Ebru Çapa

Elif’e açık mektup

22 Ağustos 2004
Sevgili;<br><br>Bundan üç yıl önce yine bir yaz günü, benim için yaptığın káğıttan kuklaya bakıyorum. Bir de benim okuduğum kitaptaki şiirleri kopyalayarak oluşturduğun ve kapağına çiçek resimleri kondurduğun birkaç sayfalık el yapımı ‘şiir kitabına...’ Yedi yaşında bir kız çocuğundan beklenmeyecek derecede güzeller. Mükemmeller... Belki de kuzguna yeğeni şahin görünüyordur. Bilemem... Ne olursa olsun, benim için el yazması antika kitaplardan çok daha değerliler.

Sen muhtemelen şu anda sitenin havuzunda top kapmaca ya da beline uzanan siyah saçlarını rüzgára salmış, deliler gibi koşturarak futbol oynuyorsun.

Belki de oğlan tayfasıyla yine küsmüşsünüzdür; kızlarla birlikte onlara karşı nasıl bir politika güdeceğini hesaplıyorsun.

Hatırlıyor musun?.. Bundan üç yıl önceki o yazı baştan sona birlikte geçirmiştik. 2001 senesiydi... Memleketin ekonomisi gibi, benim de sistemimin çöktüğü bir dönemdi.

‘Eve’ kaçmıştım. Ayakkabılarımı aylar boyunca giymemek üzere fırlatmış atmış, deniz kenarında uzun uzun ufka bakmış, domates gibi kokan domatesli ve zeytinyağlı ve bol kekikli anne kahvaltıları etmiş, denizden kum çıkartmıştım.

Durmuştum... Aile ve eski dostlar sayesinde ruhumu sağaltmıştım. Tedavi olmuştum.

Okuldan mezun olduktan sonra, yaz boyu ‘tatil’ yaptığım yegáne dönemdi. Ve esasında ona da pek tatil denilemezdi. Zaruri bir dinlenceydi...

Çokça da senin sayende, iyi gelmişti... Ne iyi gelmişti...

Bugün günler süren sağanakların ardından İstanbul’da ilk kez güneş açtı. Zaten hep aklımdasın ama bugün zihnime öyle bir düştün ki bana moral olsun diye Ege’nin güneşinden bir avuç koparıp buraya doğru fırlattığını düşünüyorum. Sorma minikom, teyzen yine hafiften kafayı sıyırdı.

Fakat, sen ‘Anladım’ dediğinde, gerçekten en içinden bir yerde beni en iyi anladığına inandığım insansın; hak verirsin diye umuyorum...

Yani Yargıtay Başkanı, MİT ve mafya babalarının ‘enteresan ilişki ağı iddialarıyla’ gazete manşetlerinde buluştuğu, ormanlık araziye kaçak yapı dikmekten hüküm giymiş bir eski belediye başkanının, başbakan olup yönettiği ve onun partisinden vekillerin çoğunlukta olduğu hükümetin bakanlarının ters giden ne varsa Allah’a havale ettiği bir ülkede, arada bir karalar bağlamamı o kadar da yadırgamazsın herhalde?

‘Zan’ altında bulunan kimi işadamları, devletin el koyduğu ve çoktan müzayedede satılmış olması gereken Mercedes’leriyle medyanın izlediğini bildiği bir düğüne göstere göstere gidebiliyor.

Bu insanlar, bildiğin ve ilerleyen yıllarda daha da iyi bileceğin gibi, hayatlarını sadece devletten değil, bizden de çaldığı paralarla idame ettiriyor. Ve ne idame etmek; nüfusun yüzde 80’lik züğürt çoğunluğunun çenesini yoruyor...

Bunun yanında Alibeyköy’de yaşayan, ve ‘42 yıldır oturduğu evine 84 kere su basan’ gecekondu sakinleri de meselá, hálá o gecekonduları dikiyor. Memleket her geçen gün, sıvasız ve ‘Bizim karı gündelikçilikten biraz daha para yapsın da bir kat daha çıkalım, bizim emmoğlunu da köyden getirelim, onla mahalle kahvesinde iki el tavla atalım’ kafasından dolayı damsız binalar cumhuriyeti olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.

Güzel bebeğim, sen canını sakın sıkma ama dertleşiyoruz işte; fena hálde canım sıkılıyor.

Seni görevin minikom, tabii eğer kabul edersen, çok iyi olmak ve iyi kalmak... Çünkü sırf senin iyi olduğunu bilmek ve seni düşünmek bile, ilaç gibi; iyi, çok iyi geliyor.

Hadi şimdi bir koşu git ve Banu’yla Volkan’ı benim için vantuzlarcasına bir öp... Neşe’nin karnındaki ikizlere de benim için vantuzlamadan, sakin ve gülücüklü bir öpücük kondur...

Sonra, arkadaşlarınla kavga etme, daha doğrusu, ettiğinde doğru kavgalar et. Onların kıymetini yaşın ilerledikçe çok daha iyi anlayacaksın. İnsan belli bir yaştan sonra hayatına yeni insanlar sokmakta zorlanıyor. Daha doğrusu, sokmaya ve yumuşak karnını açmaya kalktığın arkadaşçıklar, genellikle ellerine geçen ilk fırsatta o cenaha doğru uçan tekmelerle saldırıyor.

Dünya güzelim; sen bakma benim böyle konuştuğuma, esasında iyiyim...

Sadece seni ve güneşi ve denizi ve birkaç dostumu ve güzel ve aydınlık haberler almayı biraz özledim.

Seni seviyorum Elifim...

Yüzünün yarısını kaplayan kara gözlerinden, leylek bacaklarının bereli dizlerinden, sırtına yapışmış esmer göbeğinden (Sen kime çektin be bu arada, minyatür Naomi?) varlığının her santimkaresinden öper, öper, çevirir bir daha öperim.

İyi ki doğdun, iyi ki varsın; sen gibi güzel, bin mutlu yıl dilerim...

Tadından yenmez bu dergi

‘(...) Hiç susmayan ağustos böcekleri, uzun yaz geyikleri, dondurma, gazoz, patates kızartması, güneş yağı. Kova, kürek, kum, kale. Sıcak, ıslak, uykusuz. Bir yazdan geriye ne kalır? Sen ve ben? Siz ve biz? Yaz ve ben? Playlistte 1024 kez çalınmış bir şarkı kalır en çok. Sonra o şarkı 2004 yazı olur birden. Her yazın en az bir şarkısı olur. Mevsimlerin en belirgini yaz geçer, o kalır. Bir de bir yara izi çoğu zaman bisikletten düştüğünüz için. Yaz iz bırakır. Küçük harflerle.’

