Ebru Çapa

Gensoru yemedi Bensoru’yu deneyelim bari

8 Ağustos 2004
Sizin öyle aranızdan birileriyle ilgili gensorulara, hatta gazetecilerden gelen basit ve temel sorulara pek tahammülünüz yok; biliriz... Yine de sormadan edemeyeceğiz:

Siz müminsiniz değil mi? Yani içinizde Allah korkusu, insan sevgisi var; olmalı, değil mi? Bunlar iyi bir Müslüman olmak için olmazsa olmaz şartlar, değil mi?

Peki nasıl oluyor da 38 kişinin hayatını kaybettiği vahim bir kaza söz konusuyken, bir milletin suratına baka baka dalganızı geçebiliyorsunuz?

Nasıl oluyor da; ‘Bu kestiğim, racon değil de belki kabir azabına doğru hızlandırılmış sefer biletimdir?’ diye korkmuyorsunuz?

Kem gözlerin nazarıymış!.. AKP adına konuşan Nusret Bayraktar öyle dedi: ‘Ülkemiz güzel ülke, icraatlarımız güzel icraatlarla dolu. İktidarımız ve partimiz güzel ama güzelliklere ne derler; ‘Allah sizi kem gözlerden korusun’ derler. Bu olay aslında kem gözlerin bir nazarıdır. İlahi tecelli bu şekilde tecelli etmiştir.’

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, kazanın sebebini ‘Allah’ın takdiri’ diye açıklamıştı.

Bayraktar pişkinlikte el artırdı, mevzuyu muhalefetin kem kem bakan gözlerine havale etti.

‘Allah sizi kem gözlerden korusun derler’miş! Ah, ve fakat, iktidara, kem gözlerin nazarı değmiş.

Demek ki Allah sizi kem gözlerden korumuyor. Neden acaba?.. Neden dersiniz?..

Allah’ın takdiri sorgulanmaz. E, ne yapalım? Belki siz de CHP için ‘kem kem bakıp bakmadıklarına’ dair bir gensoru önergesi sunabilirsiniz?

Taş gibi bir tekelsiniz işte... Hatta prosedürü ilerletir, 320 milletvekiliyle basarsınız düğmeye, mevzuyu ‘İktidarın şeker pembesi icraatlarına kem kem bakılmayacak, melül melül, hülyalı hülyalı, máşuk máşuk bakılacak’ şeklinde kanun hükmünde bir karara bağlamaya kadar vardırabilirsiniz.

O kazada ihmalden, görev suiistimalinden insanlar öldü. Ve nazar değe değe size mi değdi?

Hiç mi utanmıyorsunuz?

O akıllara seza konuşmayı yaptığı sırada Nusret Bayraktar’a bir bakmışım ki... Yakasına nazar boncuğu, cebine muska falan kesmez, alnının ortasına at nalı çaksa, yeridir yani...

Siz müminsiniz değil mi? İçinizde Allah korkusu var, değil mi?

E, peki nasıl yani? Bir ara 10 dolara cennet tapusu satıyorlardı hani... Onlardan mı aldınız? Cennette tapunuz mu var? Neye güveniyorsunuz?

Bu Hande Yener aşar bizi

Hiç üşenmedim, yerimden kalktım, magazin bölümünün oraya gittim. (Aramız toplasanız 20 metre, bendeki üşengeçliğin boyutlarını varın siz hesap edin!) Taraştırmacı bir gazeteci, sormadan soruşturmadan öyle yazı mazı döşenmez ey okur! Böyle de işinin hakkını veren bir muharrireyim. Sema’yı (Denker) bulup ille ki bir şey sormam lázım... Buldum nitekim...

‘Ya’ dedim, ‘sen şu Hande Yener’le yaptığın röportajda hiç oynadın mı abi? Hani ne bileyim, röportaj uzun gelmiştir?.. Cümleleri öyle birbirine ekleştirdiğinde, sıkışmıştır, tıkışmıştır; o yüzden o laflar o kadar sırıtmış olabilir?’

‘Yok’ dedi Sema; ‘Ne okuduysan o...’

Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor adlı üçüncü albümünü çıkaran Hande Yener dile gelmiş:

* Ben paramı işime ve çocuğumun iyi bir eğitim alması için ona harcıyorum. Arkamda hiçbir güç olmadan, hayata sıfırdan başladım ve bugün bu noktadayım. Tıpkı rahmetli Sakıp Sabancı gibi...

