Ebru Çapa

Mazeret ve popo herkeste bulunur

4 Temmuz 2004
Arkadaşlar, Romalılar, yoldaşlar! Yanisi, kadınlar, bacılar, ablalar; ben buraya Muzır Neşriyat Kurulu’nu övmeye değil, gömmeye geldim! Oh be, Türkiye’de iyi şeyler de olabiliyormuş. Henüz duymamış olanlara, müjdeyi buradan verelim: Gazeteci ve araştırmacı Filiz Bingölçe’nin Kadın Argosu Sözlüğü, 2001 yılından beri TCK’nın 426. maddesinden yargılandığı mahkemeden alnının akıyla, aslanlar gibi çıkmış bulunuyor.

Yayınlandığı tarihten beri kitaplığımın güzide parçalarından biri ve gayetten başarılı bir eser olan Kadın Argosu Sözlüğü’nün yargılandığı madde, porno yayınlara uygulanan madde ve Bingölçe’yi, ‘toplumu yayın yoluyla tahrik etmek, cinsel arzularını uyarmak’la suçluyordu: ‘Argodan sözlük olmaz. Bu sözlük Türk kadınının uluslararası camiada almayı hak ettiği yeri almasını engelliyor.’

Valla bazı Türk kadınları da -mesela bendeniz- neyi hak edip etmediklerinin, nasıl davranmaları gerektiğini birtakım aşırı muhafazakár adamlar tarafından belirleniyor olmasından o kadar rahatsız ki mevzubahis sözlüğün muhtelif maddelerini sıradan saydırmamak için kendini zor tutuyor.

Haftalık dergisinde, Bingölçe’nin konuyla ilgili bir röportajı bulunuyor. Emel Lakşe imzalı haberde Bingölçe, son derece haklı itirazlarını dile getiriyor:

F.B.- Bu bilimsel bir çalışma, bir sözlük... Cinsel organ adlandırmalarının ilk yazılışı Türkçe’nin ilk sözlüğü Divan-ı Lügat-it Türk’tedir. Bir imha söz konusu olacaksa oradan başlayacaksınız o zaman. Bunun yanı sıra ansiklopedilerde, Hulki Aktunç’un, Ferit Develioğlu’nun argo sözlüklerinde var bunlar. Hepsinde adım adım gelmiş yani.

E.L.- Peki o zaman kabak niye sizin kitabınızın başında patladı?

F.B.- Bilmiyorum, aslında belki kadın ayrımcılığı filan.

E.L.- Argonun erkeğe özgü bir alan olduğu fikri geçerli mi sizce, kadınların argo kullanması yadırganıyor belki de...

F.B.: Temenniler, öyle görmek istemeler beni ilgilendirmiyor. Ben gerçekçi bir yaklaşımla bir olguyu tespit ediyorum. Öyle görmek isteyenlerin dar kafalarıyla bakmıyorum dünyaya. Ve böyle de bakmamak gerektiğini düşünüyorum. ‘Kadın şudur, tayyör giyer, böyledir; türban takar, şöyledir...’ Bu tanımlamaların dışında gerçek bir kadın var aslına bakarsanız. Böyle baktığınızda da gözlerini kapatıp ‘Görmek istemiyorum’ yapabilirler. Bu onların problemi, zavallılar!

Hay ağzınıza sağlık, ne denir?

Bununla gurur duymadığım gibi, bundan hiiiç mi hiç de utanmıyorum: Şahsen, eni konu ağzı bozuk bir tipimdir. Tanıdığım birçok kadın da öyledir.

Kız kolejindeyken döndürdüğümüz muhabbetler, kulak kabartan nice errrkek vatan evladına pesss dedirtmiştir.

Katılmayanlar olabilir, saygı da duyarım ancak naçizane fikrimce argo, bir lisanın fevkaláde esprili, rahatlatıcı ve yaratıcı dinamiklerindendir.

Sevmeyen kullanmasın, beğenmeyen küfürbaz kadınlarla münasebete girmesin... Ama yani, Allah aşkına, şu ‘kadının ağzına yakışmıyor’ geyiğine artık bir son verilsin.

Bize yakışmıyor da size niye yakışıyor abicim? Erkeksiniz diye mazeretiniz mi var?

Vallahi, ben de derim ki: Bir arkadaşımın, nüktedan meşrepli, haza İstanbul hanımefendisi, muhterem anneannesinin hep tekrarladığı şahane bir söz var: ‘Mazeret ve popo herkeste bulunur.’

Küfürbazlığın şimdiki zıpçıktı feministlere has bir şey olduğunu zannedenlere de ayrıca duyrulur: O yaşlı hanımefendi, popo yerine, Can Yücel’in málûm mahkemesinde, şiirinde kullandığı için yargılandığı kelimeyi kullanarak sarf ediyor bu cümleyi.

Bak sen şu işe... Argodan sözlük, küfürbazdan kadın olmazdı? Buna ne buyrulur?

Sadece Allah’larından değil mahkemelerinden de bulsunlar

Yine arkadaşların ağır aşağılamalarına maruz kaldım. Hep kalırım... Müstehaktır benim gibi yufka böreği-içli köfte tabiatlı bir serseme... Buyrun, siz de geçin dalganızı: İki gündür, Saddam Hüseyin’in o feleğin sillesini yemiş, melül sokak köpeği bakışları gözümün önünden gitmiyor. Tarihin en zalim diktatörlerinden biri olduğunu mıh gibi bildiğim hálde, adamın bakışları içime dokunuyor.

Şili’nin zalimi Augusto Pinochet tutuklandığında da; ‘Yazık ya, yaşlı başlı da adam’ filan diyecek olmuştum, az daha dayak yiyordum.

Tamam, elbette ki beter olsunlar. Sadece Allah’larından değil, mahkemelerinden de bulsunlar. Ne dünyada, ne ahrette bir gün yüzü daha görmesinler, bir tek huzurlu uyku uyuyamasınlar. Ayrı...

Onu demiyorum. Sadece dünyada bu düşmüş diktatörlerin, düşmüş ifadeleri kadar hazin pek az şey olduğunu düşünüyorum.

Bir ömür boyu Tanrı olduğun sanrısıyla yaşayıp öyle davranıyorsun. Kurduğun korku imparatorluğunda yaşamak zorunda kalan zavallıları, sana Tanrı muamelesi çekmek zorunda bırakıyorsun.

Fakat Tanrı katı, epey yukarılarda bir yerdedir ve O düşmez. Sense kendini Tanrı sanan, halkın kırılırken yan gelip yatan bir Ortadoğu öküzüsün, gün gelip devran dönünce, háliyle düşüyorsun.