Bu kısa metin, Bant’ta yer alan Yazla Hesaplaşma başlıklı yazıdan alıntılandı. Yaz üzerine, kompakt, nefis bir makále...

Herkes benim gibi dergi hastası olmayabilir tabii... Fakat dergicilikten gelme gazetecilerin çoğunun hayattaki en büyük zevklerinden biri, yeni bir derginin ilk kapağını kaldırmaktır.

Önce kapağı -hem gözünüzle, hem burnunuzla- ‘koklarsınız’, sonra dergiyi süratle şöyle bir tarar, sayfaların nasıl aktığına bakar, ardından geri döner ve tüm detayları tek tek mikroskop altına alırsınız.

Bant, -bir Johnny Depp yazısıyla katkıda bulunan, her dem genç Sevin Okyay da dahil- kadrosu da kendisi de çok genç bir dergi. Ve çok iyi... İçerik genç, çıkan iş olgun. Üstelik bağımsız, anlayacağınız tadından yenmez... Vallahi helál olsun...

Hummer’ıma dokunma

Sahte faturalarla değeri düşük gösterilerek ithal edildiği için devletin el koyduğu Hummer cipini Otomotiv İhtisas Kulübü’ne teslim ettiği için çok üzgün olan ve ‘Umarım vergi sorunu çözülür de arabama kavuşurum’ diyen Seren Serengil’e naçizane bir tavsiyem olacak.

Kendisi zaten hayvanseverliğini takdir ettiğimiz bir sanatçımız ve köpekleri olmadan yaşayamıyor ya, istesin, annesi ona yarım düzine Saint Bernard ve tekerlerli bir kızak (!?) alsın.

Laila’lara Reina’lara onunla gitsin; çok havalı olur. Valla...

Yani İstanbul trafiğinde, tank ebatlarında bir arazi cipi kullanılabiliyorsa, yaz günü normalde karlı iklimlerde yaşaması gereken cinste köpeklerin çektiği bir kızak da kullanılabilir. Neden olmasın?

Ne Hummer’mış be... Serdar Bilgili’si, Tamer Karadağlı’sı, Sibel Can’ı, Birol Güven’i, şusu busu... Zannedersiniz ki Irak’a cepheye gidiyorlar.

Hani bu kadar meraklıysalar, gitsinler kamyon şoförü, panzer şoförü, otobüs şoförü filan olsunlar... Belki bu sayede Etiler, Kuruçeşme taraflarında trafik biraz rahatlar...
Yazının Devamını Oku

Herhálde ‘çüş olmadan’ olunamıyor

21 Ağustos 2004
Burcu Güneş’i ilk kez ne zaman gördüğümü tam hatırlamıyorum ama ilk ciğerden ve damardan sevişim Aşk Yarası şarkısıyla olmuştu, onu çok iyi biliyorum. Bin kere filan dinlemişimdir herhálde o şarkıyı: ‘Yar yüreğinden bihaberim / Bir ışık olsan fark ederim / Yar benim olsan kim duyacak? / Kim görecek ya da kim bilecek yar? / Gel geleceksen tam sırası / Aç yüreğimden gir içeri / Ah kanıyorken aşk yarası / Sen saramazsan kim saracak?’

Eski zaman; o zamanlar Burcu Güneş henüz ‘çüşşş oldum yaaani tarzı sanatçılar kervanı’na (!) katılmış değildi.

Sakin sakin şarkılarını söylüyor ve kendisini Sertab Erener ile kıyaslayanları -ki bu isminin ve sesinin duyulduğu ilk günden beri yapılan bir mukayese- sakin sakin yanıtlıyordu.

Bunun yanında henüz sarışındı, saçlarını siyaha boyamamıştı ve bu denli dekolte giyinmiyordu.

Sonra zaman geçti ve sanırım Güneş de bir şekilde álemde parlamak ve starlamak için piyasanın kurallarına uymak gerektiğini fark etti.

Yani ne bileyim? Bu álemler sanki ‘hanımefendi sanatçı’lardan pek hazzetmiyor.

Herhálde ‘çüş olmadan’ olunamıyor.

Biliyorsunuzdur, Burcu Güneş, Pakize Suda’nın TV programı Mış-Muş’a katıldı. Pakize’nin Sertab ile mukayese edilmesine dair soru sorması üzerine de fena hálde: ‘Çüş oldum yani. Çüş yani... Hakikaten çüş oldum yani...’

Çüş olmasına getirdiği yorumlar da ziyadesiyle muhteşem: Sertab Erener ondan tam 13 yaş büyükmüş bir kere! Hem o öyle bir yarışmalık bir şöhret değilmiş bir kere!!!

Kendileri pek takdir ettiğimiz bir şarkıcımızdı. Bendeniz de bu hále geldiğini görmekten dolayı hicap duydum ve ‘vah vah felan oldum yani...’

Neyse, Pakize’nin dediği gibi; ‘Hadi sana iyi şöhretler’den başka edecek bir laf yok.

Neticede işin bizi alákadar eden kısmı, nasıl şarkılar söylediği ve o şarkıları nasıl söylediği... Ki, Burcu Güneş, bunu iyi yapıyor. Hakikaten iyi şarkı söylüyor...

Onun haricinde TeleVole’nin onyüzbinmilyonuncu program kutlamalarında İbrahim Tatlıses kız ben seni vurmam mı, saçlarından asmam mı, kafanda odun kırmam mı şeklinde ilerleyen güzide şarkısını seslendirirken ona vokal ve kameralar karşısında camiadan birilerinin dedikodusunu yapmak isterse, elbette yapabilir.

Bizden icazet alacak háli yok ya; kendi tercihidir.

O gibi durumlarda biz de zaplayıveririz çeker gider. Şarkılarını CD’den dinler, kendisini kliplerinde izleriz, olur biter...

Güneş, üçüncü albümü Ay Şahit’in aynı adlı çıkış şarkısında, daha önceki masum ve kırılgan kadın imajından farklı bir görünüm sergiliyor.

Hiper mini etekler, topuklu ayakkabılar ve düzgün bacaklar... Seksi bir duruş ve davetkár bakışlar...

Bunun yanında karanlık bir ormanda, ipinin ucundan tutup uçan balon misali dolaştırdığı bir dolunay ile şarkısını söylüyor:

‘Göster bana, bir sebep göster / Dönmem için sana / Anlat bana, bir şeyler anlat / İnanmam için hálá / Değiştin sen beni çok severken / Çifte kumrulardık biz eskiden / Bu defa da yine benden olsun / Döndüğüm son söz olsun / Ay şahit aşkımıza her gece / Gök şahit ettiğin yeminlere / El şahit verdiğim emeklere / Aşk şahit, bir şans daha ikimize...’

