Ebru Çapa

Yok, biz mi kalacaktık Tek?

21 Haziran 2003
Ajda Pekkan'ın şahane vecizelerinden biriyle ifade edecek olursak: ‘‘Ekstrem tenakuzlar içindeyim!’’ İbrahim Tatlıses'in Tek Tek'i, üç gündür falan dilime pelesenk oldu. Sokakları, koridorları arşınlarken terennüm ettiğim parçayı duyan tanıdıklar, şöyle bir durup; ‘‘Aman Tanrı'm yorgun kulaklarım neler duyuyor?’’ ifadeleriyle bakıyorlar yüzüme.

Biliyorlar zira, Tatlıses hakkındaki düşüncelerimi... Adamın mentalitesiyle aramızda antagonist farklılıklar bulunduğu için, kendisine amip boyutlarında bile sempati beslememin mümkün olmadığını. Kendini önüne paspas niyetine seren, boynuna etol misali eklemlenen kadınları, Tatlıses'in elinden çekip alıp, bir araba dolusu da benim pataklamak istediğimi...

Zira kabul edersiniz ki, kendisine üç kuruşluk saygısı olan herhangi bir kadının Tatlıses'in adını andıktan sonra, gidip dişlerini falan fırçalaması farzdan sayılır.

Ah, ama kime kızacaksınız? Bunu yapan, adama bu irtifayı kazandıran da kadınlar değil mi neticede? İşbu sebepten, dilimden o nakaratı jiletle kazımak, en olmadı bir posta da kendimi sopalamak istiyorum.

Yerli Pavarotti'miz yine yapmış yapacağını... Ne yalan söyleyelim, Tek Tek, Tatlıses klasikleri arasına gireceği şimdiden mutlak görünen, güzel mi güzel bir şarkı.

Tabii, bünye magazin zehirlenmesine maruz kaldığı için, biz bunun klibini müstehzi de ne, eni konu alaycı bir sırıtkanlığa bürünmeden izlemeyi başaramıyoruz ama heyhat... O sözler, insanın zihninde Japon yapıştırıcısıyla ekleştirilmiş gibi yer ediyor mu, ediyor...

‘‘Tek tek, ağardı bak saçlarım tek tek / Tek tek, damlıyor gözyaşlarım tek tek / Tek tek; bıraktılar beni tek. / Tek tek, uçtu gönül kuşlarım tek tek / Tek tek, terk etti tüm dostlarım tek tek / Tek tek; bıraktılar beni tek.’’

Eh, be adamım; sen kalk, birlikte olduğun bir harem dolusu kadını önce aldat, üstüne bir de eşek sudan gelene kadar döv... Hani itham etmek gibi olmasın ama tesadüfün bu kadarı şüpheciliği aştığı için ortalıkta; ‘‘Tatlıses'le yatan topal kalkar’’ şeklinde sözler dolanmasına vesile olacak kriminal olaylar yaşansın; bütün hatunlar mafyozi saldırılar neticesinde topuğundan kurşunlansın... Programına habersiz bir şekilde katılmayan kadınları ağzın köpüre köpüre tehdit et... Havaalanlarında kafalarına pet şişe geçir... Yetmiyormuş gibi; ‘‘Su gibi gidip gelsin diye şaka yaptım’’ benzeri palavra bahanelere sığın... Kadınlar, senden kurtulmak için memleket sınırları dar gelince Almanyalar'a kaçsın. Sonra da otur, terk edildim edebiyatı döşen...

‘‘Tek tek, çaldım dost kapısını tek tek / Tek tek, tanıdım hepsini tek tek / Tek tek, bıraktılar beni tek.’’

Enteresan ‘‘dostluk ağları’’ sayesinde otel, lahmacun, taşımacılık zincirleri kurulsun... Bu arada Tatlıses Holding'in vergi borçları gırtlağa gelip dayansın... Ellere kelepçeler vurulsun, mahkemelere polis eskortu eşliğinde zorla getilirilene dek kanundan kaçılsın... Buna rağmen aşiretin mensupları tarafından Tanrı muamelesi görülsün... Sonra da nerde bizim dostlar edebiyatına yazılınsın...

Klipte, tek bavulla İstanbul'a gelip, dişiyle tırnağıyla çabalayarak bir imparatorluk yaratan, fakat neyi var neyi yoksa hain bir dost kazığı neticesinde ellere kaptıran, bütün kapılardan kovulan, yetmiyormuş gibi, en sonunda tek varlığı olan bavulunu da çaldıran, gariban bir Tatlıses resmediliyor. Mevzu, tren garında başlayıp, yine orada son buluyor. Tatlıses'te bir melül bakışlar ki, insanın gülmekten ağlayası geliyor...

Klibi tabii ki Tatlıses bizzat kendisi çekmiş. Bu arada gecce.com'da yer alan bir habere göre, yine aynı albümde bulunan Usta şarkısına Bodrum'da klip çekerken, yaşanan aksiliklerden dolayı yine bir işçisine tekme-tokat girmiş beyefendi... Yani takdir edersiniz ki, böyle bir ali kıran başkesen, öyle kolay kolay kimselere günahını koklatmaz. Yemedik yani...

‘‘Bir de yarimin-yavrumun hasreti yüreğime oldu ek / Şu bitmeyen dertlerimle tek başımayım ben tek.’’

Pişkinliğin klibini çekmek de Tatlıses'e nasip olacaktı elbet. Etrafımızda kim varsa, ana avrat ruhuna ve bedenine girişen biz miyiz abicim? Üç vurup bir sayanın şaşkın aritmetiği mi döşendi bu şarkıyı? Ayıptır sorması, ne bekliyordun; biz mi kalacaktık yani tek?
Yazının Devamını Oku

Kalırsan sonra geçersin...

15 Haziran 2003
Güzellik yarışmalarındaki ‘‘IQ ölçen’’ soruların baş klişesidir hani: ‘‘İdare size verilse, ülkeyi ya da dünyayı kurtarmak için yapacağınız ilk icraat ne olurdu?’’ Eğer ki kızımız, ‘‘sek güzel’’ değilse, yani adaya düşerse yanına alacağı üç şeyi, hayattaki biricik dileğini (Elbette ki dünya barışı!) ve icraatin içini-dışını birbirine karıştırmayabilecek derecede, IQ'su basıyorsa, bu soruyu ezberden şöyle yanıtlayacaktır: ‘‘Eğitim sistemini düzeltirdim. Bütün çocukların eğitim alabilmelerini sağlardım. Her işin başı eğitim!’’

Yanlış hatırlamıyorsam, üç aşağı beş yukarı benzer bir meramımı daha önce de ifade etmiştim: Doğrudur, her işin başı eğitimdir.

Televizyondaki mıgır şovlara çıkan, boyu henüz mikrofona yetişmeyen küçük arabeskçiler bile bilir bunu. Kısacık geçmişleri adına özür dilercesine vaadde bulunurlar: ‘‘Kasetten kazandığım parayla, önce eğitimimi tamamlayacağım. Bu işin eğitimini alacağım. Önce eğitim.’’ Aferin, önce okulunu bitir, sonra yine mankenlerle falan çıkarsın e mi? Neymiş, hanimiş; her işin başı eğitim...