Ve ne kadar efelenirsen efelen, mahkemelerde... O güya vakur duruşun arkasında, başına gelenlere inanamayan, yorgun, bezgin, mağlup biri var. Korkuyla müşerref olmuşsun, deli gibi korkuyorsun. Gözlerinden okunuyor işte...

Baba’nın ölümü

Lee Marvin O’nun için; ‘O’na bayılıyorum’ demişti; ‘Kötü performansını hiç görmedim, nispeten daha az iyi oldukları vardır belki.’

Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi aktörlerinden biri, belki de en iyisi olan, güzellikten yana Yunan tanrılarının heykellerine taş çıkartan Marlon Brando, 80 yaşında hayatını yitirdi. Oscar reddetmişliği vardı ama aktörlüğü ve Hollywood’u reddedemedi. Her zamanki nüktedan üslubuyla kendisi açıklamıştı bunun sebebini: ‘Hollywood’da bulunmamın tek nedeni, parayı geri çevirebilecek ahláki değerlerden ve cesaretten yoksun olmam. Aktörlük nörotik bir dürtüdür. Serserilere mahsus bir hayat... Aktörlüğün bana kazandırdığı en önemli şey de psikoanaliz faturalarını ödeyecek para olmuştur.’

Allah’ın cezası, zor bir adam olarak nam salmıştı. Bu konuda; ‘Bazen rol yapıyorum ve insanlar beni duyarsız sanıyorlar. Bu benim gardım, bir tür kalkan, çünkü aslında aşırı duyarlıyım. Bir odanın içinde 200 kişi varsa ve bunların içinden biri bile benden hoşlanmasa, kalkıp o odayı terk etmem gerekir’ demişti.

Marlon Brando, veciz bir şahsiyetti. Vaktiyle Frank Sinatra’yı; ‘öldüğü zaman cennete gittiğinde, kendisini kel yaptığı için Tanrı’nın canına okuyacak tipte bir herif’ olarak nitelendirmişti.

Eh, Marlon Brando da cennete gittiğinde, kendisini son yıllarında şişman kıldığı için Tanrı’nın canına okur belki. Öyle sıkı ve belalı biriydi.

Fakat cennetin bütün hurileri Marlon Brando için şimdiden sıraya girmişlerdir , orası kesin...

Ben müsaadenizle, bu dünyada kalmış kadınlar adına, dizlerimi döve döve bir ağıt yakmak isterim: GİTTTTİİİİ!
Yazının Devamını Oku

Adam Levine aşkımın arasına beş dakikalık Şebnem Ferah ferahlığı

3 Temmuz 2004
Kendimi gençleşmiş hissediyorum. Gerçekten... En son orta üç-lise bir yıllarında yabancı bir yıldıza böyle ergen model bir platonik aşk beslemiştim; o da Bruce Willis’di. Hani poster yapıştırmacasına, resimlerini biriktirip, defterleri onun suretlerinden ibaret kolajlarla kaplamacasına... Tavşan dağa tutulmuş, dağın ipinde mi?

İnsan belli bir yaştan sonra doğal olarak utanıyor tabii. O yüzden Maroon 5’ın solisti Adam Levine’ın resimlerini oraya buraya yapıştırmışlığım filan yok. Ama yani, bilgisayardan bir dolu resmini indirip dosyaladım, arada açıp açıp bakıyorum.

Toplantı odasındaki televizyonu da tamamen hegemonyam altına almış bulunuyorum. Yok Saddam mahkemeye çıkmış, yok bilmem ne; umrumda değil valla. Ekranda devamlı Dream TV açık, This Love’ı yakaladım mı karşısına çöküyorum ve şarkı bitene kadar mümkün değil, yerimden kıpırdamıyorum.

Öööyle huşu içinde, Adam Levine’ı izliyorum.

Bu arada This Love’ın klibini de bulup indirdim bilgisayara, masaüstünde duruyor. 15 dakikada bir açıyor, bir daha, bir daha, bir daha izliyorum.

Yazı mazı yazamaz, internette dolanamaz, ajans majans tarayamaz oldum yani... Ders kitabının arasına aşk romanı saklayıp okuyan sersem talebeler gibi...

This Love’ın yer aldığı albümün adı Songs About Jane, yani Jane Hakkında Şarkılar. İçimde bir yerlerde, gerzek gerzek ‘Ulan Jane, ne ballı karısın’ filan şeklinde, küçük çaplı kıskançlık hezeyanları bile geçiriyorum.

Çok ayıp, çocuk daha 25 yaşında üstelik. Ben ki kendimden en az 10 yaş büyük değilse adama adam ve eğer benim olmayacaksa güzele güzel demem, bu genç arkadaşımız karşıma geçip dursun, ben de 24 saat ona bakayım istiyorum. Aysel Gürel dönemlerim mi geldi ne, bilemiyorum. (Gerçi geçenlerde bu konuyu açtığım bir arkadaşım söyledi, ‘Aysel Gürel olunmaz, doğulur. O bir ideoloji, bir yaşam biçimi, bir felsefedir’ diye... O da doğru yani; dolayısıyleeee çözemiyoruuuum.)

Neyyire’nin huzuruna varıp dedim ki, ‘Neyyire, ben aşık oldum. Bak bir daha olmam diyordum, vallahi de oldum, billahi de oldum. Gittim, Amerikalı bir şarkıcıya vuruldum. Allah’ını seversen bu haftacık yabancı bir klip yazayım.’

O sırada fark ettim ki Neyyire odada değil; ben salak gibi boşluğa konuşuyorum. Anlayın yani hálimi; şuur yitiminden mustaripim.

Son Aktüel’de yazıyor; İngiliz bilimadamları ‘aşkın gözünün kör olduğunu’ kanıtlamışlar. Gerçi onların söylediği eleştirel körlük, yani meftunu olduğun kişinin boktan yanlarını görememe háli ama kimbilir, benim gibi böyle hem Leyla hem Mecnun stili aşka düşünce, hakikaten, bildiğiniz anlamda körlük ve dahi halüsinasyon durumları da başgösterebiliyordur.

Geldiysen, geleceksen, üç kere masaya vur, ey kayıp, ey zavallı şuur...

Tekrar TV odasına döndüm. Bekliyorum ki Adam’cığım çıksın, ben de Havva olduğumu hayal edeyim.