Şarkının bestesi ve güftesi Burcu Güneş’e ait. Biz nedense onu çok severken anında tornistan eden ve çekip giden manitaya yazılan bu sözleri çok manidar bulduk.

Hani dedik, belki de esas manita, Güneş’in değiştiğini düşündüğü için gitmiştir.

Belki de söz konusu manita da ‘çüş oldum’ tarzından pek hoşlanmayan bir abidir...
Yazının Devamını Oku

Aman tahtaya vurun

20 Ağustos 2004
Bu da böyle acayip bir dönem... ‘Álem batıl olmuş aaabi’ türünden... Yok Mondragon gol yemesin diye sahaya çişini etmiş, yok Fenerbahçe İstanbulspor’a büyülü yüzük yüzünden yenilmiş, sonra o büyülü yüzük bulununca Elazığspor’a yedi gol yedirmiş...

Futbol camiasında böyle bir büyülü cinli perili geyiktir gidiyor. İşin komiği, bunlar bir de ciddiye alınıp haber yapılıyor.

Bu nasıl bir iştir?

Elemterefiştir, kem gözlere şiştir...

Zira bildiğiniz üzre trenler nazara geldikleri için birbirine bindirir...

Hatta kimbilir Süreyya Ayhan da belki doping kontrolü sırasında, uğur olsun diye işememiştir...

Çarşamba günü bütün gazetelerin manşetlerinde, çarşaf gibi fotoğraflar eşliğinde Alibeyköy var. Suya kapılmış giden çocuklar... Su altında kalmış evler ve arabalar...

Ağustos’un ortasında huzura gelen bu manzara için dış mihrakların nazarı değdi mi demeli, yoksa rahmettir deyip şükür mü etmeli?

Belki de Türkiye’nin üzerinde büyü vardır. Medyum Memiş’e ya da Keto’ya bir telefon açıp soralım bari...

Yetmezmiş gibi, 17 Ağustos’un sene-i devriyesi ya, feláket tellalı deprem uzmanlarının da sözel istifra boyutunda dile gelesi geldi.

Uzmanlara ‘depremtoto’ bile oynatmışlar manitu sizi inandırsın!

‘Ben derim ki iki vakte kalmaz 7.6 şiddetinde sallar...’

‘Yok yok, en fazla 6.4 olur ama memlekette binalar dandik olduğu için onda da en az 150 bin kişi hacamat olur.’

Hele ki gökkubbe yıkılacak, memleket haritadan silinecek, deprem ve tsunami olacak, denizden dev bir balina çıkacak, İstanbul’u yutacak tonunda beyanatları günlerdir tefrika hálinde yayınlanan Celal Şengör’e yolda rastlarsam ne yaparım bilemediğim için depremden çok kendimden korkuyorum.

En hafif tabirle, nazarım değebilir... Ve şöyle söyleyeyim, benim sarhoşluğum ve nazarım, biraz pistir...

Hey ya Rab...

İçimden yine bir tertip saydırmak geliyor ama annem beni en azından bir süreliğine ağzımı bozmaktan ve kasvetli cümleler kurmaktan men etti.

Kasvet, kasvet, kasvet... İyi şeylerden bahsedileceeek, bahset!

Peki anneciğim, peki...

Yazları, hele ki böyle dışarıda ruhunuzu havalandırmak yerine bir yerlere sığınmak zorunda kaldığınız böylesi yazlarda sinema salonları, bahtsız bedevinin dolandığı çölde konuşlanmış serap mahali, bir nev’i.

Zira toplu gösterimlerde geçtiğimiz yılın kaçırdığınız iyi filmlerini izleyebilmek gibi bir fırsatınız oluyor. İyi geliyor...

Ayakta tedavi... Hem kendi gerçeğinizden kaçmak, hem de hayatın gerçekleriyle yüzleşmek adına pek şahane, en şahane medyum...

Dedim ve kendimi filmlere vurdum.

‘Bowling for Columbine / Benim Cici Silahım’ı görmemiştim, onu izledim...

Ve zaten oldum bittim hazzetmediğim, dünyanın en komik koşan düztaban ‘kahramanı’ Charlton Heston’un bu hayatta bir filmini daha izlemeye tövbe ettim.

Ve bu aralar 11 Eylül üzerine yaptığı Fahrenheit 9/11 ile ortalığı kasıp kavuran Michael Moore’un ABD’nin yeni Oliver Stone’u olup olmadığınu merak ettim.

Ve bunun hayattaki gidişatın iyiye doğru seyrettiğine mi, yoksa dünyanın her zamanki gibi Büyük Birader tarafından manipüle edildiğine mi delalet sayılması gerektiğine dair kendi kıtipiyoz çapımda düşündüm. Karar veremedim...

Benim Cici Silahım’dan sonra Sylvia’ya gittim. Geçmiş satırlarda adı geçen şu bahtsız bedevi var ya... İşte onu bir kez daha anmak isterim.

Kadından şair olur mu olmaz mı şeklinde seyreden tartışmalardan pek hazzeden maşist zihniyetin suratına külliyatı fırlatılası Sylvia Plath’i gerçekten seven herhangi birinin en hafif tabirle hakaretamiz addedeceği bir film yapmışlar.

Karakterler ve hayat üzerine hiçbir şey söylememeyi başarmışlar, tebrik ederim.

Sylvia Plath’i tanımayanlar, Allah muhafaza bu filmle tanışmaya kalkmasın. Ve bu sakalete gitme gafletinde bulunmamış şanslı Sylvia Plath-severler de, naçizane tavsiyemdir, kendisini bu filmden sakınsın.

Ya da ne bileyim, böyle dandik filmlere karşı cebinde muska taşısın...

Ha, unutmadan, söylemiş miydim? Bakın çok fena deprem olacak...

Hemen önlem alınsın, deprem çantası hazırlansın ve deprem çantasına mutlaka ama mutlaka bir nazar boncuğu takılsın...
Yazının Devamını Oku

İyiniyet buhranı

19 Ağustos 2004
‘Hatırlıyor musun kim olduğunu? Hálá hissedebiliyor musun?.. Ne zamandır farkında mısın yokluğunun? Arasan bulur musun kaybolduğun yerleri? Gündüzün geçtiğini fark etmedin bile. Anılar sinemasından bir bilet almışsın bu gece. Ömrün küsmek ve pişmanlıkla geçip gidiyor. Hálá aynı soruyu soruyorsun kendine.

İçin öyle sıkılır; kimse bilmez neyin var, sen bile... Olup bitenleri seyredersin öylece. Yalnızsındır kalabalıklar içinde; kim daha iyi bilir ki? Bir ses vardır çözer her şeyi; yasaktır, duyamazsın...

