Ebru Çapa

Bir kedidir ki sefahat yollarında can vermiştir

24 Ağustos 2003
Pazar pazar keyfinizi kaçırmak istemem... Ancak aylardır bu sayfa, vefat ilan panosu şeklinde hizmet veriyorsa, kusura bakmayın ama bunun sorumlusu ben değilim. ‘‘Kader,’’ diyeceğim ama yok, kabahat o dangalakta da değil... Ne yalan söyleyeyim? Ne denir? Hak mıdır, adalet midir, müstahak mıdır, ceza mıdır, bilemiyorum?.. Benim belágátımı aşıyor. Elimden sadece kahrolmak geliyor.

Geçtiğimiz Çarşamba'yı Perşembe'ye bağlayan sabah, Çeşme'de bir trafik kazası meydana geldi. Tez vakitte iyileşeceğini umduğumuz televizyon muhabiri ve editörü Aslıhan Uğurlu, bu satırların kaleme alındığı saatlerde 9 Eylül Hastanesi'nde hayata döndürülmeye çalışılıyordu.

Ve fakat...

Otomobilde Aslı'nın yanında bulunan Necmi Mısırlıoğlu, maalesef ki hayatını kaybetti. İçimizi acıttı, canımızı yaktı...

Necmi'yi çocukluğumdan tanırım. İzmir'in ‘‘hızlı’’ gençlerindendi. KSK'de basketbol oynardı, ‘‘playmaker’’ idi; iyi oyun kurardı, sıkı içerdi, çok flört ederdi ve ağız dolusu gülerdi. Yıllar içinde kan bağıyla olmasa da akrabalığımız da oluştu. Ablamın eşinin, Volkan'ın kuzeniydi Necmi; anlayacağınız, uzaktan dayıoğluydu...

Necmi'nin kardeşi Mert ile ne zaman karşılaşsak aynı şekilde, dalgacı bir tonda selámlaşmayı adet edinmiştik: ‘‘N'aber en uzaktan ve en sevdiğim akrabam?’’ Kusura kalmayın, bugün ‘‘İyidir; senden?’’ diyemeyeceğim... Sanırım Mert'te de pek diyecek hál yoktur.

İçim acıyor ve canım yanıyor... Zira Çeşme'ye tatile gitmeye hazırlanırken insan, esasta taziye ziyaretine gitmekte olduğunu tahmini batsın, tahayyül bile edemiyor...

Çeşme'de neredeyse 50 metrede bir radar aracı bulunuyor biliyor musunuz? Öyle icap ediyor zira... Canımıza mı susamıştık, çok mu sersemdik bilemem ama bizim deli gençlik yıllarımız fazlasıyla süratli geçti. Arkadaşlarımızın pek çoğunun canı göçmüş bedenini, Altınyol'dan, Çeşme'den, Bilkent yollarından, İstanbul asfaltlarından, Arnavut kaldırımlarından toplaya toplaya, eksile eksile, azala azala büyüdük biz...

Çok lázımmış gibi... Kulüplerin çıkışında dizi dizi taksiler beklemiyormuş gibi... Alkollü ve süratli otomobil kullanmak marifetmiş gibi... Kendimize rağmen hayatta kalmak iddiasında kumarbazlarmışız gibi... Zar tutmayı bilmediğimiz hálde, canlarımızı barbut masasına yatırmış da el artırır gibi...

Ahkám kesmek adına değil, yalvarırcasına söylüyorum: Benim hayatım, hasbelkader şuura erdiğimden beri taksilerde geçiyor. Ehliyetim yok, almayı da düşünmüyorum. Bir ara teşebbüs eder gibi oldum ama sonradan vazgeçtim. Zira benim gibi yaşayan insanların trafikten men edilmesi taraftarıyım. Nedir ‘‘benim gibi’’ addettiğim insan türü? Dağınık, hatta darmaduman beyinli, alkol kullanan, kimi dönemler ‘‘nerde akşam orda sabah’’ yaşayan, çoğu zaman had safhada asabi, dilinin kemiği olmayan, tepesi attığında kim olursa olsun karşısındakini tanımayan, kavgaya ve kurşun yemeye meyyal ve saire ve saire... (Málûmunuz, trafik kazaları öyle bir boyut da kazandı günümüzde. Tamponuna dokundurduğunuz, boyasını çizdiğiniz bir arabanın sahibi silahını çıkarıp takır takır kurşun saçabiliyor. Şimdilerde trafik kazasında ölmek için arabanın içinde sıkışıp kalmanız gerekmiyor.)

Ben, naçizane korkaklar takımına yazılmaya gönüllüyüm. Ödlek deyin, tırsak deyin, tavuk deyin; yine de benim oyum taksilerden ve toplu taşıma araçlarından yana... Bir de direksiyonuna güvendiğim, kafasının temiz olduğunu bildiğim arkadaşların arabalarından....

Bitap düştük zira, dostlarla cenazelerde sarılışmaktan, ağlaşmaktan, vedalaşmaktan...

Aaah Necmi, aaah!.. Var mı oralarda bari kafana göre, espriden anlayan birkaç adam? Rastladığın arkadaşlara selám söylemeyi unutma sakın. İyi misin, afiyette misin çok uzaktan ve pek sevdiğim akrabam?

Cadılar da korkar

Buffy the Vampire Slayer / Vampir Avcısı Buffy dizisinin ve American Pie film serisinin yıldızlarından Alyson Hannigan, bu aralar hayatının baharını yaşıyor. Buffy'deki kitap kurdu, lezbiyen, iyi ve arslan yürekli cadı Willow tiplemesiyle ABD başta olmak üzere, tüm dünyadaki lezbiyenler için bir ikona dönüşen Hannison, yakında fanatiklerini hayalkırıklığına uğratmak pahasına, Buffy ile paslaşarak ilerleyen ‘‘kardeş dizi’’ Angel'daki Alexis Denisof (Angel'ın ‘‘rehberi’’ ve şimdiki patronu olan Wesley karakteri) ile evlenecek. Hannison anladığımız kadarıyla gerçek hayatında da canlandırdığı karakterler kadar matrak bir tip. Hollywood ve şöhret klişelerinden, hatta yıldızların çoğunun gözünü alamadığı aynalardan pek hazzetmiyor. Prömiyerlerde, galalarda, kokteyllerde, partilerde boy göstermekten de... Tarihleri ve ayrıntıları sır gibi saklanan, sadece ‘‘çok doğal bir ortamda’’ gerçekleşeceğine ve damat adayı Denisof Rus asıllı olduğu için bol bol votka tüketileceğine dair tüyo verilen düğünle ilgili, kinayeyle karışık pek isabetli ‘‘korku’’larını şu şekilde ifade ediyor: ‘‘İki gece üst üste kábus gördüm ve panik içinde uyandım. Bizim düğün J. Lo (Jennifer Lopez) ile Ben'in (Ben Affleck) evlendiği haftasonuna denk geliyormuş; dolayısıyla bizimkini kimse iplemiyormuş!’’

Absürd fantezidir ama gerçeği yansıtır

Kendi adımı unuturum da Aah Belinda'daki performansını unutamam. Birçok filmin ve dizinin yanı sıra, özellikle Şaşıfelek Çıkmazı'nda sanatını konuşturmuş, harikulade bir tipleme çizmiş, izleyiciyi mest etmiştir. Yeni bölümleri yayınlanmaya başlar başlamaz rating sıralamalarında zirveye yerleşen Sıdıka'nın -tamamen sübjektif bir kanaatle- tekrar çekilmesinin en iyi tarafı Füsun Demirel'i yeniden huzura getirmesi oldu. Zannımızca Türkiye'nin en iyi oyuncularından ve gerçek bir entelektüel olan Füsun Demirel, Akşam'a verdiği röportajda, Atilla Atalay'ın efsanevi karakteri Sıdıka'nın dizisinin niçin bu denli tutulduğunu son kertede isabetli tespitlerle izah ediyor: ‘‘Orta gelir düzeyinde bir aile. Anne-baba tahsilli değil. Anne, kızına baskı yapar, sokağa çıkarmaz, yan baksa döver. Ailede gençler isyanda çünkü düş gücü ve zekaları çok üst düzeyde. Okuyamamanın eksikliğini yaşıyorlar. Sıdıka, 40 metrelik bir evde kendini geliştirmeye çalışıyor. Kolları sıvayıp aileyi sıra dayağına çeken bir baba var. Karate hocasına tam bir çekirge gibi saygı duyan, kızlarla ilişkileri arızalı bir delikanlı. Sizce Türkiye'ye benziyor mu? Bu dizi absürd bir fantezidir ama gerçekleri yansıtır.’’