Okuyunca otomatikman adam olunacağına dair çelik gibi bir iman aşılanmıştır bize...

Dolayısıyla bilgisayar mühendisliği diploması almış bir vatan evladı, fay hattında nükseden deprem misali düzenli aralıklarla infilak eden ekonomik krizlerden birinin de onun tepesinde patlayabileceğini... Binbir güçlükle elde ettiği diplomasını, komşulara hava atabilmek amacıyla duvarına asabilsin diye annesine hediye etmek zorunda kalabileceğini... Kendisinin ise pazarda zerzavat tezgahının başına çökeceğini... Nedense hiç hesaba katmaz...

Halbuki serde bir nebze öngörü ya da en azından septik paranoya olsa, çocuk belki de kalkıp ziraat mühendisliği ya da gıda mühendisliği okuyacak ki icra etmekte olduğu işin eğitimini alabilmiş olsun...

Ya da, daha ısrarla öneririm: Kaldırım mühendisliği bölümlerini artıralım ki, memlekette mitoz çoğalmayla üreyen üniversiteler ile doğru nispette kalabalıklaşan meslek sahibi, ehil işsizlerin gönlü hiç değilse literatürden yana ferahlasın. Onların ebeveynleri de artık gerine gerine gezebilsinler:

- Kızımız / Oğlumuz ne iş yapar?

- Boşta gezer ama eğitimini aldı.

Ben, gazeteci olmak için gazetecilik okumak gerektiğini zannettiğim için ÖSYS'de tek tercihimdi İletişim Fakültesi... Kazandığımda, tanıdıkların çoğu, ‘vah vah telefonu’ açma gereği duymuştu: Yazık, zeki çocuktu ama niye bu kadar düşük puanlı bir yere girdi ki? Annem, şahini hakarete maruz kalmış kuzgun edasıyla hepsine teker teker izah etmişti: ‘‘Yok yok, bizimki hakikaten bunu istedi.’’

Üniversitede girdiğim ilk dersin hocası, darbe büyüklerimizden İsmet Giritli idi. Kendi yazmış olduğu kitabı önüne açmış, mıy mıy mıy okurken, öğrencilerden biri el kaldırmıştı. Giritli, bunun üzerine kafasını bile kaldırmadan, çattığı kaşlarının altından dik dik bakıp; ‘‘Biz burada soru sormayız,’’ demişti.

Dikkat isterim, İletişim Fakültesi'nden bahsediyoruz. (Allah'tan Sosyoloji’ye, ilk görüşte hayran kaldığım ve ömrümce şükrancı kalacağım Ünsal Oskay giriyordu.) Anlayacağınız, yüksek eğitimden ikilemeye karar vermem, ilk derse tekabül eder.

Hayatınız, siz ondan ne biçerseniz odur arkadaşlar. Geçtiğimiz yıl, en yakın dostum, reklam sektöründe eni konu ilerlettiği kariyerini bırakıp, BÜ Felsefe'de master yapmaya başladı misál. Bir diğeri Türkiye'nin en büyük şirketinde idareci olma yolundayken, istifayı bastı; şimdilerde sergi açmayı düşünüyor. Bir diğeri, iláh muamelesi gördüğü şirketten ayrılıp kendi reklam şirketini açtı. Bir diğeri, 30'undan sonra, Yeni Zelanda'da su altı biyolojisi okumaya gitti, burs kazanıp...

Ömrünüzün prangası değildir diploma... Yanlış anlamayın; okumak, bakın o hakikaten önemlidir işte... Bünyenize hitap etmiyorsa, müfredatın buyurdukları yerine gönlünüzün çektiklerini okuyunuz ama seçtiğiniz konuda bilgi sahibi olana dek, kendi seçtiklerinizi muhakkak okuyunuz...

İster bulutlardan fal tutarsınız, ister sayılarla resim yaparsınız, ister hayatınızı rol misali kesersiniz... Hayat bu, kime nereden diploma biçeceği hiç belli olmuyor.

Diyeceğim o ki, ne isterseniz ama hakikaten isterseniz, osunuz...

O kadarsınız.

O kadar.

Hadi bol şans ve şimdiden geçmiş olsun.


Gülhane Parkı'ndayım


Magazin konusunda komplo teorisyeni háline geldiğim için eni konu korkuyorum. Dikkatli nazarlarınızdan kaçmamıştır. Bu aralar magazin yıldızlarımız arasında bir zoolojik muhabbettir gidiyor. Önce Hülya Avşar Show'a katılan Gülşen, Gülben Ergen olduğu yönünde tahminler yürütülen bir sahne sanatçısını penguene benzetti. Ardından Hülya Avşar, her zamanki lüzumsuz ve mesnetsiz izdivaç ahkámlarından birini daha, bu kez içine hayvan mayvan katarak kesti: Evlilikte üç maymunu oynamak lazım. Yetmedi, Emel Müfüoğlu'nun talk-show’una katılan Ergen, iddialara yanıt verdi: ‘‘Yaptıkları açıklamalarla sanat dünyasını hayvanlar álemine çevirdiler. Üç maymunlar ile ilgili bana niye soru soruyorsunuz? Ben maymun muyum?’’ Aman ne komik di mi! Valla, size komik gelebilir, ben dedim ya, korkmaya başladım. Kanımca bunlar ulusal kanallardan sonra şimdi de National Geographic'i ele geçirecekler. Siz daha gülün!


Bülbülün Ölümü


Hollywood'un en şahane babasını da kaymış kuyruklu yıldızlar arasına uğurlamış bulunuyoruz. Zihnimizde hep ‘‘To Kill a Mockingbird / Bülbülü Öldürmek’’teki Atticus Finch olarak yaşadı, hep de öyle yaşayacak. Şahane bir avukat ve şapşahane bir baba olarak. Tüm babaların ‘Babalar Günü’nü, Gregory Peck nezdinde kutlamak isteriz.
Yazının Devamını Oku

Köprüyü geçerken

14 Haziran 2003
‘‘Bir dokun, bin ah işit / Bugünlerde böyleyim / İster kal, ister git / tarifsiz kederdeyim.’’ AAAH NE GÜZEL ŞARKIDIR O!

Bu tamamıyla benim şaşkın ezberimle ilgili bir durum olsa gerek... Bu aralar ne zaman AMCA İlhan Şeşen'in ‘‘Eller Eller’’ adlı şarkısının klibini görür gibi olsam... Çok şükür ki beynimin büyükçe bir kısmı full randıman çalışırken, bir yanıyla beynimin uzaktan kumandası, kainatın tüm seslerini mute'a alıyor; ben bir anda kafamın içinde bir yerlerde, bambaşka bir şarkıyı terennüm etmeye, üzerine de klip çekmeye koyuluyorum: ‘‘Ah olmaz, olmaz / Sensiz olmaz, sensiz olmaz / Yanıyor yanaklarım / Gözyaşlarım durulmaz...’’