Bazen kendi kendi gölgene basar sendelersin ıssız sokaklarda. Bir karayel eser, üşütür, yalnızlığını yüzüne vurur. Çıkar gelir pişmanlıklar en zayıf anında; boğazında yıllanır bir düğüm. Umrunda mı zamanın senin küskünlüğün?..’

Hálá Nev’in, yukarıda sözlerini okuduğunuz Bazen isimli canım şarkıyı da ihtiva eden Sen Gibi albümüne takılmış gidiyorum.

Hálá yağmur yağıyor, seller akıyor, homur kızı bendeniz de melül melül camdan bakıyor...

Ve yine bir kasvet muhabbetine girdiğim için özür dilerim ama hálá leş gibi hissediyorum...

Yeter ama, yetmeli değil mi? Bu depresif hezeyanı bir yerde kesmeli, değil mi?

Çok haklısınız... Çok çok haklısınız...

Ben de sıkıldım her an öfkeli, her an bette bir insan olmaktan.

Tamam ya, bitti...

Bundan böyle her şeye iyi tarafından bakacağım. Naçiz muharrirenizin varlığı varlığınıza armağan, kurduğu her cümle, bünyenize moral olsun...

Bakın şipşak, kendimi zaplıyorum ve şırımşık, cici ötesi, iyiniyet budalası bir moda zıplıyorum...

Nereden başlasak? TeleVole’nin 500. program kutlamasında İbrahim Tatlıses’in söylediği; Asena’ya hitaben yazılmış o şarkı meselá, ayyy, ne hoş şey di mi? Öyle lirik bir anlatım ki oha falan oldum yani: ‘Kız ben seni vurmaz mıyım, saçlarından asmaz mıyım? Senin gibi zalimi tarihlere yazmaz mıyım?’ Poetika lan, poetika...

Gerçi şarkıyı söylerken sözlerini unutmuş ama?.. Eh, hep böyle sözler terennüm edecekse kendisine esenlikler ve eee ne dileriz? Neydi be? Hah, amnezi...

Ay ama ne aşk di mi? Çok şeker, nasıl derler, pek keyifli...

Sonracığıma, Mardin’de bir tren raydan çıkmış ama iyi tarafından bakmak lázım... Hiç ölü ya da yaralı yok, Allah sizi inandırsın. Çünküm niye? Çünküm yük treni şekerim... Hani geçen hafta da bi tane çıkmıştı. Şeyden yine; raydan... Ööö’le yani... Şaaa’ne yani...

Sooon’a, yaşasın; bakın Çocuklar Duymasın dizisi devam edecekmiş. Öyle buyurdu, dizi gurusu, lamba cini, skandalların harici mağduru Birol Güven: ‘Efsaneler ölmez!’ Öyle dedi...

Çok şükür. Geçen hafta Semiha Berksoy Hak’kın rahmetine kavuştuğunda bir an için korkmuştuk gerçi... Yahu bu yaz dönemleri geldi mi efsaneler peşpeşe vefat ediyor diye ama çok şükür ki Çocuklar Duymasın hálá hayatta. Çünküm EFSANEler ölmez...

Bi’ dakka ya... Ay pardon ayol ya... Yoksa bu kadar nefaseti bir arada kaldıramadı mı bünye?

Midemde bir şeyler hissediyorum. Dönüyor mu ne?

Ben bi lavaboya kadar gidip geleyim, dönüşte bu iyiniyet buhranını bıraktığımız yerden yakalarız e mi benim canlarım?.. Ben bi koşu kusup geliyorum...

Asparagas

Efsane Amerika’da

Çocuklar Duymasın dizisinin bitmeyeceğini ‘Efsaneler ölmez’ cümlesiyle ifade eden, Havuç Emmre ve Feminist Duygu’nun, anne ve babaları bir yıllığına Amerika’ya gitmiş olacağı için dizideki yan rollerden ona, buna, şuna emanet olacağını açıklayan Birol Güven’in diziyi nasıl kurtaracağı ortaya çıktı: ‘Önümüzdeki aylarda Bill ve Hillary Clinton ‘birbirlerine mecbur olduklarına’ aydıkları için nikah tazeleyecekler. Ben de Meltem ve Haluk’u Amerika’da evlendirmeyi düşünüyorum. Türkler’de balık hafızası vardır. Ve kü-çük Amerika olmak için de onulmaz hırsları... Bizimkilerin Bill ve Hillary’nin nikáh tazelediği yerde yanyana bir fotoğraflarını yayınlayayım, seyirci sevinç gözyaşları döküyor mu dökmüyor mu, o zaman görürsünüz... Gül gibi proccce şey ettirmişim, kimselere yedirmem. Efsanemi geberttirmem.’
Yazının Devamını Oku

İşte benim en sevdiğim şeyler

15 Ağustos 2004
<B>J</B>ulie Andrews’ün; yıllar sonra ‘Ulan ben o kikirik zırvalarda rol almayı nasıl ve niçin kabul ettim?’ sorusu eşliğinde andığı filmlerinden biri olan Neşeli Günler’de bir sahne vardır. Dilerseniz, önce müzikali şöyle bir hatırlayalım.

Bir Avusturya manastırında büyüyen ve fakat haylaz tabiatlı bir Çalıkuşu olan Maria, genç kız yaşlarına ulaştığında, rahibeler tarafından Yüzbaşı Von Trapp’ın evine yollanır.

Pollyanna’yı açık ara geride bırakacak kıvamda, neredeyse eblehlik boyutunda iyi niyetli ve iyi kalpli Maria, disiplin hastası, dul Von Trapp’ın boy boy çocuklarına bakacaktır.

Maria, başta evin manastırdan beter bir Nazi kampı olduğunu görüp dehşete kapılacak, ancak sonradan çocukların aslında çok fırlama ve fakat sevgi ve şefkate fena hálde aç olduklarına ayacaktır.

Tabii ki onları sevgi manyağı yapmakla kalmayacak, aynı zamanda bulaşıcı cici tabiatıyla umut budalası kılacak, sadece çocukların değil, Von Trapp’ın buz kesmiş kalbini de kazanacaktır.

Ve tüm bunları, pek ince perdeden söylediği, abidik gubidik şarkılar eşliğinde başaracaktır.

İkinci Dünya Savaşı kapıdadır; üstelik Yüzbaşı, çocukların hiç sevmediği bir kadınla nişanlıdır ama olsundur. Hayat yine de ekmek kadayıfı tadındadır; güzeldir, hoştur...

