Ebru Çapa

Çeşme güncesi

24 Haziran 2004
Yanık Ömer aşağı, Arap Bacı yukarı... ‘Hayrola, suratında tüp mü patladı?’ diye soranlar, ‘Şu pencerenin arkasına geçip bi’ baksana, Arap Kızı Camdan Bakıyor şarkısına klip çekeriz’ şeklinde sofistike (!) espriler patlatanlar... Gırla... Denizde kum, bizde komikçi; sormayın valla...

Ben ki uzuuun tatil evrelerini akça pakça atlatmayı başarmış, suya girdiği vakitler haricinde gölgelik yerlerden çıkmamayı ilke edinmiş bir tipim, Çeşme’den bir nev’i kavrulup geldim.

Sayılı gündür hesabına denizden çıkmayınca... Çeşme’nin kandırıkçı rüzgárı sağolsun, nasıl yandığımı anlamadan güneşin alnında muhabbete dalınca...

Güneşle hálleşmeyi bilmeyen sayfiye cahili İskandinav turistlere döndük mübarek. Suratım yamalı bohçadan beter durumda. Tanışalım efen’im, bendeniz lekeli melek. (!)

Çeşme’nin sezonu kısadır málûm... Önümüzdeki iki ay boyunca muhtemelen Bodrum’dan beter bir hál alacak bizim kasaba.

Bir köşede Serdar Ortaç’la eller havaya kalkacak, bir başka köşede Mustafa Sandal jet-skiyle fink atacak, ‘eğlence’nin kulağına su kaçırılacak. Allah -yeni- sahibine bağışlasın diyelim... Biz almayalım, alana da mani olmayalım. Eyvallah kadim Çeşme, biricik sevgilim; şimdilik hoşçakal, eylülde görüşelim...

Bizim orada bulunduğumuz dönemde, henüz okullar kapanmış, ÖSS vuku bulmuş, Etiler tarzı eğlence kompetanları haftasonu turlarına başlamış değildi.

Dolayısıyla plajlarda, röntgene yatmış kum adamlar haricinde pek kimseler yoktu. Restoranlar, sokaklar boştu...

Çeşme dingindi, sakindi, harikuladeydi...

Yine de Çeşme’nin mekánlarını tanımak üzere oraya gittik ya, ilk iki gün, o kulüp senin, bu restoran benim, dolaşıp tıkın baba tıkındık.

Sıradan sayalım ki ‘yedim, içtim, yazdım’ türü ‘paylaşımcı haberciliğe’ mütevazı bir katkımız bulunsun. Bize de öğrettiler aç adamın yanında bal-börekten bahsedilmez diye ama vazife icabı, ar damarını çatlattık.

Luba Beach & Resort Hotel, üç-dört senedir mevcut bir mekán. Hayatımda ilk kez ayak bastım. Dışarıdan prematüre bir Disneyland şantiyesini andırdığı ve gündüz boyunca cıstak müziğiyle bütün Şantiye plajını inlettiği için uzaktan uzağa fena hálde gıcık kaptığım bir yer olmuştur her daim.

Bu yıl, içinde İzmirliler’in gayet iyi bildiği İtalyan restoranı En Velo, Çin, Hint ve Meksika yemekleri servis eden Lotus ve Japon restoranı Istme hizmet verecekmiş. Ayrıca verandaları jakuzili makuzili, gayet afilli bungalovları var, sefa tellallarına duyurulur.

Akşam yemeği La Folie’de yenildi ki Alaçatı’da, meşhur Taş Otel’in hemen yanında, eski bir zeytinyağı işliğinde konuşlanmış, küçük, şık, nezih, şahane bir restorandır; pek severiz... Kapıdan içeri girdiğinizde sizi eski bir zeytinyağı üretim makinesi (!?) karşılar. Bu yıl mutfak, Changa’nın eski aşçısına teslim edilmiş. O pazar senin bu pazar benim dolaşılarak, her şeyin tazesi ve iyisi aranıp bulunarak pişirilmiş yemekler, füzyon mutfağından örnekler efen’im... Hararetle tavsiye ederiz...

Sonra oradan çıkıldı ve Shayna’ya gidildi. Şimdi burada bir durmak gerekiyor, zira mekán sadece canımız ciğerimiz bir arkadaşımıza ait olmakla kalmıyor, aynı zamanda hayatımızın en önemli demlerini, ilk gençliğimizi gömdüğümüz koyda, Ayayorgi’de bulunuyor. Shayna, gündüzleri plaj, akşamları kulüp olarak hizmet sunuyor. Ayrıca mekánın içinde Yunan restoranı Ta Nisia bulunuyor.

Ayayorgi... Yollara asfalt döşenmeden önceki, elektrik yerine yıldızların ve mehtabın aydınlattığı dönemlerdeki canım Paparazzi...

Neyse, diyelim... Yüksek müsaadenizle, Çeşme güncemize yarın son verelim...

Asparagas

Akıllı bıdık

Katıldığı bir davette; ‘Kafam çok çalışıyor, çok zekiyim, o yüzden bazı şeyleri unutmak zorunda kalıyorum’ diyerek kendisinde ‘unutkanlık hastalığı’ başladığını söyleyen Demet Akalın, ileride kafasını daha da çok çalıştırmayı planladığı için beynine devirdaim sistemi yaptırmaya karar verdiğini açıkladı: ‘Geçenlerde kare bulmaca çözüyordum, baktım, güneş tanrısının adını soruyorlar. Zeus yazıyorum, olmuyor. Afrodit yazıyorum, olmuyor. Allah sizi inandırsın, Zeki Müren ve Banu Alkan bile yazdım, ı ıh... Sonra sordum soruşturdum, Fa mıymış neymiş. Ha? Ay, o deodorant markası mıydı? Güneş şeysi olan neydi? Ra mı? Bak gördün mü ayol, yine unutmuşum... Aman işte neyse... Çok zekiyim ya, böyle bir formül buldum sonunda. Dedim, bir şey taktırayım, böööyle bi’ yerden gerekli şeyler girerken, öbür taraftan lüzumsuzları çıksın. Bizim Onur’a (Erol) sordum, ‘Var mı böyle taktırabilecek bir şey?’ diye. Benim silikonları da o takmıştı, çok memnunum. Neyse... Onur; ‘Tabii güzelim, sen 30 bin doları hazırla, ben senin kelleyi bir açar bakarım’ dedi. Ay ben bi sevin, bi sevin! Siz beni esas şimdi seyredin!’
Yazının Devamını Oku