Kolaysa yakala bu zekayı

Başta ‘‘şey’’ diye anılan, ardından Ginger (Zencefil) ismi takılan, şimdilerde Segway adını taşıyan ‘‘telepatik transportasyon’’ aracı, New York sokaklarını istilá etmiş durumda. Polis, 5 bin dolara satılan aracın New York sokaklarında kullanılmasına resmi olarak izin vermiyor. Buna karşın yine aynı polis teşkilatı, aracı denemek için 10 adet Segway satın almış bulunuyor. Segway'in mucidi Dean Kamen'ın ağır bir misyonu var: Derdi gücü DEKA isimli bilim dergáhında kendisiyle birlikte çalışan bilim adam ve kadınlarının da pop yıldızı muamelesi görmesini sağlamak. Kişisel otoparkında iki adet helikopter bulunan, bunun yanında kot pantolon ve pamuklu gömlekten başka şey giymeyen, uyumadığı her an çalışan, sayısız patent hakkı bulunan (Bizim markalar gibi değil yani...), hoş bir adam. Kamen, tekerleğin ikinci icadı sayılan, daha doğrusu insana tekerlek takan Segway'i dünyaya tanıtırken, ‘‘Şehirlerin otomobillere, balıkların bisiklete duyduğu kadar ihtiyacı var,’’ demişti: ‘‘ABD'den Avrupa'ya gideceksiniz, uçağa atlayın, New York'tan başka bir şehre gidecekseniz, otomobile binin. Yok, şehir içinde bloklar arasında dolaşacaksanız, kendinize bundan edinin.’’ Ben İstanbul'da bir adet Segway görebilmiştim. Bir TV kamerası, otomobille, aracın üzerindeki adamı takip etmeye çalışıyordu. Televizyoncular, trafiğe takıldıkları için adamı kaçırdılar fakat... Matbaayı ülkeye 100 yıl rötarlı getiren ‘‘o kafa’’ya hatırlatmak isteriz: Bilim ve zeka dediğiniz, öyle kolay kolay yasaklanamıyor ve yakalanamıyor...

Hayali Küçük Lara Croft

Bundan yıllar önce, Esquire dergisinde çalışırken, aynı bünyede çıkan Penthouse dergisine de zaman zaman hizmet veriyorduk. Zira her iki derginin genel yayın yönetmenliğini de Emre Aköz yürütüyordu ve iş biriktiği zaman, takım oyununa girmek, paslaşmak gerekiyordu. Misál, dergiye gelen okur mektuplarından derlenen Forum ekleri hazırlanırken, mektupları el birliğiyle dizmek icap edebiliyordu. Enteresan bir tecrübeydi. Hayat, cinsellik ve hayalgücü üzerine yüksek lisans eğitimi alır gibi ve ne yalan söyleyeyim, hafif de travmatik bir deneyimdi. Bir mektup vardı ki, bugün bile hatırımdadır: Fanteziname, Bilmem Kim Abla tarafından kaleme alınmıştı. Birinci tekil şahısla yazılmıştı. PKK'lıların bastığı bir otobüs yolculuğunda gerçekleşen tecavüzleri ve tecavüzden alınan hazları anlatıyordu. Peki mektubun altındaki imzaya baktığınızda ne görünüyordu? Konya'dan Haydar... İyi mi! Nereden nereye... ‘‘Türkiye Lara Croft'unu Arıyor’’ yarışmasına başvuran 15 erkek adaya ne demeli? Sinemaya uyarlandığında Angelina Jolie tarafından canlandırılan Lara Croft'un ‘‘Türkiye şubesi’’ olmak için yarışmaya katılan 15 erkek aday... Angelina Jolie kadar güzel ve fiziksel açıdan o kadar yetkin olacak. Merakımıza mucip oldu háliyle; ‘‘Adaylar arasında Hayali Küçük Haydar da var mıydı?’’ diye...
Yazının Devamını Oku

Mustafa Sandal Olayı'nın olaylı klibi

23 Ağustos 2003
Ne yalan söyleyeyim, elimde değil; uzun zamandır Mustafa Sandal'a gülmeden bakmayı beceremiyorum. Vardır ya hani, deli deli kendi kendine gülen insanlar... ‘‘Ne gülüyorsun kardeşim? Hasta mısın nesin?’’ diye sorarsınız, size akıllarına bir fıkra geldiğini söylerler. Evet efendim, itiraf ediyorum, ben az biraz deliyim. Aynen öyle... Epeydir, Mustafa Sandal'ın ismi ve cismi, komik mi komik, son kertede kalifiye bir fıkra gibi geliyor bana. Zihnime düştü mü, kendimi kıkırdamaktan alamıyorum.

Durum komiği gibi bir şey. Ancak burada karşı karşıya olduğumuz vaka, daha ziyade ‘‘Olay komiği...’’

Dikkatli nazarlarınızdan kaçmamış olsa gerek: Bir olaydır Mustafa Sandal. ‘‘Mustafa Sandal Olayı’’dır... Biz söylemiyoruz, kendisi söylüyor. O şekilde tanımlıyor, addediyor kendisini zira: Mustafa Sandal Olayı...

CASUSÇULUK OYNARKEN

Öyle ki, jet-ski ile acar casusçuluk oynadığı, kafasında jet pilot kaskıyla dans figürleri attırdığı eski bir klibinde, James Bond ‘‘karizması’’ sergilerken epey beklemiştim, sonunda belki; ‘‘Ben Olay... Sandal Olayı... Mustafa Sandal Olayı’’ şeklinde kendini tanıtır diye. Nafile beklemişiz, yapmadı...

Olsun varsın... Olay'ın bu kadarı zaten bizi aşıyor. Naçizane, kendileriyle farklı aralıklarla yapmış olduğum iki röportajdan, beyin humması kıvamında baş ağrılarıyla ayrılmam da yine bu sebeptendir. Mustafa Sandal'ın had safhada yabancılaştığı şahsından, bir üçüncü kişiyi methedercesine ha bire ‘‘Mustafa Sandal Olayı’’ diye bahsetmesinden yani... Örnek vermek gerekirse: ‘‘Mustafa Sandal Olayı da işte böyle bir şeydir. Mustafa Sandal Olayı, yürekten hisseder. Mustafa Sandal Olayı beynini melodilere akıtır...’’ Ve saire... Geçmiş zaman, yalan olmasın ama bu minvalde bir şeyler... Gömmüşüm bilincin tavan arasına, tam olarak hatırlamıyor olabilirim.

Şimdi, Sezar'ın hakkı Sezar'a, Mustafa Sandal Olayı'nın hakkı Mustafa Sandal Olayı'na... Allah biliyor ya, Sandal'ın yapmış olduğu gayet güzel şarkılar da vardır. Şimdi hepsini sayıp dökmeyelim ama ilk albümlerini ve başka şarkıcılara verdiği şarkılarının kimilerini eni konu beğenirim.

Gerçi Emre Altuğ'ya da hak vermiyor değilim. (Bu da bir nevi Nasreddin Hoca fıkrasına döndü, iyi mi: ‘‘Sen de haklısın, sen de haklısın, e, peki sen de haklısın’’ hesabı!) Biliyorsunuz, yakın geçmişte Mustafa Sandal Olayı, ‘‘AKUT için’’ soyunan Altuğ'ya laf attı: ‘‘Öyle bir vücudum olsaydı soyunmazdım.’’ Peki Emre Altuğ ne yanıt verdi karşılığında? ‘‘Öyle sesim olsaydı şarkı söylemezdim.’’ Doğru söze ne denir? Haklı mı haklı valla...

Ben de Mustafa Sandal Olayı olsam, şarkılarımı yapar, seslendirmesi için de nota, solfej filan bilen, şandan anlayan, sesi olan ve kullanmayı beceren birilerine verirdim. Bakın, biz söylüyor muyuz? Oysa, biz de çocukken ayna karşısında pop yıldızı taklidi yapmışızdır.

Sizin de yapmışlığınız vardır herhálde küçükken?.. Ayna karşısında pop yıldızı pozları yani, kesmişsinizdir? O mimikler, o jestler, o figürler... ‘‘Büyüyünce olacam, kimse beni tutamaz’’ hálleri... İşte Mustafa Sandal Olayı'nın hangi klibini, sahne performansını izlesem, aklıma çocukluğum geliyor. Bir nebze de kendime gülüyorum. Aklıma takılmış, kazınmış eski bir fıkra gibi...