İşte o ‘garibin ekmeği umut’ modeli şarkılardan biri olan ‘Favorite Things / Sevdiğim Şeyler’i de, çocukları avutmaya çalıştığı bir sahnede söyler. (Gerçi şarkının ‘o kadar da’ hakkını yemeyelim. John Coltrane icra ettiğinde ya da Tony Bennett söylediğinde kulağa hiç de fena gelmez.) Şarkının ilk ve son kıtası acele bir çeviriyle, şöyledir:

Güller üzerinde yağmur damlaları ve kedi yavrularının bıyıkları... Parlak bakır çaydanlıklar ve yumuşacık yünden eldivenler... İple bağlanmış kesekağıdından paketler:

İŞTE BENİM EN SEVDİĞİM ŞEYLER...

Ne zaman köpek ısırsa, ne zaman arı soksa... Ne zaman mutsuz hissetsem...

Sevdiğim şeyleri hatırlarım ve böylece kendimi O KADAR DA KÖTÜ hissetmem...

Şarkı böyleyken böyle...

Geçenlerde ana haber bültenleri arasında zaplarken, bir baktım ki zihnimde şuursuzca devşirdiğim şarkıyı şuursuzca mırıldanmaktayım... Ey okur, balataları iyice sıyırmış mıyım, gidip acilen bir kliniğe yatmalı mıyım; sen söyle:

‘Şimdi de iyi haberler’ diye lafa giren ‘Türkiye’de iyi şeyler oluyor’ diye devam eden spikerler...

Mutlu mesut otlayan öküz ve ineklerin baktığı, raydan çıkmayan ve çarpışmayan trenler...

Mazgallardan akan, 1257 eve su basmasına neden olmayan yağmurlar ve adam gibi altyapılar...

Az şiddetli depremlerde ve hatta durduk yerde yıkılan evler inşa etmeyen, malzemeden çalmayan müteahhitler...

‘Yaraları saracağız’ palavrasından öte edecek lafı olan yetkililer...

Evini su basmış, üç çocuğunu kaybetmiş gariban ve acılı bir aile için ‘O ailenin yapısında bir sıkıntı var’dan daha mákûl bir cümle kurabilen valiler...

Seri feláketlerin yaşanmadığı huzurlu günler...

Ve tüm bu olan bitenleri Allah’a havale etmeyen, istifa kelimesini Afrika’da yetişen bir tür gazoz ağacı zannetmeyen bakanlar:

İŞTE BENİM EN SEVDİĞİM ŞEYLER...

Ne zaman bir feláket peydahlansa, ne zaman bakanın biri ağzını açsa...

Ne zaman insanlığımdan utansam...

Sevdiğim şeyleri hatırlarım ve bunların hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiğim için DAHA DA BOKTAN hissederim. Zira burası Türkiye, bilirim. O KADAR DA SALAK değilim...

Tral-la-laaa....

Zincirleme reaksiyon

Eli kulağındadır... Bir ‘Yine sevgilimden ayrıldım ve yine kendimi keşif yolunda illüminasyon yaşadım. Benim için en önemli şey işim. Artık özel hayat meselesini bitirdim. Kalp defterini kapattım. Her türlü teklife açığım’ beyanatı da Hande Ataizi’nden bekliyorum.

Diyeceksiniz ki; ‘O bir kere sevgilisinden değil, kapı gibi bir haftalık kocasından ayrıldı. Üstelik ne teklifi; zaten reytingi olan bir dizide oynuyor.’

Olsun, fark etmez... Bu magazinel bir reflekstir... ‘Söylemezsem çatlarım, doğam elvermez’ meselesidir.

‘Manita gitti, HER TÜRLÜ teklife açığım’ magazin dünyasının en güzide, olmazsa olmaz klişesidir.

10 küsur senedir, Zekeriya Beyaz’ın sosyolojik merakından porno seyredişini andıran bir yaklaşımla; yanisi meslek aşkıyla, vallahi sırf iş icabıyla (!) bu ‘tür’ü lup ile izliyoruz.

Ablaya bilmişlik taslamayın yani! Herhalde burada ihtisas konuşturuyoruz!

Memleketin ilk ‘evlilik öncesi anlaşma’ sorunsalı ya da geyiği, cümlemize hayırlı uğurlu olsun...

Şimdi zincirleme reaksiyona buyrun. Neymiş?

Bir sonraki perdede, Seren Serengil’in popstarda derece almış bir arabeskçi aday adayı ile ilişkisi, adamın, Serengil’in annesinin dayattığı evlilik öncesi anlaşmasını imzalamayı reddetmesiyle nihayete ererse, hiiiç şaşırmıyoruz.

Bil-er-kişi

Haberi gördünüz mü? Romanya’nın kumsallarıyla ünlü kıyı kenti Köstence’de polis yetkilileri, 60 yaş üzeri kadınlara üstsüz güneşlenme yasağı getiriyormuş. Zira polis, ‘pervasızca’ güneşlenen yaşlı kadınlardan ‘korkan’ genç turistlerden çok şikáyet alıyormuş.

‘Üstsüz güneşlenen güzel kadınları seyretmenin her zaman keyif verici olduğunu’ söyleyen bir polis memuru; ‘Ancak yaşlı kadınlar için bunu söylemek zor’ diyerek memnuniyetsizliğini dile getirmiş.

Siz bu asparagas olması kuvvetle muhtemel haberi görmediyseniz bile eminim ki Erman Toroğlu atlamamıştır. Yarın öbür gün, köşesinde bu konuyu en ‘bil-er-kişi’ üslûbuyla ele alır.

‘Aldatmayan erkek ya kendine güvenmiyordur ya da beceriksizdir’ üzerine ‘Çapkın erkek yoktur, çapkın olan kadındır. Gerisi hikáye... Hangi erkek zorla bir bağğğyanı götürüp de çapkınlık yapabilir’ şeklinde peşpeşe vecize yumurtlayabilen bir ‘iç-bayan-organlar’ mütehassısı, üstelik kurallar konusunda otorite tonundan konuşmaya alışkın bir eski hakemse, hayatta susmaz.

Bizleri, kadınların hangi yaşta ve ne şekilde meme açmasının uygun olduğu, erkeklerin bu kadınlara ne gibi durumlarda nasıl bakması gerektiği konusunda tez vakitte aydınlatmasını bekliyoruz.

Kuş uyur, su uyur, Haydar Dümen uyur; Erman Toroğlu, uyumaz...

Beni ben yapan şeylerden geçtim

mesela gözaltı beyazım ve dudak kalemim

Seren Serengil hiç pes etmeyecek değil mi?..