Mukadderat

23 Haziran 2004
Bende bir düztabanlık olsa gerek... Bir kerecik olsun memlekete uça-ese, hadisesiz gitmek ve memleketten gittiğim gibi mutlu mesut dönmek mümkün olmayacak mı ey kahpe felek? Çeşme Belediyesi’nin beldeyi tanıtmak için düzenlediği bir geziyi bahane etmişiz... (Hani olduk bittik her yaz Çeşme’ye gitmiyoruz, Çeşme’yi hiiiç tanımıyoruz ya, bilgimiz görgümüz artsın diye şöyle bir Ege’ye uzanalım dedik!)

Gitmişken yıllık iznin bir bölümünü kullanmak adına ‘amirlere’ yalvar yakar olmuşuz; hatta bir kısmına şantaj yapmış, bir kısmını tehdit etmişiz...

İzni kopartmışız; nicedir unutmuş olduğumuz türden bir saadet hissiyle galeyana gelmişiz...

Yola çıkarken uçağı kaçırmanın direğinden dönmemi, daha iki hafta önce cüzdan kaybetmiş biri olarak, giderayak bir kez daha cüzdan kaptırmak suretiyle gerzeklik ve sarsaklık konusunda kendimi aşmamı filan boşverin...

Onlardan bahsetmiyorum...

Geçen sene güya yıldönümü kutlamasına, doğumgünü partisine ve düğüne gidiyorduk?

Taziyeye gitmiştik...

Bu sene güya coşmaya gidiyorduk?

Mateme gittik...

Çeşme’de bulunduğum hafta boyunca, bizim küçük çemberimizde dönen entim muhabbetlerin, gülücüklü sohbetlerin haricinde, Ahmet Piriştina’dan başka bir şey konuşulduğuna şahit olmadım.

Gözünüzün değdiği her köşeden, şehrin gelmiş geçmiş en sevilen Başkan’ı gülümsüyor.

Kader, sanki en sinsi ağlarını, İzmir’in zeytin ve zakkum dalları arasında örüyor.

Ahmet Piriştina’nın kayınvalidesi, ablamlarla aynı sitede, hemen yan evde oturuyor.

Kötü haberin geldiği günün sabahında, erken saatlerde annemle laflamışlar. Bir yandan verandada taze fasülye ayıklarken, bir yandan da Cuma günkü düğünden, ailece ne kadar mutlu ve heyecanlı olduklarından bahsediyormuş; annem anlatıyor...

Sık rastlanır bir hál değil. Bütün şehir, hakikaten tüm bir şehir yas tutuyor.

Hemen herkesin Ahmet Piriştina’ya dair bir güzel anısı var; anlat anlat bitmiyor.

Herkesin yüzünde buruk, hüzünlü bir tebessüm... Durmaksızın Ahmet Piriştina’nın nasıl kalender, nasıl candan, nasıl zarif, nasıl çalışkan bir insan, nasıl esaslı, adam gibi bir adam olduğundan dem vuruluyor.

İzmir’in çehresinin beş yıl içinde nasıl değiştiğini bilenler bilir.

Konak Meydanı ve yemyeşil kıyı şeridi ve palmiyeler ve spor alanları ve kültür merkezleri...

Benim çocukluğum, balkondan, Körfez’de zıplayan yunus balıklarını izlemekle geçmiştir.

Sonra o mavi Körfez, korkunç bir süratle leş kokulu bir bataklığa dönüştü. Birkaç yıl öncesine kadar, eğer yolda uyumuşsam, Körfez’in kokusundan uyanır, memlekete geldiğimi anlardım.

Şimdilerde Körfez’de, yunus değilse de çipuralar fink atıyor.

Sırf bu bile, Ahmet Piriştina’nın işinin hakkını vermiş ve bunca sevilmeyi, rahmet dualarıyla uğurlanmayı hak etmiş bir insan olduğunu kanıtlamaya yetiyor.

Canım İzmir, yine bir yaza ağlayarak giriyor.

İyiler hep mi erken gider? Neden hep iyiler erken gider?

Adaletin bu mudur be kader?

Not: Gelir gelmez muhabbete böyle bet bir tondan girmek istemezdi gönül ama n’eylersiniz ki ahvalimiz budur... Ayrıca korkarım rutine ve normale avdet etmem biraz zaman alacağı için bu Çeşme muhabbeti birkaç gün sürecek. Yarın itibarıyla da yediklerimizden, içtiklerimizden, gördüklerimizden dem vurmamız farz; şimdiden duyurulur...

