Ebru Çapa

Öfke kader değildir

28 Temmuz 2004
Genelde okur mektuplarını, e-postaları, elimden geldiğince atlamamaya çalışarak, internet yoluyla yanıtlıyorum. Yani okur mektuplarına köşede pek yer vermiyorum. Bugün, bir istisna yapacağım. Zira bu müstesna bir durum. Hızlı Tren kazasında hayatını yitiren Volkan Kuplay’ın cenazesinin kuzenleri tarafından saatlerce arandıktan sonra bulunabildiğini ve 112 Acil Servis’ten gelen ambulansın cenazeyi taşımak için 250 milyon benzin parası talep ettiğini okumuşsunuzdur herhálde.

‘Başbakanım acımı duy!’ diye bağıran, kocasını ve oğlunu yitirmiş kadının, Başbakan’ın çevresindeki beter olası yalaka tarafından ‘Kes sesini be kadın!’ gibi rezil bir cümleyle nasıl terslendiğini de televizyonlarda izlemişsinizdir herhálde.

Ben onların acılarına baktığımda, kendi sağlığımdan utanıyorum. Ve tren kazası mağdurlarının hepsini suç duyurusunda bulunmaya, dava açmaya çağırdıktan sonra, köşeyi Hızlı Tren kazası mağdurlarından Osman Sarıışık’a bırakıyorum:

‘Ben Osman Sarıışık, Sakarya’daki hızlı tren kazasındaki yaralılardan Oğuz Sarıışık’ın abisiyim. Kardeşim İstanbul’da bir markette reyon görevlisi olarak çalışıyordu. Yaklaşık bir buçuk sene hafta içi bir gün izinle, sabahtan gecenin 10’larına kadar çalışmış, en sonunda da izin hakkını kazanmıştı. 15 günlük bu izni geçirmek üzere güle oynaya, müthiş bir mutlulukla, memleketimiz olan Eskişehir’e geliyordu. Annemle babam da sabırsızlıkla bekliyorlardı. O’nu çok özlemişlerdi. Şu anda SSK Okmeydanı Hastanesi ortopedi servisinde (Sakarya Devlet Hastanesi’nden perşembe günü buraya sevk ettiler.) sekiz kişilik bir odada, sol ayağı bileğinden kırılmış, sağ dizi parçalanmış bir vaziyette, geceleri inim inim inleyerek, 24 saat ızdırap çekerek, normal bir insanın bir saat bile dayanamayacağı bir ortamda iyileşmeye çalışıyor.

Yaşlı ve yorgun babacığım, her gece sabaha kadar başında uyumadan ona refakat ediyor.

Ben bugün yanlarından ayrıldım, Ankara’da vatani görevimi yapıyorum, asteğmenim...

Bu olayın peşini bırakmayacağım, gerekirse AİHM’ye bile başvuracağım. Oğuz’un çalıştığı şirketin avukatlarıyla da tazminat davası açmayı planlıyoruz zaten, bana yardımcı olacaklar.

Kimse çıkıp da bu kazada ölenlerin ya da yaralananların ailelerinden bir özür bile dilemedi ya, bana en çok o koyuyor. Ya had bildirdiler ya olayı Allah’a havale ettiler ya da ‘Bunlar normal, her yerde oluyor’ dediler. Yazıklar olsun...

Sizden ve nezdinizde gazetenizden bir ricam var; ne olur bu işin peşini bırakmayın, yoksa olay ustaca örtbas edilecek.

Kardeşim Sakarya’dan Okmeydanı’na getirildiğinde sağlık karnesi ve vizite káğıdı istemişler, ‘Onlar olmadan yatırmayız’ deyip acil servisin köşesinde bekletip, sigorta belgeleri faksla şirketinden gönderilene kadar polikliniğe almamışlar. Allah’tan sigortası vardı. Düşünün, sanki kardeşim oraya muayeneye gelmiş gibi... Yazıklar olsun...

Biz bu vatanı çok seviyoruz. Onlar ya da onlardan öncekiler başımızda olduğu için değil, bu toprakların çocukları olduğumuz için seviyoruz. Bu toprakların çocukları olduğumuz için nöbet tutuyoruz, devletimize faydalı olmaya çalışıyoruz. Kendim elektrik mühendisiyim.

Kardeşimi oradan kurtarıp özel bir hastaneye aldırmak için uğraşıyorum. Tabii efendiler hastane masraflarını ödemeyi kabul ederlerse... Tazminatından falan vazgeçtim, en azından bunu yapmaları gerektiğini düşünüyorum. Kardeşim eski sağlığına kavuşsun da başka bir şey istemiyorum.

Her gün öfkeli uyanmaktan çok ama çok yorgunuz, doğru... Ama bu kaderimiz olmamalı...’

EÇ’nin notu: Sayın Sarıışık, naçizane tavsiyem ‘Tazminattan falan vazgeçmemenizdir.’ Hakkınızı sonuna kadar arayınız... Bugünlere zaten hep boşvere vazgeçe, susa otura geldik. Ne hayrını gördük? Büyük geçmiş olsun... Nezdinizde tüm kaza mağdurlarına geçmiş olsun, yakınlarını kaybedenlere de başsağlığı dilerim.

Not (2): Sarıışık ailesi için herhangi bir şekilde yardımcı olabilecek hastane ya da sağlık birimi, benimle irtibata geçebilir. Kendisinin telefonu bende mevcut.