Ben, korkarım, İlhan Şeşen'i tıpkı Yeni Türkü gibi, eski háliyle sevenlerdendim.

Elde ne var? Eller Eller'den Kaçış II..

Gerçekten suçum yok; bir nevi tetikçi sayılırım. İlhan Şeşen'in Post ‘‘Ellerimde Çiçekler’’ ve Post ‘‘Neler Oluyor Bize’’ döneminden fena hálde daralmış bir takım zat-ı muhteremler tarafından ısmarlanmış bir sipariş yazıdır bu. Karşılarında boynumuz kıldan incedir. Zira konu üzerinde de fena halde hemfikiriz(dir).

* * *

Lafı bu kadar dolandırmış olmama bakmayın... İlhan Şeşen'in uzzun zamandır beklenen albümünün ilk çıkış parçası, ne diyelim, ‘epey mat...’ Kendimize rağmen anmak isteriz o meşum şarkıyı ama bu aralar nedense, irade haricinde hep iyi sözler hatırlamaktayız: ‘‘Aşk tanımaz gece gündüz / Güne gece katar gider / Ne yağmur tanır ne güz / Güze bahar katar gider / Ben böyle aşk görmedim / Daha neler görmek var? / Ne istedin de vermedim? / Başka nasıl sevmek var?’’

Nerde yani: Eller eller elleeeer gibiyiiiim, kendisine kapılmış selleeeer gibiyiiim...

Bu arada amca, güfte, beste ve aşktaki yaratıcılığa es vermiş değil ya, hüzünlü resimler yaptığı odada, hüzünlü resimler vermektedir. Eller eller elleeeeeeer...

Bizim paranoyak bir arkadaşımızın iddiasına bakacak olursanız, Eller Eller, Yıldırım Gürses'den apartılmıştır- saçmadır ama o da bir fikirdir, ayrı...

Biz Grup Gündoğarken'i öyle böyle değil, utanmadan sıkılmadan, çok ama çok sevenler derneğindendik. Yani, yanlış anlaşılmayalım, sırf satmazken değil, sadece mırıl mırıl şarkı söylerken de severdik biz onları...

Sadece şudur ki, Eller Eller gerçekten mıymıntı bir şarkı, kamuya malolmuş sözleriyle, benzer tondan, olamamış Sartre-Dali pozları satıyor.

Öyle yani, öyle valla...

Soru şu: Yumru Hanımdı, çocuklardı, sizi pek seven zevcenizdi, ailevi bağların oluşturduğu gruptu, şarkılardı; bunların toplamından bir İlhan Şeşen vardı

Şimdi n'olacak?

Ben sormadım, onlar sordu vallahi; ‘‘Eller eller ne ayak?''


MOBY'NIN KANKALARI BELİRLENDİ!


Efes Pilsen One Love Festival çerçevesinde Park Orman'da düzenlenecek muhteşem konserler öncesi, Hürriyet'in interaktif yarışmasına katıldığı için programın yıldızı Moby ile tanışıp, muhabbet edip, yetmiyormuş gibi konseri de ücretsiz izleme fırsatını yakalayacak, erken davranan beş kişinin ilk isimleri aşağıdadır.

Bunların arasında Esra, bir dakika içinde tam dört mail gönderebilmiş Özgür 30 saniye içinde iki mail birden yollamış, Erkin ise saat tam 12.00'yi gösterirken iki mail birden postalamaya muvaffak olmuştur. Anlayacağınız, haklarıdır...

Önce yarışma sorusunu doğru yanıtlayarak, konseri ücretsiz izleme olanağının yanı sıra Moby ile tanışma olanağını elde eden, ve sorumuza doğru yanıt veren ilk beş kişiyi tanımak ve açıklamakta faya var.

‘‘Geçtiğimiz yılın festival yıldızı kimdi?’’ sorusuna doğru yanıt veren ilk beş yarışmacıyı açıklamakta fayda var: Yanlış ya a doğu,o he

Yazın kaçınılmaz içkisi bira, belli başlı markalarıyla değil, teroi serinliğirin icatlarından olsa gerek,

Yine de hayrettir, bunyeye yetermiş

SORU:
Geçtiğimiz yıl, Efes Pilsen One Love Fest'de konuk ettiğimiz ünlü yıldız kimdi?

YANIT: Manu Chau...

Geçtiğimiz yıl, Efes Pilsen One Love Fest.'in yıldızının kim olduğuna dair sorduğumuz soruya en erken ve en önce cevap veren, bu vesileyle Park Orman'daki konser öncesinde Moby ile tanışmaya hak kazanacak kişiler!

Beş kişiyi açıklıyoruz:

Özgür Sürdü

Özge Kırımlıoğlu

Erkin Baygın

Esra Kazımoğlu

Faruk Bayrak

Eğlenirken bizi de hatırlayınız, bugünü mutlulukla yadediniz...
Yazının Devamını Oku

Ne var ne çok Ercan Bey?

8 Haziran 2003
Ercan Bey, Ercan'ım; aşkım, tatlım, servi boylum, yakışıklım... Tabii ki biliyorsunuz Ercan Bey; pardon, bu kez sizin istediğiniz gibi olsun; biliyorsun: Bugün sektörde mevcut, tuşesi bizzat senin tezgáhında dokunmuş, karizma kurbanı kadınların tümü gibi, elbette ben de sana, ezelden ebede vurgundum.

Dorian Gray'in Portresi'nin gizli ve esas başkahramanı Lord Henry Wotton'ı andıran hafif kinik ama yine de baldan tatlı espri anlayışın ve aklındakini söylemekten caymaz düzlüğünün yanında eşsiz zarafetinle... Ben bir şeycik sormadan, bana aşkımızın karşılıklı olduğunu söyler dururdun... Yüzünde her dem şık bir aksesuvar gibi taşıdığın o gıcır istihza... Hakikaten öyle mi? Öyle olduğunu söyle Ercan?

Dört yaşındayken can sıkıntısından kendi kendine okuma-yazma öğrenmiş, gazeteci olmak istediğini daha ilkokuldayken bilmiş, gazeteci olmak için gazetecilik okumak gerektiği şeklinde gerzek bir fikrin peşine takılıp ÖSYS'de İletişim Fakültesi'ni tek geçmiş, gafletinin ayırdına varır varmaz okulu terk edip alaylı tayfaya yazılmaya karar vermiş, 93 Şubat'ında, 21'imdeyken, sonradan Esquire olacak MR dergisinde çalışmaya başlamıştım.

Patronun sen olduğunu, karizma katsayısının ebedi ve edebi boyutlara vardığını görür görmez, nihayet isabetli bir karar aldığıma uyanmış, sevindirik olmuştum. Kıs kıs ifadenden anlamıştım; ne sersem sepelek bir kız çocuğuydum, çok mu gülünçtüm Ercan?