Asparagas

Reha artık araftan bildirsin diyorum

Kurşunlandıktan sonra, hastanede, acil serviste gözünü açtığında karşısında Reha Muhtar’ı gören ve ‘Eyvah, cehenneme geldim,’ diye düşündüğünü söyleyen; daha sonra Reha Muhtar’ın ‘Nasılsın birtanem?’ diye sorup yüzünü okşamasıyla hayatta olduğunu anlayan, ‘yaşadığını hisseden’ Ahmet Çakar, Reha Muhtar’ın bundan böyle araftan bildirmesinin iyi bir fikir olabileceğini belirtti: ‘Biz bugüne dek Reha’nın ulvi tarafını görmemişiz. Ben diyordum zaten, bu adamda ille ki dünyevi olmayan, adı konulamaz bir şey var. O günden beri, haftada en az iki gece, uzun bir köprünün ucunda Reha’yı görüyorum, elini uzatıp gülümseyerek beni okşuyor. Gerçi eşim Reha’nın belirdiği ışıklı álemin TV ekranı, o köprünün de Akademi Türkiye’de finalistlerin geçtiği bir stüdyo mahali olduğunu söylüyor ama işin doğrusunu ben biliyorum. Göreceksiniz, Reha yakında araftan bildirecek. O ‘her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan’ lafı nafile türememiş yani. Her şeyin hikmetine şimdi erdim ama ah, kimselere anlatamıyorum.’
Yazının Devamını Oku

Beynimiz ütüldü diye adamın hakkını yiyor olabilir miyim?

12 Haziran 2004
Yakışıklı olduğu kadar küstah... Yok yok, kıyamazlar... Yakışıklı olduğu kadar içli, komik ve şahane bir kardeşimiz olan Deniz’in bilgisayarından geçtiğimiz ay mütemadiyen aynı nakarat yükseldi:

‘Saydım kaç gün oldu / Saydım kaç gece oldu / Saydım her gün aynı / Dön, dön istersen...’

Mümkünü yok, başka şey çalınmıyor, başka bir şey duyulmuyor.

Sayfaların yapıldığı odada, varsa yoksa Ogün Sanlısoy, sayıyor da sayıyor...

Tamam yani, ben de aynı albümü ve şarkıyı üst üste yüzlerce defa dinleme ‘beceri’sini haiz bir mahlûkatım ama Deniz, bu konuda algının kapılarını, tahammülün boyutlarını, obsesyonun sınırlarını zorladı. Háliyle genç arkadaşımızın bu durumu merakımızı gıdıkladı.

Dayanamayıp; ‘Ne ayak bebeğim?’ diye sordum; ‘Bu yönetime karşı pasif direniş midir? Amirlere yönelik pasif agresif bir saldırı mıdır? Nedir?..’

Macintosh’a gömülüp ha bire sayfa yapmaktan çocuğun gözleri kan çanağına dönmüş durumda. Gece-gündüz burada. Evin yolunu unutmuş bir hálde çalışıyor. Ne bileyim, düşündüm ki bu herhalde asker gibi, şafak sayıyor...

Ben orada çocukla empati kurup, abla tonlarında avutmak derdindeyim, o ise hiiiç iplemedi. Monitörden gözlerini bile ayırmadı ve ‘Şahane şarkı... Şahane adam... Adamım...’ Öyle dedi...

Pentagram’ın eski solisti Ogün Sanlısoy’un seveni çok. Kabul etmek gerekir ki, zaten sevilmeyecek bir tarafı da yok.

Gayet mütevazı, ayakları yere basan, sağlam bir şahsiyet...

Vokalse vokal, gitarsa gitar... Aranjörlük, prodüktörlük, beste ve söz yazarlığı; on parmağında on marifet...

Pazarlama politikasından kaynaklanan nedenlerden ötürü pek satmayan ilk solo albümü Korkma’dan yıllar sonra çıkan ‘O Gün’ de Allah için gayet düzgün bir albüm; kulakların pasını siliyor.

Gelin görün ki, yalanım yok, gül gibi, taş gibi şarkıların yer aldığı albümün çıkış parçası olan Saydım’ı bir türlü sevemedim. İlk dinlediğimde; ‘Bir nakarat kaç kere tekrar edilebilir? Bu şarkı 10 dakika mı sürüyor, bana mı öyle geliyor?’ şeklinde düşünmüş, nakaratın her tekrarında, içimden saydırmıştım (!). İşte o gün tebelleş olan bu his, mümkün değil, bünyeyi terk etmiyor.

Klibe gelince, bir rocker klásiği denilebilir.

Özellikle rock icra eden müzisyenlerin hemen hepsinin mutlaka bir bina damına çıkıp klip çekmesi bu tarzın takipçilerinin dikkatli nazarlarından herhalde kaçmamıştır.

Bundan yıllar, yıllar önce U2 dama çıkıp klip çektiğinden beri sanki, bina damında klip çekmeyen rock yıldızı, rock yıldızı sayılmıyor. Hatta damda klibi olmayan rock müzisyenine kız mız verilmiyor.

Ogün de nitekim, tahminen Cihangir dolaylarında bir binanın tepesinde, Boğaz manzarasına nazır bir şekilde bir yandan gitarını çalıp, bir yandan da şarkısını söylüyor.

Yani, işte bildiğiniz: Sayıyor, sayıyor, sayıyor...

Ben şimdi merakla ve hararetle ikinci klibi bekliyorum. Neticede gayet başarılı bir albüm.

Yani böyle şeyler yazmış olmak ağırıma gidiyor, yemin ederim. Vallahi de billahi de lafa girerken gayet iyi niyetliydim. Zira gönül, Ogün Sanlısoy söz konusu olduğunda daha iyi şeyler söylesin istiyor; ciddiyim...

Velhasıl, bilemedim... Yahu acaba Deniz yüzünden beynimiz ütüldü diye adamın ve şarkının hakkını yiyor olabilir miyim?
Yazının Devamını Oku

Kimler gelmiş!!!

11 Haziran 2004
Tevellütü tutanlar, tutmayan kardeşlerimize anlatsın: Bonus peruklu Kadir İnanır’dan çok önce, Bobby Farrell vardı. Bilirsiniz; 70’lerin fenomenal disko-pop grubu Boney M’in, Ajda Pekkan ve Harun Kolçak’tan bile enteresan dans edebilen, afro saçlı, yegáne erkek elemanı...