Not (3): Bugün asparagas filan yok. Dedik ya, müstesna bir durum. Bir güncük de esprisi kısıversin...
Yazının Devamını Oku

Her gün öfkeli uyanmaktan çok ama çok yorgunuz

25 Temmuz 2004
Bu ülkede pek az insan eceliyle ölme lüksüne sahip...<br><br>Bu cümleyi binlerce defa kurabilirsiniz ve ne hazin ki sadece málûmu ilan olur.<br><br>Ve hiçbir şeyi değiştirmez... Kelimelerin ve mefhumların hükmünü çoktan yitirdiği bir ülkede, hak ve adalet nasıl aranabilir, hangi sözle sorgulanabilir? Burası sözün bittiği yerdir. Bilinmez...

Bu ülkede egemenler haricinde hani neredeyse hiç kimse, eceliyle ölemez.

Hızlı tren raydan çıkar, karayolunda giderken karşına uçak çıkar, cinayet mahalini andıran yanlış yollarda giderken tır altında kalırsın; bunların hepsinin müsebbibi de sanki Mars’tan gelmiş bir mahlûkatmışçasına, soyut bir varlıkmışçasına ‘Trafik Canavarı’ olur.

Geçim derdinde bir vatandaş cinnet geçirip ailesini katleder, aç çocuklar tineri çekip sokaklarda birbirlerini deşer, tahsilat yapacak diye kimi aşağılık tetikçiler ‘yanlışlıkla’ bebekleri kurşunlar, bunların müsebbibi de ismi mevcut cismi meçhul bir ucubeymişçesine, ülkede Seda Sayan’dan bile meşhur olan ‘Enflasyon Canavarı’ olur.

Bizde ölüm bir fantezi, hatta bir fetiş konusudur: Kafana balkon düşer, çöplük patlar, otobanın ortasında bir çukura düşersin, mışıl mışıl uyurken malzemesinden çalınmış bina ‘durduk yerde’ çöker; bunların hepsinin adı da dalga geçer gibi mukadderat olur.

Kız çocukları, tecavüze uğradıkları için babaları ve kardeşleri tarafından ‘namus’ bokuna öldürülür. Sonra da o Allah’ın belası aşağılık, vicdansız yaratıklar, hukuken HAKLI bulunur.

Bizde ecel ile ölmek, lükstür.

Anlı şanlı devlet büyüklerimiz -Allah gecinden versin, aman başımızdan eksik etmesin ki zaten muhtemelen hepimizi gömerler- bir gün topluca yalandan ölecekler. Gel gör ki yalandan ölünmüyor... Ancak bizim literatürümüzde böylesi üreyebilirdi: ‘Yalandan kim ölmüş’ deyimi, bu topraklara ne çok yakışıyor.

Egemenler öyle kolay ölmez. Bol yalan söylerler ama yalandan kim ölmüş; yalandan ölünmez.

Pişkin ve sömürgen hayatlar, bol demagojiyle, gef gef gevezelikle, sürer baba sürer.

Hızlı trenin açılışı yapılırken, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ne demişti: ‘Kara Tren türküsü artık bir nostalji olarak trenlerde dinlenecek. Yeni sloganımız, ‘Hızlı Tren gelir, hiç de geç kalmaz’ olacak.’

Üzerinden iki ay geçti geçmedi, Kara Tren türküsü, karalardan kara bir ağıt olarak, ülke tarihine silinmez bir şekilde yazıldı.

Hızlı Tren gecikmez ama belki hiiiç gelmez...

‘Böyle kazalar dünyanın her yerinde oluyor...’ Başbakanımız böyle buyurmuş...

İnsan bari biraz utanır, utançla bir susar. İki satırlık saygı gösterir. Özür diler... Anlamlı bir cümle kurar...

Yok...

Burası Çernobil faciasından sonra Allah tepesinden bakası bakanların televizyonda höpürdeterek çay içtiği yer. Karadeniz halkı, son yıllarda kanserden kırılıyor. Kanser oranı absürd bir oranda artmış, genetik faktörleri filan çoktan aşmış vaziyette.

Burası, insanların vatansever oldukları için mafyaya bulaştıkları, takır takır cinayet işledikleri, uyuşturucu ve silah kaçırdıkları, işkence yaptıkları yer.

Her şey vatan için... Devlet görevlilerinin yanar döner pasaportları mafya mensuplarının evinde öööle patadanak, ah bak sen şu işe, cepten düşürülüveriyor.

Trafik kazasının birinde, aynı arabadan, aşiret reisi bir milletvekili, bir emniyet müdürü, bir ülkücü militan çıkabiliyor. Bu durumda başı yanan tek kişi de o Mercedes’e çarpan kamyon şoförü oluyor.

Burası kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği, devletin elinin herkesin cebinde olduğu yer.

Ben kendi adıma, Sakarya’da vuku bulan, Prof. Aydın Erel’in yalvar yakar uyarılarına rağmen göstere göstere gelen kazada hayatını kaybedenlerin sayısının 36 olduğuna inanmıyorum.

Biletlerin üzerinde isim yazmıyor ve nasılsa cesetler de paramparça. Kayıplarını arayan insanları, fırça kaydıktan sonra gönderiverirler: ‘Tazminat mazminat yok kardeşim! Senin aradığın vatandaşın bizim trende olduğu ne málûm?’

