniden

Rudyard Kipling'in, orijinalini 1894'te kaleme aldığı, 1907 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmasını sağlayan en önemli eseri sayılan, hayatın temel gerekleri ve mecburiyetleri üzerine harikulade metaforlarla döşeli şahane kitabı Jungle Book, ‘‘Amaaaan, yine avlanmak lazım,’’ diyerek mıymıntı bir tavırla gerinen arslanın tasviriyle başlar; hayatta kalma güdüsü ve becerisi üzerine, olağanüstü güzellikle hikáyelerle sürer. Koreograf ve yönetmen Beyhan Murphy'nin, Kipling'in eserini şehre uyarlayıp, genç bir izleyici profiline sunmayı hedeflediği son modern dans projesi ŞehirOrman'ın dünya prömiyeri, yarın, Ankara'da gerçekleşecek. Turne çerçevesinde İzmir, İstanbul, Bursa ve Samsun'a da ulaşacak olan projede, yetkin bir kadronun yanı sıra, ‘‘kadrolu DJ’’ Mercan Dede, Athena ve servi boyu ve yetkin mesleki becerisiyle kendini, yani çakı gibi bir haberciyi canlandıracak olan dostumuz Cüneyt Özdemir de görev alıyor. Şehrin uyuşturucu, satanizm, yozlaşmış Amerikan kültürü benzeri tuzaklarına işaret eden gösteri, teşbihte hata olmaz; ayaklı bir kılavuz eser. Kaçmaz!...


Babam beni nasıl sevdi...


Geçtiğimiz hafta Radikal'de Hızır Tüzel imzalı harika bir Gökhan Arsoy röportajı vardı. Tüzel'in neden bir türlü TeleVole starlığı mertebesine yükselemediğine dair soru yönelttiği, Altın Çocuk Göksel Arsoy'un, 38 yaşındaki BÜ Psikoloji mezunu ve İngiliz İşletme eğitimli oğlu Gökhan Arsoy şöyle diyordu: ‘‘Ben 18 yaşımda artist olmadım, 30 yaşımda artist oldum, anlatabiliyor muyum? Bu işler çok kolay aslında. Bilmem kimle evlenip boşanmış olmak, bilmem hangi mankenle birlikte olmak... Biz bunların hepsini yaptık ama kimse bilmiyor. Millet yaşamadığı şeyleri reklam ediyor. Ben tanımadığım adamın cenazesine gitmek, her kokteyle katılmak istemiyorum.’’ Arsoy, aynı röportajda, iyi bir aile terbiyesi görmüş olduğunun ve sevgiye tok bir çocuk olarak büyüdüğünün de altını çiziyordu. Aynı sıralarda Zaga'ya konuk olan Kerem Alışık, yeni başlayan dizisi A.G.A.'da başrolü paylaştığı Begüm Kütük ile ‘‘henüz’’ aşk yaşamadıklarını ama yarın öbür gün ne olacağının da belli olmadığını anlatıyordu. Sibel Turnagöl ile perdeyi açtıktan sonra Nazan Şoray, Ebru Gündeş, Aydan Şener, tüm gönüllerin kamberi Çağla Şikel gibi, magazin kataloğunu andıran bir yelpazede yer alan sayısız bayanla yaşadığı aşklar sayesinde kendine bir kariyer inşa eden, geçtiğimiz günlerde Magazinciler Derneği tarafından düzenlenen ödül töreninde, Yılın En İyi Tiyatro Aktörü unvanıyla taltif edilen Alışık, bilirsiniz, hep hüzünlü çocukluk günlerinden dem vurur. Yatılı okulların kasvetli koridorlarında büyüdüğünden, Sadri Alışık'ın onu nasıl, hep uyuduktan sonra öpüp okşadığından... Diyeceğim o ki, analar, babalar, çocuklarınızı bilinçleri ve gözleri açıkken, mıncıra mıncıra seviniz! Bakınız, artık eloğlu; ‘‘Ananı Türk televizyonunda görmüşler,’’ cümlesini sinkaf babında dile getiriyor. Sonra maazallah, sizin çocuğunuz da; ‘‘Herkes beni sevsin! Sevin beni, sevin beni!’’ nidalarıyla Pazar Keyfi'ne düşer; söylemedi demeyiniz...
Yazının Devamını Oku

Cafcaflı Kenan’a siyah beyaz yakışmış

3 Mayıs 2003
Dün gibi hatırımda... Sizden çapkın olmasın, çok yakın bir dostum, o sıralar (sene 1993) İtalya'da yaşamakta olan bir Türk'e vurulmuştu. Hasretlik aşkla bir araya gelip de hararet yaptığında -ki bu epey sık nükseden bir durumdu- karşısına çıkan ilk bara dalıp kafayı çeker; bir yandan; ‘‘Deliyim, gözü kara deliyim; yakarım Roma'yı da yakarım!’’ nakaratını terennüm ederek hüngürdemeye başlardı.