Ömrümün vesilesisin sen. 23'ümde senin yüzünden köşeyazarı oldum. Fransız dergilerinin kapak spotlarından konu ve başlık çıkarmayı senden öğrendim.

Tadı damağımda kalan kavgalarımın hemen hepsini seninle ettim. 10 yıl boyunca neredeyse yalnızca güvenlik ve kafeteryasında çalışmadığım Sabah binasında, düzenli aralıklarla ve kafa yedirten bir öfkeyle ettiğim her istifada, senin tavına aldanıp gerisin geriye döndüm.

BEBEĞİM OĞLAN PERİŞAN!

Çalışmaya başladığım sene, hani neredeyse dazlak kıvamında kısa saçlarımı, senin rica kisvesi altındaki emrinle uzattım. Mütemadiyen ayrılmaya çalıştığım sevgilimle, her seferinde senin yüzünden barıştım: ‘‘Bebeğim, oğlan perişan; yine buruşturmuşsun. Ama yavrucuğum, sen de normal bişi diilsin ki. Bak sana bir şey söyleyeyim mi? Bu civarda seni başkası kesmez, vallahi sıkıntıdan patlarsın. Aklını başına devşir, sen daha bana lázımsın! Zayıfladın mı sen bakiim? Hem şu saçlarını niye hiç açmıyorsun? Ben seni bir yemeğe çıkarayım. Peki şimdilerde ne okuyorsun?’’ Bana habire biyografi kitabı yazdırmaya çalışırdın. Müsaaden olursa seninkini yazmak boynumun borcudur; ahdım olabilir mi Ercan?

O meşum Salı, aylardan beri ilk kez, seni telefonla arama gayretindeydim. Sana birkaç andavalı şikayet edecek, akıl danışacak, dahili espri paslaşacak, bu arada kısa günün kárı bábında sesini ve kahkahanı duyacaktım.

Sen hattın ucunda müstehzi ifadenle dinleyecek, ardından; ‘‘Yavrucuğum sersem misin; tabii ki hállederiz. Geç bunları bir kalem bebeğim, yeni dedikodulardan ne haberler? Ne var ne çok?’’ diye soracaktın. 15 dakika aralıksız, deli bir hasret ve telaşla telefonunu tuşladım, kapsama alanı dışındaydın.

Tam kaderle birlikte sana da küsüyordum ki... Tam o anda yanımda biri, internetten yüksek sesle haberini okudu. Otobüsün altındaymışsın. Ben artık küsüm; haberin var mı, umrunda mı Ercan?

Kan sıçradı beynime, matbaa rezonansı şiddetiyle titriyorum. Benlikten, insanlıktan çıkmış vaziyetteyim; rezil rüsva oluyorum. Tepemden ayıplar nazarlarla baktığını, bir dua misali en içimden zikrettiğim adın gibi biliyorum.

Bu yazıyı okusan tiksinirdin herhálde. Arabeske düştüm fakat elimde değil, kendimi tutamıyorum. Sen başka bir konu öner Ercan?

Babamın haricinde, beni sinirimden ağlatmaya muktedir yegáne adamdın sen. Oysa günlerdir aklımdan sadece güzellikler geçiyor. Ve ne çok güzel anı birikmiş, içimden kendimi güllabici odunlarıyla ve hınçla dövmek geliyor. Sen hani bana kıyamazdın; nasıl kıydın Ercan?

En güzelini, seni uğurlarken, yine senin üslubunla Dürrin Ababay söyledi işte: ‘‘Yavrucuğum sersem misiniz? Yok adam halk otobüsünün altında kalmış, yok beyni kanamış, yok kalp damarları kopmuş. Boşversenize! İyi araştırmamışsınızdır siz. Aşık maşıktır o herif; arazi olmaya çalışıyordur. Gidin, sorun, soruşturun. Doğrusunu bildirene sabahlama gecesinde benden bir şişe Petrus şarabı.’’ Yine hangi kadınla flörttesin Ercan?

İnisiyalli gömleklerin, jilet gibi pantolonların, şırımşık ceketlerin, tabanları sanki bulutların üzerinde ilerliyormuşsun gibi gıcır gıcır ayakkabılarınla, yağmur altında ıslanmadan yürümeyi beceren, zıpkın gibi, adam gibi bir adamsın sen. Sana toprak sıçramaz. Hadi ordan, yeme bizi; ne zaman keseceksin mıgırı Ercan?

Ne var ne çok Ercan Bey; biraz da siz dedikodu verin bakalım?

Peki başka? Peki başka? Peki başka?..

Komik ile gülünç kareler arasındaki tek farkı bulunuz

Davut Güloğlu'na bundan sonra Komedi Dans Teklisi diyelim mi? Katıla Katıla (alias: Light) isimli şarkıyı dinleyen okurların hak vereceğini umarım.

Bu sefer var ya, hakikaten çocuklar duymasın... Lákin bir yandan da gayet iyi biliyoruz; duymak da ne, salak şarkıyı dillerine pelesenk edecekler...

Hamsinin ve Hatunun En İyisinden Biz Anlarız Derneği Laz Bölgesi Asbaşkanı Davut Güloğlu, son hitiyle yine kadın-erkek meselelerine orijinal bir perspektif katmış. Hani tekrar etmekten yana hicap duyuyorum ama sözler şöyle: ‘‘Culeyrum haluna katula katula / Bi sozuni geçuremedun karuna / Daha niye veremedun ağzunun payunu (...) / Nakarat: Ne oldi sana, ne oldu poyle? / Nerde esku taşfirun erkeğu? / Bir anda oldun light erkeğu?’’

Böyle şahane bir yaratıcılık, komikçi bir anlayış...

Hintli MC Panjabi'nin müziği üzerine ha pasa kemençe döşenerek... Çocuklar Duymasın dizisinden garantili espri apartarak... Şarkısıyla ilgili; ‘‘Çok da ciddiye almamak lazım,’’ dedi Güloğlu ki ahir ömrümde ağzından çıkan, yegáne hak verdiğim ahkámdı... Her erkekte light'lık varmış, ama'ymış, ehe ehe ehe'ymiş... E, biz bi gül, bi gül; Davut Gül-oğlu-gül!.. Büyüyünüz de geliniz, biz o arada kendimizce güleriz.
Yazının Devamını Oku

Aşkın klibi Doğuş’a ait olunca dağlar delinmiyor, aşk basbayağı dağa kaldırılıyor

7 Haziran 2003
Pop müziğin okulu varsa, Doğuş ne olunmaması gerektiğine dair zorunlu bir ders olarak okutulsun isterim. Babasının mezarını TeleVole kameralarıyla randevulaşıp ziyaret eden, bu arada mutlaka korkunç bir beceriksizlik ve olamamış Hülya Koçyiğit pozlarıyla insanı izlerken utandıran ‘‘artiz’’tik şekillerle bayılan... Zaten etrafta kamera varsa ayağına nasırı vursa bile bayılan, nispeten minimal bir yaklaşım sergilemeye kararlı olduğu zamanlarda en olmadı ağlayan...