Ekranların henüz siyah-beyaz olduğu o onyılın ikinci ve 80’lerin ilk yarısında, bizim ailede televizyonla ilgili geyik, iki ana başlık etrafında dönerdi:

Birincisi, ‘Yahu Raffaella Carra, o uzun ve sivri topukların üzerinde nasıl o figürleri attırabiliyor?’ ikincisi ise, ‘Bu adam (Bobby Farrell) gülmeden bu figürleri nasıl attırabiliyor?’ idi.

Psikolojik bir açıklaması filan vardır ille ki... Takdir edeceğiniz üzre, esasta seyri pek de hoş bir adam olmayan Bobby Farrel’dan hiçbir şekilde gözümü alamazdım.

Hálá da alamam, alamıyorum...

‘Moonlighting / Mavi Ay’ dönemindeki háliyle Bruce Willis bir, VH1’da filan eski kliplerini yakalarsam, Boney M iki... (Bir de her dem taze Prince var; o ayrı...)

Gözümü bile kırpamıyorum... Hipnotize olmuş mutlu moron modeli, yüzümde saçma bir gülücükle, öööyle çakılıp kalıyorum.

Birbirlerine leylek ile akvaryum balığı kadar benzeyen bu adamların üzerimde nasıl olup da aynı efekti yaratabildiği, dediğim gibi benim psikoloji dağarcığımı aşan bir mevzu... Hani zihnine ve eline üşenmeyen bir doktor filan lûtfedip izah ederse çok sevineceğim. Şimdiden teşekkür ederim...

Yine lafı uzattık da uzattık. Manşeti gömdük, mühim haberi sona bıraktık...

Hazır mısınız arkadaşlar? O zaman barış için, sevgi için, insanlık için, GELSİN BONEY M!

Haberi almış olanlara sürpriz olmayacaktır ama duymamış olanlara müjdeyi biz verelim: Boney M geliyor...

İsterseniz bir kez daha okuyun, iyice sindirin: Boney M geliyor!

Bu yıl 10. yılını kutlayan Roxy’nin, 11 Haziran’da, yani bu gece, kimse dışarıda kalmasın diye 3000 kişilik Yeni Melek’te düzenlenecek olan kapanış partisinde sahne alacaklar.

Kadroda Bobby Farrell yok gerçi ama olsun varsın, kalan sağlar bizimdir. Málûm, orijinal kadrosu, Liz Mitchell, Marcia Barrett, Maizie Williams ve Bobby Farrell’dan oluşan Boney M, Bobby Farrel’ın gruptan ayrıldığı 80’lerin sonundan beri, yollarına -müzik eleştirmenlerince ‘Üstelik bu şarkı da söyleyebiliyor’ benzeri hayret cümleleriyle onore edilen- Reggie Tsiboe ile devam ediyorlar.

Kapanış partisinde Boney M’in yanı sıra punk grubu Sigue Sigue Sputnik, dinlemelere doyulamayan Rebel Moves ve Brezilyalı samba grubu Brasil Maravilha da performans sergileyecekler.

Yetmediyse, dansçılar, jonglörler, ateş dansçıları, DJ’ler ve muhtelif atraksiyonlar...

Bu da kumpanya çığırtkanlarının; ‘Gel vatandaş gel!’ haykırışlarını andırır bir yazı oldu ama yani, Roxy kapanıyor ve kapanışa Boney M geliyor arkadaşlar.

El mahkum, ille ki Yeni Melek’de hazırola geçilecek. Daddy Cool çalarken, terk-i álem eylemiş, çok sevilen bir büyüğümüz anılacak. Álemin gelmiş geçmiş en ‘baba’ şahsiyetlerden biri, en genç, en dinç dimağlarından biri olan, yarı-babam Futi’ye, Fuat Carfi’ye doğru, cennete doğru, gülücüklü bir göz kırpılacak, kadehler onun için kalkacak. Kıkırdayarak, Futi’nin Daddy Cool çalarken nasıl dans ettiği yad edilecek. Hatta onun gibi dans etmeye çalışılacak: ‘Bye bye Daddy Cool...’

Çocukluğu Boney M ile geçen, yok yok, şöyle söyleyelim, tevellütü tutsun tutmasın yolu sevgiden geçen herkesle, bugün, Yeni Melek’de buluşuruz.

Yeni Melek Gösteri Merkezi: Gazeteci Erol Dernek Sok., No: 13, Beyoğlu, İstanbul.

Tel:
(0212) 244 97 00.


Asparagas


Önümüzdeki haftasonu gireceği 80. yaş gününü paraşütle atlayarak kutlamaya karar veren, 88 George W. Bush’un pederi, eski ABD Başkanı George Bush, bu kararında eski bir donanma pilotu olmasının ve 2. Dünya Savaşı sırasında hasar görmüş bir uçaktan sağ kurtulmayı başarmasının bir etkisi olmadığını söyledi: ‘Esasında fikri, Mahsun Kırmızıgül’ün Maldiv Adaları’nda çekilen, Sarı Sarı isimli şarkısının klibinden aparttık. Hani Mahsun’un bir toplantının ortasında gelen bir not üzerine uçağa atladığı, Maldivler’e ulaşınca kendini denize attığı ve su altında manitasıyla buluştuğu klip... ‘Ne ayak?’ dediğinizi duyar gibiyim. Bildiğiniz gibi, rahmetli Turgut Özal yakın dostumdu. Ne zaman bir araya gelsek, önce ‘Hey George, versene borç’ nakaratını terennüm eder, krediyi kopartırsa da çocuklar gibi sevinir; ‘Biliyorum, bir gün bir koyup üç almayı da başaracağız. Ulen Georgie, koy şurdan bir Mahsun kaseti de neşemizi bulalım’ derdi. Arif olan anlasın: Böylesi bir atraksiyonla, vakt-i zamanında çıkan ilk Körfez Krizi’nde tam desteğini esirgemeyen sizlerin háli hazırdaki tutumuna da sitemkár bir gönderme yapacağım. Benim keratayı çok üzüyorsunuz, maaile kırılıyoruz yani...’
Yazının Devamını Oku