‘‘Gerçekten buluşmak için önce kopmak lazım. Yani önce kopman lazım.’’ Böyle buyurmuşluğu bulunuyor Mustafa Sandal Olayı'nın. Derin düşünür kendileri biliyorsunuz. Bütün o karın kasları, o bisepsler, trisepsler, derin tefekkürler, fikir teatileri, beyin fırtınaları sonucunda oluşmuştur.

Her şarkının bir hikáyesi vardır. Öyle aşki meşki hikáyeler olmayabilir, hatta kimileri amiyane tabirle epey bir geyiktir ama neylersiniz ki bu da ilhamdır yani... Eşref saati gibi; ne zaman geleceği belli olmaz. Mustafa Sandal Olayı, eksik olmasın, hiç sakınmaz, bütün şarkıların nasıl çıkmış olduğunu mutlaka ‘‘hayranlarıyla paylaşır...’’

Allah da onu güldürsün, Mustafa Sandal Olayı, en son Kop'un klibinde karnımızı tuta tuta gülmemize vesile olmuştu. Şimdilerde piyasaya daha da iyisi sürüldü. İlk olarak Dilek Budak'ın gürül gürül bir sesle, şahane bir şekilde söylediği, şimdilerde Mustafa Sandal Olayı ile sevgilisi olduğu iddia edilen, Yunanlı Natalie'nin düet hálinde, iki ayrı lisanda ‘‘mırıldandığı’’ Aşka Yürek Gerek...

REKLAM İYİDİR

Klipte Mustafa Sandal Olayı ile Natalie, ayaküstü sevişir gibi yapıyorlar. Arada Natalie, yatakta nargile çekiyor, Mustafa Sandal Olayı da üzerine çıkıp onun üflediği dumanları kameraya kaydediyor. Klip çekilirken, magazin basınında, ikilinin sevgili olduğuna dair haberler çıkmış, Mustafa Sandal Olayı bu haberleri yalanlamıştı. Ve fakat bu dedikodunun yürüyen şanından nemalanmayı elbette ki ihmál etmemişti. ‘‘Ah, şimdi bu klibi izleyenler dedikodulara da inanacak’’ diye... Reklamın, málûm, iyisi kötüsü yoktur diye bilinir. Mustafa Sandal Olayı da bildiğiniz gibi, işini bilir...

Söyleyelim ki eksik kalmasın: Bütün bu aşna fişnanın yanında, Mustafa Sandal Olayı, tabii ki, elbette ki, klipte ‘‘en pop starı’’ figürlerinden, jestlerinden, mimiklerinden bol bol, mebzul miktarda bahşediyor.

Hoş bir seyirlik, hararetle tavsiye ederim. Levent Kırca'nın didaktizminden uzak, Mehmet Ali Erbil'in laçkalığından öte, eni konu güldürüyor.
Yazının Devamını Oku

Dünyanın bütün kurnazları birleşin!

17 Ağustos 2003
Bir şizofrenidir gidiyor. ‘‘İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, yolsuzluk davalarından kendisini mahkûm etmeye çalışan Kızıl Ilda lákáplı Milano savcısı Marilda Boccasini için şarkı besteliyor’’muş... Buyrun buradan yakın: Muş mudur, yokuş mudur? Kendilerinin kamberi bol bir düğün töreninde cümleten tanıdığımız bir Başbakan'ın oğlunun nikáhına şehadet etmişliği de bulunuyor geçen hafta málûmunuz... Böyledir tabii bu işler... Gözünün yağını yediğimin Asya, Avrupa, Amerika, Afrika, Avustralya, Kutuplar Birlikleri, hatta Ay Kolonileri; ve hay canına yandığımın globalizmi...

Tabii tabii... Ben de derim ki İbrahim Tatlıses'i başbakan yapalım. Bakınız ne güzel şarkılar yazıyor ‘‘Tabii Tabii’’ diye... ‘‘Ateşim çıktı, indirelim mi?’’ Oldu... Tabii.. Tabii... Pişkin kadayıf gibi: Şarkının Asena'ya yazıldığının her satırda ve satırarasında belli olmasının yanı sıra, ‘‘Tek Tek’’ ağlak yaparak, aynı zamanda Bodrum'da Aso isimli gece kulüpleri açılıyor. Asena orada sahneye çıkıyor. Tatlıses, İsrail'de beher bilet 300 dolardan konser veriyor. Bu süreçte elbette ki Asena ve İbrahim Tatlıses yine barıştılar. Asena ve İbrahim Tatlıses'in artık ettikleri kavgaların değil, kavga etme ihtimallerinin haberi yapılıyor. Kafa göz vura yara, karı kız tokaklaya yumruklaya, al gülüm ver gülüm ilişkiler yürüyor. Haremin sahibinin ayrıca diğer karılarıyla da sulh olduğu, herhálde cümlemizce biliniyor. Aşil topuğundaki kurşun çıkarılır çıkarılmaz ayağa dikilip erinin ayaklarını yıkamaya koşan Derya Tuna misál... Vallahi öyle... Böyleyken böyle...

Enteresan bir haftaydı, öyle deği mi? Dünya Felsefe Kongresi'nin Türkiye'ye gelmesi için didinip duran ve sonunda hepimize rağmen bunu başaran Ioanna Kuçuradi'nin ağzının payını nasıl verdi hayat ve memleket? Utanç... Çinli felsefeci Wei Xinoping, Taksim'de içinde fotoğraf makinesi ve üç bin dolar bulunan çantasını kapkaççılara kaptırdı. Bazı felsefecilerin de telefonları gasp edildi. İnsan artık şaşırmamaktan utanıyor. Felsefenin sorusudur: ‘‘Niçin?’’ Eh, bizim literatürde ‘‘Felsefe yapma’’ cümlesinin kakofoniyi şeytan misáli kovan bir tabir olarak kullanılmasına bakılırsa, bu topraklar öyle sorulardan morulardan pek hazzetmiyor. Bezecek değiliz herhálde? Belki de bilimsel bir soruyla yaklaşmak gereklidir beraberinde: ‘‘Nasıl?’’

Tepesine iki adet atom bombası yemiş Japonya, ABD ile ittifak kurup Irak operasyonuna destek vermişti hani... Enteresan değil mi?

Kusura kalmayın, ben bu dönemler biraz öfkeliyim. Al takke ver küláhlardan hafif daralmış durumdayım. İnsan garip bir mahlûkat, kendi canı yandığı zamanlarda, başkalarını da acıtmak istiyor. Üstelik insan familyasının bir de gerzek türüne mensupsa, yabancılara karşı sahtekár bir nezaket sergilerken, acısını da en yakınlarından çıkarıyor.

Bülent Ortaçgil'in Gece Yalanları'ndan, Eminem ve 50 CENT'in öfkesinden, Aretha Franklin, Janis Joplin ve Edith Piaf'ın gırtlaklarından, Vissotsky'den, Burhan Öçal'dan, Mercedes Sosa'dan ve hatta Ahmet Kaya'nın müziğinden medet umuyorum. Bir de tabii ki birkaç Türk şairinden... Vakt-i zamanında ‘‘Müzik ve spor olmasa ölürmüşüz’’ diye düşünürdüm. Şimdilerde biliyorsunuz ‘‘gansta' rap’’ti, derbilerdi, ‘‘eski husumetler’’di derken, müzik ve spor yüzünden de insan ölebiliyor. İfade özgürlüğünü, düşünce suçlarını hiç sormayın. Büyük birader ve etrafındaki birkaç çapaçul silah taciri müsaade ettiği sürece her şeyi düşünme ve söyleme hakkınız bulunuyor.

Yolu geçenler ve ikamet edenler biliyor, İstanbul şantiye alanına dönmüş durumda. Ödediğimiz vergiler bize yol, yol, yol, su ve elektrik olarak geri dönüyor. Ve fakat ne hikmetse, misál Fındıklı civarındaki çalışmalar, yıllardır son bulmuyor. Herhálde arzın merkezine ya da gezegenin çekirdeğine ulaşılmaya çalışılıyor. Aferin demek isteriz... Ve yineleriz: Bravo, brava, bravissima...

Mesleki deformasyondan mustarip bir şekilde sabah gözümü açar açmaz TV'yi de açıp biraz zapladım. cnbc-e'de Çetin Altan konuşuyordu. Sunucu, ‘‘Peki siz hiç enseyi kararttınız mı?’’ diye sordu. ‘‘Ben’’ dedi Altan; ‘‘304 ağır ceza davası ve yedi linç girişimi atlatmışım. Siz ne diyorsunuz?’’ Öyle yani, enseyi karartmayacakmışız, hepsi bir gün geçiyor. Behçet Necatigil'in demiş olduğu gibi: ‘‘Nedir yani beyim, çok mu çirkinim? / Yalnızlık yıkar / Yıka dünyanın kirlerinden ellerini / Belki çıkar (...)’’ Öyle diyor büyük şair: ‘‘Geçer, geçer, geçer...’’ Geçmiyor.

