Ebru Çapa

İstanbul’a her gün festival

16 Temmuz 2004
İstanbul’da yaz güzel. Sağnak yağmura ve mevsim normallerini hiç mi hiç iplemeyen anormal tabiatına rağmen ve hatta belki tam da bu yüzden... Trafik kışa nazaran daha mákûl. Kafelerin sokağa çıkarılmış masalarında insanlar gülüşüyor. Gök gürlerse ve yağmur başlarsa, içerilere kıkırdayarak kaçışıyor.

Ortam cıvıl, keyifler gıcır...

En güzeli de şu ki yaz, festival mevsimi...

Yaz dediniz mi, İstanbul’a her gün bayram. Geldi konser, gitti parti...

Her şeyin başında İstanbul Caz Festivali var.

Geçtiğimiz akşam, Liberation Music Orchestra ve modern cazın yetkin piyanistlerinden Carla Bley ile birlikte Charlie Haden’ı izlemeye gayret ettik mesela.

Üzerimize geçirdiğimiz, kapı önünde satılan ve çadırı andıran yağmurlukumsu şeyden sızan damlalar ayakkabılarımızın içine dolduğu ve sağanak yağmur altında sigara içmek çok ama çok zor olduğu hálde...

Gerçi o yağmurun, Haden’ın ‘America the Beautiful’ gibi yanki borozanı parçalardan oluşan repertuarına inat yağdığını, bütün o şimşeklerin ‘Al Amerika’nı, münasip bir şekilde akort et’ makamından çaktığını düşünmedik de değil; ayrı...

Ondan evvelki akşam, Bobby McFarren’ı işten geç çıktığımız için kaçırdık ama 8 Temmuz’da Paco De Lucia’nın Burhan Öçal’ı misafir ettiği konserde, Cemil Topuzlu’da, yani Açıkhava Tiyatrosu’ndaydık.

Ayıptır söylemesi, bu satırların yazarının (!) lise döneminde, İzmir Müzik Festivali’nde, Paco de Lucia’nın mihmandarlığını yapmışlığı var.

Onun, zaten sinir bozucu bir alan kaplayan ve özellikle o zamanlar Heidi kıvamında olan yanaklarımı ısırdığı esnada çekilmiş fotoğraflarımız bile bulunuyor, yine ayıptır söylemesi.

Paco De Lucia’yı solo, kendi grubuyla, Al Di Meola ile, John McLaughlin ile, son olarak da Burhan Öçal ile çalarken, defalarca izledim.

İnsan bir tek kerecik olsun, hayalkırıklığına uğratmız mı?

Uğratmayan Paco uğratmıyor azizim...

Bu akşam (Çarşamba) Maslak Park Orman’a, Majör Müzik’in organizasyonu sağolsun, memleketimizi şereflendirmiş olan Macy Gray’i dinlemeye gideceğiz ki insan başka ne ister diye sormak ister bu kulunuz.

O Macy Gray ki son yıllarda R’n’B arenasında yeşermiş en şahane ablalardan biridir, R’n’B’nin Divası olarak anılmayı yüzde yüz hakketmiş güzide bir şahsiyet ve serserinin, hergelenin tekidir; coş coş coşturacak diye umuyoruz.

Hem konserden önce Pamela ve akabinde canımız cananımız, Türk ve kadın milleti açısından medarı iftiharımız Aylin Aslım’ımız, Süt ile birlikte sahne alacak. Kulakta, pastı, kirdi, hiçbir şey kalmayacak.

Yetmediyse, cuma akşamı -ki size göre esas bu akşam, BU oluyor- yine Cemil Topuzlu’da gitarist Kurt Rosenwinkel’ı, Larry Grenadier, Ali Jackson, Brad Mehldau ve ezelden ebede hastası olduğumuz, daha evvel de yine İstanbul Caz Festivali’nde ve ardından Roxy’de vuku bulan jam session’da dinleme mutluluğuna vakıf olduğumuz saksofoncu Jashua Redman ile birlikte izleyeceğiz nasipse.

Konser çıkışında zannımızca bu yılın en başarılı albümlerinden birini yapmış olan Mor ve Ötesi’ni canlı dinlemek için ver elini Babylon.

Sonracığıma, yarın akşam da 19:00’da Cemal Reşit Rey’de John Scofield Trio, 21:00’de ise yine Açıkhava’da aranjör, bestekár, piyanist Aşkın Arusan ile her bir şey Sezen Aksu’nun İstanbul Superband eşliğinde vereceği konser var. Birinden çıkıp, koştur koştur öbürüne yetişmeye çalışacağız.

Şimdi, biliyorum, İstanbul dışında yaşayanlara nispet yapar gibi bir durum oldu.

Bize de öğretti annemiz; ‘Aç adamın yanında bal börekten bahsedilmez’ diye ama ne yapalım ki senenin bu dönemlerinde coşuyor deli gönül.

Eni konu mutluyuz; kulağımız iyi müziğe doydu.

Şükür, şükür, şükür...

Asparagas

Yazısız karikatür

CHP’den istifa ettikten sonra, daha önce AKP’ye transfer olup olmayacağı sorulduğunda ‘Hayır. Ben Atatürk’ün yolunda olurum’ diyen ve bu sözü sarfettikten dört gün sonra evvelden hakkında TBMM’ye sayısız soru önergesi sunduğu AKP’ye transfer olan Atilla Başoğlu, ‘Burası da Atatürk’ün yol haritasında. Öyle değil mi? Siyasette müebbet hapislik diye bir şey olmaz. İnsan DSP’ye, LP’ye, AKP’ye geçebilir. CHP’den seçildim diye ilelebet orada kalacak diye bir şey olmaz’ dedi. (Biliyorum, durumun aslı bu, hiçbir şey eklemiş değiliz. Esasında burada asparagasa uygun bir şeyler yazmak gerekiyor ama bu seferki asparagası, yazısız karikatürler gibi düşünün isterseniz. Yani, bu trajikomik durumun kendisinden gülünç ne denilebilir? Hadi hep birlikte Attila Başoğlu diyoruz, gülüyoruz. Atilla Başoğlu: Gülüyoruz... Allah müstehakınızı versin pek Sayın Başoğlu, sizi en yüksek rakımlı merciye havale ediyoruz.)
Yazının Devamını Oku

Hür doğdum hür ürerim (!) kime ne, kime ne?