Gözümün hiçbir şey göresi yok. Gelin görün ki, hayat hoş sürprizler de sunabiliyor. Maroon 5’ı beklerken Şebnem Ferah’ın İyi-Kötü (Dans Pisti)’sü çıktı ki şarkı, tüm Şebnem Ferah albümleri içinde en sevdiğim ilk üç şarkı arasında bulunuyor:

‘Ne ahlák ne de sevgi gökten dünyaya indi / İnsanlık istedi, keşfetti hepsini / Dün doğmuş bir bebeğe bile girebilen mikrop misali / İçimizde hem kötü var hem iyi / Hangisi daha güçlü diye beklemektense / Heyecanla attım kendimi dans pistine / Ayrı ayrı hepsiyle dans edecektim / Biraz sohbet ederek çözmeyi deneyecektim / Neden böyle olmuşuz, nerelerde kaybolmuşuz? / Aklımdaki soruların hepsini soracaktım.’

Klip, Ferah’ın Zaga’daki canlı performansından mütevellit. Şebnem Ferah’ın hastasıyız, bu şarkının özellikle hastasıyız, televizyondaki bir dolu zırvalığın arasında bir nev’i serabı andıran, insana Pereja ferahlığı yaşatan Zaga’ya da gönülden bağlıyız.

Eh, dedim, en azından üç-beş dakikalığına gözümüzün önündeki Adam Levine perdesini kaldıracak bir güzellik işte.

Neyse, müsaadenizle, şu yazıyı bir an önce bitirip televizyonun karşısına geçmem lázım. Bekler yani, sizin genç, güzel, karizmatik enişte...
Yazının Devamını Oku

Zirve bitti, zırva báki

2 Temmuz 2004
Şimdi diyeceksiniz ki, ‘Bu kadın da bir teraneye sarmayagörsün, yok tatildi, yok NATO idi, vır vır vır, tefrika hálinde döşen babam döşeniyor.’ E, ben de sormak isterim: Şu geçtiğimiz hafta, NATO’da ne yenilip ne içildiğinden, IQ’su 88 basan Busht’un semazenlere bakıp nasıl da düşmeden öööyle dönebildiklerine şaşmasından ve ‘Siz neden ailece Topkapı Sarayı’na taşınmıyorsunuz Tayyip?’ benzeri dangalak ‘şaka’larından, ısıtıla ısıtıla dibi tutan ‘zirvede türban krizi’ mevzuundan başka bir halt oldu da biz mi atladık?

Olduysa da affedin yani, gözümüze biber gazı mı kaçtı ne, insan bazen baktığını göremeyebiliyor. NATO da NATO... Zirvesi bitti, zırvası bitmeler bilemiyor.

Efendim, Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinden Gülçin Günay yazmış, biz Medyatava sitesinde okuduk: Vakit Gazetesi’nin editör-yazarı Hasan Karakaya, Topkapı Sarayı’nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın NATO zirvesi liderlerine verdiği yemeğe davet edilince, hemen her gün ağır ifadelerle eleştirdiği, katil addettiği George W. Bush ile birlikte fotoğraf çektirme fırsatını kaçırmamış.

Üstelik tek bir kareye girmekle kalmamış, bir dolu fotoğrafa kafasını uzatmış, kameralara bakarken de şirin şirin tebessüm etmiş. Valla, dikkat etse iyi edermiş. Zira bu ABD’li liderler, tepeleri attı mı fena hálde sinkaflı çemkirebiliyor. Meseleyi öyle bizimkiler gibi ‘şeyini şey ettiğimin şeyi’yle geçiştirmiyor.

ABD basınının bu aralar en mühim geyik malzemesi, Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in Demokrat Partili Senatör Patrick J. Leahy’ye sarfettiği, burada motomot tercüme edemeyeceğimiz ancak okurların hemen hepsinin anlamını bildiğini zannettiğimiz, ‘Fuck yourself!’ cümlesi...

Şöyle ki, cumhuriyetçilere karşı ağır muhalefet yürüten, Cheney’nin Irak savaşından nemalanan Halliburton şirketiyle ilişkisini ve bu şirketin yolsuzluklarını fena hálde diline dolamış olan Leahy, bir fotoğraf çekimi esnasında Cheney’in yanına düşmüş. Kadraja sığabilmek için millet birbirini sıkıştırınca, Cheney’in üzerine çıkmasına ramak kalan Leahy’nin espri yapası gelmiş: ‘Bakın görüyor musunuz, Cumhuriyetçiler beni kendi saflarına çekmeye çalışıyor.’

Bunun üzerine Cheney, etrafta bir dolu senato üyesi ile sürü sepet mikrofon ve kamera olduğunu unuttuğundan ya da umursamadığından, málûm cümleyi sarfetmiş: ‘Fuck yourself!’

Senatoda toplantı hálinde olsalar mesele büyüyecek ama hadise fotoğraf çekimi esnasında yaşandığı için Cheney’e bu konuda hesap sorulamıyor. Hem zaten Cheney, pişman olmadığını söylüyor ve ettiği küfrün arkasında arslanlar gibi duruyor: ‘Benim şerefimle oynadıktan sonra aramızda her şey güllük gülistanlıkmış gibi şakalaşmaya kalkmasına sinir oldum. Kendimi gayet sarih bir şekilde ifade ettim. Bunu yapabildiğim için de iyi hissettim.’

Eh yani, adam haklı. Sen bir yandan herifin soyuna sopuna saydır, ölü canlar üzerinden para kazandığını dünyaya ifşa et, sonra da hoşbeş muhabbet koymaya kalk.

Hani insan, Leahy’nin sonsuza dek Cheney ile uğraşmasından yana yalnızca memnuniyet duyabilir ama iş sonraki kikirik muhabbete gelince, orada bir durmak gerekir. Ben de Cheney’in yerinde olsam çekerdim, neticede bünyesel bir tepkidir; şöyle ağız dolusu bir fuck’tır çekilir...

Hasan Karakaya yatsın kalksın, 88Busht’un Atatürk, Ahmet Necdet ve Semra Sezer, Tayyip ve Emine Erdoğan, Orhan Pamuk ve Mehmet Okur haricinde Türk tanımamasına, kafasının ancak o kadarına basmasına dua etsin.

Yoksa, ‘Ammman prezidan bulduk, yan yana fotoğraf çektirelim. Hem forsumuz olur, hem de anlatacak ‘Bi gün yine Amerikan Başkan’ıyla beraberiz’ türünden hikáyemiz olur’ insiyakıyla öyle her kareye atlamaya kalkmanın, ağır bir bedeli de olabilir.

Adam bir fuck’tır çeker, o olur. Serde meşhur Türk misafirperverliği var, yanıt da veremezsin. Öyle ‘katil’in birinden yediğin sinkafı yalar yutar, leb-ü ebkem kalıverirsin.