Hakikaten, globalizm ne hoş şey değil mi? Dünyanın bütün kurnazları birleşiyor...


İmaj Paket Programı


‘‘Söyleyecek şey bulamıyorum. Şoke oldum.’’ Öyle dedi Ebru Destan, Özcan Deniz şu, bu, o ile verdiği konserlerinden birinde sahneden inip kendisini alnından öptüğünde... Zira málûmunuz, Deniz, ABD'ye birlikte gittiği Ebru Destan'ı paketleyip, gerisin geriye memlekete yollamıştı. Kendisi döner dönmez de; ‘‘Eski bir ilişkiyi canlandıracak enerjim yok’’ şeklinde beyanatlar verip, ilişkilerinin sürdüğünü iddia eden Destan'ı yalanlamıştı. Deniz, yine aynı konserde, ‘‘Aşk kelimelerle ifade edilince çok anlamlı olmuyor. Bunu melodik bir şekilde ifade etmek de var’’ meálinden zannımızca hafif yavan geven bir tonda da konuştu. Bu arada Deniz'in hakkında çıkarılan, eşcinsel olduğuna dair dedikodular ve saire... Daha ne? Ebru Destan tüm bu süreçte bir yandan ‘‘şoke’’ oluyor, bir yandan bir koşu gidip Özcan Deniz'in annesini öpüyor, kadının yanında fotoğrafçılara poz falan veriyor. Bunun Türkçe meáli şudur biliyorsunuz: ‘‘İmaj Paket Programı.’’ Yani: Biz senaryomuzu oynadık. Hadi şimdi siz de bizim konserlere gelin, albümleri alın ki bize de iki kuruşluk nema çıksın... Hanımefendiyi görmek isteyenler de defilelere, tanıtımlara, vitrinlere...


Dönüşü muhteşemlerden Şükür


Sporun asaleti midir, hayatın adaleti midir bilemem ama top hakikaten yuvarlak ve intikam soğuk yenen bir yemek, orası muhakkak. Dalga geçercesine ‘‘Şaban’’ lákábı takılmış olan Hakan Şükür, buyrun işte, GS'de üçüncü baharını yaşıyor.

Hani málûmu ilán gibi olacak ama ne yaparsınız ki mutluluk dediğiniz de böyle bir şey: Sevinç anlarının hatırlanmasından ve bünyeyi telkin edercesine tekrar tekrar anılmasından ibaret bir mefhum şeklinde algılanıyor... Şampiyonlar Ligi ön eleme maçında GS, Bulgarların CSK Sofya takımını 3-0 yendi. İkinci golü atan Hakan Şükür, bildiğiniz üzre, başlarda Diyarbakır Spor karşısında 1-0 yenik olan, daha sonra maçı 2-0 alan Galatasaray'ın iki golünü de kaydederek, lige de gayet şık bir voleyle girdi. Bir GS taraftarı olarak gururla sırıtmayı da ihmal etmeyerek hatırlatmak isterim: Ayıptır söylemesi, GS bu yıl nasipse, dokuzuncu kez Şampiyonlar Ligi'ne katılacak.

Bu arada Dünya Kupası'nın anıları da tazedir yani... Milli formayla Dünya Kupası tarihine geçmek de 9. saniyede attığı gol sayesinde turnuva boyunca yerden yere vurulan Şükür'e nasip olmuştu.

Ayrıca kendileri, Türkiye lig tarihinde, Tanju Çolak ve rahmetli Metin Oktay'ın ardından en çok gol kaydeden üçüncü isim olarak yer alıyor. (Bu arada, Tanju Çolak'ın Metin Oktay'ın rekorunu nasıl beleşçi ve miskin bir golle kırdığını hatırlayanlar, herhálde rekorun asli sahibinin Oktay olduğunu teslim edecektir.) Yine ayıptır söylemesi, bu üç isim de GS'den gelmiş ve geçmiş bulunuyor. Sadece gol atmakla kalmayıp, rakip takımların defansını da dağıtan Hakan Şükür bunu, İtalyan liginde şöyle bir dolandıktan sonra üçüncü kez yapmaktadır... Enteresan bir devir daim hüküm sürmektedir. Ve kim ne derse desin, Hakan Şükür, GS'ye, çok şükür ki, yakışmaktadır...


Kara geceler


Fred Astaire için sık kullanılan bir tabirdir hani. Dansta sergilediği deha ve becerisinin en önemli tarafının ‘‘herkes yapabilir’’ hissi uyandırması olduğu söylenir. Yani step dansın şahikasında sek sek sekerken, öyle zarif, öyle melodik bir şekilde süzülür ki, neredeyse ‘‘basitmiş gibi’’ bir intiba uyandırır. Denemeye kalkan olursa vay háline... Daha geçenlerde bir kez daha seyretmiş bulundum Cotton Club'ı. Geçen hafta álemden göçen müteveffa Gregory Hines orada öyle bir karakter çizer ki; ‘‘Bizimki de aşk mıdır, dans mıdır, kardeşlik midir be?’’ diye sorar, pes edersiniz. Hines, gettolarda birlikte step dansı ede ede büyüdüğü Maurice ile o filmde bir döktürür, iki döktürür, üç döktürür... Zaten dans kariyerine de yine onunla kurduğu ikiliyle, düetler yaparak başlamıştır. Ve olağandışı yeteneği sayesinde yükseldiği yıllar boyunca, gerek düet, gerek solo, hep yapması sanki çok kolaymış gibi görünen zor figürler attırmıştır. Hines, Beyaz Geceler filminde de, zannımızca álemin gelmiş geçmiş en iyi baletlerinden ve yeme de yanında yat lezzetinde bir adam gibi adam olan Barysnikov ile kapışabilecek derecede karizmatiktir; filmde Isabella Rossalini ile evlidir. Yanisi: Esas kızın da sahibidir... Gregory Hines, geçtiğimiz cumartesi, 57 yaşında, kanser sebebiyle öldü. Şimdi yukarılardan bir yerden duyuluyor adımları: Tıkır tıkır tıkır...
Yazının Devamını Oku

Bir klişenin ‘‘farklı bir kulvarda’’ seyri

16 Ağustos 2003
Bugün evden çıkmadan önce TV'de en son George Michael'ın Mary J. Blige ile düet yaparak söylediği, orijinalde bir Steve Wonder şarkısı olan ‘‘Always’’in klibini izledim. Bayıldığım bir şarkıdır, klibi de şahane bir seyirliktir. Çocukluğumuzdan beri iştahla dinlediğimiz bir vokal olan, onca kasıntı yılın ardından komik bir skandalla eşcinsel olduğunu açıklamak zorunda kaldıktan ve rahatladıktan sonra hayatının en verimli dönemlerinden birine giren George Michael ile her dem muhteşem Mary J. Blige...

Klipte bu ikili, klonlanmışçasına, ‘‘sayısız adet kendileri’’ olarak bir kulübün içinde dans ve muhabbet eder, salınır da salınırlar... Güzel bir kulüp manzarası arzederler. İyi figürler attırırlar, mütebessim selámlaşırlar, vakar arzeden ifadelerle birbirlerini ve kendilerini keserler, hatta George Michael suretinde DJ'lik yaparlar...

İyidir yani; oraya gitmek, orada olmak istersiniz...

Bugün işe gelirken, Ahmet Güntan'ın muhteşem şiiri Beyaz Peugeut'daki ‘‘güneşin altında radyo dinleyen çocuk’’ gibiydim. Alıntılayacak olursak:

‘‘(...) Güneşin altında radyo dinleyen çocuk / FM'de ne çalıyor / Dünya senin ama sen dünyaya ilişme / Peugeot çalıştı korna çalıyor bin arkaya / Her şey önünden bir bir geçsin başını cama daya (...)’’

Akşama dolunay var. Bir arkadaşın tabiriyle zaten ‘‘diş etlerim kamaşıyor, dişlerim gıcırdıyor.’’ (Hey güzel Allah'ım, dünyanın bütün lunatikleri de bizi mi bulur?) Simgelerin yine çenesi düşmüş, telgrafın tellerine kuşlar konmuş; yol, tahminimden hızlı geçiyor...