Álemin delikanlısı jargonları kesip, halk gibi yaşamayı özlediğini sık sık dile getiren, bunu da ‘‘Arada otomobilimi yol ortasında durdurup dolmuşa biniyorum, inşaatlara dalıp, amelelerle birlikte harç karıp taş taşıyorum’’ benzeri acayip cümlelerle ifade eden...

Burnu ve bedeni sonradan yapılı... Üç-beş ömürlük Sezercik hikáyesi yaşadığı iddiasında olduğu için bu yaşında oturup otobiyografi döşenen...

Kendine ve Hilal Cebeci'ye soracak olsanız, ‘‘Dünya starlığı yolunda’’ ilerleyen...

Bize soracak olursanız, koşu bandında jogginge çıkmışçasına bir tempo tutturduğu için mesafe katetmesi biraz zor görünen kardeşimizin Yemin Ettim diye bir parçası ve o şarkının gülünç ötesi bir klibi var ki, ooooy oy!

HELE O AYAKKABILAR

Hazır mıyız ey kári? O zaman barış için, insanlık için batsın bu dünya! (Orhan Gencebay kusuruma bakmaz umarım. Kendilerinin şahane eserini bu yazıda, Doğuş ile birlikte kullanıyorsak, Gencebay'ın espri anlayışına sığındığımızdandır yani...)

Abilerim, ablalarım; ortamımız sarı-sepya... Bir dağ başında, otomobil yolunda yürüyen Doğuş, kameraya acılı lahmacun bakışları atıp şarkısını söylüyor: ‘‘Yemin ettim sana ben / Sevemem sevemem / Bu gönlümü başkasına / Veremem veremem...’’

Fakat bir yürüyüş ki öyle böyle değil. Yürürken önce deri ceket çıkarılıp dağa taşa fırlatılıyor. Ardından tişört; yırtılırcasına...

Elbette ki onun çıkarıldığı noktada, kanatlar kabartılıyor, göbek Kürşad Tüzmen'den bile fazla içeri çekiliyor.

Akabinde, ‘‘bu satırların yazarının’’ favori bölümü geliyor ve bendeniz gülmekten koltuktan düşüyor: Ayakkabılar! Teker teker, bir dağa, biri bayıra... Adamımız, ayağında tabanları tozdan beyaza çalan siyah çorapları ve siyah pantolonuyla, kelimenin tam manasıyla dövüne dövüne, bir yere-bir göğe doğru hönkürerek isyan ediyor da ediyor.

Yere kapanılıyor, taşa kafa atılıyor, dizler dövülüyor, diz üstünde zıplanıyor. Aralarda kameraya dönüp dönüp, kanlısını görmüş Erol Taş bakışlarıyla, aşk şarkısı terennüm ediliyor. Islak toprak avuçlanıyor.

O çamurlar, perişan taklidi yapan, esasta seksapel satmaya çalışan, daha ziyade katran karası bir palyaçoyu andıran jestlerle bedene, yüze sürülüyor. Ne yaptığı pek belli değil ama şarkının adı Yemin Ettim ya, herhalde teyemmüm abdesti falan almaya çalışıyor.

Fakat niyetten yana derin şüphelerimiz olduğu için, o yemin ne kadar tutar, kifayet eder mi, tabii bilinemiyor. Hani iki gözüm önüme aksın ile gözünün yağını yiyim birbirine karışmış gibi gibi...

Yakaladığınız yerde kaçırmayın derim, insan, aşka ve insanlığa dair pek çok şey öğreniyor.

Anlatamadım değil mi? Yok, vallahi beceremedim; kelimeler kifayetsiz, belágatım yetmiyor.

‘‘İzleyenler izlemeyenlere anlatsın’’ diyesim geliyor ya, bir taraftan da Doğuş bu, anlatılmaz yaşanır yani.

Tıpkı BBG evindeki akvaryum balıklarının kendilerine yakıştırdığı gibi... Yani demem odur ki, aşkın klibi Doğuş'a ait olunca, dağlar delinmiyor, aşk basbayağı dağa kaldırılıyor.

Siz iyisi mi yeşile yayılın, denize kaçın, uzaya gidin...
Yazının Devamını Oku

Acı var mı acı?

1 Haziran 2003
Hadi bir an için lepistes belleğine sahip olduğumuz gerçeğini es geçip geçmiş haftaların kayıtları arasında şöyle bir turlayalım: Barbaros Bulvarı'nda, aynı eğilimden (sol) iki öğrenci grubu kavgaya tutuşup birbirlerinin kafasında kürek, sopa, tuğla kırdılar.

Aynı dönemde, 15 yaşındaki B.G. ailenin kanlılarını av tüfeğiyle kurşuna dizdikten sonra, tüfeğini kafalarına vurarak parçaladı. ‘‘Bize özel adalet töresi’’ bu kez Samsun'da cereyan etti. 61 yaşındaki Çakırahmet ve 37 yaşındaki oğlu Gülahmet Ovalı, arazi meselesi yüzünden, cami önünde kurulan pusuya düşürüldü. Yaş haddinden dolayı daha az ceza alacağı için babası tarafından cinayete azmettirildiği tahmin edilen B.G. muhtemeldir ki, 15-20 yıl yedikten sonra, infaz yasasına göre, beş-yedi'sini yatacak...

İzmir, Turgutlu'da hamile kaldığı için 16 yaşındaki kızkardeşini öldüren C.İ. buyurdu: ‘‘Kardeşim namusumuzu kirletti. Biz de töre gereği öldürme kararı aldık. Pişman değilim.’’ (Paçasına kan sıçramış ama hijyen anlayışı maalesef sapkın. Bu sebepten olsa gerek, tecavüze uğrayan kızları, bu ülkede hálá, namus temizlensin diye, mütecavizle evlendiriyorlar. Biz ebleh bir iyimserlikle, bütün ana-babalara, evlatlarına eş beğenmek için hamama gitmelerini öneririz...)

Yargıtay, 1980'de pankart astığı için tutuklanan ve sorgu sırasında hayatını kaybeten üniversite öğrencisi Faruk Tuna ile ilgili davayı, zamanaşımından düşürdü. Olaydan sekiz yıl sonra polis memuru Sinan Yalçın'a karşı açılan dava, suç tarihinden 11 yıl sonra, 5 yıl 4 aylık hapis cezasıyla karara bağlanmış, ceza 93'te onanmıştı. Bu arada Yalçın'ın 27 Mart 90 tarihli duruşmada olaya karışan beş polisin daha ismini vermesi üzerine onlar hakkında da dava açılmış, 4 yıl 5 ay 10 gün hapis ve 3 ay memuriyetten men cezası, davalılar ve savcılık tarafından temyize havale edilmişti. Yargıtay'ın aradan geçen yılları göz önünde bulundurması üzerine bugün, Faruk Tuna haricinde herkes elini kolunu sallayarak hayatına devam ediyor.