Asparagas

SMS güneşi

Adını Bodrum’la özdeşleştiren, ‘Eskiden Bodrum denince Zeki Müren akla gelirdi ama şimdi Çağla Şikel düşünülüyor. Beni gördüklerinde ‘Bodrum efsanesi Çağla Şikel huzurlarınızda’ diyorlar. Gerçekten öyle... Bodrum’a aşığım ve bu bitmez bir aşk. Orada nefes alıyorum’ beyanatıyla, kendisini Zeki Müren ile mukayese ettiğini ifade eden Çağla Şikel, bundan böyle kendisine ‘Mesaj Güneşi’ denmesini istediğini söyledi: ‘Başta musiki kaseti yapayım diye düşündüm ama ben kendini bilen, mütevazı tabiatlı bir insanım. Ne yalan söyleyeyim, bende ne kulak var ne de ses. Sonunda düşündüm taşındım, ‘En iyi yaptığım iş nedir?’ diye; álemin en süratli SMS yazabilen insanı olduğum için Mesaj Güneşi’nde karar kıldım. Bundan böyle bana Mesaj Güneşi deyin, benim her şeyden aziz dinleyenlerim, pardon, dikizleyenlerim...’
Yazının Devamını Oku

You’re welcome

1 Temmuz 2004
Hadi cümlemize geçmiş olsun... Şükür; málûm dingil, Air Force One’ına bindi ve gitti. Çok bekledim, uçağın merdivenlerinden filan yuvarlanır, giderayak belki bizi bir posta güldürür diye ama maalesef adamın üstün düşüş melekesinden kendimize eğlence çıkarmaktan yana nasipsizmişiz...

NATO’cular gittiğinden beri, bir takdir, bir şükran, bir minnet geyiğidir gidiyor.

Pek sayın Başbakan, biz Türk halkına, İstanbul ve Ankara sakinlerine sabrımız için teşekkür etti.

Aman efen’im, nedir ki?... Aşkolsun, rica ederiz. Hani üç gün boyunca kendi ülkemizde potansiyel terörist muamelesi görmüş, bir nev’i açık hava cezaevine dönen ülkemizde tutuklu modeli yaşamışız ama olsun...

Varlığımız NATO’nun varlığına armağan olsun; icabında ödevimiz: Hepimiz kü-çük Amerika olma yolunda azimli birer neferiz...

Yetmedi, köfteden teşekkür eden baştanbakanlar kervanına (!) Abdullah Gül de eklendi.

Sizden sayın olmasın, pek sayın Dışişleri Bakanımız, sivil toplum örgütlerine, yani polisin cop, göz yaşartıcı bomba ve biber gazı manyağı yaptığı eylemcilere, Irak’ta kaçırılan üç Türk’ün serbest bırakılmasına faydaları dokunduğu için teşekkür etti.

Bildiğiniz üzre, Irak’taki direnişçiler, kaçırdıkları Türkler’i NATO karşıtı eylemleri görünce serbest bıraktılar. E, hál böyle olunca, Abdullah Gül de mitinge katılan kişilere şükranlarını sunma gereğini hissetti.

Ayşen, ısrarla dalga geçtiğini söylüyor ama ben ‘Yok’ dedim, ‘Dışişleri Bakanı bile TRT gibi kolalı bir kuruma beyanatta bulunurken dalga geçemez. Yani Abdullah Gül’ün yüzündeki o coşmuş ifade, sırıtmayı aşan bir şey. Allah muhafaza, bütün bu hırgür içinde bir de Irak’ta tutuklu vatandaşların öldürüldüğünü düşünsene. O pirincin taşını ayıklamak az biraz sıkardı. Yanisi adam belli ki sırtından kalkan yükten dolayı eni konu mutlu. Bildiğin, gülüm gülüm gülüyor işte...’

Sormak lázım şimdi: ‘Hani vaktiyle siz de bağırmıştınız ‘Go home yankee!’ diye ve hani bir şeye yaramamıştı ya, bakınız şu işe ki bazı bazı yarayabiliyormuş Tayyip Bey. Bu konuda ne dersiniz?’ diye...

Neyse...

Yalnız biz öyle teşekküre meşekküre pek alışkın bir millet değiliz. Anında şımarırız. Teşekkür edeni borçlu çıkartırız. Nankörlüğe sarar, daha fazlasını isteriz.

Yani öyle kuru bir teşekkürle geçiştirmezseniz, ziyadesiyle seviniriz. Mesela gözaltındaki insanları serbest bırakın, ağzı burnu dağılan eylemcilerin hastane masraflarını karşılayın, Busht’a karşı sergilediğiniz o canım-cicim muameleden bir nebze de kendi halkınıza bağışlayın. Nasıl fikir?

Belki o zaman hakkımızı helál ederiz.

Asparagaz

Kıskanç Cameron


Çekeceği yeni dizide Hülya Avşar ile oynamayı düşünmediğini, Gülben Ergen veya Seray Sever’in olabileceğini belirten, daha sonra fikrini değiştiren ve dünyanın bütün adalarını gezip her limanda kendine yeni bir sevgili edinen bir gemi kaptanını canlandıracağı dizide ÇOK BÜYÜK BİR AKSİLİK OLMAZSA Cameron Diaz’la başrolleri paylaşacağını beyan eden Mahsun Kırmızıgül’ün başına ÇOK BÜYÜK BİR AKSİLİK geldi: ‘Yav, arkadaşlar, geçenlerde yine Maldiv’lerdeyim, Lucy Liu ile baş başa risotto yiyoruz, paparazzonun birine yakalandık. Herif fotoğrafları dergilere yollayacağına Cameron’a postalamış; niyeyse?.. Sen Cameron, bir kıskan, bir kıskan! Bana telefon açıp, ‘Charlie’nin meleklerini sıradan mı geçiriyorsun alçak adam!’ şeklinde posta koydu. Dizide de oynamayacağını söyledi. ‘Bak’ dedim, ‘benim yeni albümün adı Sarı Sarı-Başroldeyim. Sen bana lázımsın, hiç esmer ve Uzakdoğulu bir kadınla başrol paylaşır mıyım?’ Yok aga, dinletemedim. Şimdilerde Seray Sever’e teklif götürmeyi düşünüyoruz. Bak sen şu aksiliğe...’
Yazının Devamını Oku

NATO kafa, NATO mermer

30 Haziran 2004
Bekir Coşkun’un son kertede isabetli tabiriyle ‘NATO zırvası’ sağolsun, bu sabah, yani pazartesi sabahı, kişisel tarihimde bir ilke imza attım ve sabah 08:15’de, saat maat çalmadan kendi kendime uyandım. Ben ki es kaza uykuya dalabildim mi yumrukla, tekmeyle, bando-mızıkayla zor uyanırım, bizim jetlerin şovunun ramazan davuluna rahmet okutan gürültüsüyle yataktan zıpladım. Hani Busht, Allah muhafaza Türkiye’ye yerleşmeye filan kalksa, kargalar kahvaltılarını etmeden işe gelmeye muvaffak, ideal bir eleman olup çıkacağım.