Şu meret ya bırakılacak ya da bırakılacak

10 Haziran 2004
Bir süredir gazetede sigara içme yasağı uygulanıyor. Takdir ediyoruz elbet. Hani 14 yıldır günde iki ila üç paket sigara tüketiyor olabiliriz ama bununla gurur duyacak kadar şuursuz da değiliz... Kimi katların koridorlarına, biz kel tiryakiler tarafından ‘gaz odası’ ismiyle taltif edilen sigara içme odacıkları yapıldı.

Çalışırken arada bir mola verip, az gelişmiş ve gayrı medeni insanlar olarak müstehakımızı bulduğumuz kabinlere uzanıyor, tuvalette sigara içen liseli modelinde tütüyoruz.

‘Hani’ dedim geçenlerde bir cankuşa; ‘Ben sigaraya karşı yürütülen her türlü kampanyaya karşıydım, en fanatik sigara taraftarı, hatta militanıydım ya, galiba hayatımda ilk kez sigarayı bırakma düşüncesine sıcak bakıyorum. Garip bir durum oldu, artık sigaradan eskisi kadar tat alamıyorum. Yalnız işin davranış alışkanlığı bölümü biraz gözümü korkutuyor. Canım istemese bile elim iradem haricinde, otomatikman sigaraya gidiyor. Ne yapacağım bilemiyorum.’

Hayretle kaşlarını kaldırdı: ‘Yorgun kulaklarım neler duyuyor? Sen ki sigara içme raddesini geride bırakmış, sigarayı çiğ çiğ yiyen, aşmış bir insansın, demek sigarayı bırakacaksın??? Tebrik ederim; niyet yolun yarısıdır kardeşim. Sen başla, biz arkandayız. Başarılı girişiminin tez vakitte nihayete ermesini dilerim. Yalnız, öksürüğünü çok özleyeceğiz, yanar yanar bir ona yanarım. Arada bir bizim için nostaljik öksürük krizleri geçirirsin diye umuyorum.’

‘Senin gibi motive edici dostların desteğiyle sigara da ne, yemeyi içmeyi bile bırakırım be. Dön de aynada gördüğün kişiyle dalga geç sen, şirin düdük! Zaten sana iyiniyetli düşüncelerini açanda kabahat!’ şeklinde hafif bir posta koyduktan sonra, ikiledim háliyle...

Sinirsek yaratık, bir de arkamdan; ‘Bak, insana hem sigara bıraktıran, hem de zayıflatan bir hap çıkmış. Bugün haberi çıktı. Sen bu işi bir araştır’ diye bağırmaz mı!

‘Ben biliyorum o hapı.’ dedim. ‘Bulunalı çok oluyor: Siyanür... Atıyorsun ağzına bir tane, bütün iptilalarından direkt, sonsuza dek kurtuluyorsun. Ama benim daha iyi bir fikrim var. Belki şu haptan sen bir tane yutarsın da ben ve insanlığın geri kalanı bir müddet kafa dinleme olanağı buluruz. Nasıl fikir? Sevdin mi? Uyar mı? OK mi?’

Sefil mahlûk, Gargamel Gargamel güldü. Bir alt kata ulaştığımda hálá yukarıdan kahkahası geliyordu.

Uzun süre -yüzyıl gibi gelen birkaç uzuuun saat- bu fikrin peşine takılıp gittim. Elim ne zaman pakete uzansa, onu diğer elimle çimdikledim. Neden sonra basit birkaç soru karşısında yanıt niyetine hırladığımı, kaşlarımın çatılmaktan neredeyse burnuma düştüğünü, burun deliklerimin basketbol topu kadar şiştiğini fark ettim.

Derhal paketi kapıp gaz odasına doğru seğirttim.

Kendimi manasızca suçlu hissederek bir sigara yaktım. Bir yandan da dandik beyaz dizi kahramanları gibi kendi kendime konuşarak, söylendim de söylendim.

Sigaradan bir tat alamadığım yetmezmiş gibi, bir de hayatımda işittiğim en galiz küfürleri kendime ettim.

Üstelik yetmezmiş gibi sigara odasında baca gibi tüterken, bizim komikçiye yakalandım.

‘Batı’nın En Hızlı Karardan Dönen Müptelası Ödülü’nü elde etmeye hak kazandığımı söyledi. Dalga geçmek kesmedi, bir de utanmadan sigaramdan otlandı.

Fakat bu iddia yerde kalmayacak arkadaşlar! Sigarayı bırakma projesini kesinlikle tamamen iptal etmiş değilim. Sadece erteledim...

Tecrit edilebileceğim bir dönemi bekliyorum. Zira çevremi nikotinden ziyade agresyonla zehirlemekten yana endişeliyim. Sırf insansever, çevresiyle uyumlu bir birey olduğum için sigara içmeye devam ediyorum yani. Her şey insanlık için... Kendim için bir dumanlık bir şey istiyorsam, namerdim...

Asparagas

Beni kalbimden vurdun Kuşum Aydııın...