Rumsfeld, Irak'a saldırabilmek için kimyasal silahlarla ilgili palavra sıkmış olduklarını itiraf etti. Bundan evvel Verhaugen; ‘‘2007'de AB'ye girmeyi ummak, Türkiye için hırslı bir yaklaşım,’’ demiş bulundu.. (Bir azardır gidiyor, büyüyünce dayak terbiyesini Eton'a müfrezat niyetine yazmış İngiltere olacağız inşallah...)

Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu adlı eserinde; ‘‘Tarih okumuş herkes bilir ki, itaatsizlik insanın asıl erdemidir,’’ der; ‘‘İlerleme itaatsizlik yoluyla kaydedilir, itaatsizlik ve başkaldırı yoluyla...’’ (Roll Yay. Çeviri: Fatih Özgüven) Eh, bunca acı üreten topraklardan (İbrahim Tatlıses her fırsatta neden o gürül gürül sesinin değil de abuk sabuk maşist tavırlarının, acılı lahmacunlarının ve isot markasının reklamını yapar durur dersiniz? Uyanıktır çünkü, bilir ki Türkiye bu tadı seviyor...) bir nebze edebiyat, bir nebze sinema, biraz müzik, biraz dans da çıkmasaydı, bize de tembelliğin tarihini yazmak düşerdi; eh, takdir edersiniz ki biraz ayıp olurdu.

Yani esasta demem odur ki, Türkiye'de iyi şeyler de oluyor: Orhan Pamuk ve Nuri Bilge Ceylan... Yani BENİM ADIM KIRMIZI'dır ve kan tuttuğu için doktora gitmekten korkan bir milletin rengini kandan alan bayrağının alıdır; Doğu ile Batı'nın tam ortasında ama her ikisine de olabildiğince UZAK'tır...

İngiliz The Times, geçtiğimiz günlerde; ‘Hasta Adam’’ın sağalmakta olduğunu ilan etti. Sporda, edebiyatta, sinemada, müzikte elde ettiğimiz başarılara işaret eden haberde, Sezen Aksu'ya ‘‘Julio Inglesias melodileri üzerine Türkçe söz yazma dönemini kapatan kişi’’ olduğu için, özel yer ayrıldı. (30 Ağustos'ta Türkiye'nin farklı etnik gruplarından oluşan koroyu arkasına alıp konser verdiğinde hatırlarsınız; ‘‘Sezen Aksu gitsin o şarkıları Ermenistan'da söylesin,’’ denmişti. Aksu, nasipse yakınlarda Olimpiya'da, Carnegie Hall'da, hatta Tibet'te de konser verir. Bu arada málûm zatlar da artık politika yapmak için Kıyı Boyu'na falan uzanırlar belki?) Sertab Erener ile Demir Demirkan ne dediler: ‘‘Every Way That I Can...’’

Biz bu omurgayı hangi günler için doğrulttuk? Sanata yayılalım arkadaşlar: Kurtuluş göründü; karadan ziyade ufka yakın ya, yine de olsun varsın, bakın martı sesleri duyuluyor. Baş kaldıralım, başımızı dik tutalım arkadaşlar! Yürüyeduralım gündüz gece...
Yazının Devamını Oku

El Roman aşkın F-16’sına binmiş

31 Mayıs 2003
Saymadım, sayamadım; bu kaçıncı yazı/haber olacak Rafet el Roman ile ilgili? Üç müdür, beş midir, 15 midir, 365 midir? Müsaadenizle bu konuda pes etmek isterim. Aferin Rafet El Roman'a... Bu nafile belágat artık neye ve kime yarayacaksa?.. İki gözüm önüme aksın ki bu sondur ve topunun özeti şudur: Rafet El Roman'ın müziği ve sinematografik melekeleri gayet takdire şayandır ancak, sansasyonları, tıpkı şarkı sözleri gibi, mideye ve dimağa zarardır. Psikosomatik bulantı yaratır.

El Roman'ın kendine müstear olarak seçtiği ismin gazına binip; ‘‘Hayatımı klibe çeksem roman olur’’ mantığından yola çıkarak -fazla- üretken bir performansla yaptığı albümleri, klipleri, Reha Muhtar soslu haberleri... Of ki of yani...

SERMAYESİ AŞK’TIR

Uyarmadı demeyiniz, Rafet el Roman'ın beşinci albümü ‘‘5 NR Aşk’’tan seçip klip çektiği son parça olan Aşk'tan dem vuracağız. Mevzu mühim, isterseniz, tekrar edelim: AŞK...

Rafet El Roman'ın postmodern döneminin ekmek teknesi, biricik sermayesi yani... Bir tür Alinur Velidedeoğlu yaratıcılığı... Sorry... Ya da Beni Affeder Misin?

Aşk'ın klibi, yine Sam Amca'nın diyarında çekilmiş. Bir nevi; ‘‘O Memo, burası Neev-York, Ameeerika... Kot pantelon, ve saire... Amanın nasıl bir macera!’’ durumları.. (Tabii, cümle içinde geçen ‘‘Ve saire’’ bizim eklentimiz, kendileri hálá bu topraklarda asimile turist havası atmayı ve aksanından taviz vermemeyi tercih ediyorlar zira: ‘‘Ha? Ne? Ben karşının taksisiyim abilerim ablalarım; pardon, no anlamak; nein yani... Siz benim albümü aldınız mı bakiim?’’)

El Roman, aşkın F-16'sına binmiş, asırlar evvelden beri malûmdur ki yuvarlak olan Dünya'nın çevresinde 360 derecelik tam bir tur atmış, başladığı yere dönmüş. Okyanuslar ötesine yani: ‘‘O Memo, maceranın fazlası adama hasretlik denen haltı hapır hupur yediriyor. Eh, biz de Azeri topraklarında bir halt yemiş sonra da prim yapar diye kimse sormadığı halde bunu paparazzi ile paylaşmış bulunduk. İhanetin üzerine Beni Affeder Misin, vb. isimli şarkılar döşenip, yönetmenliğe dair ne kadar kabiliyetimiz varsa, klibinde konuşturduk: Şöyle kendi yatak odamızda ağız tadıyla ihanet etmeye kalmadan, odayı karımızla birlikte TeleVole ekibi basmış gibi pozlar verdik. Halbuki daha ilk şarkımda söylemiştim: 'Sini seviyorum.' Karımı 'Valla barışacaz,' diye Almanya'ya çağırdım. Bakmayın sonra orada çocuklara el koyup, ona boşanma davası açarak, Türkiye'ye geri yolladım. Bu halk benim değerimi bilmiyor o Memo... Hani burası Nev York Ameerika idi? Peki ‘Burası Türkiye, yok öööle’ kimin bestesiydi? Ben boşanma davasını geri çektim ama benim hatun hálá barışmaya yanaşmıyor. Nasıl bir yaşam, nasıl bir zaman?!’’