Bu vahim bir kazadır. Kazadan ötedir, cinayettir, katliamdır.

Ve öyle rahmet ve başsağlığı dilemekle, 50 milyar tazminat ödemekle, birkaç günah keçisinin işine son vermekle, geçiştirilemez.

Hele ki öyle; ‘Bunlar her yerde oluyor canım’ filan gibi cümlelerle düpedüz dalga, kesinlikle geçilemez...

Allah’ım; bu insanlar akşamları yattığında, başını yastığa koyuduğunda ne düşünüyor? Nasıl uyuyor? Uyuyabiliyor?

Yalanla doğrunun, erdemle pespayeliğin, güvenle korkunun, imanla çıkarın birbirine karışıp bulamaca döndüğü bir garabet diyarı burası.

Ar damarının fay hattına döndüğü yer burası.

Zavallı biz... Zavallıyız...

Biz bu ülkenin insanları, artık söylenen şeylerin, verilen beyanatların hiçbirine, HİÇBİRİNE, güvenemiyoruz.

Bir felaket haberi almadığımız gün geçmiyor. Mütemadiyen yaslıyız.

İçimiz ağlıyor, içimiz muttasıl kanıyor, her gün öfkeli uyanmaktan çok ama çok yorgunuz.

İtimadı, saygıyı, hayatı yitirdik. Baştanbakanlar hariç, cümleten başımız sağolsun.
Yazının Devamını Oku

Levent Yüksel Kırmızı Başlıklı Kız mı?

24 Temmuz 2004
Perşembe günü geldi mi, standart soru huzura geliyor: ‘Kimi yazıyorsun?’ Fotoğraf seçimi için, plan yapılırken ayrılacak yer için, şunun için, bunun için ya da sırf meraktan, soranı bol oluyor nedense Kliptoman’ın...

Bu hafta, ne hikmetse genelden de çok soruldu: ‘Kimi yazıyorsun?’

Levent Yüksel’in adını duyan herkesin tepkisi, kadın, erkek, yaşlı, genç, tıpatıp aynı oldu inanın:

‘Ayyy canım ya... Kötü bir şey yazmayacaksın değil mi? Kötü bir şey yazma bak. İlle ki bir yerlerden geçirirsin sen şimdi.’

Çıldırmak işten değil. Öyle saçma bir durum ki neresinden tutacağımı şaşırdım.

Birincisi, adam gayet güzel bir albüm yapmış, üzerine de gayet güzel bir klip çekmiş, neden geçireyim? Ben manyak mıyım?

Bu mudur yani, cümlenizin nezdindeki imajım?

İkincisi, bu Levent Yüksel durumu nedir Allah aşkına? Bu ne sevgi, nasıl bir sevda?

Adam babanın oğlu mu? Bu sende daha önce hiç görmediğim ‘Ah şimdi şuracıkta olsa da yanaklarını sıkıştırsak’ sevecenliği hangi ara peydahlandı?

Ayrıca hiç tanımadığın biri için ne diye senelerdir birlikte akıp koktuğun arkadaşını bir kalemde harcıyorsun?

Levent Yüksel Kırmızı Başlıklı Kız mı? Ben Hain Kurt muyum?

Kaldı ki memlekette Levent Yüksel’i sevmeyen bir Allah’ın kulu yok. E, ben de bir Allah kuluyum ve bu ülkede yaşamaktayım.

Dolayısıyla ne málûm? Belki ben Levent Yüksel’i senden daha fazla seviyorum?

Aman neyse ya... Bu böyle gider de gider, en iyisi balataları iyiden iyiye sıyırmadan keselim.

Bildiğiniz üzre, sevenleri, yani muhtemelen bütün Türkiye bu aralar pek mutlu. Sezen Aksu’nun tabiriyle ‘İçli Bart Simpson’ Levent Yüksel, dört senenin ardından Uslanmadım adlı albümüyle áleme döndü.

Hoşdöndü, sefalar getirdi...

İlk klibi de Fettah Can ve Alper Narman imzalı çıkış şarkısı olan Bu Aşkın Katili Sensin’e çekti.

Levent Yüksel’in Sema Denker’e vermiş olduğu röportajda dediğine göre, Süleyman Yüksel’in hikáyesini yazıp yönettiği klipte: ‘Bir takım dengesizlikler gösteren bir kadının hikáyesi anlatılıyor. Zaten şarkının sözlerinde de ‘Bir sen var senin içinde’ diyor.’

Evvvet, aynen öyle diyor: ‘Dur dedim döndün / Seni yolda gördüğüm / O gün ne güzel gündü / Öyle büyük sevdim ki / Yürek böyle karlı dağı / İlk kez gördü / Dalmışım gözlerine / Uyumuşum sözlerinle / Yazık, kısa sürdü / Bu aşkın katili sensin / Teslim ol, suçlusu sensin / Bir sen var senin içinde / Hem bıçak hem yara sensin.’

Geniş, geniş ötesi, hipodrom misali, aydınlık bir evin içinde, kamera ve bilgisayar marifetiyle klonlanmış bir dolu Levent Yüksel ve konu mankeni dengesiz kadın, kaçıp kovalamaca oynuyorlar.

Kimilerince Dr. Jekyll-Miss Hyde şeklinde anılan, içinde zaman zaman ortaya çıkan şeytan ruhlu bir cücenin yaşadığına dair hain iddialara muhattap olan, çoğu zaman kişilik bölünmesinden mustarip bir kadın olarak, klipteki kadınla kafadan empati kurdum.