Diyeceğim şu ki: Kenan Doğulu ile müşerref olmam, böyle acılı bir tecrübeye denk düşer: Bir cankuşun karaciğeri üzerine geliştirilmiş evham, şarkının civelek melodisiyle tezat yaratan salya ve sümük bir hüzün ve kafa şişiren bir detonasyon!..

Yıllar yılları takip etti; ‘‘ailemizin sanatçısı’’ Kenan Doğulu'nun albümler ve mankenler boyu serpilmesini izledik. Allah biliyor ya, en azından saçlarını kestirdiği güne dek, ona bir an bile sempati duyduğumu hatırlamıyorum. ‘‘Eller havaya’’ tarzı eğlence anlayışına alerjim olduğundan, İstanbul'un ‘‘en çok masası ve en iyi sahnesi olan’’ sanatçısı olarak saldığı namla kurmuş olduğu ‘‘Şaziye holding’’in başarısı alakamın kapsama alanının olabildiğince dışında kalıyordu. Onu her gördüğümde, ‘‘Yurdaer Doğulu'nun, beş yaşında konservatuvara birincilikle giren evladından çıka çıka bu kakofoni mi çıkar?’’ diye düşündüm.

Yıllar sonra bir gün, fena utandım. Utanmak da ne, hayranlıkla karışık bir hayrete gark oldum; yerin dibine geçtim... Uğur Yücel'in sahibi olduğu Yeşil Kabare'de, sabahın erken saatleriydi. Sahnedeki ‘‘duyan gelmiş’’ kıvamındaki müzisyen kalabalığı, caz emprovizasyonlarının attırıldığı bir jam session yapıyordu. Kendi kulübünü kapatıp gelen Kenan Doğulu gitarı eline aldı, mikrofonun başına geçti; hiç duymadığım bir tondan tutturdu ve ben büyülendim... Böyle bir yeteneğe rastlamışlığım, böyle bir performans izlemişliğim, pek çok festival konseri de dahil, azdır... Bugün bile tadı kulağımda, yemin ederim...

O günden sonra başka bir şeyi merak etmeye koyuldum: Hayat gailesinin adamı ne şekillere soktuğunu gayet iyi bilen biri olarak popülist kaygılar gütmesine hak versem de, neden Kenan Doğulu'nun gerçek renklerini yansıtan bir albüm yapamadığını... Sonunda nihayet ortaya iyi bir haber düştü; Doğulu ‘‘5.5’’u piyasaya sürdü. Hálá edinmemiş biri varsa, gitsin alsın, dinlesin; ne kaçırdığını anlatmak benim belágatımı aşıyor.

Ürünün tadına bakmak isteyenlere, Tutamıyorum Zamanı parçasının, klibi de en az düzenlemesi kadar temiz işçiliği bir fikir verecektir. Siyah-beyaz klip, Ozan ve Kenan Doğulu kardeşleri, ait oldukları yerden, enstrümanlarının başından, orkestralarının yanından, sahneden yansıtıyor. Kendi zevki hatırına çalan her iyi müzisyen gibi, döktürüyorlar... Ayrıca aradaki, bedenini akrep ve yelkovan vazifesiyle, saatin kadranına katmış hanımefendinin görüntüleri de gayet şık... Zaman bu, muttasıl akıyor malum... Doğulu'nun yaş iyice kemale ermeden, şakaklara kır düşmeden, böyle esaslı bir iş çıkardığını ve meraklısı arşivine katabilsin diye kalıcı bir ürün olarak piyasaya sürdüğünü görmek, içime su serpti. Hayır, bu Petek Dinçöz'ler áleminde biz de haddinden evvel yaşlanacağız diye korkuyorum...
Yazının Devamını Oku

Otoban kenarında işeyenler ne olacak

27 Nisan 2003
Her an yeni bir gelişme olduğu için, ‘‘Pascal Nouma vakası’’ ile ilgili cüretkár bir yorum yapmaktan çekiniyoruz açıkçası... Olan biten málûm: Önce Pascal'ın yarattığı skandal geldi. Bunun üzerine başlatılan basın kampanyası neticesinde futbolcunun sözleşmesi tek taraflı feshedildi. Ardından, memlekette sık sık yaşanan türden bir linç ayini gereği Pascal'ın daha geçen ay pek şirin bulunan tavırları silbaştan ele alındı; tasvip etmez, küfürbaz belagatlar eşliğinde... Yetmedi, Nouma'nın üzerindeki son moda jean'in çarşaf çarşaf resimleri, bardağı taşıran son damla olarak basılıp, ‘‘porno film oyuncularına benzeyen zenci yıldızın’’ kıçı açıkta gezdiği bile yazıldı ki bu, zırvalığın şahikasıydı...