Ne zaman bir manita eskitse yaptığı üzre, röportaj üstüne röportaj veriyor yine bu aralar. Seren Serengil, yine yeni yeniden, ‘kendi -piyano çalan ve çocukken baleye gitmiş olan zengin çocuğu- seviyesinden düşük’ bir adamı ‘adam etmeyi’ beceremedi ve yeşil sahalara döndü ya hani...

Her zamanki komik ötesi üslûbuyla, Sema Denker’in teybine doğru, yoruma hacet bırakmayan yazısız karikatür misali dile geldi:

* Benim için artık özel hayat bitmiştir. Başarı çirkin olan bir kadını güzelleştirebiliyor, insanı hayatta daha kuvvetli yapıyor. Artık önce mesleğim, sonra ben ve en sonda da aşk gelecek.

* Hiç alaturka değilim. Giyimden yaşam tarzıma kadar hayatta her şeyin kalitelisini seviyorum. Ama ilişkimde prestij aramıyorum. Çünkü ben kendim bir değerim. Ayrıca çok iyi aile çocuklarının çok kez hesabını ödemişimdir de. O yüzden ambalaj değil, içindeki önemlidir.

* Şu an nadasa bıraktım kendimi. Çok güzel kilo verdim, vermeye de devam edeceğim. Sonra işime dört elle sarılacağım. Çok kabiliyetliyim, güzelim, iyi bir insanım. Sanat camiasında niye bu örnekler çoğalmasın ki?

* İyi bir oyuncu olduğuma inanıyorum. Ancak hep sahne sanatçısı ya da bir süs bebek gibi lanse edildiğimden dolayı, başka hiçbir şey yapamayacağım sanılıyor. Oysa ben çok güzel bir köylü kızı da olabilirim, şehirli de... Kostüme dayalı bir dizi filmde oynamak istiyorum.

* Çocukça davranışlarımı, boşverişlerimi, dudak kalemimi, gözaltı beyazımı, aynamı, en doğrusunu ben bilirimleri, sevgiliyi, aşkı, fedakárlıklarımı, her şeyi ama her şeyi bıraktım.
Yazının Devamını Oku

Mirkelam’ın klibi kızgın kumlardan serin sulara Pereja ferahlığında

14 Ağustos 2004
Anlaşılan o ki bu sene Yaz, iláhi güçler tarafından iptal edilmiş. Gelmeyecek... Belki gül gibi mevsime kem gözlerin nazarı değmiştir. Ya da ne bileyim, mevsim normallerinin habire rötar yapması, belki de taammüdendir. Yani, feláket habersiz gün geçmeyen ve bu feláketlerin ardından ‘önemli kişiler’ tarafından verilen beyanatlar yüzünden her öğünde üç porsiyon kafa yedirten böylesi bir dönemde, ben de Yaz olsam, gelmezdim.

Hak vermek gerek...

İstanbul’da tam 1275 yeri su basmış... Yağmur perşembe itibarıyla azalacak diyorlar ama pazar günü yine kuduracakmış...

Hangisi hatırlamıyorum, gazetelerin birinde havaların bu durumuyla ilgili psikolog görüşüne başvurmuşlar. Arar-tarar bulurdum ama maalesef takattan düşmüş ve ağır salaklaşmış vaziyetteyim birkaç gündür.

Niye mi? Şöyle ki: Güneşli gün beklentisi olan insanlar, o günlerde hava kapalı olursa kolaylıkla depresyona sürüklenebiliyorlar.

Ben söylemiyorum, o haberdeki doktor söylüyor.

Tevekkeli... Bu durum benim yaklaşık bir haftadır içinde bulunduğum durumu gayet sarih açıklıyor.

Eh, zemin depresyona müsait olsun da bu naçar bünye maça, topa, yani depresona girmesin... Mümkün değil...

Bizde öyle bir bünye var ki kuru havadan nem, nemli havadan depresyon kapmak adına 24 saat aportta bekliyor.

Yağmursa yağmur, kapalı havaysa kapalı hava... Nemi hiç sormayın... Sokakta iki dirhem nefes alabilmek için şnorkel ya da oksijen tüpü takmak gerekiyor.

Eh, hakkıdır Yaz’a tapan bünyenin depresyon, bu durumda...

DEPRESYON GEYİĞİ

Birkaç ay önce, yine böyle depresyondayım... (Sormayın, elálem lafa ‘Yine böyle bir gün Akmerkez’deyim’ diye girer; biz habire ‘yine bir gün böyle depresyondayız...’)

Ama savaşçı ruhlarız ve savaşmadan teslim olmayız ya...

Bilin bakalım ne yaptım?..

Tipik psikolojisi bozulmuş kadın ilacına başvurdum ve saçları kestirdim.

Uzunla kısa arası bir model... Burhan, saçımı kesti ama o kesiş beni kesmedi...

İndim, bir daha kestirdim... Aynı gün içinde iki kez saçımı kestirdim! Anlayın hálimi yani... Şimdi benim saçlar Afacan Alican modeli...

İki parmak uzamayagörsünler. Hani öyle bir şey mümkün değil ya, SSK’da ucuza Roche ilacı bulmuş hasta misali, bir koşu kuaförün randevu listesinde sıraya girip biraz daha kestiriyorum.

Ama kesinlikle iyi geliyor. Sizin içinize de benimki kadar kasvet bastıysa size de öneririm.

Bunun yanında, bol bol yazlık şarkı dinleyin, yaz ferahlığı taşıyan klipler izleyin ve bol bol çalkalayın azizim...

Mirkelam’ın Önerisi gibi, Mirkelam makamından, hararetle tavsiye ederim.

Mirkelam, bir garip adam...

İlk büyük çıkışının nasıl gerçekleştiğini cümle álem biliyor.

EN BEĞENİLENDE SEKMEZ

Süreyya Ayhan’ın bile nasıl ve niçin koştuğu, onun ‘o’ koşuşu kadar gündem yaratmamıştır. Üzerinden neredeyse bin yıl geçti. Yine de bugün bile hálá -işbu köşede de olduğu gibi- onunla ilgili, içinden o ‘koştur koştur çıkışın’ geçmediği tek bir röportaj yapılmıyor, tek bir metin kaleme alınmıyor.

Mirkelam’ın ilk kez ana haber bülteninde yayınlanan ’ Her Gece ile ‘patlamasının’ ardından yaptığı üç albüm var.

Garip dememizin sebebi de bu.

Türk popunda, hangi sanatçıyla röportaj yapılsa, en beğendiği müzisyenler arasında Mirkelam’ı sayar.

Adam hakikaten iyi müzisyen; haklılar...

Gelin görün ki Mirkelam, bir türlü, o ilk çıkışındaki imajından sıyrılıp, o ilk albümün başarısını yakalayıp, kendini aşmayı beceremedi.