Teşvikiye'den İkitelli'ye, şizofrenik bir güzergáh boyu alnım cama dayalı: Teşvikiye'de solaryumdan ve Türkbükü'nde güneşlenmekten maun rengine dönmüş bir kısım Nişantaşı kadını... Tarlabaşı'nda travestiler ve türbanlılar, çarşaflılar... Unkapanı Köprüsü'nde kürdana benzeyen kamış oltalarıyla her yaştan ve cinsten balıkçılar... Balat'daki harikuláde ağaçların altına portatif sandalye açmış nargile ve bira çekenler... Gölgeli çimenliklerde yere yatmış uyuyanlar... Otoban boyunca nereden geldiğini, nereye gittiğini, bir yaya olarak orada ne aradığını merak ettiğiniz, yol kenarına işeyen birtakım adamlar... Kıçlarında ‘‘O şimdi manken’’ gibi abesle iştigál çıkartmalar yapıştırılı, Susurluk kamyonu gibi ilerleyen, çevresinde kim varsa sıkıştıran heyulá misáli kamyon ve kamyonetler... Bayrampaşa duvarlarında ‘‘Trip’’ yazılı graffitiler...

Gazeteye yaklaşırken ‘‘Hadi bari,’’ dedim. ‘‘Radyo da açık, iyisi mi şarkılardan fal tutayım.’’ Kadının biri sormadığım hálde söylemişti bana zaten. ‘‘Aman kızım, sen sakın ruh çağırma seanslarına falan katılma. Yıldızın çok düşük, yerlerde sürünüyor. Ruh gelirse kesin senin içine girer’’ diye...

Bilin bakalım falımda ne çıktı: Ebru Gündeş'in, klibi bu aralar kanallarda bol bol gösterilen şarkısı: Ceza mı? (Ben de sormak isterim doğrusu; ‘‘Ceza mı? Yine ne suç işledim? Kaderin yargıcı bana kalem kırmaktan hiç yorulmayacak mı?’’ diye...)

Klibi görmüşsünüzdür herhálde: Hani ‘‘delikanlı’’ Ebru Gündeş'in, camgöbeği kontak lensli, semi-nü fotoğraflarını basına dağıttıktan sonra yine o ‘‘bol degajeli’’ kıyafetleriyle poz-poz-poz kestiği klip... Biraz önden, biraz profilden, biraz arkadan: ‘‘Bakınız, bu endam, bu edaların hepsi benim oluyor’’ pozları... ‘‘Bak, bakınız, baksınlar’’ cömertliği...

Bu arada biliyorsunuz, Gündeş, álemde kendisini bikinili fotoğraflayacak bir muhabir olamayacağı ‘‘sanrı’’sıyla, basınla bir milyon dolarına iddiaya girmişti. Hemen ertesi günlerde, teknede çekilmiş bikinili fotoğrafları yayınlandı gazetede. Memnun olmuşlardır, tahminimizce...

Söylemiş miydim? Ebru Hanım, klipte arada sırada bir kulübün içinde de görüntüleniyor. Bir poster adamını, pek civelek, pek işveli, güya vakur ifadelerle keserek, kalça kıvırıyor...

Bu arada şöyle sözler terennüm ediyor: ‘‘Sus mu geldi aniden susmayan dudaklara? / Küs mü geldi aniden içinden içinden?’’ Dumur... Belirtmeden geçmeyelim, nakaratta da ‘‘Ceza mı yar, ceza mı??’’ sorusunu, ‘‘Cezamuyarcezaamuuu?’’ şeklinde telaffuz ederek, mebzul miktarda sarfediyor.

Ebru Gündeş, málumunuz olduğu üzre, fiziğine değil, sesine güvendiğinin altını sık sık çizen, ‘‘kulvarının farklı olduğunu’’ mümkün mertebe her fırsatta dile getiren bir kadın. Farklı kulvarlardan bahsetmekten hazzeden tüm şimal yıldızlarımız gibi, enteresan bir şekilde kendisiyle çelişiyor.

Çok farklı hakikaten... Düşününce, misál, George Michael'ın klibi, Beyoğlu'ndaki Cambaz ise, Ebru Gündeş'in klibi, Kuruçeşme'deki Laila... Farklı, olası en ironik açıdan çok farklı bir kulvarda hakikaten...
Yazının Devamını Oku

Memleket havaları

10 Ağustos 2003
Şafak sayıyorum. Ayın 23'ünde memlekete gideceğim. İzmir'e, Karşıyaka'ya, Çeşme'ye... Haftalardır, motoru yakma noktasına gelmiş dayanmış bir bünyeyle, ince ince ağını ören sinsi bir örümcek misáli, uyuyamayarak bunun planını programını yapıyorum. Hayat da mültefit, şükür. Küçük tefek hoş sürprizler sunuyor bazı bazı; Mustafa Sandal'ın tabiriyle ‘‘jest oluyorum.’’ (!)

Misal: 25'i, hem Banu'yla Volkan'ın evlilik yıldönümü, hem de bizim kömür gözlü ufaklığın doğumgünü. Sormayın; ablam, ikinci yıldönümünü hastane odasında, mor suratlı-mıncırık bir şeyi bünyeden atma gayretinde geçirmişti. İşte Elif şimdi dokuz yaşını dolduruyor ve geçenlerde; ‘‘Ama Eylül'de gelirsen doğumgünümü kaçırırsın?’’ şeklinde sitemler etmişliği, küstümçiçeği pozları atmışlığı bulunuyor.

Bu arada, araya arkadaş torpili sokarak esasta 17 yaşından büyük hasta kabul etmeyen bir pedagog da dahil, bilmem kaç tane doktor gezdikten sonra nihayet ‘‘işini iyi yaptığına’’ ikna olduğum bir psikiyatra uğrayacağım. Şahane bir adam. Derdi gücü işi olan, insan gibi bir insan... Ona gidip uyumak için ne yapmam ve ne yapmamam gerektiğini soracağım. Bu aralar çevremde kim varsa, leblebi gibi Prozac, Xanax, Cipram, Seroxat, vs. yutmaya başladı yine zira.

Bunun yanında bir ‘‘baby boom’’dur gidiyor. Algıda seçicilikten midir nedir, nereye baksam gözüme ya hamile ya da pusetli kadınlar çarpıyor. Böyle toplu üreme dönemlerinde bana hemen paranoya gelir. Málûmdur ya, insanların canı cenazelerde ya yemek yemeyi ya da cinsel ilişkide bulunmayı çekermiş. ‘‘Tamamen bilimsel’’ nedenlerden... Evrim boyu DNA'larımıza kazınmış bir hayatta kalma güdüsü işte; bildiğiniz psikolojik sebeplerden...

Tam da bu yüzden, hani havalar da bir acayip ya, habire kafamı kaldırıp kaldırıp gökyüzünü, ayın ve yıldızların seyrini izliyorum. Meteor mu çarpacak, deprem mi olacak, nedir, nedir, nedir, diye...

Anlayacağınız, doktorun suratına ‘‘Ben portakal suyu ya da aspirin içsem yeter mi, keser mi? İyi miyim, kötü müyüm, efendim ne dersiniz?’’ diye sorarak bakacağım. Ne derse onu yapacağım. Yalınayak yere basıp, biraz denize girip, biraz dost muhabbeti duyup, biraz balık yiyip, biraz rakı içip, biraz annemin dizlerine yatıp, bol bol uyuyacağım...

Hem üstelik tam hasretliğin elimi telefona yönelttiği günlerde, dostluğun ağır tarihçesinden, çetelerden metelerden tanıştığım bir arkadaşımdan e-posta geldi. Evleniyormuş, tam benim orada bulunduğum tarihte; hem de ilk aşklarımıza düştüğümüz Ayayorgi'de...

Böyle, Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar'da karakterlerden birinin pek isabetli şekilde avukat arayan birine tavsiye ettiği üzere: ‘‘Aman mutlaka bir kadın olsun. Davayı tamamen kişisel olarak ele alacaktır’’ hálindeydim yani... Derdim gücüm kendimle... Vır vır vır, beyin yemece... Tam bir yıl olmuş ailemi, İzmir'i görmemişim... Heyecanlıyım işte; bana ne...

Böyleydim...

Şafak sayıyordum yani. Şimdiyse tepesindeki düşünce balonunda koskocaman bir ‘‘Pöfff!’’ nidası bulunan karikatür kahramanları gibiyim. Canım sıkıldı, tadım kaçtı; ‘‘Eh be’’ dedim, insana ağız tadıyla bir vuslat bile yaşatmaz bu hasta ruhlar...''

TSYD ‘‘dostluk maçı’’nda yaşanan olaylara ne demeli? 22 yaşında Murat Kongu isminde, Karşıyaka taraftarı bir çocuk ölü, 33 yaşında Mustafa Aran isimli Göztepe taraftarı ağır yaralı, hastanede. Bu arada sekizi polis, 12 yaralı daha var. Kimileri daha rüştünü ispat etmemiş, kimileri üniversite öğrencisi birçok çocuk darba uğramış ya da gözaltına alınmış vaziyette.