Her gün Sabah Yıldızları’nda ‘Biz Evleniyoruz’ ve ‘Kalplerde İkinci Bahar’ evinden çıkan konukları ağırlayan, bu yarışmaları izlemekten evden çıkamaz olduğunu açıklayan, Tülin ile Caner’i evlendirmek için aylarca elinden geleni ardına koymayan ve ‘İkinci Bahar’ yarışmacılarına; ‘Biz İkinci Bahar yarışmacılarından mantık ve romantizm bekledik ama onlar gençlerden de kavgacı çıktı’ şeklinde sitemlerini sunan Kuşum Aydın, bir sonraki programda özlenen ortamın yaratılması için Tibet tapınaklarından bilge yarışmacı getireceklerini açıkladı: ‘Oradan da hayır gelmezse ne yaparız bilemiyorum. Ben güzel insan, gönül adamıyım. Böyle hırgürlü ortamlarda geriliyorum. Artık sinirleri alınmış pirzola tadında bir grup olsun, herkes birbiriyle iyi geçinsin, Ali Şen Başkan, Fenerbahçe şampiyon olsun, gönüller bir, hayat bayram olsun istiyorum.’
Yazının Devamını Oku

Küçük oyuncu

9 Haziran 2004
Hayatımın muhtelif depresif dönemlerinden en ağırı ‘91’e tekabül eder. 19 yaşımdaydım ve muhtemelen salak bir Hollywood filminden miras bir ‘bilgiye’ hürmeten insanın 9’la biten yaşlarında hayat muhasebesi yapması gerektiğine inanıyordum.

Fenaydım ve salaktım ve muhasebeden pek çakmadığım için içinden ölmeden geçebileceğim türden bir intihar edebilmek adına ‘şık’ bir yöntem arıyordum.

Ne zaman böyle dellensem aynı şeyi yapardım. Denize kaçardım... Fenerbahçe’ye uzar, maviye bakardım. Yine öyle yaptım.

Fener’deki marinada ayaklarımı suya uzatıp ‘derin derin’ düşünmekteydim ki ruhumun bir köşesi Demet geldi. ‘Bu akşam tiyatroya bilet aldım’ dedi.

‘Sensin tiyatro’ diyecektim, sustum.

Akşam, Şehir Tiyatroları’ndan ‘Ödüller Kimin?’i izledik, efsunlandık. Niyeyse içime bir garip eföri yayıldı; yaşadığım için Allah’ıma şükranlarımı sundum.

Geçtiğimiz hafta, biraz tiyatroyu özlediğimden, biraz da vaktiyle hayatımı kurtardığı için Hümeyra’nın hatırına, Ben Anadolu’ya gittik. (Ki vaktiyle tek başına tüm rolleri canlandıran Yıldız Kenter’den izlediğim oyun, bendenizi ilk depresyon uykuma yatırmıştır.)

Hümeyra, her zamanki gibi şahaneydi.

Keza, Şebnem Sönmez, Oya Palay, Özlem Türkad ve Nur Saçbürek de öyleydi...

Harikuladeydiler... Her şeye rağmen, toprak gibiydiler...

Seyirciye rağmen...

Ses sisteminin on dakikada bir çökmesine rağmen...

Her cümlenin son kelimesini yankı yankı tekrar eden, durmadan vızıldayan çocuğunu çayıra salmış ebeveynlere rağmen...

Zırıldayan cep telefonlarına rağmen...

Her şeye rağmen...

Hani abartıyor olabilirim ama sanki o an, o gece, bir hayat kurtarıyor olabileceklerinin bilincindeydiler.

Doktorların ve oyuncuların bir nebze kibirli olmasını anlamak gerekir belki de... Kimse böylesi klişelere benim kadar gülüyor olmasın ama doğruya doğru: Çünkü öyleler, yani yarı tanrı kudretindeler...

Geçtiğimiz hafta, aynı gün içinde Mahfi Ayral (96) ve Ronald Reagan öldüler.

Cumhuriyetin ilanını görmüş -her dem çocuk- Mahfi Ayral, Türk tiyatrosunun en yetkin oyuncularından biriydi ve neredeyse son nefesine kadar zıpkın gibiydi; sahnedeydi...

Ronald Reagan da hayatına B sınıf bir aktör olarak başlamış, sonra artizliğin boyutlarını abartıp işi ABD Başkanlığı’na kadar vardırmıştı. Soğuk Savaş’ın bitişine imza atmış, sonra da İran’a silah sattığı için dünya kamuoyundan pişkin bir özür dilemişti. Ömrünün son senelerini alzheimer olduğu için şuursuz geçirdi.

Allah rahmet eylesin; Mahfi Ayral’ın ruhu şad, mekánı cennet olsun.

Müteveffa Reagan’a gelince; ne diyelim, onu da Tanrı’sı nasıl biliyorsa öyle yapsın, nasıl bir uyku müstehaksa, öyle uyusun...

Asparagas

Androidinin kadını

Robot oyuncakların sergilendiği bir tanıtımda ‘Robot erkek yapsalar da kullansak, gel deyince gelsin, sıkılınca gitsin. İstediğim şeyleri alsın, istediğimi giysin, yani ben ne istiyorsam, nasıl istiyorsam, onu yapsın, öyle davransın’ şeklinde açıklama yapan Nefise Karatay, Lee Majors’a çıkma teklif etmeye karar verdiğini açıkladı: ‘Ben hatırlamıyorum, tevellütüm tutmuyor, bir Makbule ablam var, o söyledi... Bu Lee Majors’ın başından geçenler, eskilerde televizyonda, Altı Milyon Dolarlık Adam isminde bir programda anlatılıyormuş. Bu Lee Majors, pek namlı bir android miymiş neymiş... Makbule Ablam; ‘Şimdilerde yaşı biraz geçkince olabilir ama yine de android bu, belli de olmaz. Senin aradığın adam odur. Git onu bul, androidinin kadını ol. Minik minik, ikişer milyon dolarlık bebeleriniz olur’ dedi. Önümüzdeki hafta Los Angeles’a uçuyorum şekerim. Düğüne beklerim.’
Yazının Devamını Oku

Kadın olmak böyle bir şey

6 Haziran 2004
Geçenlerde tamamen iş dolaylı münasebetim bulunan, yüzyüze tanışmadığım, halkla ilişkiler ile iştigál eden hanımefendi telefonda; ‘Taşınabildiniz mi Ebru Hanım?’ diye sorunca, -Gülse’ciğimin kulakları çınlasın- son günlerin pek moda tabiriyle ‘oha falan oldum’ yani... Bu aralar en sık karşılaştığım soru bu. Kime rastlasam, ‘Taşınabildin mi bari?’ diye soruyor. Ar damarımız henüz çatlamamış olsa gerek ki yanaklarım mahcubiyetle kızarıyor.