Gayet güzel bir şarkı, Levent Yüksel de misler gibi söylüyor. Levent Yüksel, o canım sesiyle kalkıp çiklet manisi okusa huşu içinde dinleriz zaten. Dolayısıyla, kimileri klibin apartma olduğunu öne sürse de, bizim için bir mahzuru yok.

İyi ki varlardan Levent Yüksel bu... Tadından yenmiyor...
Yazının Devamını Oku

Thriller (Korku filmi)

23 Temmuz 2004
Geçtiğimiz haftasonu, müzik kanalı VH1’da, ‘Geri Sayım Haftasonusu’ydu. Haftasonu boyunca gerek tematik mevzularda, mesela ‘en erotik klipler’de ya da ‘film müziklerinde’ gerek muhtelif şarkıcılarda, en iyiye doğru, geri saydılar:

En iyi 20 Madonna parçası...

En iyi 10 Britney Spears gıcırtısı...

Ve en iyi 40 (Yazıyla KIRK!) Michael Jackson şarkısı...

Bu satırların yazarı (!) gerizekalı ne yaptı dersiniz?

Oturdu, tamı tamına 40 Michael Jackson klibini peş peşe izledi...

Allah için, gelmiş geçmiş en başarılı pop şarkılarının ve en iyi kliplerin bazıları, Michael Jackson’a ait; orası kesin...

Hakkı peşinen teslim...

Fakat adamın bir acayip mutanta dönüştüğü seneler içinde yaşadığı değişimi, zaman içinde ileri-geri giderek bir solukta izlemek, insanda acımayla tiksinti arasında çok garip bir duygu uyandırıyor.

Özcan Deniz’in imaj konusundaki beyanatı hatırlayınca insanın gülesi geliyor: ‘Hiç öyle (imaj yapayım gibi) bir derdim yok. Tam tersine hep aynı kalmayı severim. Michael Jackson’ın kaç kere bıyık bıraktığını gördünüz? Ebediyete kadar aynıdır.’

Eh, demek ki ebediyet, bundan 30 yıl kadar önce ebediyete intikal etmiş.

Yahu adam, zenci olarak başladığı hayatına nicedir kireç beyazı bir tenle devam ediyor. Törpülete törpülete tamamen yok ettiği burnunun deliklerinden, beyninin gri hücreleri görünüyor. Çene deseniz, ha keza... Sivrile sivrile Nişantaşı Kadınları’nın stilettolarının topuklarına döndü mübarek.

Adamın yüzü dökülüyor, kelimenin gerçek mánásıyla: DÖKÜLÜYOR. Doku mafiş...

Ama yok... Bizim, özellikle ergenlik dönemini 80’lerde geçirmiş sanatçılarımızın, ‘Michael Jackson ile kendimi kıyaslayayım ve bunu yaparken de mümkün mertebe bağırsak-ı kübradan sallayayım’ şeklindeki iddialarının sonu gelmiyor.

Mesela, Mirkelam da ilk çıkışına dair; ‘Öyle bir çıkışın üstüne geçmeniz mümkün değil. Örneğin Michael Jackson da ilk albümündeki çıkışını bir daha yakalayamadı’ demiştir.

İyi de Michael Jackson, hayatta ilk albümünü, zaten biraderleriyle birlikte, babasının kırbaçlı mırbaçlı dayaklarının eşliğinde, Jackson 5 grubuyla, sandalyeye otururken ayaklarının yerle buluşmadığı dönemlerinde yapmıştı.

Ha, yok, solo albüm diyecek olursanız, Off the Wall’dan sonraki, İKİNCİ solo albümü, tüm zamanların en çok satan albümleri sıralamasında rekor üzerine rekor kırmıştır.

Ne Michael Jackson’muş be... Arabeskçisi de Michael Jackson olmak ister, popçusu da, rockçısı da rapçisi de...

Sadece bir tahmin ama sorulacak olsa, belki de kendisi Michael Jackson olmak istemeyebilirdi: Hasarlı bir çocukluk, bedenle girişilen bir ömürlük kavga, pedofili...

Asparagas

Dünya Amerika’dır

Sivillere yönelik korkunç bir katliamın yaşandığı Irak’ın ardından seçilmesi hálinde İran’la da savaş başlatacağı bilinen, 2 Kasım’da yeniden seçilirse dünyanın daha güvenli bir yer olacağını iddia eden George W. Bush, dinleyici grubu kahkahadan kırılınca; ‘Ne gülüyorsunuz?’ diye sordu: ‘Dört yılda dünyanın büyük bir kısmının içine etmeyi başarmadık mı? Ortadoğu felan... Dört yıl daha ve tüm dünya bizim olacak. Yani dünya, yani Amerika nsanların patlayana kadar tüketebileceği, barış dolu bir yer olacak.’
Yazının Devamını Oku

Trend gelir hoş gelir ley ley lümü lümü ley

22 Temmuz 2004
Trendine yandığımın dünyası... ‘Güya yeni’ bir şey pörtlemeden iki sakin dakikanın geçmediği tüketim manyağı gezegenimizde, doğa kanunları habire bozulup bozulup yeniden yazılıyor. Daha doğrusu, hayatın akışında demeyelim de, ‘esas’ında değişen pek bir halt olmuyor ama bir mevzunun, adı farklı konuluyor, nur topu gibi yeni bir trendimiz oluveriyor. Efendim, ‘trendsetter’ Robert Ornstein ve David Sobel, ortaklaşa imzaladıkları ‘Sağlıklı Hazlar’ adlı kitapta en sağlıklı insanların ‘hazzı arayan ve hazzı yaratan’ insanlar olduğunu öne sürüyorlarmış.