* ‘Nasıl olsa Hande Yener oldum’ diyerek durmuyorum. Dünyadaki starları kendime örnek alıyorum. Son yıllarda hiçbir şekilde Türkçe müzik dinleyemiyorum.

* Her an aşk yaşamaya hazırım. Korkmuyorum... Çünkü erkekleri artık çözdüğüme inanıyorum. Eskiden, kendi kendime sevip, aşkı kendi dünyamda ilahlaştırıyordum. Şimdi partnerimin böyle yapmasını istiyorum.

* Hayatımı bir kitap háline getirmeyi düşünüyorum. Bunu birisine yazdıracağım. Benim hayatım 24 saat içinde çok değişir. Bu kitap öyle magazinsel içerikli olmayacak.

HÖ? Nasssı’yaaani? Hande Yener’in geçenlerde buyurduğu ‘Beni artık entelektüeller dinleyecek’ lafı boşuna değilmiş; benim anladığım budur.

Bu cümlelerden, varsa eğer bir anlamı, anlam çıkarmayı, ancak ve ancak hakikatli bir entelektüel becerebilir. Aşmış bişi yani... Aşar biz sıradan vatandaşları, biz Hande Yener felsefesini kavrayamayan fanileri.


Belediye baksın

Müthiş vecizeleri sayesinde, siyasi gaflar tarihine adının, Tansu Çiller’in bile önünde bir yerlere, altın ‘kaplama’ harflerle yazılacağını tahmin ettiğimiz TBMM Başkanı Bülent Arınç, yine kelámın şeyini, eee dalağını, şey etti; yardı yani...

Yahu, birisi gün gelip Tansu Çiller’i hoş bir şekilde yád edeceğimi söyleseydi gülerdim. Gülmesem iyi edermişim.

Tansu Çiller’in potlarını özledim. Onun saçmalamaları, sürçmeleri, istisnasız komikti en azından. Bir yandan hayret eder, bir yandan da eki-eki kikirderdiniz. Hatta kahkahalarla koltuklardan düşerdiniz.

Arınç’ınkiler ise en hafif tabiriyle çirkin... Kötücül...

Bülent Arınç, Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) milletvekilleri için site yapma girişimiyle ilgili bir soruyu yanıtlarken ne dese beğenirsiniz?: ‘TOKİ moki diye kafanızdan bir şeyler çıkarmayın. Bakın TOKİ moki derken, adamın Pako’su öldü. Meclis açılacak, ona bakın.’

Bunlar galiba bu yaklaşımı, kapalı kapılar ardında toplaşıp, parti politikası olarak belirlemişler: ‘Biz kafamızın estiğini yaparız. Üstümüze gelmeyin, ne yaparsak yapalım bizi sorgulamayın. Sonra üstünüze ilahi güçleri salarız. Çarpılırsınız alimallah. Sonra bir beddua ederim, kıymetlinizi kaybedersiniz; karışmam bak.’

Böyle bir sözün karşısında ancak ve ancak; ‘Size belediye baksın,’ denilebilir.

Hani Pako’nun itlaf ekiplerine karşı ömrü billah mücadele ettiği belediyeler...
Yazının Devamını Oku

Bir kadın, bir adam ve bir bavul durumu

7 Ağustos 2004
‘Böyle mi geçer bu rüya? Çok mu sevdin kederleri? Hangi günahın bedelisin? Sen, mühürlü kaderim; hep mi cefa gördüğün reva? Yok mu sende hiç vefa?

Mühürlü kaderim, ben gibi erir misin? Mühürlü kaderim, bir yol verir misin? Gün olur bu rüyadan ben de geçerim, o gün sen de bitersin.

Eyvallah der, o şarabı ben de içerim, o gün sen de bitersin...’

NEV’i şahsına münhasır bir şahsiyetten DEM vuracağımız için, bu da bu NEV’i bir giriş oluversin.

Bırakalım, Nev’in MÜHÜRLÜ KADERİM isimli şarkısının sözleri, hislerimize tercüman olsun.

İleriki satırlarda bahsi geçecek klip SEN GİBİ’ye çekilmiş olabilir. SEN GİBİ’nin klibinden bahseden bir yazıya MÜHÜRLÜ KADERİM’in sözleriyle girmek, saçma görünebilir.

Olsun varsın, beis görmedik... Bu da böyle nev’i şahsına münhasır bir kliptoman olur. Nev’e yakışır...