ŞIKIR ŞIKIR BİR ŞARKI

Müziğini herkes takdir ediyor. Ama Mirkelam, bir türlü o starlık mertebesine yükselemiyor.

Gerçi bunu ne o, ne de dinleyenleri çok fazla umursuyor.

Yine de gönül, kendilerinin o ‘koşan adam’ yaftasından yırtmasını ve salt iyi müzikten anlayanların ve müzisyenlerin kalbinden öte bir yerlerde yer almasını arzu ediyor.

Mirkelam’ın taze-çıtır dördüncü albümü Kalbimde Parmak İzin Var, gayetten başarılı bir çalışma. Bu albümde yer alan Aşkımsın ve onun klibi de keza...

Yönetmen Hakan Yonat’ın klibe yer yer serpiştirdiği birbiriyle ve kamerayla sevişir gibi yapan iki mankenin ucuz ve yapmacık görüntüleri bir yana, kızgın kumlardan serin sulara modeli bir Pereja ferahlığı taşıyor.

Rengárenk cıvıl cıvıl bir klip, neşeli, iştah kabartan, şıkır şıkır bir şarkı...

Tıpkı o ilk klibinde koşarken belli bir akselerasyonla tırıstan depara kalkışı gibi: Mirkelam, sanki olgunlaştıkça, stilde ve dansta kopartmaya ahdetmiş görünüyor.

‘Kop da gel’ modeli: O şapkalı beyaz takımdan mı söz etmeli, offbeat kalça kıvırtmasından mı bilinemiyor...

Bu sene Yaz hiç gelmeyecek mi? Gelmeyecek sanki... Biz de hüzünlü şarkılar yerine bir süre böylelerine takılıp o sahilde olduğumuzu hayal edelim bari:

‘Çamlar, palmiyeler, çamlar / Güneşin gözümü aldığı / Gözünün gözüme daldığı / Anlar ah o anlar / Ellerin elimde / İçimde bir deniz / Ne kalır geriye / Ağustos böcekleriyiz / Senle ben birlikteyken / Kumlara uzansak / Dalıp dalıp denizlerden / Hayaller çıkarsak / Derin derin, uzun uzun / Baksam sana / Aşkımsın adlı şarkıyı / İstesem senden / Aşkımsın (Çikolatam) / Aşkımsın (Limonatam)(...)’

Bu da böyle bir dönemmiş. Olsun varsın... Gerekirse Yaz‘mış gibi’ yaparız.

Depresyonumuzu dondurma niyetine yalar yutarız... Hatta onu turunç gibi dilimler, nane gibi yolar da buz gibi bir bardak limonataya katarız...
Yazının Devamını Oku

Hırs akıldan hızlı koşunca

13 Ağustos 2004
Sabah’ın İkitelli’deki eski binası Medya Plaza’da -álemde aşk ve futbol gurusu (!) olarak anılan ve bu tanımlamayı yaptığım için muhtemelen ilk karşılaşmamızda falakaya yatıracak olan- pek haşmetli bir arkadaşımızla, dergileri birbirinden ayıran paravanlardan birinin üzerine yerleştirdiğimiz çöp kutusunu pota yapmış, küçük bir topla basket oynuyorduk. O kadar primitif bir durumda ne kadar oynanırsa, ona basketbol oynamak denebilirse işte... Mavra yapıyorduk...

Ben yine de nasıl kaybetmişsem kendimi artık, bir an için durdu ve hayatında ilk kez görüyormuş gibi suratıma baktı.

‘Bak sen şu işe... Demek sen de bile hırs denen şeyden varmış’ dedi.

Kendileri, o dönemlerde, potansiyelimi taammüden kullanmadığıma dair sık sık diskur çekmeyi vazife edinmişti.

Boş konuşmuyordu ama yine de söyledikleri, nasıl desem, bana gaz vermek yolundaki iyi niyetli gayreti, nafileydi.

Zira doğrudur... Benim bünyede hırs denilen naneden pek yoktur.

Hem üşenirim hem de tenezzül etmem pek çok şeye.

Bilemiyorum, siz isterseniz bu yaklaşıma kibir deyin. Ben tevekkül addederim.

Yalanım yok; böyle...

Fakat, işte, basketbol dediniz mi akan sular durur. Daha doğrusu, dingin sular kudurur.

O her şeyin, eğer hak ediyorsa, nasılsa ayağına geleceğine inanan ve ihtirastan sakınan hımbıl ben gider, yerine Tazmanya Canavarı gelir.

Basketbol oynarken normalde yapmayacağım pek çok şeyi yaparım: Rakip takımda kardeşim olsa tanımam. Hatalı top sürdüysem ve hakem düdük çaldıysa, haklı olduğunu bildiğim hálde çamura yatarım.

Bazı bazı kendimi kaybedip kasti faul bile yaparım...

Süreyya Ayhan hepimize haksızlık etti değil mi? Milli davamıza ihanet etti değil mi?

Vatan haini ilan edilmesi, linçten geçirilmesi caiz, hatta katli vaciptir, değil mi?

Süreyya Ayhan, doping yaptıysa, hele ki Olimpiyatlar’da yarışacakken, çok yazık etmiş.

Sporun ruhuna, asaletine, en çok da kendine...

Yine de: Süreyya Ayhan, bugüne kadar elde ettiği, şimdi bir kalemde hiçe sayamayacağımız başarılarına, ‘rağmen’ ulaştı.

Size, bize, hepimize rağmen...

Sporda hile hurdanın meşru addedilebilecek hiçbir tarafı yok, biliyorum. Fakat Süreyya Ayhan’a bakınca, kışkırtılıp sıkıştığı köşedeki yalnızlığını, incinmişliğini de görebiliyorum.

Vaktiyle BBC’de Ben Johnson ile ilgili bir belgesel izlemiştim.

Seul Olimpiyatları’nda 100 metrede, 9.79’luk, ‘imkánsız’ rekoru kırdığında Kanada’da kopan fırtınayı, sonra dopingli olduğu ortaya çıkınca, Johnson’ın madalya ve haysiyetiyle birlikte ülkesini de kaybettiğini anlatıyordu.

Vatandaşlıktan çıkarılmamıştı belki ama insanlar suratına tükürdüğü için o gün itibarıyla sokaklar ona haram olmuştu. Artık ebediyen koyu bir yalnızlığa mahkûmdu...