Hoş bunu düşünmek bile istemem, bizim amirlerin arzulayacağını da hiiiç zannetmem, ayrı...

Málûmunuz, İstanbul, suyu çekilmiş değirmen gibi. Şehirde, güvenlik güçlerinin müdahalelerine ve ulaşım muhalefetine rağmen imkánsızı başarıp Kadıköy’e varabilen 50 bin kadar ‘marjinal’ protestocu ve NATO zırvasına katılan zatlar haricinde kimse kalmamışa benziyor.

Ki Bushtperestlerin parmakla sayılabilecek adedi göz önünde bulundurulunca, esasta kimin marjinal kaldığını sormak ister deli gönül, o da ayrı...

İlle ki bir yerden bir yere ulaşması gereken İstanbullular kan ağlıyor. Esnaf, sinek avlıyor.

Bunun yanında, yine NATO zırvası sayesinde, adamı canından bezdiren, gıdım gıdım ilerleyen yoğun trafiğin de İstanbul halkı için aslında gayet faideli bir eser olduğunu idrak etmiş bulunmaktayım.

Pazar günü tüm gün boyunca, sadece 10 dakikalığına, gazete, ekmek, kola, vs. almak için evden çıktım. Gümüşsuyu, tam ortasından bölünmüş durumda. Alman Konsolosluğu’nun önünden, Taksim’e ulaşım serbest, Beşiktaş’a iniş yasssah. O sırada koca caddede seyreden sadece iki otomobil vardı ve ne oldu bilin bakalım?: Trafik kazası!

Yolları boş buldu mu coşan şoförleri tutabilene aşkolsun. O yolda, o sürate nasıl ulaştığı, nasıl olup da koca caddede yer yokmuşçasına diğer otomobile bindirebildiği meçhul bir taksi, özel bir otomobile çarptı. Taksinin ön kaportası yamuldu; diğer otomobilin şoförü, en az 30 metre sürüklendikten sonra, darbenin etkisiyle kafasını ön cama çarptığı için arabadan kan revan içinde çıktı.

Hadi pazartesi sabahı itibarıyla, bunca kakofoniden elimizde kalan ne var şöyle bir bakalım:

Emine Erdoğan, Karamanlis ‘kazasından’, yani Yunan liderin yanılıp da kendisini öpmesinden sonra, temkini ele almış ve Bush çiftiyle resim çektirirken, normalde ev sahibi liderlerin eşlerinin konuk liderlere eşlik etmesi gerekirken, protokolü bozup eşinin yanında dikilmiş. ‘Aman namahreme temas etmeyelim; hani bayram değil, seyran değil, alt tarafı NATO zirvesi, elin Bush’u beni neden öpsün?’ modeli bir poz vermiş...

Bu arada Laura Bush’a Atatürk’ün fotoğrafını gösterip onu ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türkiye’nin lideri’ sözleriyle tanıtmasının üzerine Laura Bush; ‘Çok şık, elindeki şapka tabloyu çok iyi tamamlamış’ demiş.

Acaba Emine Erdoğan, Laura Bush’un sözlerinde bir kinaye, satır aralarında inceden bir alay aramış mıdır? Yani, herhalde Emine Erdoğan’ın evinde de bir ayna filan vardır?

Bu ülkenin siyasi tarihinden pastel rengi kolileri andıran döpiyesleriyle bir Tansu Çiller bile geçmiştir ama o kombin koltuk takımını andıran -lacivert üzerine beyaz biritli ceket, beyaz üzerine lacivert biritli ve korkunç kesimli etek, lacivert üzerine beyaz biritli ayakkabı, tabii ki siyah bandana üzerine takılmış beyaz türban ve manzaraya tüy diken kafam kadar bir pandantif beyaz gül- kıyafetiyle Emine Erdoğan gibi bir rüküşlük abidesi görülmemiştir.

Bu arada Cumhurbaşkanı Sezer’in davetine, smokinsiz katılan ve bu yolla ‘durduğu çizgiyi’ sergileyen Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ‘duruş’la ne anlatmaya çalıştığı da merakımıza mucip olan ayrı bir mevzu.

Bir yandan AB’ye girmek için yırtınıyorsun, her türlü tavizi vermeye dünden razısın, Bush’un bir nev’i ‘tak-şak birader’i durumundasın, sonra da kalkıp papyon yerine kıravat takarak, smokin yerine takım elbise giyerek, Sezer’e inat, muhafazakar çizginin mankenliğine soyunuyorsun.

Bu arada, İstanbul’da birçok bölge cehenneme dönmüş, polisle protestocular birbirine girmiştir.

Tüm bunlar ne adına olup bitmiştir?: Dürüstlüğü dünyaca málûm Bush, bol bol vaadde, ‘iyiniyetli’ temennide bulunup, hiçbir konuda söz vermemiştir, şu, bu, o için zaman istemiştir. Her zamanki hem kekeme hem geveze belágatıyla hödö hödö konuşmuş, somut, ele gelir, dişe dokunur hiçbir şey söylememiştir.

Şaşıran sazanlar elini kaldırsın...

Asparagas

Turkish delight

Irak’a asker yollanmadığı sürece maalesef kredi mıredi koklatamayacaklarını, Kıbrıs meselesi, PKK ve Guantanamo’da esir Türkler’le ilgili de şimdilik pek bir şey söyleyemeyeceğini ama Türkiye’nin çok önemli bir müttefik olduğunu ve ayrıca Türk yemeklerine bayıldığını söyleyen George W. Bush, AB’nin Türkiye’ye mutlaka tarih vermesi gerektiğini, bunun için ellerinden geleni yapacaklarını beyan etti. Bush, ‘Peki bu konuda elinizden ne geliyor bari?’ diye sorulmasının üzerine; ‘Ne’bliim man? Bi’şiler buluruz her’alde? Yaw, sizin şu lokumlar süpermiş. Adamı şişmanlatıyor galiba ama yine de OK’dir yani. Çiğnemeden bile yutabilirsin, boğazına takılma ihtimali sıfır, no?’ diye sordu. Bunun üzerine çok sevinen Abdullah Gül, koştura koştura kendisine tekrar lokum tuttu ve Türkiye ile ABD ilişkilerinin bu tatlı, bu şeker seyriyle ilgili ne denli mutlu olduğunu bir kez daha dile getirdi.
Yazının Devamını Oku

Bekleriz...