Bir haftadır Nev’in ikibuçuk yıllık bir aradan sonra çıkardığı ikinci albümü Sen Gibi’ye takılmış gidiyorum. Çok güzel... Çok çok güzel...

Sen Gibi de çok güzel... Erkan Oğur’un da perdesiz ve emsalsiz gitarıyla eşlik ettiği Dem, çok güzel. Bazen, çok güzel. Meğer, çok güzel... Mühürlü Kaderim, çok çok güzel...

Sen Gibi, Nev’in ilk büyük çıkışını yaptığı ve hakikaten şahane bir şarkı olan Zor’u andırıyor biraz ama buna hiçbir itirazımız yok yani...

KADERİMİZ TAAMMÜDEN MÜHÜRLÜ BELKİ

Geçenlerde aynı kaptan su içen birkaç kadın oturmuş, Biz Gibi tiplerin takıldığı bir mekánda, şu hayattaki basiretsizliğimiz üzerine laflıyoruz.

Şairlerden bir şair, eskilerden bir dost, yanımıza geldi. Kafası da iyi ya, bizi çözümleyeceği tutu. Başta bir dolu iltifat lûtfetti sonra da bunların ‘getiri’si üzerine tespitini kafamıza hunharca, odun gibi, balyoz gibi vurdu: ‘Ama mutsuzsunuz!?!’

Ne yapalım abicim; kaderimiz ‘taammüden’ mühürlü belki. Pardon, ‘adam idare etmiyoruz.’ Taviz vermiyoruz. Adamın biri var olsun diye, kendimizi yok kılamıyoruz.

Anasını satayım, gerekiyorsa, mutsuz yaşar, mutsuzluktan ölürüz. Aşk söz konusuysa, tembel işi saadetten daha önemli onurumuz...

Biz de böyle seviyoruz işte. Var mı diyeceğiniz?!

Bak yine sinirlendim... Neyse, dönelim Nev’e ve Sen Gibi’nin klibine...

O REKLAMCI TİPİ GÖZLÜKLERİ ATMIŞ

Asıl adı Nevzat Doğansoy olan Nev, sahne performansıyla nam salmış bir şahsiyet. Konserleri, çok daha popüler sayılan isimlerden fazla kalabalık topluyor.

Nereye gitse peşinde dolanan, sıkı takipçi bir hayran kitlesi var. Ve bunu kesinlikle hak ediyor.

Sen Gibi’nin klibi, Nev’in daha önceki klipleri gibi sade ve dingin...

Bir kadın, bir adam ve bir bavul durumu söz konusu...

Yani konumuz málûm... Giden sevgili:

‘Suya yazı yazmak gibi seni sevmek / Yorgunum, üşüyorum / Yanındayım, ama yalnız ne çare / Suskunum, huzursuzum / Gözlerinde uçurumlar korkup da yüzleşmeye / Bakışların kaçar gider gücüm yok yetişmeye / Düğüm düğüm oldu içim, ne olur bir şey söyle / Sen sustukça içimde isyanlar, çığlıklar / Gece avutmuyor, gönlüm unutmuyor / Dokunduğum hiçbir ten senin gibi kokmuyor...’

Nev, geçtiğimiz albümdeki o ‘reklamcı tipi’ gözlükleri atmış. Bir evin içinde, devinip şarkısını terennüm ediyor.

Ve niyedir bilinmez, yüzündeki ifade sanki bütün ama bütün şarkılarını o Zor’daki ‘19’unda’ki kız için yazmış zira onyıllardır onu unutamamış gibi bir intiba bırakıyor:

‘Avuçlarımda eriyen buz gibisin / Damla damla akıp giden umutlarım gibisin / Çaresi derdinden daha zor / Yüreğimiz yetmiyor, söylesene neredesin? / Gece avutmuyor, gönlüm unutmuyor / Dokunduğum hiçbir ten senin gibi kokmuyor/ Koyamadım kimseyi yerine senin gibi / Sevemedim kimseyi içimdeki sen gibi...’

Doğrudur, geceler avutmaz; gönül unutmaz; bir ordu koklasan da ‘onun’ teni gibi kokmaz.

İlk kesik, en derinidir... O yara kapanmaz da kapanmaz...