İzmir'in háli, var ya, fena hálde zavallı Türk solunun ahválini andırıyor. Bir aile içi terörü, bir demagoji, bir sidik yarışı, bir nihilizm ki bitmiyor. Bir ‘‘eski husumetler’’ silsilesi ki dinmiyor...

Bakın size ne diyeceğim. Ben doğma büyüme Karşıyakalıyım. Hatta çocukken kısa bir dönem KSK'de basketbol oynamışlığım var. Ama işte buraya da yazıyorum: İnsan canına málolacaksa, takımı da taraftarlığı da yerin dibine batsın, sular altında kalsın, gitsin ötede bayılsın...

Ve tüm Karşıyaka ve Göztepe taraftarlarına sesleniyorum. O kavgaya taammüden karışmış kim varsa: Baltaları gömüp, o çocuğu mezarında, o adamı hastanede çiçekli miçekli ziyaret etmezlerse, ben insanlık familyasının bir üyesi olarak, kendi hakkımı onlara helál etmiyorum. Sorduklarında, ‘‘İyi bilirdik’’ de demem. O kadar.


Damlalarda yüzmek gibisi yok


Perşembe akşamı, ablaların feriştahı Vivet (Kanetti) aradı. Geçtiğimiz haftalarda Habertürk'teki programında, bir süredir köşesinde matematikçi kadınlar hakkında şahane yazılar yazan Ercan Kumcu ile esasta matematik okumuş bir müzisyen olan Şebnem Ferah'ı konuk etmişti. Bu hafta da bugün yani- Teoman ve Ramize Erer'i çıkaracaktı. Şebnem Ferah'ın Rumeli Hisarı'ndaki konserine iki adet şahane yerden bileti vardı. Gider miydim? Soru muydu; gitmez miydim? Çam ormanı ayıcığına bir kovan dolusu arısız ve ağrısız bal sunuyor. Gittik nitekim. Yaladık, yuttuk nitekim. Şebnem Ferah, ‘‘havasında olmadığını, heyecandan potansiyelinin yalnızca yüzde 30'unu kullanabildiğini’’ söylediği konserde yine bir Björk endamıyla salındı. ‘‘Nothing Compares To You’’ ve sırf piyano eşliğinde söylediği Tanju Okan'ın ‘‘Kadınım’’ı gibi ekstralar da cabası; gelmiş geçmiş tüm albümlerinden derlenmiş bir dolu güzelim şarkıyı şakıdı şakıdı, şakıdı... ‘‘Denize açıldım sevmeye, sevilmeye / Anladım sevmek gibisi yok / Yağmura soyundum yavaş yavaş yağar diye / Damlalarda yüzmek gibisi yok.’’ Yok vallahi... Bu hanımefendi gibi şarkı yazan da az... Di mi Vivet; öyle yani?


Bush'un hakkından Larry Flynt gelir


Larry Flynt'in sahneye çıkası geldi yine. Hustler'ın efsanevi porno imparatoru Flynt'i tanımayanlara anlatmak, hem bu köşenin kapasitesini, hem de benim belágatımı aşar. Dolayısıyla Milos Forman'ın ‘‘People vs. Larry Flynt’’ isimli filmini referans adres gösterir, biyografik açıdan affımı talep ederim. Fakat bir mevzu var ki, baykuş gözleri ve fil kulaklarıyla, merakla izliyorum. Kendisini ifade özgürlüğü savaşçısı bir liberal demokrat olarak tanımlayan Flynt, málûm, California Eyaleti'ne Vali olmak için adaylığını koydu. Bu arada yayın organlarında ve www.larryflynt.com adresinde, Bush hükümetinin politikalarına karşı ağır muhalefet yürütüyor. Yetmediyse, geçenlerde, halkı ürküterek ırkçılığı teşvik etmekle suçladığı Fox News'dan Bill O'Reilly için toplu bir ‘‘ölüm duası’’ ayini düzenledi. 50 kişiyle birlikte, her tür Tanrı'ya yolladığı duada, O'Reilly'nin beyin anevrizmasından acılı ve uzun bir süreçte ölmesini diledi. Bağırsakları patladığı için hissettiği son ‘‘sıcak’’ şeyin kendi pisliği olmasını ve saire... Üstelik de O'Reilly ölürse, bunun Tanrı'nın takdiri olacağını söyleyerek, topu da epey yukarılarda bir yere attı. İster misiniz vaktiyle mahkemeye deli gömleğiyle çıkarılan Flynt seçimleri kazansın, barlarında bile ciddi yaptırımlarla sigara içmenin yasak olduğu California'nın parklarında orji ayinleri düzenlensin...
Yazının Devamını Oku

Yordun bizi Pam

9 Ağustos 2003
Bu aralar zorlu bir ‘‘algılama süreci’’ içersindeyim. Geç idraktan mustaribim. Tabii tabii, standart sersemliğim... Eh, kadın kendini ve dinleyici türlerini ziyadesiyle iyi tanıyor... Başına gelecekleri de elbette ki biliyor mu biliyor.

Ta ne zaman söylemişti... Hattá yaklaşık bir ay önce Hürriyet Keyif'te yayınlanan Tuğçe Erdemli imzalı röportajda başlığa bile çıkmıştı keháneti: ‘‘İnsanlar başta beni algılamakta zorlanacaklar.’’ Demişti... Pamela Spence... Yani uyarmamazlık etmemişti...

Peki hiç kulak astık mı? Yok...

Alın işte, buyrun burdan yakın şimdi...

Yine şaşkın ördek gibi lafa tersinden daldık. Şu dingin algılama sürecinden yakayı sıyırmak nasip olsa, anlatacağım. Diyeceğim ki, geçenlerde ekrana kitlendik, su altında el fenerine yakalanmış balık gibi donduk ve bakakaldık: Pamela Spence...

Hani baba tarafından ABD'li, anne tarafından Türk; kendisi Almanya doğumlu... Hacettepe Üniversitesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü mezunu... Memleketin muhtelif şehir ve bar-kulüp-mekánlarında, farklı tarz ve gruplarla 10 küsur yıl piştikten ve dört yıl boyunca Teoman'ın vokalistliğini yaptıktan sonra, temmuz başında kendi albümü ‘‘Eğer Dinlersen’’i çıkaran... ‘‘Hafif’’ hiperaktif olduğu her hálinden belli olan ‘‘Pam...’’

Bu láubali yaklaşımı mazur görünüz. Kendilerini sanki okul arkadaşımızmış gibi ‘‘Pam’’ şeklinde anıyorsak, camiada öyle anılmasındandır. Yoksa tanışmışlığımız filan yok yani. (Hoş, muhtemelen tanışsaydık da ben ikide bir darlanır; ‘‘Bi' dur be kardeşim! Düz dur düz!’’ filan diye çıkışırdım. O da muhtemelen kick-box eldivenlerini takıp bana doğru Van Damme yumruklarıyla ve uçan tekmelerle girişirdi. Öyle tepişe tepişe anlaşırdık. Yani herhálde; bilemem...) Ayrıca Allah biliyor ya, Pam şeklinde bir hitap, arzettiği ve ‘‘Türkiye'nin Pink'i olmak istiyorum’’ beyanatına bakacak olursak, inkár da etmediği şekilde hafif ‘‘alıntı’’ kokan Charlie'nin Meleği tavırlarına daha çok uyuyor. Pamela Spence ismi, hak verirsiniz ki, hanımefendi pop yıldızı değil de Prenses Diana'nın anne tarafından akrabasıymış gibi bir intiba uyandırıyor.

Neyse ya...

Ben yorgun ve bezgin bir kadınım. Hiiiç ilişmem...

Dinleyenler dinlemeyenlere anlatsın. Hatta Tolga Akyıldız da geçenlerde uzun uzun yazdı: Eğer Dinlersen, eni konu iyi bir albüm. Sound'u 80'lerin popunu çağrıştırıyor. Bazı parçalar, yer yer epey cüretkár güfteler içeriyor. Albümdeki tüm parçaların bestesi ve sözleri Artun Ertürk'e ait. Pam sadece albüme ismini veren Eğer Dinlersen ve Şuna da Bak isimli parçalarda Artun Ertürk'e yardım etmiş. Öyle deniyor.