15 Temmuz 2004
Bir zamanlar annemin evine temizliğe gelen bir yardımcı kadın vardı. Enteresan bir kadındı... Çok çalışır, az konuşur, soru soracak olsanız yanıt babında sadece yüzünüze uzuuun uzun bakar, hadi bilemediniz en fazladan ‘hı-hı’ ya da ‘ı-ıh’lardı...

Kuvvetli, cep herkülü kıvamında biriydi. Koltukların altını sileceği zaman onları kenara çekmezdi; onları tuttuğu gibi kaldırır, kenara FIRLATIRDI!

Geleceği saati hiç aksatmadığı hálde, günün birinde gelmeyiverdi.

Öğlen saatlerine doğru annem eni konu endişelendi ve evine telefon etti. Telefonu kızı açtı.

Annem kendini tanıttı, o gün için sözleşmiş olduklarını hatırlattı ama X Hanım’ın gelmediğini, bu yüzden merak ettiğini söyledi.

‘Ne oldu?’ diye sordu.

Karşı taraftan gelen yanıt, açık ve netti: ‘Ömrünüze bereket, bir oğlumuz oldu.’

Annem başta, 43 yaşında ve imam nikahlı kocasından 11 çocuk sahibi olan X Hanım’ın, çocuklarından birinin doğurduğunu zannetti ve X Hanım’ın ‘torununa’ mutlu bir ömür diledi.

Fakat sonradan yanlış anladığı ortaya çıktı. Zira doğuran, yine bizim X Hanım’dı.

İşte işin bu kısmı, yani X Hanım’ın doğurması, yani önceki hafta gebeliğinin son demlerinde olması, başlıbaşına dumura gebe bir háldi.

Yahu X Hanım, daha birkaç gün önce, bizim pencere pervazlarında cambazlık sergiliyordu. Nasssıldı yani?!?

Hani, o şalvarlardan dolayı, bizim zaten geniş bir karnı olan X Hanım’ın hamile olduğunu anlamamış olmamız normal sayılabilirdi.

Ama pes; doğurmak üzere olan bir kadının onca yükün altına girmesi?..

İnsan söylemez miydi? Olacak iş miydi?

Annem yaşadığı şoku atlattıktan sonra, herhalde X Hanım’ın bir süreliğine gelmeyeceği tahmininde bulundu ve onsuz ne kadar idare etmesi gerektiğini sordu.

X Hanım’ın kızı; ‘Yok abla, annem haftaya gelecek size. Hem zaten gelmezse babam çok kızar, öldürür alimallah’ dedi.

Anlayacağınız, X Hanım, iki iş günü arasında 12.’yi attırıverdi.

Annem ne dediyse söz geçiremedi. Nitekim geldi... Hatta geldiğinde, annemin elinden iş almaya dair çabaları da X Hanım tarafından cidden sert bir tavırla bertaraf edildi.

Bir-iki gün önce doğum yapan kendisi değilmiş gibi, inanılmaz bir hınçla, halıları dövmeye girişti.

Bilinmez artık, halıların gıyabında paralamaya çalıştığı, kendisini hem döven hem de nikahsız mikahsız 12 kez döllemecesine seven ‘er’i miydi, yoksa makus talihi miydi...

Pazar günü bizim ekte yayınlanan Sibel’in (Arna) yaptığı kapak haberini okudunuz mu?

21 yaşını süren ve 11 yaşında evlenmiş olan Makbule Tamer, Senih’in (Gürmen) objektifine, beş çocuğuyla birlikte poz vermişti.

Konu, Samsun’un merkezine 10 dakika mesafede olan, kızların 11 yaşında evlendirilmesinin, 12 yaşında doğurmasının doğal ve normal sayıldığı 200 Evler Mahallesi’ydi.

Çocuk mocuk, yoksul moksul, üre baba ürenir. N’olacak ki, yani nedir?..

O mahallede -memleketin pekçok yerinde olduğu üzre- bu işler böyledir.

Bunun yanında TCK’ya göre, 18 yaş altı gençlerin sevişmesi suç, biliyorsunuz değil mi?

Mesela mahallenin meraklı turşucusuysanız, namus tellalıysanız ve 17 yaşında iki gencin birlikte olduğuna dair bir ‘şüpheniz’ varsa savcılığa şikayette bulunup onları devlet eliyle kontrole gönderebilirsiniz.

Onların kendi rızasıyla sevişmesi, dış kapının dış mandalı olan sizi gerebilir ve bunu üzerinize vazife edinip, vazifeşinaslığı aşan işgüzar bir tutumla, kulağından tuttuğunuz gibi o gençleri genital kontrole gönderebilirsiniz.

Devlet size bu hakkı tanıyor. Bunun için o gençlerin ebeveyni olmanız bile gerekmiyor.

Ama işte bir yandan da henüz regl bile olmamış kız çocukları, aileleri tarafından dedeleri yaşında adamlara, üç-beş kuruşa satılabiliyor.

Buna göz yumuluyor.

Canına yandığımın memleketinde öyle mantıksız bir ‘mantık’ mekanizması var ki, akıl hafsala almıyor, alamıyor...