Allah’tan Nev gibi müzisyenler var. Kaderi mühürlü biz gibi tiplerin yaralarına -pansuman mı desek, merhem mi desek- ilaç gibi geliyor.
Yazının Devamını Oku

Enseye tokat

6 Ağustos 2004
Bu işin piri, rahmetli Cenk Koray’dı bana sorarsanız...<br> Bir yılbaşı gecesinin ertesi günü yaptığı şaka, Türkler’in polis gördü mü şuur yitimine uğraması üzerine derin tefekkürlere dalmama neden olmuştu; dünmüş gibi hatırımdadır.

Otoyolun kenarına park etmiş bir trafik ekip arabasının yanına eczacı terazisi koymuştu. Trafik polisi kılığındaki bir oyuncu, arabaları durduruyor ve inen şoförlerden tartıya çıkmalarını istiyordu.

Sonra boylarını ve kilolarını ölçüyor ve boyları ile kiloları arasında 10 fark olmayanlara ceza yazacağını söylüyordu.

Zira güya şoförler için standart belirlenmişti... Avrupa Birliği’ne girmek için hükümetin aldığı yeni karar böyleydi.

Tepkiler farklı farklıydı ama ‘kafa’ bábında nihayetinde aynıydı:

Akşamdan kalma olduğunu -yılbaşı ya- bir hatadır yaptığını söyleyip af dileyenler mi istersiniz... Hastaneye yetişmek için otomobile bindiğini, hem bu karardan haberdar olmadığını ama vallaha bir daha yapmayacağını söyleyenler mi... Üstü kapalı bir dille rüşvet teklif edenler mi...

Bir Allah’ın kulu da çıkıp; ‘Yahu siz kafayı mı yediniz?’ diye sormadı. O sıralarda hükümetin başında olan Özal ve ailesinin, bu karar dolayısıyla bisiklete bile binip binemeyeceğini merak etmedi...

Cenk Koray, taş bağladığı oltalarla sazan avlamakta ustaydı...

Onun şakaları, komikti, tatlıydı, en önemlisi de zararsızdı.

Şimdilerin ‘şakacı’ları ise, olayı dehşet boyutuna taşıdı.

Erzurum Emniyet Müdür Vekili Ahmet Demiral’ın dediği gibi: ‘Şaka şakalıktan çıktı.’

Okumuşsunuzdur, Mustafa Karadeniz, geçtiğimiz günlerde, Erzurum halkına ve güvenlik güçlerine bir UFO şakası yaptı.

Şöyle: Karadeniz, vali ve emniyet müdürü ile anlaşıyor. Şehirde düzenlenen bir konser sırasında, Palandöken Dağı eteklerinden yanardöner balonlar uçuruyor. Yine evvelden anlaşmış olduğu şarkıcılar, bu ‘UFO’ları görünce, korkudan bayılıyor mayılıyor...

Konserden sonra da, şarkıcı tayfası, güya UFO’ları aramak için çıktıkları Palandöken Dağı’nda kayboluyor.

Bunun üzerine güvenlik ve arama kuvvetleri devreye giriyor; halk seferber oluyor.

Neymiş? Şaka...

Hatırlarsınız, Karadeniz, en meşhur şakasını, Küstüm şarkısıyla ünlü Latif Doğan’a yapmıştı.

Karadeniz ve ekibi, kar maskeleriyle Doğan’ı bir restorandan silah zoruyla kaçırmışlardı.

Onu binanın çatısındaki bir helikoptere bindirmiş ve gözlerini bağlamışlardı. Sonra helikopteri yerden bir metre havalandırmış ve Doğan’a paraşüt takarak; ‘Boğaz Köprüsü’nün üzerindeyiz, hemen atla’ demişlerdi.

Ve ‘Su soğuktur abiler, yapmayın, acıyın’ şeklinde yalvarıp yakaran Doğan’ı, o bir-iki metrelik yükseklikten aşağıya atmışlardı.

Bunu müteakip, Doğan’ın hayranları, Mustafa Karadeniz’i sıkıştırıp bir temiz dövmüşlerdi.

Erzurum’da da esnaf Fevzi Elagül, serseri kılığında Karadeniz’in yanına yaklaşmış ve onu ‘şakacıktan’ bıçakla kovalamış.

Polis durumdan haberdar olduğu için müdahale etmemiş. Bu ‘şaka’dan sonra Karadeniz; ‘Herhalde şaka yapmayı bırakacağım’ demiş.

Valla hep böyle şaka niyetine kaka yapacaksa, bıraksa iyi eder...