Albümün çıkış parçası olan Ayrılamayız Biz'in klibinde Pam, Uday'ın kaplanlarından biriymiş de yanlışlıkla kuş kafesine kapatılmış havalarında, bir odanın içinde dört dönüyor. Ellerinde kırmızı kick boxing eldivenleri, hop oraya, hop buraya: Onu da yaparım, bunu da ederim; teğel de yaparım, düğme de dikerim, seni de, onu da, şunu da, bunu da döverim. Kafamı bozmayın, tepelerim... Edaları...

Ama sonunda ne görüyoruz. Darmadağın olmuş odayı, yine garibim, bir ‘‘yardımcı kadın’’ toparlıyor. Elinde elektrik süpürgesinin sapı, şaşkın ve hafif bıkkın bir emekçi ifadesiyle elbet.

Eh, böyle bir tipin arkasını toplamak kolay olmasa gerek...

Pam, geçen haftasonu Akşam'da yayınlanan röportajında ne diyordu: ‘‘Klibin boks eldivenli olması ilgi çeksin diye değil. Dört senedir kick box yapıyorum. Maço kız değilim ama taş gibiyim.’’

Sizin işiniz de zor be kardeşim. Yalnız bu algılama süreci beni biraz yordu; içim geçmiş hafif tertip. Ben müsaadenizle, sessizce çekileyim.
Yazının Devamını Oku

Hayvanlar ve Kadınlar

3 Ağustos 2003
Bildiğiniz üzre, tarihin büyük faşist diktatörlerinden Benito Mussolini'nin eskiden porno yıldızı, şimdilerde İtalya'daki ‘‘post-faşist’’ bir partiden milletvekili olan kızı Allessandra Mussolini, geçtiğimiz günlerde taciz sanıklarının hadımlaştırılmasını istedi. İstemekle kalmadı, düşüncesini kanun tasarısı olarak meclise sundu. Şimdi tabii, bu ne denli doğru bir yaklaşımdır çok da emin değiliz. Ancak, sözümüz meclisten hem içeri, hem dışarı: Bizim topraklarda da mütecaviz bol yetişir. Medyada takır takır haberleri çıkıyor. Çıkmayanlar da kırık bir kol gibi yen içinde kalıyor; yalan mı? Gelin görün ki, Türkiye'de iyi şeyler de olur gibi oluyor. Kadın Sığınağı Vakfı, Mor Çatı'nın yeni girişimi misál: Türk Ceza Kanunu'nun kadına ve cinsel şiddete yönelik maddelerinin değiştirilmesi için kampanya başlattı. Mor Çatı üyeleri; ‘‘Kadın evliyse veya bakire değilse, uğradığı tecavüz daha hafif bir suç sayılıyor. Evlilik içi tecavüz ise suç teşkil etmiyor. Bu yasa maddeleri, TCK'nın Evrensel İnsan Hakları Bildirisi'nin 7. Maddesi'ni ve Anayasa'nın 10. Maddesi'ni yok saydığı anlamına gelir’ şeklinde bir açıklamada bulundu.... Anlayacağınız, bir Hayvan Hakları ile ilgili yasa tasarısı bekliyor; bir de işte, bildiğiniz; Kadın Hakları... Ki, ayrıca sormak da isteriz tabii: Bu noktada İNSAN Hakları nereye düşüyor; kadınları haktan yana kotaya sokmak, kimin haddine düşüyor diye?

Toplantı masasına kütük gibi uzandım, o da uzaktan şifacı figürler attırıyor canım yanmasa, hani gülesim de geliyor

Kendimi iyi hissetmiyorum. Bizim gazetede çalıştığımız kata (5.) kötü, kötü, kötü bir cadı atandı. Bize acımadılar, bünyeye kadrolu şifacı aldılar. Bu kötü, kötü, kötü cadı, hiç utanmadı, kalktı beni imana getirdi. Hakikaten kendimi iyi hissetmiyorum; ürktüm yani, basbayağı korkuyorum.

Birileri deli gömleğini kapıp beni de içine paketlemeden önce mevzuyu başa sarıp izah etmeye çalışayım mı? Peki, deneyeyim...

Gazetenin perşembe günleri çıkan Seyahat ekinde süpürgesiz bir cadı var. Görseniz sinir olursunuz: Her daim bir buket çiçek aranjmanı gibi, güneşten kopmuş parça tesirli ışık huzmesi gibi, gülüm gülüm gülümseyerek, gözleri pırıl pırıl parlayarak falan dolanıyor ortalarda.

Geçenlerde, bir yandan üfleyip duran havalandırma tesisatı, bir yandan metal yorgunluğu, bir yandan özel hayat bezginliği, bir yandan tabiat itibarıyla Tanrı'nın gani gani bahşettiği uyuzluğun getirdiği tedirginlik derken, bendenizin bir yerlerinde bir sigorta attı. (Ki, anneciğimin kulakları çınlasın, biz İzmirliler ona ‘‘astfalyalar attı’’ da deriz...) Bilgisayarın hard disc'ini çevirmeye uğraşırken, sırtımın sol yarısında bir şey tutuldu. Artık bilemiyorum, ay mıdır, güneş midir, elektrik midir... Ama yani, sırtım hakikaten fena tutuldu.

Ayıptır söylemesi, acıya toleransım yüksektir. Kafa-göz vura yara büyüdüğümüz, bir de tabii kadın olduğumuz için, düzenli aralıklarla acı çekmişizdir; öyle kolay kolay pabuç bırakmayız yani...

Ve fakat, bu öyle böyle bir şey değildi: Gözlerimden yaş geldi. Çığlık atmışım; ben hatırlamıyorum, arkadaşlar söylüyor.

İmdat çağrılarını duyan dostlar eksik olmasınlar, hemen ağrı kesici yetiştirdiler. Bir-iki derken, leblebi gibi yuttum durdum onları. Fakat gelin görün ki, yine kişisel tarihimizden dolayı, maalesef ağrı kesici de öyle kolay kolay kesmiyor yani. Bu arada günlerden Cuma ve vakit daha erken. Yani daha çok iş var ve ben ne oturabiliyorum, ne kalkabiliyorum. İki kuruşluk ezberim de dağıldı, ne yapsam bilememekten...

Sonra bu kötü ve tatlı cadı, ufaktan ufaktan yanıma yanaştı. Daha önce mevzu hakkında fikir teatisinde bulunduğumuzda en bet hálimle; ‘‘Benden uzak pozitif enerji bin yaşasın,’’ filan demiş olduğum için biraz da çekinerek ve yine öyle pis pis tebessüm ederek: ‘‘Lütfen,’’ dedi; ‘‘n'olur bana yardım et ki sana yardım edebileyim.’’

Anlatabiliyor muyum? Bu o pozitif enerjicilerden... Reiki, şakra filan, Allah ne verdiyse...

Normalde; ‘‘Ben almayayım, senin canın sağolsun,’’ filan der geçerim ama bu kez naçar düşmüş bulundum.

Girdik toplantı odasına, masanın üzerine kütük gibi uzandım. Bu da uzaktan uzaktan, hiç dokunmadan bir takım şifacı figürler attırıyor. Canım o kadar yanmasa, hani gülesim de geliyor. Yemin ederim, hatta hálá inanmakta zorlandığım için kendimi de telkin edercesine yemin ederim ki, beş dakika sürdü sürmedi, zıplayarak ayağa kalktım. Kadın sanki cımbızla içimden bir yerlerden acıyı çekti çıkardı. Şaşakaldım...

Yetmedi, iki-üç gün sonra şakram varmış, onu da açtı; iyi mi... Benim normalde ciddi bir uyku sorunum vardır; uyuyakalmışım: Tatlı, kısa, dinlendirici ve deliksiz bir uyku...

Şimdi iş tabii paranoyaya sardı; algının kapıları açılmış gibi (yok daha neler) habire gaipten sesler duyup, uzaklardan bir yerlerden acayip şeyler görüyorum. Basketbol antrenmanlarına dönmeyi düşünüyorum.

Dedim ya, korkuyorum.

19 canlı kediler

Memleket toprakları büyük bir şampiyonaya evsahipliği yapacak. Avrupa Bayanlar Voleybol Şampiyonası, 20-28 Eylül tarihleri arasında Türkiye'de düzenlenecek. Kendilerine maskot olarak Ankara kedisini seçen, şampiyonluğa kitlenen Türk Bayan Voleybol Milli Takımı, iki yıldır dur durak vermeden bu turnuvaya hazırlanıyor. Aman desteklerinizi eksik etmeyiniz. Biz kendi adımıza bütün takıma, gofret lezzetinde dokuz kat can dileriz. Bir de hani gazeteler Nature dergisinden alıntılamış ya: Pirelerin rekorunu kırdığı saptanan, 6 mm boyunda olup, saniyede 4 bin m. süratle 70 cm’ye kadar zıplayan, (Ki, insan bu melekeye sahip olabilse, 210 m’lik gökdelenin tepesine sıçrayabiliyormuş.) Cercopidae familyası mensubu bidicik bir böcek varmış ya hani; işte bir de onun performansından dileriz... Ve dört ayak üzeri düşüşler, yumuşak inişler... Dileriz...