Asparagas

Atlantis gelini

Atilla Taş ile yüzerken ve birbirlerine şakalar yapıp kahkahalar atarken paparazzi tarafından görüntülenerek ‘zihinlerde ‘Yeni bir aşk mı doğuyor?’ sorusu uyandıran’ (Hastasıyız bu jargonun!) ve paparazziyi görünce keyfi kaçan, ‘İkimizin de sevgilisi var. İş için Antalya’ya geldik. Vallahi sevgili değiliz. Tesadüfen yüzerken karşılaştık’ beyanatını veren Gizem Özdilli, kimse ısrar etmediği hálde esas sevgilisinin kim olduğunu açıkladı: ‘Ben Patrick Duffy ile birlikteyim. Siz onu Dallas’ın Bobby’si olarak hatırlarsınız ama o esasında Atlantis’ten Gelen Adam. Vaktiyle onun da dizisini yapmıştı çocuk. Onunla yine bir gün böyle frikik vereyim diye sotaya yattığım bir gün, denizde yüzerken karşılaştık. Cup cup gidiyorum, a-a bir baktım, adamın biri karabatak gibi kafayı sudan çıkardı. Öööle hop hop derken, ilişkimiz gelişti. Çok da şeker bişi. Seviyeli bir birlikteliğimiz var, çok mutluyuz. Yakında Atlantis’e taşınacağım, su altı kameralarınızı hazırlayın şekerim.’
Yazının Devamını Oku

Nasılsınız?

14 Temmuz 2004
Bir yakınlık derdimiz var, o kesin...<br>Misal; Sayın Başbakanımız, kerimesini evlendiriyor: Düğüne 7000 (Yazıyla: Yedi bin!) kişi davetli. Gelin görün ki karıştırıcı cihazlar yüzünden cep telefonlarının çalışmadığı, 5000 güvenlik görevlisinin istim üstünde olduğu, girişte davetlilerin neredeyse bir tek bağırsaklarının röntgenlerinin çekilmediği düğünde, Başbakan’ın amcasının kızı Şükran Erdoğan bile davetiyesini evde unuttuğu için bir buçuk saat kapıda bekletiliyor.

Böylesi ‘Şu-bu-o da gelsin, aman kimse gücenmesin, herkes kendisini familyadan hissetsin, boy gösterisinin boyu güdük kalmasın’ türü bir düğün-DERNEK’te müşahade edilen bu durum, ziyadesiyle doğaldır ama ‘biraz’ gülünç sayılır; ayrı...

Niye?

Güvenlik kaygısı...

Eşittir: Paranoya...

İnsan kızını evlendirirken, şu-bu-o’yu çağırıp da sırtını bir ‘ben ordaydım, ben var ya ben, onun ahbabıyım’ duygusuyla sıvazlamaya, gönlünü bir bardak suyla ve ‘prestijle’ eylemeye bu denli meyledince ve davet ettiği kişlerin yüzde bilmem kaçını tanımaz bir konumda olunca, háliyle endişelenebilir tabii.

Diyelim ki bir gece kulübü söz konusu: Damsız ya da hamili kartsız girilmez. Ama içersi bilmem kaç bin küsur kişi alıyor ve içeriye aldığınız kişilerin çoğu, tanıdık kişiler.

Gelin görün ki yine birçok kişi, yanında kadın olduğu hálde -hatta yanında bir sürü ‘bağğğan’ bulunduğu hálde- adam alıp almama konusunda ortaya konulan kriterler açısından güvenilmez... Zira cebinde pek ruhsatlı ‘Sen benim kim olduğumu biliyon mu lan?’ silahını taşıyor. Öyle valla: Gece kulüplerinde marazlar hep bundan çıkıyor.

E, ne yapacaksınız? Evhamlanacaksınız...

Niye?

Güvenlik kaygısı...

Eşittir: Paranoya...

Diyelim ki bu ülkenin bir vatandaşısınız. Bir yerden bir yere gidiyorsunuz. Kimlik kontrolüne tabi tutuluyorsunuz. Alışkınsınız, olmalısınız.

Başka topraklarda elin evladı, sizi kendi toprağına ayak basmaya yeltendiğinde bit kontrolüne tabi tutarsa, sinirlenmeyeceksiniz; zira kendi memleketinizden antrenmanlısınız.

Niye?

Adam haklı: Güvenlik kaygısı...

Eşittir: Paranoya...

Bir aşırı ‘kibarlıktır’, bir mesafedir, bir garabettir gidiyor.

Millet, yan koltukta, hatta aynı kanepede oturan yakınına ne hissettiğini söylemekten aciz; durmadan sabah programlarının sunucularına ve ‘biz sizin icazetiniz ve desteğinizle iyi bok yiyoruz’ programlarındaki patalojik vak’alara, aman da pek aşırı sevgilerini sunuyor.

En son ne zaman, önceden telefon etmeden, mırın kırın mazeret beyan etmeden, vicdan azabı çekmeden ve utanmadan bir sevdiğinizin, bir yakınınızın destursuz kapısını çaldınız? Çalabildiniz?..

Onun hatırını sordunuz ve kendi ahváliniz nedir, hakikaten NEDİR, anlattınız? Anlatabildiniz?..

En son ne zaman düşündünüz: Kimsiniz? Nerdesiniz? Nasılsınız? Niyesiniz?..

Asparagas

Sensin iki!

Geçtiğimiz pazar Berat Albayrak ile nikahlarının kıyıldığı esnada, nikah şahidi Karamanlis’in kendilerine bol çocuk dilemesi üzerine, baba Tayyip Erdoğan’ın iki parmağını kaldırarak şifreli torun siparişinde bulunması, Esra Erdoğan’ı sinirlendirdi.

Esra Erdoğan da Tayyip Erdoğan’a iki parmağını kaldırdı ve dilini çıkarttı. Esra Hanım, neden böyle yaptığını soran gazetecileri daha sonra şöyle yanıtladı:

‘Babamla nikahtan önce şahit sayısı konusunda tartıştık. Ben ‘Familyadan iki şahit olsun. İki olsun, bizim olsun’ demiştim. Oysa dış kapının dış mandalı altı eleman buldu. Politika öyle emrediyormuş; öyle dedi...

Benim bir numara büyük biraderin nikahında dört adet şahit vardı. Bende sayı altıya çıktı, öööyle artıp duruyor. Hayır, korkum o ki, benim çocuğum 28 şahitle filan evlenecek, o olacak.