27 Haziran 2004
Herhalde dalga geçiyor. Bizim 88Busht, ‘Türkiye’ye geleceğim için çok heyecanlıyım ve sabırsızlanıyorum. Arkadaşlarım Türkiye’nin müthiş olduğunu söylüyor. Sıcak insanlardan söz ediyor. Türkiye’de tatil yapmak isterim’ demiş. Lütfetmiş... Bu dingil ve şürekásı gelecek diye daha şimdiden kaç ailenin hayatı karardı. Masum siviller öldü, şehri bir panik havası sardı.

İstanbul’un her köşesinde korku kol geziyor, komplo teorilerinin sonu gelmiyor.

O dışkısından genetik şifresi çözülemesin diye (Kendileri Ruslar’a yapmışlar ya, kişi, yani paranoyak, kendinden biliyor işi. CIA’cı George Bush’un oğlu bilmeyecek de kim bilecek?) mobil klozetiyle geliyor, oteller ve koca bir şehir boşaltılıyor.

Burada ve Irak’ta masum insanlar ölüyor.

Liderlerin kalacağı otellerin orijinal personeli, NATO zirvesi sırasınca çalıştıkları otellere giremeyecekler.

Tıpkı biz vadinin gerçek sakinlerinin kendi sokağımıza girmeden önce kulağımızı gerimizden gösterircesine bir güzergáh izleyeceğimiz, kimlik kontrolüne tabi tutulacağımız gibi...

Bu Irak meselesinin kaşınmaya başladığı dönemde, ABC canlı yayın yapacak diye, Türkler’i Ortaköy’e sokmamışlardı hatırlarsanız.

Ankara’da ABD konsolosluğunun önünden geçen otomobiller, Amerikalı polisler tarafından aranıyordu bir ara. Densizliği buralara kadar vardırabildiler.

Şimdi de Bush, Blair, vs. tayfasını láyıkıyla ağırlayabilmek için sokaklarımızı terk etmek zorundayız.

Bir de tatil yapmaya filan gelirse, Akdeniz’i, Ege’yi filan da kapatırlar belki: ‘Sayın Busht çimecek kardeşim, Türkler’e yasssahhh!’ Bir tatile gelmesi kısmıştı.

Gelsin abi, gelsin. Hakikaten biz Türkler çok sıcak insanlarızdır. Hatta ben özellikle bu aralar, öyle böyle değil, hararet yapmış vaziyetteyim, motoru yakma raddesindeyim.

İlle ki gelsin, kendisine şu meşhur Türk misafirperverliğini gösterelim.

N’olur gelsin. Hatta buyursun benim evde kalsın. Bu arada, cinayet saatinde nerede olduğuma dair yalancı şahitlik yapmaya gönüllü dostlar, mümkünse beni gazeteden arasın...

Metroseksüellere İngilizce dersi

Oh be... Sonunda mevzu açıklığa kavuştu. Avukatı değilim elbet ama Bob Marley’in şarkısının memleket saflarında olduk bittik yanlış yorumlanması, nedense fena hálde kanıma dokunuyordu.

Baştan alalım: Kenan Doğulu’nun kendi sevdiği tarzda kıyafetler üreterek Ken markası altında piyasaya süreceğini, -kişisel kanaatimizce bayağı rüküş- eni konu süslü üniteler ve dekolteli tişörtler içerdiği için ‘kılsız metroseksüellere’ hitap etmeyi hedeflediğini bilenler bilmeyenlere anlatsın. Doğulu, málûmunuz, reklam stratejisi icabı bir süredir bu kıyafetlerle ortamlarda boy gösteriyor. Bir davete katılırken üzerine giydiği, sırtında ‘No woman, no cry’ yazılı ceket, magazinciler tarafından, ‘Kadın yok, ağlamak yok’ şeklinde tercüme ediliyor ve Doğulu’nun Tuğçe yarasına gönderme yaptığı iddia ediliyor. Canım şarkının mánásının içine edilmiyor olsa, hiçbir mahzuru yok.

Tempo dergisi, Doğulu ile yeni işi üzerine röportaj yapmış. Arzu Erdoğan, Doğulu’ya, işin aslını soruyor. Doğulu, bunun bir reklam stratejisi olduğunu kabul ettikten sonra, bu satırların yazarını pek ferahlatan açıklamayı yapıyor: ‘Çok samimi söylemek gerekirse, magazincilerin yorumladığı şeyleri çok fazla kafaya takmamak gerekiyor. Onlar mevzuyu nasıl anlarlarsa, o şekilde devam etmelerine müsaade etmek gerekiyor. Sevgilimden ayrıldım diye üzülüp arkama ‘Kadın yok, ağlamak yok’ yazacak değilim. Zaten o cümle de yine magazincilerin yanlış anlattığı bir kalıptır. ‘No woman, no cry’ aslında ‘Ağlama kadın, ağlamak yok’ demek.’

Umarız, bundan böyle manitasından ayrılan metroseksüel vatan evlatları, ‘ex aşklarına’ sitemde bulunurken, Bob Marley’in o güzelim, sevgi dolu şarkısı alet edilmeyecek.

Markamız espri şeyetti

Aaah ah! Tatil bitti, keza huzur da... Ayıptır söylemesi, 10 gün boyunca, ne elime bir gazete aldım ne de televizyonda herhangi bir haber bültenine takıldım. Tayyip Erdoğan’sız, Rauf Denktaş’sız, İbrahim Tatlıses’siz bir koca 10 gün! En güzeli de; Hülya Avşar’sız...

Döner dönmez tabii yine yok Hülya Avşar magazincilere çemkirdi, yok Hülya Avşar magazincilere çemkirdiği bir reklam filmi çevirip en sağlam ekmek kapısı olan magazin ve çemkirme sektöründen nemalandı...

Şudur budur... Bol megalomani, kayıp bir şuur...

Bildiğiniz üzre Avşar, programına Emrah’ı davet etmiş. Konu, Emrah’ın zihinsel özürlüler için açtığı okula gelince, pek sofistike, pek kalifiye, aman da ne komik bir latife bahşetmiş: ‘Niye? Onlarla bir akrabalığın mı var?’