Aman tatmin olmasın

Henüz nihayete ermemiş 60 yıllık bir ömürden, 10-20-30-40-50-60 (...) hayat çıkaran, buna rağmen hálá sahnede ve hayatta zıpır zıpır zıplayıp bir yandan da ‘‘I can't get no satisfaction / Bir türlü tatmin olamıyorum’’ şeklinde şarkı sözleri haykıran, Rollin Stones'un efsanevi solist ve lideri Mick Jagger, geçtiğimiz hafta 60. doğumgününü, Prag'da kutladı. Üstelik eski ve yakın arkadaşı Cumhurbaşkanı ve yazar Vaclav Havel'in de hazır bulunduğu görkemli bir partiyle. 13 yıl önce komünizmin Kadife Devrim ile devrilmesinin ardından o topraklardaki ilk büyük konseri veren onlardı. Jagger'ın doğumgünü partisinin ertesi günü, Prag Milli Stadyumu'nda 80 bin kişilik bir hayran topluluğu önünde konser veren de yine onlar oldular. Jagger'ın prizde unutulmuş fişinden elektrik hiç eksik olmasın, adamımıza tatmin duygusu ömrü billáh nasip olmasın ki biz de müziklerinden her daim nemalanabilelim; di mi ama?

Sırtlanın ölümü

‘‘Espri anlayışı faydalı bir şeydir. Siz hiç kalp ağrısı çeken bir sırtlan gördünüz mü?’’ İtiraf edin şimdi; Allah için iyi soru... Üstelik, yanlış anlamıyorsak, satır aralarında epeyce de kalp ağrısı çekmiş bir sırtlan tarafından, pek kinayeli bir şekilde yöneltilmiş vaktiyle... Geçtiğimiz hafta 100 yaşını doldurmuş ve karnı hayata doymuş olarak dünya değiştiren müteveffa Bob Hope tarafından yani... Komedi tarihinin her türlü rekorunu kırıp Dünya'nın hemen her yerinde ve her şekilde onore / taltif edilmiş bir şahsiyetten söz ediyoruz. Akademi Ödülleri'nde iki Onursal Oscar, İngiliz Kraliçesi tarafından verilmiş Şövalyelik payesi de dahil yaklaşık 2000 ödül ve saire... Hayata getir götür işleriyle erken yaşta başlamış, gazozcuda tezgáhtarlık, amatör anlamda boks yapmış, otomobil şirketinde çalışmış, gazete muhabirliğiyle iştigál etmiş birisi, baykuş gözleri ve fil kulaklarıyla hayatı izleyip, el yordamıyla yaşayınca, ortaya ‘‘hafif’’ bir espri anlayışı çıkabiliyor tabii... ‘‘My Favorite Brunette’’ filminde sarfettiği replik gibi misál: ‘‘Hep bir dedektif olmak istedim. Bunun için sadece beyin, cesaret ve bir silah gerekiyordu. E, benim bir silahım var.’’
Yazının Devamını Oku

Buralara dönüyor mu, dönüyor sopa yiyeceğini bile bile

2 Ağustos 2003
Hayat acımasız. Ve hayat yorucu. Ve hayat, bayat... Canı Kendinden Fena Hálde Sıkılanlar Derneği'ne sesleniyorum; varsa öyle bir dernek: Midas'ın kulakları çok uzun ve çok oynak...

Tarkan'ın yani, kulakları eşek kulaklarıymış; okumuşsunuzdur magazin sayfalarında filan... Çok kötü çocukmuş o; 100 Numara'ya giderken ayan beyan ifade eden, aşkını meşkini ve kimliğini ve kişiliğini ona, buna, şuna karşı müdafaa etme gereği duymayan...

Emir komuta zincirine göre yaşamayı reddeden....

Tabii, tabii; habire kendini tekrar eden, eden, eden...

Ukalá bir şey yani...

Gerçi, etimolojiye göre, ukalá kelimesi de, akıl kelimesinin sıfatlarından ve hattá akıl kelimesinin çoğulu yani ama yine de...

Ukalá herif işte; n'olucak...

Bizde literatüre öyle yerleşmiş; olumsuz yani...

(Bkz; TDK Türkçe Sözlük, 2. Cilt) UKALÁ: s. ve. is. Ar. Kendini akıllı ve bilgili sanan, bilgiçlik taslayan (kimse): ‘‘Söyleyince de her zaman, vaaz vericilikle itham ediliriz, ukalá tanınırız.’’ -P. Safa.

Bir kelime ki titreşime hassas bomba mübarek.

Hele bir tamlama háline gelince ve içinden ‘‘dümbeleği’’ de geçince, öyle böyle değil; vahim yani:

(Bkz; TDK) Ukalá dümbeleği: tkz. aklı ermediği hálde her konuda fikir yürüten, bilir bilmez her şeye karışan, zevzek: ‘‘İyi halt etmişsin dedim. Senin ne üstüne vazife a ukalá dümbeleği, onların kendi aralarında temizlenecek hesapları varmış.’’ -H. Taner.

Tarkan döndü; duyanlar duymayanlara, görenler görmeyenlere anlatsın. İşte yani; Dudu Dudu geldi...

Beğenmediniz, değil mi? Kesmez bizleri, değil mi? Kuzu Kuzu daha iyiydi, değil mi? Bu çocuk kendini tekrar ediyor, değil mi?

Merakımdan soruyorum. Hakikaten, anlamaya çalıştığım için, sesli düşünerek, kendime de sorar gibi soruyorum:

Memleketin favori mevzularındandır ya hani; bu topraklarda birisi iyi bir şey yapmaya kalktığında neden sopa üzerine sopa yer?

Niçin, hiçbir şey yapmamayı meziyet sayan herkes bir Bay / Bayan Bilen kesilir? Hiçbir şeyleri beğenmez? Kendince bir şeyler yapmaya çalışan kim varsa, linç etmeye kalkışır?

Niçin, bu memlekette ukalá kelimesi salt olumsuzlamak adına kullanılır ve bu kelimeyi en sık sarfedenler hep, en olumsuz anlamıyla ukalálardır?

Şimdi: Bu adam, şarkılarını söylüyor mu; söylüyor.

Şimdi: Bu adam, dansını ediyor mu; ediyor.

(Şimdi: Bu şarkı, dinlendikçe seviliyor mu, seviliyor.)

ŞİMDİ: Bu adam, ipliğini pazara çıkarmaya bunca meraklı yaşıyorken, buralara dönüyor mu, dönüyor. Sopa yiyeceğini bile bile...

Nazan Öncel'in sözlerinde pek isabetli şekilde belirtildiği üzre: ‘‘Ağlamadan ayrılık olmaz / Hatıralar uslu durmaz / Kalanlar gideni gönlünde taşır / Aşk sevene yük olmaz / Biz böyle bilir, böyle yaşarız.’’

Diyeceksiniz ki Tarkan Türkiye'ye dönüyor, zira çıkarı var.

Sizin yok mu? Kulaklarınızın pasını azıcık olsun silmiyor mu?

Vallahi, yalansız dolansız... Taammüden ukalálık etmek pahasına söylemek isterim: Dudu gayet güzel parça... Şarkıyı zaten sevmiştik; klip de gayet lezzetli bir seyirlik...

Dümbelek de var içinde; ukalá bir ‘‘Çiçek gibi tazecik / Kıymetli bi tanecik / Ana sütü gibi tertemiz / Dudu Dudu dilleri / Lıkır lıkır içmeli / Gözleri derya deniz’’ Tarkan da...

Saçlar yeni bir model kesilmiş, imaj mimaj yenilenmiş, gülüm gülüm gülünmüş, figürler attırılmış... ‘‘Daha ne kardeşim?’’ diye sorar gibi.

Adam boşuna terennüm etmiyor: ‘‘Ata ata dertleri hep içime attım / İnsan gibi yaşamak benim de hakkım / İçimdeki zemberek kırıldı artık / Tamiri mümkün değilse işte o gün yandık / Her gün yağmur yağabilir / İnsan hata yapabilir / Birbirimize tutunursak / Belki güneş doğabilir.’’ diye...

Güneş de var, deniz derya da... Susuz mu susuz bir yaza yakışmaz mı yani?
Yazının Devamını Oku