Son aldığımız haberler Nouma'nın Fransa biletini iptal ettirdiği ve BJK'ye dava açmaya hazırlandığı yönündeydi. Bir karşı atak olarak, bizimkiler de Nouma'yı sınırdışı edebilmenin yollarını arıyordu. Bu ekin piyasaya çıktığı güne dek neler olur, şu anda kestirmek pek mümkün değil.

Kabul edersiniz ki, Erman Toroğlu'nun, Ahmet Çakar'ın, her akşam, döner bıçağıyla ahkám kestiği, sokakta rastladığınız erkeklerin onda dokuzunun takım taklavatını avuçladığı bir ülkede, bu incelikli, hassas yaklaşım, komikten öte gülünç kaçıyor. Sizi bilmem ama ben her Allah'ın günü, Teşvikiye'den İkitelli'ye varana dek, otobanın kenarındaki tretuvarlara işeyen adamları sayıyorum da, neredeyse sokak lambalarının adedini buluyorlar! Hem elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin, Avanak Avni, en az Namık Kemal kadar ünlü bir halk kahramanı değil midir? (Hayır, orasını avuçlayan bir kadın olsa, estetik bir unsur olarak haftasonu dergilerinden birine kapak olacak ya da ne bileyim, arka sayfa güzeli olarak gazetelere basılacak ama burada bir erkeğin, başka erkeklere karşı tavrı söz konusu...)

Yine de Pascal Nouma'nın fırlama, kimi zamansa şirret tabiatı bir yana, bizim uyuzumuzu esas kaşındıran, mevzunun yine şu meşhuuur ‘‘Türk örf ve ádetleri’’ çerçevesinde ele alınması oldu. RTÜK bir kanal mı kapatacak; yayınlanan programın Türk örf ve ádetlerine uymadığını iddia eder... Mankenin biri, telekız olmadığını mı kanıtlayacak, Türk örf ve ádetlerine göre yetiştirilmiş olduğundan dem vurur... Yapımcının biri dizisinin promosyonunu mu yapacak, reklam hamuruna mutlaka Türk örf ve ádetlerine uygunluğunu katar... İyi de, bir Fransız'ı Türk örf ve ádetlerine uymuyor diye ipe götürmek ne oluyor?

Kaldı ki, hakikaten kimdir bu Türk örf ve ádetlerini belirleyen merci? Biz, bireysel düşünceye inanan Türkler, mümkünse kafa karışıklığımıza rehber olsun diye, TSE misali bir kurum oluşturulmasını talep ediyoruz. Şu Türk örf ve ádetlerinin kıstaslarını adam gibi bir ilan etsinler de, ne kadar gelenekçiyiz, ne kadar Türküz, buralara mı aidiz yoksa bizim de sınırdışı edilmemiz vacip midir, bilelim...

N'ayır, n'olamaz

Geçen hafta gazeteler, Türkan Şoray'ın estetik ameliyat olmaya karar verdiğini, önce gözaltı torbalarını aldıracağını, ardından da botox yaptıracağını yazıyordu. Yalvarıyoruz yapmasın... Ömrünü sinemaya aşık tüketmiş, konusunda son derece yetkin biri olarak Şoray'ın aklı, bunun ölümcül bir gaflet olduğuna, Hülya Avşar kadar bile ermiyorsa, oturur hakikaten ağlarız! Uğruna şarkılar yazılmış o gözlere, yılların hikáyesinin harita gibi nakşolduğu o çehreye, deep-freeze'de cansız yatan bir lüferin gözleri ve mimikrisi yakışır mı Allah aşkına? Şoray, Emel Sayın'ın suratına şöyle bir bakıp, ikinci kez, iyice düşünsün isteriz. Zihnimizde Adalet Cimcoz'un sesi yankılanıyor: N'ayır Sultanım, n'olamaz...