Erzurum’daki UFO hadisesinden sonra Emniyet Müdür Vekili Ahmet Demiral háliyle durumdan şikayetçiydi: ‘Adam dilekçeyle kalkıp geliyor Asayiş Şubesi’ne... Ben polis olarak bunu ciddiye alırım. Anons ettirdim, aramaya aldırdım. Yarın böyle bir müracaatta bunu kaale almazsam ne duruma düşerim ben?’

Şakacının kaçınılmaz kaderi: Ya inandırıcılığını tamamen yitirir ve Yalancı Çoban’a döner... Ya da bir gün bir şaka mağdurunun tepesi fena atar, karşılığında Karadeniz’e beter bir eşek şakası yapar; Allah muhafaza ‘şakacı’ da Niyazi’nin yolundan gider...

Asparagas

Komik ve uçmuş

Tom Cruise’un kendisini güldürecek, maceraya meraklı, motosiklet ve uçağa binmeyi seven bir kadınla evlenmeye hazır olduğunu söylemesi üzerine Tuğba Özay, pilotluk brövesi almak için kurslara başladı: ‘Ay, hiç bilmiyordum ama meğer Tom Cruise’un hayalindeki kadın benmişim. Boydan yana en fazla belime filan geliyor ama olsun bu da Tom Cruise yani... Adam resmen beni tarif ediyor. Motosiklete binerim. Macerayı severim. Gencim güzelim. Üstelik de çok komiğim. Gerçi arkadaşlar benimle gülmekten ziyade bana güldüklerini söylüyorlar hep. Tam olarak ne anlama geldiğini anlamadım ama komiklikse komiklik... İşin bir tek uçma kısmı kaldı. Geçenlerde niyetimi açtığım bir tanıdık, bröveye gerek olmadığını, böyle düşünebildiğime göre zaten uçtuğumu söyledi hem. Yaşasın, zamandan da kazanıyorum böylece. Bir süre görüşemeyeceğiz; yarın Los Angeles’a gidiyorum.’
Yazının Devamını Oku

Güldür güldür-sarıdır- güldür temas

5 Ağustos 2004
Mustafa Sarıgül’ün ‘Erzincan çıkartması’nda ettiği kelámdan haberdarsınızdır herhálde? ‘Beni öyle muhalif parti başkanlığı kesmez, ben başbakan olacak adamım’ hesabına yurt gezilerine başladı ve en esaslı şovunu sergilemek adına, peşinde şürekásıyla -bittabii- memleketi Erzincan’ın yolunu tuttu ya hani...

Geçilen haberlerin yalancısıyız: Her gittiği yerde aşiret reisi gibi karşılandı. Geceyi geçirdiği Leventpınar Köyü ilk kez bir havai fişek gösterisine sahne olurken, silahlar sabaha kadar susmak bilmedi.

Ve Sarıgül, bu silahlı karşılamalar, havaya takır takır saydırmalar ile ilgili gazetecilere şu beyanatı verdi: ‘Anadolu’nun örfünde ve adetinde bu var. Bu insanlar sevgilerini silahla gösterir. Kadıköy sosyetesi silahtan korkar ama Anadolu’da bu töredir, bir şey olmaz.’

Zira bildiğiniz gibi Anadolu halkının derisi, kurşun geçirmez.

Nasıl ki Nişantaşı sosyetesi, UVB ışını geçirmez deriden yaratıldığı için solaryumdan ve Bodrum güneşinden korkmazsa, Anadolu halkı da kurşundan korkmaz...

Yahu Mustafa Bey; siz Başbakan olacağınıza PR’cı olsanız?..

Pardon, ne PR’cısı di mi? Şöyle Türk diliyle, Anadolu delikanlısı diliyle söyleyelim, siz de seversiniz: Halkla ilişkilerci?..

Tıpkı her daim yüzünüzde fondötenle gezdiğiniz, manikürünüzü pedikürünüzü eksik etmediğiniz hálde metroseksüel olup olmadığınızı soran gazetecileri; ‘Ne metroseksüeli, ben Erzincanlıyım’ şeklinde yanıtlamanız gibi...

Siz PR’cı ve popülist olamazsınız; gönül adamısınız, halkla gönülden temas hálindesiniz...

İşte ben de diyorum ki siz şu halkla temas işini profesyonel olarak yürütseniz?

Bir halkla ilişkiler şirketi kursanız?..

Vallahi Şişli Belediyesi, hatta Türkiye bütçesi bile hava cıva kalır. Acayip para kırarsınız. Paraya para demezsiniz...