Bizim cemaatte, ‘Fazla şehadet maraz doğurur’ derler. Canım sıkıldı, kendimi tutamadım...

Daha önce aynı tartışmayı, daha uzun bir jest silsilesiyle 200-7000 arasında da yaşamıştık. Anlamışsınızdır, davetliler meselesi... Ya, benim çocuğumun düğününe kaç milyon insan gelecek? Ben üçüncü evladım neticede: Birincide 43 bin, ikincide 69 bin, sorarım yani, böyle mi gidecek?’
Yazının Devamını Oku

Ne mutlu becerene... Ama ben almayayım

11 Temmuz 2004
<B>D</B>ünyanın gelmiş geçmiş en veciz şahsiyetlerinden Oscar Wilde der ki: ‘Evlilik, hayalgücünün zekaya karşı zaferidir. İkinci evlilik ise umudun tecrübeye karşı zaferidir.’ Bana sorarsanız evlilik, sevişmek için belediye’den icazet almak, bir sürü daraltıcı formaliteyle uğraşmak, eşşek yükü masraf yaptığın hálde misafirlerin kusur bulabildiği ve arkandan dedikodunu yapabildiği bir düğünde bir sürü insanı yalapşap öpmek zorunda kalmak, yanılıp da bir adamı sevdin diye çoğu zaman haddinden fazla mütecessis koca bir sülaleyle birlikte yatağa girmek, sonunda da yine büyük ihtimalle hayal kırıklığına uğramak ve sıkılmak, sıkılmak, sıkılmaktır.

Evliliğin son bulması hálinde de mahkemeydi, mal dağılımıydı, çocuk da varsa velayetti, velayet durumu varsa bir ömürlük onulmaz vicdan azabıydı, şuydu, buydu, yine sürü sepet sıkıcı formaliteyle uğraşmak ve gül gibi ilişkinin çirkef bir sonla neticelenmesi yüzünden ömrü billah ağzında pis bir tatla yaşamak zorunda kalmak, insanlığa inancını ve güvenini büyük oranda yitirmektir.

Şimdi Allah aşkına galeyana gelmeyin. Tamam, peki, ille ki mutlu izdivaçlar da vardır. Eminim sizinki öyledir. Ne mutlu becerene... Allah mutluluğunuzu daim etsin; ne diyeyim...

Üremeye niyeti olan çiftlere diyecek lafım da yok. Allah analı babalı büyütsün; hakikaten tüm samimiyetimle dilerim.

Yalnız, mümkünse ben almayayım, alana da müdahale etmeyeyim.

Yanlış anlamayınız. Bendeniz öyle parçalanmış bir ailenin değil, 60’tan beri birlikte ve 66’dan beri evli olan bir çiftin; hemen her Allah’ın günü aynı cümlelerle aynı kavgaları etmelerine rağmen, yanyana yaşlanmayı ve birbirini sevmeyi, iki çocuk ve bir torun sahibi olabilmeyi becermiş bir çift tarafından kurulmuş bir ailenin ferdiyimdir.

Buna rağmen söylüyorum: Tamamen şahsi kanaatime göre, mutlu izdivaçların varlığı, mutlu aşkların varlığından bile şaibelidir.

Bildiğiniz üzre, bu aralar muhtelif şöhretlerimiz art arda ‘dünya evi’ne giriyor.

Başbakanımızın kerimesi olsun, NBA’deki gururlarımız Mehmet Okur ve yakın bir zamanda evlenecek olan Hidayet Türkoğlu olsun, evlenen evlenene... Onlar ermiş muradına, bize de saadetler dilemek, kerevete çıkmak kalıyor.

Yalnız, bütün bu hikáyenin bir yanı var ki, benim eni konu kanıma dokunuyor.

Mesela Sabah gazetesinin Cuma günkü manşetine buyrun: ‘Son Külkedisi: 39 milyon dolarlık transferle Mehmet Okur’un eşi Yeliz’den sonra, Hido’nun nişanlısı Banu da trilyoner gelin adayı oldu.’ Zira bildiğiniz üzre, Yeliz Çalışkan artık bu hayatta 50 milyon dolarlık adamı kapmış olan kadın olarak anılıyor.

Nedir yani? Mevzuyu Külkedisi jargonuyla andığımıza göre bu kadınlar, daha önceki pozisyonları itibarıyla evin zavallı hizmetçisi, şimdiki pozisyonları icabı da adamı kapıp köşeyi dönmüş, hayatı kurtulmuş ballı karılar (Yine yanlış anlamayın, kocanın karısı!) mı oluyor?

Geçenlerde RTÜK Başkanı Fatih Karaca ile yapılmış bir röportajda Karaca, neden bugüne kadar evlenmemiş olduğunu; ‘Bugüne dek hiçbir kadın beni kafesleyemedi’ cümlesiyle açıklıyordu.

Kendi adıma evliliğin nedense sadece kadınlar için bir gelir kapısı, yaşam gayesi, varoluş meselesi addediliyor olmasından dolayı hicap duyuyorum.

Gerçi doğruya doğru, hakikaten de -üreme dürtüsünden olsa gerek- kadınlar, şu evlilik müessesesine erkeklere nazaran daha bir meraklı.

Fakat artık kendi ayakları üzerinde duran, hatta çocuğunu tek başına büyüten ve bu zorlu işin altından arslanlar gibi kalkan milyonlarca kadının yaşadığı bu çağda da şu kocakarı üsluplu karı-koca geyiği tedavülden kalkmalı.

Neden yaşını başını almış ve o zamana kadar nikáhlanmamış bir erkek, hiçbir kadın tarafından kafeslenmemeyi ‘başarmış’ bir müzmin bekár oluyor da, ortayaşlı bir kadın, hiç evlenmediği için ‘evde kalmış’ yani ‘alınmamış’ sayılıyor, biri bana izah edebilir mi?