Ay ilahi-hi-hi...

Hülya Hanım, Emrah’ın sinirlenmesi üzerine özür dilenecek bir şey olduğunu düşünmediğini söylemiş sonra da. Tabii yani, bir de özür mü dilenecek koskoca marka Hülya Avşar?!?

Zira hanımefendi yanlış anlaşılmış. O esasında, normal insanların bazen özürlülerden daha gerizekalı olabileceğini ima etmeye çalışmışmışmış...

Birileri artık Hülya Avşar’ı şuura davet etse iyi olacak. Zira hanımefendi kendisinin ennn bi güzel, ennn bi akıllı, ennn bi her bi şey olduğu konusunda bu denli iddialı ve gani gani zırvalamakta ısrarlı olmaya devam ederse, yakında milletin öyle bir sıtkı sıyrılacak ki o güzel suratına bakabilen bir Allah’ın kulu kalmayacak.
Yazının Devamını Oku

Sözleri deforme edilmiş olsa bile yazılmış en şahane şarkılardandır

26 Haziran 2004
O ‘málûm’ sahil kasabasında oturuyoruz. Kanlı bir kanasta partisi taze sona ermiş, Ayfer, ikimizin de ağzının payını hunharca vermiş, yatmaya gitmiş. Biz ciğerimin paresi, ruhumun öbür yarısı, canımın içisi Ebru’mla laflıyoruz.

Bacak kadar çocuklarken, tazecik ergenlerken nasıl olup da kendimizi boyumuzdan büyük kederlere saldığımızdan, arabeske müptela tabiatımızdan, kanlı kavgalarımızdan ve tüm bunlara rağmen nasıl da, nasıl da içten ve ağız dolusu güldüğümüzden dem vuruyoruz.

Yaptığımız binbir türlü salaklığı kimbilir kaçıncı kez anıp, sil baştan sanki bir kez daha yaşayıp, kahkahadan kırılıyoruz.

Piliç çevirmeye dönmüş tenim yüzümden oturmakta zorlanıyorum; canım fena hálde yanıyor. Ebru bir yandan sabahki bilmemkaç koruma faktörlü kremi reddetmiş olduğum için küfredip, bir yandan bir yerlerime nemlendirici sürüp, bir yandan da yıllar önce yine nasıl gerzekçe yanmış olduğumu hatırlatıyor:

‘Alaçatı’da kahvede maç seyrediyorduk hani. Salkımsöğütün altındaki masadaydık. Yeşil dallar kafandan omuzlarına doğru dökülüyordu. Yanaklar da bostan domatesi kıvamında kızarmış. Parmakların yağlıydı, yüzüne sürdün, sonra da bana dönüp; ‘Güzelim, şu yüzüme bir limon sıksana be’ dedin. Salak şey!’

‘Ya,’ dedim, ‘Peki abi, yanlış mı hatırlıyorum, yoksa o yine bizim psikopata sardığımız bir dönem miydi? Olaylar ve sonuçlar mıh gibi hatırımda da gerekçe hep böyle bir sis perdesinin arkasında kalıyor. Hakikaten bizim derdimiz neydi?’

‘Şimdi ne?’ diye sordu.

‘Peki çözüm ne?’ diye sordum karşılığında; ‘Lobotomi mi?’

Dışarıda, gökyüzüne atılmış incecik bir neşter yarasını andıran yepisssyeni bir ay... Ebru birden kalkıp içeri gitti ve elinde tuğla kalınlığında bir kitapla geri geldi. Yeni bir kitap almış, üşenmemiş, yıldız haritamı çıkartmış. Okumaya başladık ve başlar başlamaz da yarıldık...

Efendim, derin ve ince ve aşırı parlak bir zekamız varmış ve dünyada olan biten her şeyden fena hálde etkilenen hassas ötesi ruhlarmışız, bu yüzden hayatımızın büyük bir bölümünde ‘doğal olarak’ depresyondaymışız...

Çok akıllıymışız ama aklımız biraz karışıkmış, duygularımız, aklımıza baskın çıkarmış, habire kendimizle çelişirmişiz, bu yüzden durumumuz bulanıkmış.

Süper cömertmişiz, bunun yanında maddiyattan hiç çakmazmışız; bu sebepten ömrü billah kuyruğumuzu kovalarmışız...

Bir nev’i çelişkiler kumkuması... Öyle kişilik bölünmesinden mustarip bir portre çizilmiş ki bünye ‘Şizofren miyim?’ şeklinde bir paranoyaya kapılıyor.

‘Bu ne be?’ dedim: ‘Herifçioğlu kompliman mı yapıyor feláket tellallığı mı anlamadım. Anlaşılan ömrümüz aynı boktan tempoda sürecek ve nihayete erecek. Ama artık en azından mazeretimiz olduğunu, her şeyin irademiz haricinde, doğamız gereği vuku bulduğunu bileceğiz. Al sana bir boka yaramayan bir ‘bilgi’ daha. Bizim özetimiz budur abi: Bile bile lades diyeceğiz!’

O sırada açık televizyonda, Powertürk’te Aslı, bir Hümeyra klásiği olan Kördüğüm’ü söylemeye koyuluyor:

‘Öyle uzak ki yerim / Uzakları aşıyor / Bütün özlediklerim / Benden ayrı yaşıyor / Ya her şeyim ya hiçim / Sorma dünyam ne biçim / Bir kördüğüm ki içim / Çözdükçe dolaşıyor.’

Gerçi Aslı, yeni versiyonda ‘dünyam’ yerine ‘dünya’, ‘dolaşıyor’ yerine de ‘dolanıyor’ diyor ama olsun varsın... Altın, çamura da düşse altındır. Güftesi Şevket Rado’ya, bestesi Hümeyra’ya ait olan Kördüğüm de sözleri deforme edilmiş olsa bile, yazılmış en şahane şarkılardandır...

Ayrıca, sözleri yanlış telaffuz ediyor olması bile Aslı’nın yorumuna halel getirmiyor. Son derece pastoral bir ortamda çekilen rengáhenk klip ve o canım şarkı sayesinde insanın böğrüne çöreklenen ‘Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde’ hissiyatı ve kursakta oluşan düğüm, durumu yıldız mıldız haritalarından daha iyi deşifre ediyor.

Ebru’m 10 yıllık gurbetten dönmüş, karşımda gülüm gülüm gözleriyle ve gamzeleriyle oturuyor.

Gece güzel, hayat güzel, biz güzeliz...