Yani uzun ve sağlıklı yaşamak için ‘sauna seansları düzenlenmesi, gün ışığından yeterince yararlanılması, doğa manzaraları veya akvaryum balıklarının izlenmesi, komedi filmlerine gidilmesi ve müziğin iyileştirici etkilerinden yararlanılması gibi ‘ilginç’ önerilerde’ bulunuyorlarmış.

İkilinin, sağlıklı yaşam adına daha başka ilginç önerileri de var.

Mesela yemek yerken tadına varmak, günün içinde yarım saat şekerleme yapmak, hoş esanslar koklamak, sevdiklerinize dokunmak da sağlıklı olmanızı sağlayan etkenler arasındaymış...

Cillop gibi hayat, adamın ömrüne ömür katar elbet. Bunun aksini iddia eden mi var ki saadet kıyılarını onyüzmilyonuncu kez baştan keşfediyoruz? Bu ne mene bir trend?

Yani kimsenin kuzu kapama yerine kuru ekmeğe talim etmeyi, Boğaz manzarası yerine İkitelli’nin sıvasız binalarını dikizlemeyi, sevdiğine sarılmak yerine sevmediği insanlar karşısında kollarını kavuşturup dikilmeyi, gül yerine bok koklamayı tercih edeceğini tahmin etmiyoruz.

Ne yapalım ki hayat bazen öyle emrediyor... İnsanı bir yerlere koşuyor. Kimini cennet bahçelerine, kimini yaşam gailesine...

Terör çıkıyor, savaş çıkıyor, ekonomik kriz çıkıyor...

İşsiz ve parasız ve aç kalınıyor. Aşksız ve sevgisiz ve dostsuz ve yalnız düşülüyor...

Hazı baz alan yeni sağlık trendiymiş!..

Hadi bari ben de el artırayım. Şöyle bir kitap yazayım: ‘DAHA DA Sağlıklı Hazlar.’

Sonra da patlayana kadar endorfin salgılamak ve bu sayede hayata kazık çakmak adına ‘enteresan’ önerilerimi sıralayayım:

Her gün ıstakozla, ördekle, bonfileyle vs. ile beslenin ve yalanmadan yutmayın...

Kadınsanız zevkinize göre, Adrian Brody ya da Brad Pitt, erkekseniz Halle Berry ya da Cameron Diaz ile günde beş posta sevişin... Önsevişmeyi uzun tutun, nasılsa çok sevişiyoruz, sürümden haz alıyoruz hesabına geçiştirmeyin...

Saunadan çıkınca jakuziye girin; girerken yanınıza kadınsanız zevkinize göre Sting ya da Andy Garcia’yı, erkekseniz Madonna ya da Lucy Liu’yu alın. Jakuziden sonra manitaya masaj yaptırın.

Sevdiklerinizle kahkaha dolu muhabbetler edin: Onların espri yeteneği kıtsa, ayağınıza Cem Yılmaz’ı getirtin.

Sonracığıma, iş arasında yarım saat şekerleme kesmez. Siz iyisi mi işe hiç gitmeyin. Senenin 12 ayı denize nazır bir yerde, mesela Maldivler’de öööyle yatın... Deniz suyu da hiper sağlıklı bir haz mahalidir. Sık sık denize girin.

Mal gibi akvaryuma bakmak yerine, scuba brövesi alın. Atlayın uçağa Mercan Adaları’na gidin, dalış yapın.

Yalnız, havalimanları çok karışık ve bazen bilet bulunamıyor. Hatta Allah sizi inandırsın, kimi zaman uçaklar rötar bile yapabiliyor. Boş yere sinirlerinizi germeyin. Özel uçak kiralayın, hatta kendinize bir uçak edinin.

Bende daha böyle öneri çok ama yağma yok. Merak edin yavrucuklar ve hemen şu benim kitaptan alın e mi?

Türküyle başladık, bir başkasıyla bitirelim bari. Hem bu vesileyle yeni bir trend yaratalım. Ben yaptım oldu tarzı gıpgıcır bir trend; ‘türkülü yazı’ trendi: Trendine trendine trendine bandım. Bedava mı sandın, para verip aldım...

Asparagas

Seri mitoman

Kendisine yakıştırılan ‘seri gelin’ yakıştırmasına bozulan ve In Style dergisine verdiği röportajdaki ‘Beni evlilik delisiymişim gibi gösteriyorlar ama ben buna gülüyorum’ beyanatının üzerinden iki hafta geçtikten sonra Marc Anthony ile evlenen Jennifer Lopez, aslında boşanma delisi olduğunu söyledi: ‘Evlilikle ilgili bir problemim yok. Ama boşanmaya bayılıyorum. Maalesef evlenmeden boşanılamıyor. Bu yüzden Puff Daddy ve Ben Affleck ile ayrılıklarımın tadına bile varamadım. Ben ile bin kere ayrılıp barıştık ama yok yani, aynı lezzeti vermiyor. Elizabeth Taylor’dan randevu talep ettim akıl danışmak için ama ilgilenmedi. Türk bir hanım varmış, Gönül Yazar’dı adı sanırım. Şimdi onunla görüşmeye gitmeyi planlıyorum.’
Yazının Devamını Oku

Bilinçakışı

21 Temmuz 2004
Ajda Pekkan’ın dediği gibi: ‘Her güzel şey çabuk biter...’ Nitekim bitti... İstanbul Caz Festivali yani... Son olarak, Aşkın Arsunan’ın İstanbul Superband eşliğinde, John Scofield ve Sezen Aksu’yu misafir ettiği konseri izledik.