İşte bu noktada geliyoruz 360 derecelik, yusyuvarlak, pek toparlak Aşk'a: Madem öyle bari Yeni Dünya'ya dönüp YENİ bir nakarat yazayım diye düşünen El Roman terennüm ediyor: ‘‘Sen hiç sevdin mi? / Hiç sevildin mi? / Kavuştuk derken / Terk edildin mi? / O şimdi çok uzaklarda / Yok hayatımda / Ah ayrı yollarda...’’ Falan ve filan; Rafet El Roman'ın yazılsa pashagalaşamdan olacak hayatından bir kesit daha...

Biliyorum, yine parantezlere ve tırnaklara boğulduk. Ama konu Rafet El Roman olunca, bünye irade haricinde gaz kaçağı yapıyor, mazur görünüz...

MUNDAR İMAJ

Rafet El Roman, zannımızca, sebat etse şahane bir sinema yönetmeni olur. Kısa pasajlar, akıcı cut'larla çektiği New York görüntüleri gayet başarılı. Boşanmalarına çeyrek kala, kellesine kelaynak kuşu misali kondurduğu o sakil imajdan da vazgeçmiş; temiz pak bir saç kesimi ve sinekkaydı bir tıraşla, suratına bakılır bir suret arz ediyor.

Káh metronun camına başını dayayıp, dışarıda akan hayata, safkan sokak köpeği hüznü taşıyan bakışlar atıyor, káh bir gökdelenin balkonundan, şehre doğru şarkısını haykırıyor. Fakat alışmış kudurmuştan beter, malum; El Roman da klibin sonunda, artık Central Park'ta mıdır nerededir bilinmez, bir bankta oturan, çekik gözlü, muhtemelen Uzakdoğu asıllı bir hanımefendinin yanına çöküp, sohbeti koyultmaya yelteniyor. Belki de Aşmış Abi'miz, eski karısı Tuğba Altıntop'a nispet yapıyordur, bilemeyeceğiz...

Allah biliyor ya, El Roman'ın parçaları hiiiç fena değil. Gelin görün ki, kendilerine yetenekli bir reklamcı lazım, zira kasaba kurnazı promosyon politikalarının mundar ettiği imajlarını kurtarmak adına, bir sonraki reenkarnasyonunu beklemekten gayri neredeyse hiç mi hiç şansları yok.

Ne kendisinin, ne ex zevcesinin... Sorry...
Yazının Devamını Oku

Kendimizden hayatı sakınmayalım arkadaşlar

25 Mayıs 2003
Geçtiğimiz haftanın en komik haberlerinden biriydi: Ayrılmaz kankalar Bülent Ersoy ve Oya Aydoğan, yazın tığ gibi olmaya ahdetmiş, bir diyet uzmanının kapısını çalmışlar. Sonraki gelişmeleri, Aydoğan'ın ‘‘tray-lay-lom’’ belágatıyla birebir alıntılıyoruz: ‘‘O gün birbirimize söz verdik. Akupunktur ile tedavi olacaktık. Doktordan çıktık, karşıda İskender Kebapçısı'nı görünce ben onun, o da benim gözüme baktı. 'Bi kereden bişi olmaz,' dedim. Bülent Hanım zaten hevesli. Restorana girdik. O gün verdiğimiz kalorileri ikiyle çarpıp çıktık.’’ İşte size şişman ve mutlu bir kadın... İdeal insan...

Bu arada, bundan yaklaşık altı ay önce, bir daha diyet yapmaya, yani kendisini kasmaya ve mutsuz etmeye tövbe ettiğini söyleyen Sibel Can, mecburen rejime başlamış. İki ayda 61 kiloya inmiş, 58'i hedefliyormuş: ‘‘Sabahları bir kibrit kutusu kadar beyaz peynir, portakal suyu...’’ Bildiğiniz reçete, bildiğiniz içli nakarat: ‘‘Çile bülbülüm çile...’ N'aparsınız ekmek kavgası... İnsan ekmek parası kazanmak için, bir lokma ekmek bile yiyemeyebiliyor!

Kendi adıma, iki-üç ay rejim yapıp, üç kilo verdiği için mutlananlara akıl sır erdirememişimdir hiç. Bende gündüzle gece arasında oynadığı oluyor o üç kilonun... Rahat, abartısız, ciddiyim... Kilo, tamamen bir ruh háli bende nicedir. Fakat en azından şu kadarı iradem dahilinde: Ruh hálim kilomu belirliyor, kilom ruh hálimi değil... Zira rejim yapmak aşkı inkár etmek gibi bir şey. Ne kadar unutmaya çalışırsanız, o kadar aklınızı meşgûl ediyor. Ne yemeyeceğim? Kebap... Ding-dong! Kebap... Ne özlüyordu bu deli gönül? Kebap... Nerede kepap? Kebap... Saldır Joe! Fatura: Pişmanlık...

İnternette dolaşıp duran bir e-posta var. Dün Ayşe Karasu, Hürriyet Cumartesi ekinde de uzun uzun anlattı hani: ‘‘Ortalama kadın kilosu 66'dır, Marilyn Monroe 42 bedendi, Barbie bebeğin ölçülerine sahip bir kadının omurgasını dik tutması mümkün değildir,’’ diye giden...

Doğrudur. Ben orta eğitimimi bir kız kolejinde almıştım. Her pazartesi girdiğimiz rejimleri, 10 dakikalık ikinci teneffüste bozmayı, öğle tatiline dek evden getirdiğimiz tüm rejim yemeklerini mideye indirdikten sonra, öğle arasında kendimizi lezzetin şefkatli kollarına teslim etmeyi, ádetten sayardık. Dönüşsüz aydınlanmam da zaten tam o yıllara rastlar...

Bir arkadaşımız, havuç salatasını okula ayak basar basmaz mideye indirmiş, öğle tatiline kalmadan, 10 dakikalık teneffüste kantinden aldığı Leyla'yı dişlemeye koyulmuştu. (Leyla, kantin spesiyalitesiydi: Poğaça içine tost makinesinde basılmış çikolata!) Çenesinden sıcak çikolata sızarken, o yaşına bol gelen (Henüz orta ikide mi, üçte mi neydik?!) bir soru sormuştu:

- Ya, biz niye rejim yaparız?

- Zayıflamak için...

- Peki biz niye zayıflamak isteriz?

- Güzel görünmek için...

- Peki biz niye güzel görünmek isteriz?

- Erkekler için...

- Peki biz erkekleri niye isteriz?

- Nası' yani? Aşk için?

- Peki orgazmın çikolatadan daha iyi bir şey olduğunu nereden biliyoruz?!

31 yaşımın ‘olgunluğu’yla ben de diyorum ki; aşk iyidir. Ama çikolata da iyidir... İkisi birden, daha da iyidir... Kendimizden hayatı sakınmayalım arkadaşlar!


Norm ne, normal kim?