İki kişinin imzaladığı aşka dair bir akit söz konusu... Neden Mehmet Okur ve Hidayet Türkoğlu da sevdikleri kadınlarla evlenebildikleri için şanslı sayılmıyor da sadece Yeliz Çalışkan ve Banu Ergür’den mal bulmuş mağribi, maden bulmuş zibidi, gömü bulmuş gariban gibi bahsediliyor?

Dedim ya, kanıma dokunuyor. İsteyen istediğiyle evlensin. Evliliğe ‘kutsal müessese’ denilsin. Samimi temennimdir: Bütün evlilikler mutlu mesut sürsün ve bu evliliklerden mutlu mesut çocuklar üresin; hayat bir bayram olarak süregelsin...

Sadece, yine veciz şahsiyet, haysiyetli abla Katherine Hepburn gibi düşünen kadınlar da bulunduğu akıldan çıkarılmasın: ‘Birçok erkeğin takdirini, bir tekinin daimi eleştirileri uğruna feda etmek istiyorsanız, hadi gidin evlenin.’
Yazının Devamını Oku

Sulak ve çıplak durum yine klip álemine sirayet etti

10 Temmuz 2004
Temmuzun ortasını idrak etmiş bulunuyoruz. Yani bildiğiniz gibi: ‘Et sezonu’ resmen açıldı. Gözümüzün değdiği her yerde, bikinilerini çekiştiren bir takım kadınlar görüyoruz, fena hálde gıyk geldiği için kusmak, pardon, affedersiniz, istifra etmek istiyoruz. Çağla Şikel köprü pozisyonunda dikilip, poposuna sıkışan bikinisinin altını düzeltti.

Verda Penso, Bodrum’un en seksi bikinili kadını olabilmek için yaratıcılığını kullanıp bikinisinin altına elceğizleriyle pullar dikti.

Bodrum’un taze güneşi ve efsanesi Çağla Şikel plajda muhteşem vücudunu sergilerken cep telefonunu elinden bırakmadı.

Duygu Ulaş, elindeki hortumla kendini yıkadı ve beyaz bikinisiyle, özel yatında Serdar Bilgili’ye poz verdi.

SMS güneşi Çağla Şikel, hoppidi hoppidi balıklama atladı.

Sergen’in sevgilisi Aslı Bilmemkim de bikinisinin altını ip şeklinde poposuna kıstırıp minikini háline getiren ‘ünlüler kervanına katıldı.’

Meşaj güneşi Çağla Şikel, muhteşem vücudunu sergilerken, basına dilini çıkardı.

İbrahim Kutluay ile güneşe -muhtemelen Bodrum Güneşi Çağla Şikel’e de- alerjisi olan fakat beyaz teniyle de pek seksi görünen Demet Şener, Bodrum’da düşman çatlattı.

Ne zaman batacağı merak ve hevesle beklenen güneşler güneşi Çağla Şikel, seksi seksi duş alırken, sakız şaklattı.

Pınar Altuğ, duş alırken pörtlemiş olduğu müşahede edilen göbeğiyle zihinlerde (Kimin meraklı turşucu zihniyse artık o?) acaba hamile mi sorusu uyandırdı ama olsun, yine de çok seksiydi ve kayınvalide namzetinin sırtını yağladı.

Batsa da gitsek güneşi Çağla Şikel, amuda kalkarken cep telefonunu denize düşürdü ama hiç iplemedi ve ‘Söz konusu cep telefonuysa yedeksiz çıkmam abi’ dedi.

Tuğçe Kazaz, tangasının kenarını düzeltirken, Mithat Can ile çok iyi arkadaş olduklarını yineledi.

Batasıca güneş Çağla Şikel, bu sefer de bikinisinin üst parçasını düzeltti ve bir yandan yedek telefonuyla mesaj çekerken bir yandan da dondurma yaladı.

Böööğğğ! Yeteeeeeer be abi!

Hayır, işin kötüsü, daha temmuzun ortasındayız. Bunun ikinci yarısı var, ağustosu var, hatta bir kısım eylülü var. Mideyi yıkatmadan sonbahara nasıl çıkacağız?

Üstelik bu sulak ve çıplak durum, her yaz olduğu üzere, yine klip álemine de sirayet etti. Kanallar, plaj ortamlarında şarkı söyleyen sevişgen şarkıcıdan geçilmiyor.

Eee, tam bu noktada ne oluyor? Zavallı gözlerimiz, direkt Petek Dinçöz’ü arıyor ve aramaya gerek bile kalmıyor.

Zira daha önce de defaten belirttiğimiz üzre, sulak yer ve çıplaklık ve seksapel dediniz mi álem, en sulu ve çıplak sitaremiz olan Petek Dinçöz’den soruluyor.

Başlıbaşına bir şaka olan Şaka Gibi bir yana, Dinçöz’ün Aşk Yazı diye bir şarkısı var ki, ooooy oy, anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalıyor.

İlham kaynağı sorulduğunda; ‘İşte şu gördüğünüz Boğaz. Bu deniz öküze bile ilham verir’ diyen veciz insan Serdar Ortaç gibi, Dinçöz de iki avuç su görmeyegörsün... Bünyeye öyle bir ilham geliyor ki tutabilene aşkolsun, 2400 volt elektrik yemiş gibi titremeye başlıyor.

Hayır yani, Allah muhafaza rezonanstan beyin sarsıntısı geçirirse diye korkuyoruz. Hani zaten et yemiyor diye zihni hafiften hasarlı biliyorsunuz, bir de sarsıntı geçirirse, var ya, toplum üzerindeki etkisi 8 şiddetinde depremden beter olur vallaha.

Klipten bahsedeyim diyeceğim ama ne anlatılabilir ki? Bildiğiniz klişe:

Tabii ki bir plaj (Kilyos-Solar Beach), zıplayıp hoplayan bir takım kumsal kıvırtkanları ve en önde bittabii artık hakikaten bakılabilemez, tahammül edilemez Petek Dinçöz.

Buna bir fark denilebilirse, bu sefer koreografi niyetine Dinçöz’ün; ‘Bu aşk bu yaza damgasını vuracak’ derken, damga vuruyor gibi yaptığını söyleyelim. Ve titreklik ve şuh bakış konusunda artık kendini aştığını ekleyelim.