Güzeldi... Çok güzeldi...

John Scofield, konserin sürpriz ismiydi. Akşam, Arsunan’dan önce, Cemal Reşit Rey’de verdiği konseri kaçırmıştık. Dolayısıyla, şahsımız adına şahane bir sürprizdi.

Bilenler bilir: Scofield, muhteşemdir.

Adamın gitara geçiyorken uğramış gibi bir háli var. Fred Astaire’in dans edişi gibi gitar çalar. İzleyende çok kolaymış gibi, sanki kendisi de yapabilirmiş gibi bir his uyandırıyor. Sıkıyorsa o gitarı öyle çal ve sıkıyorsa attır o figürleri...

Aşkın Arsunan’a gelince, Nazım Hikmet’in Abidin Dino’ya sorduğuna benzer bir soru sorası geliyor insanın: ‘Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?’

Peki ‘Sen tevazunun bestesini yapabilir misin Aşkın?’ Öyle coşkun, buna rağmen öyle sakin ve dingin...

Sezen Aksu’ya soracak sorumuz yok. Kendisine sorulacak soruları tüketmiş bulunuyoruz. İnsan bir yerde kıtipiyoz aklıyla habire akıl yürütmeye çalışmaya bir son vermeli. Sevilesi bir şeyi, sek, sevmeli... Öyle, aşk gibi, iman gibi...

Konser çıkışı İstiklál Caddesi’nde yürüyorum. Biz Türkler yürümeyi bilmeyiz ve kadın şoför gördü mü sıkıştırmadan duramayan kamyon şoförü gibi, birbirimizin üzerine üzerine gideriz ya...

Bir yandan basketbol oynadığım senelerden kalma bir alışkanlıkla ‘rakip aşarcasına’ ilerliyor, bir yandan da kafamın içinde dönen plakta, şarkıdan şarkıya geçiyorum.

Malia’nın ‘Yellow Daffodils’inden, Sezen’in ‘Aşkları da Vururlar’ına... Lounge Lizards’ın ‘No Pain for Cakes’inden, Prince’in ‘Thieves in the Temple’ına...

Ahmet Güntan’ın İlk Kan’ı -ki içinde yer alan Ormanların Gümbürtüsü hayatımın şiiridir- başlıbaşına bir şiir olan şu girizgáhla başlar:

‘Gençken, güzelken, karnımız aşağıya dümdüz inerken, sevinçler, üzüntüler, varoluşumuz ve gece yatağımızda düşündüğümüz şeyler sonsuza kadar sürecek zannederken, müzik çalarken, müzik hiç susmazken, plağın bir yüzü bittiğinde öbür yüzünü çevirmeye koşarak giderken, gece eve dönüp, ‘Gece ve Müzik’ programının son şarkısını dinleyebilmek için farları söndürüp arabanın içinde, park yerinde beklerken... genç, güzel ve karnı aşağıya dümdüz inenler için yazdığım, arabayı kilitleyip eve girerken hatırlamalarını istediğim şiirler.’

Ve Billy Joel ‘Summer, Highland Falls’ adlı şarkısında hayat için; ‘It’s either sadness or euphoria’ der... Yani ya mutsuzluktur ya da nedensiz sevinç...

Sonradan fark ediyorum. Öyle bir tempo tutturmuşum ki koşaradım yürümek denemez, nedensiz bir sevinçle sanki olmayan bir plağın öbür yüzünü çevirmeye koşuyorum.

Festival bitti... Fakat olsun varsın... Seneye yine olacak. Hem caz festivali bitti ama yaz henüz bitmedi. Müzikse, hiç bitmez... Önümüzdeki günlerde Rock’n’Coke başlayacak. Ondan önce Pink konseri var. Bu arada Hisar...

Müziksiz hayat, çekilmez...

Asparagas

Kadınları kurtaran adam

Silivri’nin Yoğurt Festivali organizasyonları çerçevesinde düzenlenen Silivristar yarışmasında jüri üyesi olan, yarışmacıların çoğunun erkek olduğunu görünce ‘Her yerde olduğu gibi burada da erkekler çoğunlukta. Bayan yarışmacılar nerede?’ diye soran, bu duyarlı sorusundan dolayı kendisine kadın kolları başkanlığı teklif edilen, bunun üzerine ‘Ben erkeğim, neden bir kadın seçmiyorsunuz?’ diye sorunca da, ‘Nasıl olsa yaşlandınız artık, bizden bir farkınız kalmadı’ yanıtını alan Cüneyt Arkın, uzun uzun düşündükten sonra bu teklifi kabul etmeye karar verdi: ‘Düşündüm ki Güldal Akşit’in Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı olduğu bir ülkede, ben haydi haydi kadın kolları başkanı olurum. Ben ki Dünyayı Kurtaran Adam’ım, kadınlar için göle maya bile çalarım.’
Yazının Devamını Oku

Ahhh, o kovuk ki zonk zonk zonkluyor

18 Temmuz 2004
Derler ya, insanın neresi acıyorsa, canı oradadır, diye... Benim canım birkaç gündür sağ yanağımın içinde, çenemde, dolgusu düşmüş olan azı dişimde... İnsanoğlunun çekip çekebileceği en esaslı ağrılar, sırasını şaşırmış olabilirim, böbrek ağrısı, diş ağrısı ve doğum sancısıymış.