Genç, yetenekli ve zenci

Hiçkimse, siyahi eylemlerin marşı sayılan ‘‘Young, Gifted and Black’’i onun gibi söyleyemezdi. Billie Holliday ile kendisine dair her tür karşılaştırmayı, Holliday uyuşturucu bağımlısı olduğu için hakaretamiz sayan, tek kişiyle, diva Maria Callas ile mukayese edilmek isteyen, tarzını siyahi klasik müzik olarak tanımlayan, iki doktora sahibi sağlam abla Dr. Nina Simone'u da müzisyenler cennetine uğurladık... Malcolm X ve Martin Luther King gibi siyahi liderlerle yarenlik eden bir aktivist olmasına karşın, en çok bir kadın olarak tavizsiz tutumuna saygı duymuş, kendini taşıyışının şıklığı karşısında şapkamızı çıkarmıştık. BBC'de yayınlanan ünlü röportaj programı Hard Talk'da, Tim Sebastian'la konuşurken, mesajını sarih bir şekilde vermişti: ‘‘Eğer zenci bir kadınsanız ve her konuda hakkınızı arıyorsanız, hemen geçimsiz ve zor yaftasını yapıştırırlar. Ben yemek pişirmem ya da temizlik yapmam. Benle beraberliği göze alan erkeklerin, beni olduğum gibi kabul etmeleri gerek; yani hem bir yıldız, hem de bir kadın olarak. Ve her iki özelliğimle de başedebilmeleri...’’ Bu her dem genç, üstün derecede yetenekli ve hem teniyle hem ruhuyla kömür kadar zenci divaya ömrümüz boyu hayran kalacağız...


Magazin yorgunu


Geçen haftanın en komik haberlerinden biriydi. Eğer ki, asparagas harikası değilse, TeleVole güruhuyla ve zihniyetiyle uğraşan kişilerin akli dengesinin varacağı nokta konusunda şahane bir hikayeydi. Şöyle ki: Özellikle ‘‘sanat camiasının’’ doktoru olarak nam salmış estetik cerrah Onur Erol'un, durmadan burnunu kaldırmaya -pardon deviasyon operasyonu geçirmeye!- göğsünü toplatmaya ya da liposuction yaptırmaya -pardon, kist aldırmaya!- gelen ‘‘artizlerden’’ had safhada sıkılmış, bu sebepten kafayı sıyırma raddesine varmış olduğunu tahmin ettiğimiz asistanı, geçtiğimiz hafta, Erol'un muayenesini ziyaret eden Zeynep Mansur ile büyük bir kavga yaşamış. Bir ay önceden randevu almış olduğu hálde Mansur'u ‘‘Dr. Erol Bey!’’ ile bir türlü görüştürmeyen asistan, aralarındaki tartışma ilerledikçe, sanatçılar, daha doğrusu magazin figürleri ile ilgili küfürbaz bir tonda atıp tutmaya başlamış. Sonunda mevzu, Zeynep Mansur'un, masanın üzerindeki vazoyu, asistanın kafasına fırlatmasına kadar uzamış! Yarınlarda, tıp literatürlerine, Türkler'e has bir sendrom olarak, ‘‘TeleVole ve magazin yorgunluğu’’ şeklinde, metal yorgunluğu misali yeni bir madde eklendiğini görürseniz, şaşırmayın.


Attik, tutamadik!

Çarkıfelek malumunuz, eğlencenin amele muhabbetiyle başabaş gittiği, ultra eğlenceli bir mecra... Bu geyiğe mükemmel ayak uydurduğu için Fatih Ürek ile birlikte Mehmet Ali Erbil'in favori konukları arasında yer alan İsmail Türüt, nihayet geçen hafta, ‘‘Mali usulü geyiği’’ Dingo'nun ahırına yakışır bir kıvama taşıdı ve üzerine atladığı Aysel Gürel'in tam beş kaburgasının ezilmesine yol açtı! Haberi kaçırmış olanlar için olayı, İsmail Türüt'ün üslubuyla, birebir aktaralım: ‘‘Çarkıfelek programında yarışıyorduk. Aysel Hanım soruyu bildi, Mehmet Ali tuttu kolundan; yan yana dükkana gidiyorlardı. Ben arkadan M.Ali Erbil'e şaka yaptım, bacaklarına dokundum. Dengesini kaybetti, yere yuvarlandı. Düşerken Mehmet Ali'nin kolu Aysel Gürel'in karnına çarptı. Hızlı çarptı ki, o da yere yuvarlandı. Mehmet Ali de yerde ya, döndü onun üzerine yattı. Baktım herkes yerde; 'Haydi ben de yatayım,' dedim, üzerlerine atlayıverdim. Aysel Hanım'ın üzerine düşmüşüm, farkında değilim. Arada kalmış, bağırmaya başladı. Şakadan bağırıyor sandım, meğer kaburgaları ezilmiş. Ne bileyim... Kısacası şu: Attik oni, tutamadik; duşti kırıldi.’’
Yazının Devamını Oku