Gerisi işte, vücuduyla omurgasız bir yaratığı, surat ifadesiyle aç bir panteri andıran málûm Petek Dinçöz.

İşin en hazin yanı şu ki, kendileri bir de habire yok Türkan Şoray imajı, yok bu sefer de Filiz Akın imajı filan, nafile bir imaj çalışması içindeler. İnsan gülsün mü ağlasın mı bilemiyor.

Birisi Dinçöz’ü kenara çeksin ve ‘Bak güzelim’ desin istiyoruz: ‘O imajlar sana pek uymaz, fazla kıpraşıyorsun, üzerinden akar. Sen iyisi mi Zerrin Egeliler üzerine çalış, belllllki o tutar...’
Yazının Devamını Oku

Dostlar alışverişte görmeyiversin

9 Temmuz 2004
İyi bari, rahatladım... Şükürler olsun, arslan gibi, kadın gibi kadınmışım... Konu uzmanı, bizim Alışveriş Cadısı Banu’dur (Tuna) ama vallahi kendisinden icazet aldım, bugüne mahsus, onun alanına dalacağım. Efendim, İngiltere’de yapılan bir araştırma ortaya çıkarmış ki sanılanın aksine, kadın milletinin tamamı alışveriş meraklısı değilmiş. Öyle olanların alışkanlıkları da türüne göre değişirmiş. Araştırmanın sonucuna göre kadınların alışveriş hálleri, beşe ayrılıyormuş:

MODAFOBİKLER:

Yorgunluktan bitkin düşene dek alışveriş yapmaktan hoşlanmıyor, alışverişi mümkün olduğunca acısız hálletmek istiyor. (%28)

ALIŞVERİŞ BAĞIMLILARI:

En büyük hobileri gardıroplarını yenilemek. (%20)

UCUZCULAR:

Normalde alışveriş yapmaktan zevk almıyor, indirimle ilgileniyorlar. (%20’ye yakın)

KALİTE DÜŞKÜNLERİ:

Paralarını, kısa siyah elbiseler ve şık pantolonlu takımlar gibi klasikler için harcıyor. (%20)

İNDİRİM AVCILARI:

İndirim zamanı, hemen mağazalara koşuyorlar. (%10)

Bak sen şu işe... Kendimi iyi hisseder gibi oldum ama yine de ne yalan söyleyeyim, bu araştırma bana pek inandırıcı gelmedi. Yani ya ben hakikaten yüzde 28’lik çoğunluğa mensubum ya da kadınların büyük çoğunluğu yalan söylüyor.

Şahsen ömrümde kendim haricinde alışverişten bu derece hazzetmeyen bir kadın daha tanımış değilim. Bu kadınlar neredeyse tanışıp görüşsek de alışveriş meraklısı arkadaşlar çarşıya çıktıklarında birlikte oturup king, kanasta falan çevirsek.

Gerçi düşününce, ben modafobik bile sayılmam. Yani ‘yorgunluktan bitene kadar alışverişten hoşlanmamak’ durumu, benim gibi bir vak’anın yanında çok hafif kalır. Kelimelerin gücüne inanan, kelimelere meftun biri olarak söylüyorum: Nefret kelimesinden nefret ederim ve mümkün mertebe kullanmamaya özen gösteririm. Ama benim durumumu bu kelime gayet sarih bir şekilde ifade ediyor: Alışverişten NEFRET ederim.

Hayatta annem, ablam filan saçımdan sürüklemezse, alışverişe çıkmam. Çıkmamak için ne yaparsın deseler, tavizin boyutunu Bodrum’da Tuğba Özay ile tatil yapmaya kadar vardırabilirim yani, öyle söyleyeyim.

Her kadın gibi ayakkabı meraklısıyım ama ayakkabı satın alma, deneme çıkarma, hele ki bunu bir satıcının yardımıyla yapma ediminden NEFRET ederim.

Bu nasıl bir şeydir, biri bana açıklarsa çok sevineceğim.

İzmir’den koliyle kıyafet filan yollarlar, ben öyle bir şeyler edinirim. Ya da ne bileyim, evde bir takım kıyafetler bulurum; bende kalan birilerinden kalmıştır. Ben de kimi kıyafetlerimi onlarda bırakmışımdır, nitekim öyle de kaybolurlar.

Beni bir mağaza kabinine sokun, hatta kabini uzaktan gösterin, ben size özenle panik atak krizi geçireyim.

Bu ilkbaharda, sokaktaydım. Hava sıcaktı, üzerimde ince bir şeyler vardı. Sonra birden yağmur ve ciddi bir soğuk bastırdı. Önünden geçtiğim dükkana dalıp, ceketlere baktım.

Onu indirttim, şunu indirttim. Ona baktım buna baktım... Daha doğrusu bakar gibi yaptım. Dükkanda geçirdiğim sürenin toplamı en fazla beş dakikadır. Sonunda, evde zaten iki adet siyah, bir adet lacivert, bir adet laci-mavi kırçıllı, bir adet krem rengi muadili bulunan hırkanın aynısından, siyah bir adet daha alıp çıktım.

Kimbilir, şu İngilizler beni inceleseler, belki de altıncı bir tür keşfedecekler.