Anlaşılan o ki ben şu taşınma muhabbetini haddinden fazla abartmışım. Eh, aylar boyunca yanılıp da ‘N’aber?’ diye soran her Allah kuluna; ‘Taşınmam lázım, taşınamıyorum’ şeklinde cevap verir, üzerine de yarım saat konuyla ilgili dert yanar, ağlak yaparsan olacağı budur.

Neylersiniz ki kadın olmak biraz böyle bir şey. Kafanda bir mevzu varsa, vır vır vır her karşına çıkan insana anlatmadan edemiyorsun. Zehrini başkalarının da başını ütülemeden akıtamıyorsun.

SEVGİLİ GÜNLÜK

Geçenlerde fi tarihinden beri görmediğim bir yakınımla karşılaştım, hál hatır bile sormadan lafa ‘Taşınıyormuşsun?’ şeklinde girdi.

‘Yuh! Sen de mi Brutus?! O zaman ben Sezar, bi’ düşüp geleyim’ dedim; ‘Kimden duydun be abi?’

‘Öksürdüğünü tıksırdığını yazıp duruyorsun ya,’ dedi.

Devekuşu olayım, kaldırım yarılsın, kafamı içine sokayım istedim.

Eveledim, geveledim: ‘Ya, ben zaten söylemiştim, allame-i cihan ya da Çetin Altan filan değilsen, haftada beş gün yazı yazılmaz. Bir süre sonra yazılar ille ki şişer. Sonunda kıldan tüyden mevzulardan, kişisel konulardan bahsetmek zorunda kalacağım, rezil rüsva olacağım diye, dinletemedim...’

Yine de ne yalan söyleyeyim, bir yanıyla da faideli bir durum şu ‘Sevgili günlük’ modeli yazı ‘attırma’ vaziyeti.

Misál, satır aralarındaki S.O.S. çağrısını duyan valide ile peder, atlayıp arabaya geldiler.

Gay bir arkadaşım, ailesine eşcinsel olduğunu söylerken enteresan bir taktik uygulamıştı. Onlara önce kanser olduğunu söylemişti! Anne ve babası baygınlık geçirmek üzereyken de; ‘Yok yok, merak etmeyin, sadece eşcinselim’ demişti.

Adi ve hain bir politikaydı güttüğü ama tıkır tıkır işlemişti. Annesiyle babası, eşeğini önce kaybedip sonra bulunca bayram eden Nasreddin Hoca misali sevinmişti.

LEKELİ MELEK (!)

Bizim valide de daha önceki taşınma maceralarını hatırlayıp bünyesine allar morlar basarak katettiği yol boyunca kaba inşaat süren, badana pisliği içinde bir eve geleceğini zannediyormuş. Evin hasbelkader yerleşmiş olduğunu görünce, sekiz battal boy çöp torbası dolusu kirli çamaşıra minik bir tekir yavrusuymuş gibi şefkatle baktı: ‘N’olucak ki canım, bu da bir şey mi? Çamaşır benden korksun’ diyerek, She-ra edasıyla çamaşıra girişti.

‘Anne, bak ölümü öp, mezarımı kemir, çamaşırlara dokunmayacaksın. Allah’ını seversen, yardımcı kadın gelecek’ diyorum.

‘Hadi be, senin bedduan bana sökmez’ diyerek beni itekleyip makineye hamle ediyor; mümkün değil, dinletemiyorum.

Dört gün boyunca makine hiç susmadı. Haftasonu atom karınca Gülay geldi. Bolca dedikodumun yapıldığı çılgın bir ütü partisi düzenlediler ikisi...

Gülay, ‘Söylemeyecektim ama tutamayacağım kendimi. Tam 118 tane tişört ütüledim’ demiş; akşam annem söyledi.

Bir yandan ütü yapılıyor, bir yandan da yırtık ve sökük dikiliyor. Kıyafetlerin yüzde 40’ı filan ya yırtık ya da delik, yüzde 50’si filan da iflah olmaz şekilde lekeli...

Zira hayattaki son kurşunlarımı da tüketmişim. 10 yıllık gömlekler, 15 yıllık yırtık pırtık tişörtler; hiçbirini atmamışım, üstelik temiz bir şey kalmadığı için hepsini de giymişim.

HAYAT DAHA KOLAYDI

Valide, son çorap da çekmeceye girdikten sonra her zamanki repliğini sarfetti: ‘Bugün günlerden iş bitti.’

Sonra kocasını da aldı, burnumu öptü ve bir haftadan fazla ayrı kalamadığı İzmir’ine gitti.

Şimdi evde bir gardırop dolusu, anne temizi kokan kıyafet var. Varlığını bile unutmuş olduğum gömlekler, pantolonlar...

Her sabah salak gibi on dakika filan, inanamayan gözlerle dolaba bakıyorum.

Anneme telefonda sitem ettim: ‘Ya, şimdi de ne giyeceğime karar veremiyorum. Sen elini atmadan evvel her şey daha basitti. Üç temiz tişört arasından elime geleni üzerime geçiriyordum. Hayat daha kolaydı, güzeldi...’