Eh, düzenli aralıklarla kum döken ve ağzında bilmem kaç tane dolgusu, kanal tedavisi ve sairesi bulunan birisi olarak, istesem fırt diye doğurabilirim sanırım.

Nedir ki yani? Attırırım, olur biter. Üç gündür çektiğim acı, herhalde sezaryensiz mezaryensiz dördüz doğurmaya filan tekabül eder.

Dişçiye gitmeyi geciktirmek adına her yolu deniyorum. Arkadaştan reiki almak, leblebi misali ağrı kesici yutmak, sek rakıyla gargara yapmak...

VER KURTUL

Kalk git işte bir dişçiye, ver kurtul değil mi? Yok, ben salak gibi mazohizmin sınırlarını zorluyorum.

Tabii, hayat böyle geçmez, onu da biliyorum. İlle ki gidilecek o dişçiye ama sayısız sancısız dişçi tecrübeme rağmen, tırsıyorum...

Gidip de bir dolguyla kurtulacak olsam, tamam. Ama başıma gelecekleri adım gibi biliyorum. Doktor, ‘Buna kanal tedavisi lázım’ diyecek. Sonra onun yanında, diğer dişlerimde bilmemkaç tane minik leke tespit edecek ve onlara da müdahale etmek gerektiğini söyleyecek.

Annemin bünyesinde zaten eser miktarda bulunan kalsiyumu doğarken ablam kapmış, bize bir şey kalmamış. E, dolayısıyla dişler biraz zayıf.

Çektir doldur, derdi bitmiyor.

Bunun yanında, yaptırmam gereken bir dolu tahlil var. Bir kere guatrım olduğundan şüpheleniyorum. Durduk yerde kuruntu yaptığımdan değil, hayatım boyunca karşılaştığım tüm doktorlar, ortopedist olsun, dişçi olsun, mikrocerrah olsun, kardiyolog olsun, suratıma, daha doğrusu boğazıma bakar bakmaz aynı şeyi söylemiştir: ‘Sizin muhtemelen guatrınız var, tahlil yaptırmanızı tavsiye ederim.’

İyi güzel de diyelim ki guatrım var ve tedavi oldum. Agresyon, şu, bu hiçbir şey kalmadı, süt gibi bir kadın oldum.

O zaman ne yapacağım? Bet insan imajıma nasıl kıyarım?..

ROCKY REGL OLSAYDI

Biliyorum, saçma bahaneler bunlar. Esasında, herhangi bir doktora gitmemek için her türlü hokkabazlığı yapmaya razıyım.

Böyle de rezil, sefil, süfli bir mahluğum yani. Az gelişmiş ülke aydın aday adayı modeli...

Medeni ve akıllı bir insan gibi doktora gitmek varken, ağrıyla sızıyla filan, gün kotarıyorum.

Devekuşu gibi, acıyı görmezden, duymazdan gelmeye çalışıyorum. İyi halt ediyorum.

Yine de ısrarlı iddiamdır: Kadınlar, acıya karşı toleranstan yana erkeklere nal toplatır.

Hani Rocky 3’te, Mr. T’yle yapacağı maça hazırlanan Rocky, peş peşe aldığı yumruklarla ağzı burnu dağılırken hep aynı şekilde telkin ediyordu ya kendini: Acı yok, acı yok, acı yok...

Fena performans değildir hani... Fakat kesmez bizi...

O acıya yenilmez Rocky’i bir de regl sancısı çekmesi hálinde görmek lázım yani...

Esip gürlerken mangalda kül bırakmayan nice yiğidin hafif bir gribal enfeksiyonda mızmız bir bebeğe dönüştüğünü görürsünüz. Erkeklerin canı pek tatlıdır.

Kadınlarsa, hani neredeyse zatürreeyi bile ayakta atlatır.

CANIM DİŞİMDE

Pazar pazar, bize ne senin diş ağrından, guatrından kardeşim diyenlere verecek bir yanıtım da yok valla. Canım dişimde, tek konum da bu.

Yoksa ben de isterdim CHP’den AKP’ye fırrrrdönen Atilla Başoğlu’ndan, Dr. Kimble’ı aratmayan kaçak performansıyla Alaattin Çakıcı’dan, Kemal Derviş’in türban hakkındaki enteresan yorumlarından ve daha sonra bunları yazan gazetecileri yalanlamasından, kamusal alan tartışmalarından, memlekette hemen herkesin elinde bir silah olmasından ve hiç çekinmeden kurşun saydırmasından bahsetmeyi yani.

Cinnet vatanımda, konu sıkıntısı çekmek mümkün değil. Ama tüm bu konular, dişimin kovuğunu doldurmaz, öyle söyleyeyim.

O kovuk ki, ahhh, o kovuk ki zonk zonk zonkluyor. Tüm bedenim bir tek dişe indirgenmiş vaziyette ve acıdan ibaret, yemin ederim.
Yazının Devamını Oku

Buz Adam bizi çıldırtçak mı?