Gönüller sultanı

Adana Milletvekili Atilla Başoğlu’nun kurultay sırasında protestoculardan çapulcu diye bahseden CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın özür dilemesi gerektiğini söylemesi üzerine Deniz Baykal kahkaha krizine girdi: ‘Ben size söylüyorum; bunlar sadece çapulcu değil, aynı zamanda saftoron ve şuursuz. İnsan birazcık olsun başkanını tanımaz mı? Benim böyle bir şey için kalkıp özür dileyeceğimi düşünebilmek için ne mene sapkın bir izana sahip olmak gerekir? Yok bir de partinin ve solun selameti adına partiyi bırakayım. Oldu... Daha neler... Benim başka planlarım var. CHP olarak özerklik talebinde bulunacağız. Şakşakçı arkadaşlarımla beraber partinin merkez binasında komün hayatı yaşayacağız. Benim tahtın siparişini şimdiden verdik bile. Mumlar da hazır, partizan arkadaşlar tahtın altında mumlar yakıp bana tapınacaklar. Canım çektikçe fetva çıkaracağım, gül gibi geçinip gideceğiz. O şuursuz çapulcular, bizi de içeri alın diye yalvaracaklar ama çok geç olacak. İmandan dönenin kaşığı, Baykal’dan dönene kalem kırılır. Bizim töremiz budur.’
Yazının Devamını Oku

Çatla-patla bitmiyor

8 Temmuz 2004
İstanbul dışında ikamet eden mutlu çoğunluğa sesleniyorum: Elinizdekinin kıymetini bilin ve her sabah uyandığınızda, şanslı kullarından olduğunuz için Allah’ınıza şükredin. Trafik yine felç, polis yolları kapatmış. Millet otomobillerinden inmiş, cinnetin sınırında, çemkirecek yer arıyor. Polisler de ne yapsın, herkese teker teker talimat beklediklerini, birazdan Godot’nun, pardon talimatın geleceğini izah etmeye çalışıyor.

Efendim, NATO zırvasının çektirdikleri kesmediği için, bugün (Salı) de İstanbul’un en civcivli bölgelerinde yollar Olimpiyat meşalesinin geçişi adına kapatılmış durumda.

Tamam yani, Olimpiyat ruhuna saygımız sonsuz; o meşale sonsuza dek yansın ve dünyanın her köşesini dolaşsın istiyoruz ve yine tamam, yolların bir bölümünün kapatılacağını önceden duyurdunuz ama BÜTÜN yolları pattadanak kesmek nasıl bir şeydir?

Hadi Ali kıran baş kesensin, kestin diyelim, ille ki bir yerden bir yere ulaşmak zorunda olan insanlar var değil mi? Hayat bu; Allah korusun, hastalığı var, ölümü var, şusu var, busu var, değil mi? Her şey bir yana, hareket etme özgürlüğü VAR, değil mi?

Kestiğin yollara alternatif arterler ayarlayamaz mısın? ‘Şuradan şuraya ulaşmaya çalışanlar bugün şuradan değil de buradan gitsin’ diyemez misin?

Otobandaki ışıklı tabelalar, saat 19:00-20:00 arası her iki köprünün de kısmen kapalı olacağını müjdeliyor. Yani bravo, daha isabetli bir zaman dilimi bulunamazdı.

Ezcümlesiyle; ‘Bugün de işten çıkıp evine gitmen ‘biraz’ zaman alabilir vatandaş, arabana binerken yanına bir parça azık, bir de çişinin gelme ihtimaline karşı naylon torba almayı ihmal etme, hatta mümkünse o saatlerde evine gitmeye yeltenme’ deniliyor.

İyi de biz güya bu akşam bütün kızlar, yani kolej tayfası toplanıp bekárlığa veda partisi için Kilyos’a gideceğiz. İki elimiz kanda olsa gitmemiz lázım. Zira burada edepli edepli reklamcılık yaparken, bir anda balataları sıyırıp Yeni Zelanda’ya sualtı biyolojisi okumaya giden ve orada okurken kendine Yeni Zelandalı bir koca namzeti edinen bir kadim dostumuz evlenecek. Düğün için Fiji Adaları’na gitmemiz pek mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla iyi dileklerimizi bu akşam sunmamız icap ediyor.

Düğün demişken, yarın da pek sayın Tayyip Erdoğan’ın kerimesi everiliyor. Bu da bildiğiniz üzre, yarın da evden çıkmamakta fayda olduğu manasına geliyor.

Sıkıyorsa çıkma. Nasıl olacak da olacak? Bilinemiyor...

Kime şikayet etsek, hangi merciye başvursak? Bilinemiyor...

Acaba, diyorum, Tayyip Erdoğan’a bir yılış-name döşendikten sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nda müsteşarlık kapan öğretmen Cumali Tekin gibi mi yapsak?

Duymuşsunuzdur, AKP’li Zepnep Tekin’in kardeşi olan Cumali Bey, Türk milletinin cezası bittiği için ilahi güçler tarafından Türkiye’nin başına getirildiğini, heykeli dikilmesinin gerektiğini ve uğruna ölebileceğini söylediği Başkakan’a duygularını şu dizelerle ifade etmişti:

‘Duygularım kabardı patlayacağım / Kabıma sığmıyorum çatlayacağım / Öyle anlar oluyor ki / Dünyayı tek elle kaldıracağım.’

Biz de şey desek mesela: ‘Öfkem burnumda patlayacağım / Bu zırt fırt kesilen yollar yüzünden çatlayacağım / Öyle anlar oluyor ki / Trafiğe kapattığınız köprüden atlayacağım.’

Asparagas

Yapmayacaktın Tony

George W. Bush, ABD’nin Guantanamo’da bulunan esir kampının bitmesi gereken bir ilkesizlik olduğunu söyleyen ve orada bulunan dört İngiliz esirin bırakılmasını şahsen istediğini belirten, ayrıca Irak’da kitle imha silahlarının belki de hiçbir zaman bulunamayacağını itiraf eden İngiltere Başbakanı Tony Blair’e küstü: ‘Tack-shack brother’ımdan (Tak-şak birader) böyle bir söz beklemezdim. Dört kıytırık İngiliz için kalbimi kırmaya değer miydi yani? Bakın Guantanamo’da Türkler de var. Bizim Tayyip ‘Bıraksanız iyi olur’ dedi, ben de ona ‘Kem-küm, bakarız, şimdi söz vermeyeyim’ filan dedim. Ağzını açıp bir şey söyledi mi? Söylemedi. Bu yüzden kalktım, Türkiye’nin AB üyeliğine gaz verdim. Gerçi AB’liler böyle yaptım diye hafiften kıl olmuşlar, ‘Alacağımız vardıysa bile artık almayız’ diyorlar ama olsun varsın. Benim forsumu hafife almaya kalkanın aklını alırım, o olur. Yarın İngiltere’nin AB’den çıkarılması gerektiği konusunda basın toplantısı yapacağım; duyurulur.’
Yazının Devamını Oku

Adaletin bu mudur dünya? E o zaman ağla gözlerim ağla...