Neymiş, bir de bizden yetişkinlik bekliyorlar. Çok beklerler... Şımart şımart, sonra da olgunluk bekle. Eh be, yine yapacağını yaptın, pes demek isterim anne...
Yazının Devamını Oku

Gençlerin önünü daha ne kadar açacağız han’fendi?

5 Haziran 2004
Geçen gece, Ana Kraliçe Ece, onun dükkánında oturmuş demlenirken birkaç gün önce kendini akıl almaz bir hálde yakaladığını ve dehşete kapıldığını söyledi: ‘Gecenin bir vakti oturup televizyonda yan yana yataklarda horlayarak uyuyan iki yaşlı adamı seyrettim. En az 10 dakika! Böyle bir şey olabilir mi?!’ Anlamışsınızdır, İkinci Bahar muhabbeti...

Ziya ve Hümeyra, anında zıpladılar; ‘Ben hayatta yapmam valla’ diye.

‘Aman şu dilinizi bir ısırın’ dedik háliyle. Biz de anamızın karnından bu zırvaların müptelası olarak doğmadık neticede.

Öyle ya, biz de bir zamanlar kendimizi öyle bilirdik. Denizde kum, bizde iddiaydı yani.

Gelin görün ki Allah’ın sopası yok. Yatakta yanında horlayarak uyuyan adama üç dakika bakmaya tahammülü olmayan nice vatan evladı, Biri Bizi Kerizliyor ya da Biz Al Takke Ver Küllah Gerdeğe Girmeye Çalışıyoruz yarışmaları söz konusu oldu mu, benliğini yitirebiliyor.

Ekran bu; mübarek bir nev’i şuur kapanı... Benim diyen adama yemediğini yedirebiliyor.

Bizimki acıklı bir durum elbet ama yine de bir yere kadar... Allah muhafaza, bir de o hokkabazlık arenasına gönüllü olarak katılanlar arasında olmak var...

Bilenler bilmeyenlere anlatsın: Memlekette Süheyl-Behzat Uygur Biraderler ya da ne bileyim Edi-Büdü kadar yaygın bir şöhrete sahip olan ‘sevdalı’ eküri Tülin ile Caner’in Caner’i, karın cenahını jiletleyip intihar girişiminde bulunduğu için hastaneye kaldırıldı.

Yine ve taze küsmüş olduğu Tülin, onu hastanede ziyaret ederken bittabii kameralar hazır ve nazırdı...

Mevzu buralara kadar vardı.

HİÇBİR şey yapmadan elde edilmiş şöhretin mühletini 15 dakikadan 15 güne çıkarabilmek için yırtınmanın ‘getirileri’ sizin de gözünüzü korkutmaz mı?

Stüdyonun birinde akvaryum balığı modeli bilmem kaç ay takıldın ve çıktın. Millet senin için kendini paralıyor diye kendini bir halt sandın. Fakat herhangi bir yeteneğin, bir becerin, bir sanatın yok; ne yapacaksın?

Abuk subuk, sade suya tirit ‘sansasyonlardan’ zorlama mı zorlama, suni ve hormonlu gündem mevzuları yaratmak adına kendini paralayacaksın. Sinekten yağ, artanlardan çocuğa pantolon çıkaracaksın.

Eski BBG’cileri Biz Evleniyoruz’cuları, yani kıymeti kendinden menkul ‘yıldız’ları ne yaparlar?

Yanıtı, Zaga’da, klip arkasında Okan Bayülgen vermişti: ‘Kırpıp kırpıp kliplere figüran yazarlar...’

A, pardon, başrol; tabii tabii...

Geçenlerde Tülin ile ilgili iki kelám etmeye kalktığımızda, bir fanatik izleyicinin e-posta yoluyla koyduğu postada dediği gibi: ‘Dalga geçmenin álemi yok. Gençlerin önünü açmak lázım.’

İyi güzel de... Bir yandan da sormak lázım: Tam olarak hangi konuda hanımefendi? Kendileri zaten önlerini, arkalarını, kıçlarını, başlarını, ciğerlerini, bağırsaklarını iki dakikalık şöhret uğruna açıyorlar da açıyorlar.

Hadi önlerini daha da açtık diyelim, Kuşum Aydın’ın programında birbirlerine çemkirmekten öte ne yapacaklar? Çemkir çemkir, köpek çek, karakter at nereye kadar?..

Neyse ya, sinirlenmeyelim değil mi...

Efendim, kendisini MARKA addeden Tülin, bildiğiniz gibi Alişan’ın klibinde rol aldı. Alişan ve Tülin’in bu klibin çekildiği dönemde çok yakınlaştığına dair söylentiler yayıldı. Hatta Alişan’ın Mehmet Ali Erbil’in kızı Sezin ile evliliğe giden ilişkisinin son bulması bile bu yakınlığa bağlandı.

Sonracığıma aynı Biz Evleniyoruz evinden Emre, yine Zaga’da Bayülgen’in pek isabetli bir şekilde dalgasını geçtiği şekilde prematüre Pierce Brosnan hálleriyle, Kara Panter diye bir acayip şarkının klibinde esas oğlanı oynadı.

Aferin, herhalde başları göğe erdi, boyları moyları uzadı.

Neyse, buna da şükür. En azından şarkı mı söylüyor, öksürüyor mu, ayırt etmekte zorlandığınız BBG Melih gibi (Öyle de biri vardı, hatırlayanlar elini kaldırsın?) şarkıcı olmaya kalkmadılar.

Ben diyorum ki, özel bir yatakhane yapalım, bunları sıra sıra yataklara uzatalım, vardiya usulüyle ööööyle 24 saat filan uyusunlar. Vallahi öyle daha güzeller, daha şıklar...

Horlamalarına bile razıyız; yeter ki biraz sussunlar.
Yazının Devamını Oku