17 Temmuz 2004
Vaktiyle tanıdığım ve çok da sevdiğim birinin, kendisinden bahsederken, bir yandan da dalgasını geçerek kullandığı bir laf vardı: ‘Iceman always keeps his cool.’ Türkçe meali: ‘Buz adam serinliğini her daim muhafaza eder.’

Allah sahibine bağışlasın, hakikaten de komik olduğu kadar serin bir abiydi.

Ses ve Ayrılık adlı albümün Nazan Öncel imzalı çıkış şarkısı olan ‘Canım (Sen Benim Kalbimsin)’ın klibinde Özcan Deniz’i görünce onu hatırladım ve elimde olmadan kıkırdadım.

Neyse ya... Bu klip yazılarında kaptırdık mı lafazanlığın boyutu, ‘sevgili günlük ’ gevezeliğine varıyor. Ne lüzum, değil mi?

İşimize dönelim, klibe gelelim.

Şimdi, efendim, her şeyin başında Ayşe Hatun Önal’ın daha önce yemiş olduğumuz hakkını teslim edelim. Allah için öngörü sahibi bir şahsiyetmiş kendileri. (!)

Gülben Ergen’in söylediği Uçacaksın’daki ‘ayağını yerden kesicem, kesçem’ muhabbeti yetmezmiş gibi, Nazan Öncel bile ‘Sen beni öldürcen mi, çıldırtçan mı canım’ şeklinde bir söz yazıyorsa, eh, orası pes edilecek noktadır. Herhalde bir bildikleri vardır.

O cek-cak mevzuunun ve Özcan Deniz’in klibi çekilen versiyonunda (Albümde şarkının üç ayrı remix’i mevcut.) canım kelimesini, çocuk korkutma meraklısı ‘şakacı’ların kullandığı ‘BÖH!’ nidasına benzer bir şekilde telaffuz etmesinin haricinde, Canım, gayet güzel bir şarkı.

(Yani öyle bir vurgu ki, Deniz’in her ‘Çıldırtçan mı CANIM!’ deyişinde, koltukta şöyle bir zıplıyor, ‘Yok abi, valla öyle bir niyetim yoktu’ filan deme ihtiyacı duyuyorsunuz.)

Allah biliyor ya, Dön Desem’e kadar bir tek Özcan Deniz şarkısını bile sonuna kadar dinlemeye tahammül edebilmişliğim yoktur. O Yalan Mı’lar, o Utanıyorum’lar, Leyla’lar, hele hele o ‘hadi hadi meleğim, uç da görelim’ filan... Öf yani...

Fakat cümleten bildiğimiz üzre, Özcan Deniz, tırıs tırıs giderken sıkı bir deparla dörtnala kalkan, ışık hızıyla irtifa kaydeden, kendisini aşmaya ahdetmiş görünen, şimdilerde kendisini olmuş, albümünü ‘füzyon’ addeden, akıllı uslu, hırslı mı hırslı bir şahsiyet.

Takdir ediyoruz elbet...

Dön Desem’i çok sevmiştik, Neredesin Firuze’nin soundtrack’inde yer alan Beni Affet’i ilk dinlediğimizde ise biat ettik.

Şimdi de Canım... Hiç yalansız, canım şarkı; çok ama çok sevdik:

‘Sen benim kalbimsin, haberin var mı? / Kalbi olmadan yaşayamaz insan, bir fikrin var mı? / ‘Gözlerim ne söylüyorsa doğrudur’ desem inanır mısın? / ‘Seni iyi gördüm’ diyorsun, yalana bakar mısın... / Sende bir kalp var mı; boş mu, dolu mu? / Varsa, içinde az biraz bir ben bulunur mu? / ‘Boğazıma kadar acılara battım’ desem inanır mısın? / ‘Bir çaresi bulunur‘ diyorlar, yalana bakar mısın... / Sen beni öldürcen mi? Çıldırtçan mı CANIM?!? ’

Klipte Özcan Deniz, bir nev’i Buz Adam... Bir buz kalıbının içinde öyle dimdik, dopdonuk bir şekilde duruyor. Seksi bir hanımefendi de, tırnaklarıyla olsun, buz kırıcıyla olsun, o buzdan kütleyi çize deşe, kırmaya ve Özcan Deniz’e ulaşmaya çalışıyor.

Nitekim sonunda bunu başarıyor ve Deniz’in dudaklarına yumuluyor.

Klibin yönetmeni Abdullah Oğuz. Ki, nasıl Sinan Çetin’in kliplerinde bir kırmızı takıntısı varsa, Abdullah Oğuz’da ciddi bir buz takıntısı olduğu söylenebilir.

Hemen her klibinde, bir yerlerde, büyük-küçük buzdan bir kütle görülebilir.

İşte böyle... Buz Adamlar azizim, her dem taze, her dem serindir.

İster hafızanın karanlık dehlizlerinde, ister yüreğinizin nasır tutmuş bir yerinde olsun, soğuk, iyidir, insanı serinletir, ferahlık ve tazelik verir.

Sorun deep-freeze’deki ölü balıklara, piliç butlarına, bonfilelere, köftelere, anlatsınlar. ‘Soğuk yerde saklayınız’, nafile bir tavsiye değildir.
Yazının Devamını Oku