7 Temmuz 2004
Bu adaletsiz adalet sistemine benim kadar sinirlenen herkesi, sistemi pataklama amaçlı bir kötek ayinine davet etmek istiyorum. Gelin toplanalım, şu sistemin kafasında odun modun kıralım, dişlerini eline verelim... Merak etmeyin bir şeycik olmaz, zira bildiğiniz üzre dayak, hukuk sistemimizde hafife alınıyor, hafif tahrik sayılıyor.

Saçmalıyorum, sistem dediğiniz dövülebilir bir şey değildir, değil mi? Kusura bakmayın, fena hálde tepem atmış vaziyette. Yine... Her zamanki gibi...

Radikal’in pazartesi günkü Ahmet Işık imzalı manşeti, aynı mahkemede görülen ve farklı kararlarla sonuçlanan iki davayı ele alıyordu. Şöyle ki:

14 yaşında kendisine tecavüz eden Murat Yoldaş ile evlendirilen ve 12 yıl boyunca düzenli olarak kocasından dayak yiyen, kafasında bira şişeleri, sırtında sopalar kırılan, geneleve satılmakla tehdit edilen Rabia Aksın, dayanamayıp babasının evine dönüyor. Koca, baba evini basıp, karısını bir posta da orada dövmeye kalkınca, Aksın’ın canına tak ediyor ve kocasını, kocası sabıkalı olduğu için kendi üzerine çıkartılan ruhsatlı silahla öldürüyor. Henüz 26 yaşındaki iki çocuk annesinin başlamadan bitmiş, karalardan kara hayatı daha da kararıyor. Aksın, yargılama sonucunda müebbet alıyor, daha sonra dayak meselesi ‘hafif tahrik’ sayıldığı için cezası 26 yıla ‘indiriliyor.’ Çocuklarının velayeti de elinden alınan Rabia Aksın, bu aralar Yargıtay’dan gelecek kararı bekliyor.

Gelin görün ki Rabia Yoldaş’ın davasının da görüldüğü Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesi, bu kararı almadan üç hafta önce, 10 yıllık imam nikahlı eşi Nilüfer İstiftçi’yi ‘kendisini aldattığı için öldüren’ Halil Bakıcı’yı 24 yılla yargılarken, namus meselesi ‘ağır tahrik’e girdiği için Bakıcı’nın cezasını altı yıl, sekiz aya düşürüyor.

Şimdi, çıldırmaz mısınız? Delirmez misiniz? İsyan etmez misiniz?

Daha 14 yaşında bir çocukken, hırsızlıktan adam yaralamaya birçok suçtan sabıkalı olduğu için ailenin vermediği, buna rağmen seni kaçırıp tecavüz eden, senden 17 yaş büyük bir adamla, rızan olmadığı hálde evlendiriliyorsun. Bu sayede ‘kurtarılıyorsun.’

12 yıl boyunca duvarlara vurulan, keserle yarılan kafan defalarca dağılıyor, bu ağır tahrik değil.

Kafanın kanıyla boyanan duvarı temizledin diye ayrıca dövülüyorsun; yumrukla burnun, demirle ayağın kırılıyor, bu ağır tahrik değil.

Bir yoğurt kasesi devirdin diye çatalla bacağın deşiliyor, bu ağır tahrik değil.

Kahvaltıyı geciktirdin diye üzerine kaynar su dökülüyor, kolun kırık çay bardağıyla kesiliyor, bu ağır tahrik değil.

Senin çektiklerinden dolayı vicdan azabı duyan annen kendini asarak intihar ediyor. Bunun haberini aldığın ve hamile olduğun dönemde, kocan olacak sadist dallama -kusura bakmayın, ben böyle ölünün arkasından bal gibi konuşurum- seni habire dövüyor, bunlar ağır tahrik değil.

Konuşuyorsun, cevap verdin diye dayak yiyorsun; susuyorsun, sessiz olduğun için dayak yiyorsun.

12 yıl boyunca, mütecavizinden işkence görüyorsun... 12 yıl... Bunlar ağır tahrik değil.

Ve fakat bir adam nikah bile kıymadan çocuk yaptığı kadının, ayrı oldukları dönemde başka erkeklerle çekilmiş fotoğraflarını bulursa; bu ağır tahrik. Yani kadın namussuzun teki, e tabii, katli vacip...

Gramajdan çalan bakkal tartısından beter bir adalet terazisi; ne hazin, ne vahim, ne acayip...

Asparagas

Açmanın incelikleri

15 kez aldatıldığını, bir kez daha aldatılmak istemediğini söyleyen Zeynep Mansur, aldatılmanın ilacının dekolte giymek olduğunu söyleyen Seray Sever’in yanında ‘sosyal staj’a başladı: ‘Ben şimdiye kadar ne dekolteler giydim, transparanlarla gezdim, hatta striptiz yaptığım bir klip bile çektim ama ne hikmetse hep aldatıldım. Dedim ki, herhalde Seray’ın bir bildiği var. ‘Şekerim’ dedim Seray’a, ‘ben biraz senin yanında takılayım, mesele ne kadar dekolte giydiğin değil, o dekolteyi nasıl taşıdığındır belki; sen bizim pirimizsin, senden şu işin sırrını kapayım.’ Eksik olmasın, çok şeker kızdır, kabul etti. Gerçi bazı arkadaşlar, Seray için ‘kelin ilacı olsa kafasına sürerdi, dekolte ihanete engel olsa Seray da habire boynuz yemezdi’ dediler ama ben takmadım. Azimliyim, şu staj dönemi bitince, profesyonel dekolte bir hatun olacağım.’
Yazının Devamını Oku