Yeni ay, yıldızlı gökyüzünden, incecik bir tebessüm gibi bize bakıyor. Bir acayip eföri duygusuyla; ‘Olsun be bebeğim,’ diyorum Ebru’ya, ‘N’apalım, biz de böyle çöze dolaşa, güle çelişe, allım güllüm, geçinip gideriz...’
Yazının Devamını Oku

Çeşme güncesi (2)

25 Haziran 2004
Gözünün yağını yidiğimin okurları; dövmeyiniz, sövmeyiniz, vallahi bugün son. Görmemişin yıllık izni olmuş, tutmuş geyiğin boynuzunu koparmış modeli bir tefrika olabilir bu ama neylersiniz ki salt kalbim değil, aklım da fena hálde Ege’de kaldı.

Yine de sözüm söz: En azından yaz sonuna kadar bir musluktan bahsediyor olsam bile çeşme kelimesini sarf edersem o zaman gelir hesabını sorarsınız, he mi?

İcazet aldık mı? Affınıza sığındıysak, devam edelim mi?

Efen’im, Çeşme Belediyesi’nin ‘gezelim görelim’ programının (!) ikinci gününün sabahında Çeşme’nin en güzel yerlerinden biri olan Altın Kum’a gittik. Kum Beach’e...

Ayıptır söylemesi, burası da bizim bir arkadaşın mekánı oluyor. Sormayın, yaş kemale erince ahval buralara geldi dayandı.

Gençlik demlerinin şaşmaz muhabbetidir ya hani: Abi, büyüyünce kendimize ait bir mekán açalım, sermayeyi kediye yükleyelim, içmenin coşmanın bokunu çıkartalım, saçı başı dağıtalım, ve saire... İşte o hikáye...

Kimileri büyüyünce bu denileni yapıp, sonradan nasıl zorlu bir sektöre girdiğine uyanıp, vakt-i zamanında o fikri aklına sokmuş eski dostlarına küfrediyor, kimileri de arkadaşlarının dükkánlarına postu serip denizanası misali yayılıyor.

İşte bizim yáren envanterimizde o küfürbazlardan birkaç adet mevcut. İnsanın yatıp kalkıp şükredesi geliyor.

Bugünlerde Kum Beach açılışa hazırlık safhasında. Orada da ‘Ommmm’cu tayfa’yı ağırlamak üzere bungalovlar inşa edilmekte. Plajın bir bölümü, ATV’lerle off-road faaliyetlere, bir bölümüyse, Uzakdoğu öğretilerine dair seminerlere, etkinliklere ayrılmış vaziyette.

Anlayacağınız, ister adrenalinle olsun, ister ‘new age’ tarzda maneviyatla, alkolsüz kafa bulmanın formülleri hizmete sunuluyor. Bu arada endişeye mahal yok, ‘Yok kardeşim, ben klasik tatların adamıyım’ ısrarında olanlar için alkol de satılıyor!

Veeee şimdi de sıra, benim dükkana, ciğerimin parelerinin mekánına geliyor: Coffeeco...

Şimdiii, tamam, dükkánın sahipleri benim dünya ahret bacım-biraderimdir. Ve fakat sitayişte tezahüratta en ufak bir abartısı söz konusuysa, bu satırların yazarı, namerttir ve dahi şerefsizdir.

Vallahi, çocuğu ÖSS’yi birincilikle kazanmış bir ananın gururunu taşımaktayım.

İlk kez Alsancak’da küçük bir kafe olarak hizmete girmiş, kısa bir süre zarfında klásik statüsüne ermiş Coffeeco’nun Çeşme şubesi, bu yaz coşmuş durumda.

Domus Academy tezgáhından geçmiş Ömer kardeşimiz, dükkana bir el atmış; Mövenpick’den transfer edilen yıldız aşçılar Brandon ve Derek’i sanatlarını sergilerken izlemek mümkün olabilsin diye, dükkána açık mutfak yapmış.

İşte öyle, yukarıda tadına doyulmaz mamalar yiyor, lezzetten yana orgazma eriyor, sonra birkaç orgazm sigarası tüttürüp birkaç dans figürü attırmak için ister yukarıdaki oturma ünitelerinde, ister aşağıdaki barda içkileri yuvarlıyor, sonunda da bünyeyi plajdaki yastıklara yayıyor ve denize, yıldızlara ve kadim dost aya nazır, muhabbetin belini kırıyorsunuz. Mutlu oluyorsunuz.

Ben o iki günün ardından zaten ha pasa Coffeeco’daydım, ya da ruhumun öbür yarısı canım-cananım-yárenim ve adaşım Carfi’yle ve Dilek’le ev ya da balık muhabbetindeydim. Başka da bir yere gitmem zaten. Deliyimdir ama yani niye gideyim? Deli miyim?!?

Yahu, biz ne şanslı piçkurularıymışız. Ve ne şükür ki hálá da öyleyiz.

Ağız dolusu gülmek ve eski dostlar ve aile ve Çeşme gibisi yok.

Mutluyuz, gururluyuz; cem-i cümlenizi, -küfredenler de dahil- gözlerinden, yüreğinden, içten bir tebessüm, dalgacı bir kıkırdayış ve hinoğluhin bir sırıtışla bus ederiz...

Asparagas

İmaj mundar oldu

Bill Clinton’ın Hayatım isimli otobiyografisinde kendisiyle ilgili olarak ‘Her görüşümde memnunluk duydum. Geniş görüşlü bir adamdı’ şeklinde bahsetmesinden ‘memnun olduğunu’ söyleyen, ‘Tansu Çiller için de zeki ve modern bir kadın ifadesini kullandığı’ hatırlatılınca, ‘O da onun görüşü. İyi, iyi şeyler söylemiş’ şeklinde cevap veren 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Clinton’a küstüğü söyleniyor. Çok yakın çevresinden birinin yaptığı açıklamaya göre, Demirel’in konuyla ilgili yorumu şöyle: ‘Yahu, adam Kardak’taki keçilere koyun, bizim Tansu’ya da zeki demiş, eyi mi? Böyle maddi hataların yapıldığı bir kitapta, benim Doğu’yla Batı arasında bir köprü olduğumun söylenmesinin ne hükmü olabilir? Bana geniş görüşlü, Tansu’ya zeki öyle mi?! Bu mevzu burada kalmayacak. Binaenaleyh, siyasete dönme kararımı erteledim, oturup kendi kitabımı yazacağım kardeşim. Şimdiki başkan Bush’tan Einstein gibi bahsetmezsem, ben de Süleyman değilim. Küstüm binaenaleyh; şapkamı alır, giderim.’
Yazının Devamını Oku