Nasıl bir cinsse, hemen her nevi magazin ‘‘tür’’ünü bir kategoriye oturtabiliyorum ama konu Stelyo Pipis oldu mu, basiretim bağlanıyor. Mevzuyu National Geographic elemanlarına, ya da ne bileyim, antropologlara falan havale edesim geliyor. Geçtiğimiz hafta Vatan'da yayınlanan röportajından alıntıladığımız, her zamanki gibi ‘‘enteresan’’ Stelyo Pipis belágatına buyrun: ‘‘Çalıştığım insanlara sürekli kim olduklarını hatırlatıyorum. Yaptığım en önemli iş bu. Böylece onları daha iyi olmaya teşvik ediyorum.’’ (Ne işle iştigál ettiği sorulduğunda. Bu arada kendisinin M.Ali Erbil'in kadrolu menajer ve dostu olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır?) ‘‘Özel hayatlarına karışsam, Mehmet Ali hiç Sedef'le evlenir miydi?’’ (Birlikte çalıştığı insanların özel hayatlarına karışıp karışmadığı sorulduğunda... Bu arada, M.Ali Erbil, biliyorsunuz o sıralarda; ‘‘Dostların vazifesidir’’ düşüncesinden yola çıkarak gazetelere verdiği zehir zemberek beyanatlarla, kendilerinin Asuman Krause ile ayrılmalarını ‘‘sağlamaktaydılar.’’) ‘‘Basına karşı 4-0 öndeyim. Dört ünlüyle daha birlikte oldum ama kaçırdılar. Onlar benim zaferimdir.’’ (Demet Sağıroğlu, Seda Sayan, Çağla Şikel, Ebru Gündeş, Demet Şener, Demet Akalın ve son olarak da Asuman Krause'nin isimleri sayıldıktan sonra; ‘‘Magazin basınının kaçırdığı bir isim olabilir mi?’’ diye sorulduğunda...) SORU: ‘‘Kız arkadaşınız ünlü biri olmak zorunda mı?’’ EL CEVAP: ‘‘Tam tersi... Ama nerde öyle normal kız? Herhalde Allah o kızı benden koruyor.’’ (Şahsi favorimdir ki mübarek bir nevi punchline; yani mideye yumruk indiren türden espri... Normalin bir kıstası varsa da Pipis'in onu yolda görse tanıyacağından hayli şüpheliyiz ya, neyse...


SARS'ıntılı eğlence...


2000'in 13 Şubat'ıydı; 17 Ağustos 99'un artçı şokları hálá zihnimizi sarsmaktaydı. İsmiyle müsemma, saygılara sevgilere ‘‘mazhar’’ bir kişiyle iş icabı muhabbet etmekteydik. Türkiye'de yaşayan bir Japon'un kendisine anlattığı şeyi, lütfedip bana da aktarmıştı: ‘‘Biliyor musun,’’ demişti; ‘‘Japonlar, 17 Ağustos'un ardından Türkiye'ye düzenlenen bütün turistik seferleri iptal etmişler. Kapadokya'da bile bir tek Japon turist göremezsin.’’ Durumu mercimek beynimde şöyle bir tartıp aval aval sormuştum: ‘‘Neden? Biz depreme hazırlıklı değiliz; can güvenliklerini sağlayamayız diye mi?’’ Her zamanki müstehzi ifadesiyle gülüp, kafasını iki yana sallamıştı: ‘‘Yok; saygıdan... Matemdeki bir ülkeye, eğlence amaçlı turistik ziyarette bulunmak, geleneklerine göre, adab-ı muaşerete aykırıymış.’’ 2003'ün Mayıs'ı: İzzet Çapa, Trends&Friends'de salı günleri düzenledikleri, pashagalaşamdan sosyetesine özel, şifreli partilerinden birine daha ‘‘imza’’ attılar. Şimdilerde Zihni&Friends olarak servis sunan ve patlayana kadar eğlence vaat eden mekánın geçtiğimiz haftaki parti şifresi SARS idi... İzzet Bey ve garson tayfası o gece ‘‘misafirlerini’’ yüzlerinde ameliyat maskeleri ile karşıladılar: ‘‘FB Başkanı Aziz Yıldırım, Petek Dinçöz gibi isimler çılgınca eğlendi. Uğurkan Erez, partide görevli bir Japon kızı, çekçekle kulübün içinde gezdirdi. Dodo şarkı söyledi, Deniz Akkaya vokal yaptı. Serdar Ortaç, hemşerim dediği Japon kızla poz verdi.’’ Boşuna dememişler; ‘‘Bir Türk dünyaya bedeldir ama beş Türk bir Japon etmez,’’ diye...


Kimmiş dominant seven?


İtalyan erkeklerinin dominant kadınlardan hoşlandığına dair geçenlerde çıkan haber üzerine, bizim Türk maçoları utanmadan nasıl da kıs kıs gülmüş, gerin gerin gerinmişlerdi!.. Bir de şimdi izleyin manzarayı... Bu aralar Homongolos lákabına sahip olanı da dahil, en maçosundan en ‘‘kadıncı’’sına, tanıdığım hemen hemen bütün erkekler, TV kanalları arasında efeler gibi zaplayıp, ‘‘Hastasıyım!’’ nidalarıyla Seda Sayan'ın terlik reklamını aranıyorlar. O civelek müziğin sözleri üzerine; adamların kafalarını temsilen ekrana yapışan terlik görüntüleri: ‘‘Terlikler Polaris, tebrikler Polaris! Dann, Dunn, Küüt!’’ Geçen yıl Sibel Can Polaris terlikleri habire eline giyiyor diye bir arkadaşımızın ezberi fena şaşmıştı. ‘‘Abi ben yanılıyor muyum? Ele giyilen şey eldiven değil miydi?’’ şeklinde sayıklayıp duruyordu... Bu yıl Seda Sayan sağolsun, şaşmış ezber, iyiden iyiye dağıldı: Alemlerin en delikanlı assolisti Kadırgalı Aysel (Böyle de iddialı bir yaklaşım: Kadın kendi ismini lákap bábında taşıyor!) terlikleri elden ziyade kafalara giydirmeyi tercih ediyor. Light Selami ve Dominant Teyzeli Ceyo'dan, Okan Bayülgen ile Ali Atıf Bir Hoca'yı birbirine küstüren Muya'ya; hararetten yana 10 Yıl Savaşları'na rahmet okutan Terlik Savaşları'nın en harlı bu döneminde, Seda Sayan açık ara önde gidiyor. Hadi şimdi söyleyin; ‘‘Burası Türkiye, İtalyan usulü feminizm, yok ööööle,’’ diye?.. Var ya, ayaklara gelene kadar, feminizme bile varırız...


DÜZELTME VE ÖZÜR: Geçtiğimiz hafta, Ortaköy'deki şaibeli bir tecavüz girişimi ile ‘‘şöhrete kavuşmuş’’ ve Özcan Deniz ile yaşadığı ilişkinin bağırsaklarını gazete sayfalarına dökerek ününe ün katmış Hazal Sümer ile, şarkıcı Hazal'ın fotoğrafları karışmıştır. Beynine kan sıçramış, utançtan yerin dibine geçmiş bir şekilde özür dilerim.
Yazının Devamını Oku