Seoul’de aynı takımda yarıştığı arkadaşlarından biri, bunu çok saçma bulduğunu anlatıyordu: ‘Onu vatan haini ilan ettiler. Hep aynı şeyi soruyorlardı: ‘Bunu bize nasıl yaparsın?’ Bu insanlar ne zannediyor? Atletler, ne tribünler için, ne üzerlerindeki forma için yarışırlar. Bir koşucu, kendine rağmen kazanmak için koşar. Bize bunu nasıl yaparsınmış! Ben, ne yaptıysa kendisi için, kendisine rağmen, kendisine yaptı.’

Asparagas

Aşkolsun


Telekulak Çetesi’nin magazin medyasına geçtiği telefon deşifrasyonuna göre, Hülya Avşar, Mehmet Ali Erbil’e telefon açtı ve niçin, daha iyi bir saldırı performansı sergilemediği konusunda hesap sordu. Mehmet Ali Erbil, bunun üzerine burulduysa da altta kalmayarak, Hülya Avşar’a beter sitem etti: ‘Ben neler yaptım, neler, neler yaptım... Çarkıfelek’e konuk gelip programı terk eden ılgın tabiatlı bir şarkıcıya sinkaflı küfrettim. Son’acığıma, son karımın annesiyle mahkemelikler oldum. Bir programına davet etmedin. Ağzını açıp tek kelime söylemedin. Üstelik, kaynana davasının ekonomik boyutu da vardı, sen ki bu ülkenin en başarılı ekonomistisin, şov programına davet ettin mi, etmedin... Ben sitem ettim mi o zaman? Şimdi neyin hesabını soruyorsun?’
Yazının Devamını Oku

Buyur, bi’ norm al

12 Ağustos 2004
Benim ezber, normalin kıstasları söz konusuysa, oldum bittim dağınıktır ama artık ‘normal’i bir mefhum olarak hepten yitirmiş bulunuyorum. Normal ne, anormal kim?.. Yok yani en ufak bir fikrim...

Dışarıda mevsim normallerini pek iplemeyen sapık bir yağmur ki muttasıl yağıyor. Taksim de dahil olmak üzere İstanbul’da birçok yeri sel basmış.

Tıpkı bünyeyi basmış olan kasvet gibi... Canım hiçbir şey yapmak istemiyor.

Kapıları, pencereleri, perdeleri, telefonları kapatıp, yataktan hiç çıkmayıp, öyle mal gibi durmak, gözümü duvarın bir köşesine dikip mel mel bakmak istiyorum.

Ama maalesef gazeteleri, ajansları taramak lázım.

Tamer Karadağlı ne halt etmiş?

Mehmet Ali Erbil bu konuda ne demiş?

Eksik kalırsa hakkı kalır, aaa, bak valla arkandan ağlar Hülya Avşar, konuya ne mene bir yorum getirmiş?..

Bilmek lázım...

Çok lázımmış gibi...

Lázım... Normaldir...

Şöhret, ne acayip bir müessese...

Kendine yabancılaşmanın boyutu, bir noktadan sonra şuur yitmine otomatikman mı varıyor ne?

Tamer Karadağlı’nın ‘kasedi çıkan ünlüler kervanına katılması’ üzerine Mehmet Ali Erbil’in ne dediğini biliyorsunuz değil mi?

Evli bir erkeğin karısını aldatmasını hiç doğru bulmayan ve katiyyen tasvip etmeyen Erbil; ‘Gururlu kadın bavulunu alır gider’ dedi.

Bu ahkámı keserken herhálde, defaten aldattığı hálde kendisini affettikten sonra iflah olmayacağına aymış ve bavulunu alıp gitmiş olan sayısız kadından yola çıkıyordu.

İhanet konusunda ihtisas sahibi bir insan... Bir bildiği var yani...

Tamer Karadağlı, tabii ki bu sözlere çok içerlediğini, herkesin önce kendi kapısının önünü temizlemesi, ondan sonra konuşması gerektiğini söyledi.

Mehmet Ali Erbil, aynı zamanda Hülya Avşar’a dava açmaya hazırlanıyor bildiğiniz gibi...

Zira eften püften mevzularda polemik yaratmak dalında ağır siklet Türkiye Şampiyonu Hülya Avşar, kendi adını taşıyan dergide, çıtır kadınlardan hoşlanan yaşını başını almış erkekler için Kart Finans tanımını yaptı.

Ve bunları örneklerken, Mehmet Ali Erbil’in adını da konunun içinden geçirdi.

Sen misin Erbil’e kart ve zengin zampara diyen!?!

Erbil bittabii yemedi içmedi, esti ve gürledi: ‘Bu tarz laf atan ve yorumda bulunanların ilk önce kendilerine bakması lázım. Daha doğrusu geçmişlerine, evli erkeklerle yaşadıkları ilişkilerine bakmaları gerekiyor.’

İşin komiği Erbil, Tamer Karadağlı’nın ‘Herkes kendi kapısının önünü temizlesin’ lafını üzerine alınmamış, zira ‘onun kaseti çıkmamış!’ Bunun yanında Erbil, aslında Avşar’ın Kart Finans’ını da üzerine alınmıyor! ‘Kart kullanmadığımı herkes bilir. Onun için hiç üstüme alınmadım. Kart kullananlar düşünsün’ diyor.

İyi de madem alınmadı; niye dava açıyor? Bilinemiyor...

Batı’nın en hızlı cevap çeken polemikşörü Hülya Avşar, bunun üzerine; ‘Hepimizin gülmeye ihtiyacı var. Mehmet Ali üzülmesin, o kart değil platinyum. Tepkisi anlamsız. Mali’nin ‘Evli erkeklerle ilişkisi olmuştu’ demesi beni kırdı. Geçmişime gerçek olmayan laflar atıp seviyesizleşmemek gerektiğine inanıyorum’ dedi.

Zira Tanju Çolak, Afrika’nın çöllük bir bölgesinde yer alan şirin bir kabilenin ismi bildiğiniz gibi...

Yahu, bu insanlar, bir taraftan da baktığınızda, taş gibi yetenekli oyuncular.

Bu kekeme gevezeliğe sardırmasalar olmuyor mu, olamıyor mu?

Olamıyor... Şöhretlerin birbirlerine çemkirmelerinin rating getirdiği dönem bu.

Herkesin iki satır arasında seviye kelimesini kullanmadan rahat edemediği ama seviyeden söz etmek için elzem olan bazın, temelin, uzay boşluğunda, kara delikte filan kaybolduğu dem bu dönem...

Normaldir...

Hah, bak biz de bu konuda aparat olduk. Yine...

Görmezden gelebiliyor muyuz? Gelemiyoruz...

Normaldir...

Çözdüm lan ben bu normal meselesini...

Normalim; şükür...

Ya da Mehmet Ali Erbil jargonuyla dile getirecek olursak:

Ehehehehe, öpsün beni Hakan Şükür...
Yazının Devamını Oku