Sizin işiniz de zor be ‘Pek Sayın’ Sarıgül...

24 saat, etten kemikten bir yüze, macun bir çıkartma gibi, bir maske misali yapıştırdığınız o gülücükle, gül Allah gül...

Aydınlık Türkiye’nin gülen yüzü, gülyüzü: Mustafa Sarıgül...

Bir taraftan her gün ıvır kıvır bir sokak partisinin vuku bulduğu Nişantaşı’nda piyasa yapacaksın...

Nişantaşı Brasserie’nin önündeki balmumu mankenleri andıran tiplerle hoşbeşte olacaksın...

Kafe-bar dolaşıp Faççonable takımlarınla Nişantaşı kadınlarının ve Ferrarili adamların hálini hatrını soracaksın.

Sonra bir koşu Şişli’nin arka mahallelerindeki gariban düğünlerine dalacak, oradaki misafirlerin ellerini sıkacak, gelinle damada altın takacaksın.

Peşine yüzlerce çocuğu takacak Anıtkabir’i ziyaret edeceksin...

Sonra kendi gazına gelip, propaganda dolmuşuna binip; ‘Şişli kesmez, bir-iki-üç yetmez, ben mümkünse bütün ülkeyi alayım’ hesabına, seçime yatırım turlarına çıkıp, kendin için ‘hiçbişicikler’ istemeden memleketi ‘kurtaracaksın...’

Zırt fırt medeni ve iyi görünmenin ne denli önemli olduğundan dem vuracaksın.

Sonra takır takır kurşun sıkıldığında, ‘Kadıköy sosyetesi tırsar ama silah güzeldir, güzel bir aparatımızdır, sevdiğimiz bir ananemizdir’ filan şeklinde geveleyeceksin...

O Nişantaşı cemaati nedir, o Anadolu halkının sorunu nedir, çok da takmayacaksın.

Anlamana gerek yok.

Zira ‘çalışmak’ lázım... Hiçbir yerde 15 dakikadan uzun duramamasını bir gurur vesilesi olarak dile getiren Mustafa’nın daha çoook temas kurması gerekiyor.

Öyle yani: ‘Çok çalışması lazım annesi, ÇOOOK...’

Daha çoook temasta bulunacaksın.

Sana oy versinler diye herkese yarım yamalak hak vereceksin.

Nasreddin Hoca’nın kadısı gibi: Sen de haklısın, sen de haklısın, sen de haklısın...

Her yola geleceksin...

Sizi en son Oğuz Aral’ın cenazesinde gördüm Mustafa Bey.

Málûm, medya mensubu ve medyumu bol bir cenazeydi.

Tabii ki siz böyle bir cenazeyi kaçırmazdınız. Sizin açınızdan tabiri caizse ‘bereketliydi.’

Cenaze namazı okunurken, size baktım. Görmemek gibi bir lüksümüz yoktu zaten.

Çevrede dört dönüp gülüm gülüm gülerek onun bunun kolunu sıvazlıyor, yanaklarını öpüyordunuz:

‘Ah pek iyi gördüm; nasılsın? Aaa, kilo mu verilmiş? Ay ne kadar gençleşilmiş? Görüşelim, hiç aramıyorsun?’

Oğuz Aral’ın cenaze namazı okunuyordu.

Size baktım... Utandım...

Siz utanmadınız...

Sizin işiniz de zor Sarıgül. Utanmaz Adam’ın performansını aştınız.

Ve sanırım o gün Utanmaz Adam’ın da fena hálde ahını aldınız.

Asparagas

Geç olsun, yasak olmasın

‘Kilisede ve Dünya’da Kadın Erkek İşbirliği’ başlıklı raporla, ‘kadınlarla erkekleri, hatta heteroseksüellerle eşcinselleri bir tuttuğu için’ tehlikeli bulduğu, geleneksel aile yapısını tehdit ettiği için Hıristiyan aile yapısını korumak amacıyla feminizme karşı savaş başlatan Papa II. Jean Paul’ün esas derdinin ne olduğu sonunda ortaya çıktı. Papazların evlenmesini ya da herhangi bir şekilde karşı ya da eş cinsle ilişkiye girmesini yasaklayan Katolik Kilisesi’nin başı olan ve ilerlemiş yaşı nedeniyle orada burada uyuyakalmasıyla meşhur olan Papa, bir süre önce çişini yaparken, önündeki ‘aletin’ neye yaradığını merak etmiş. Papa’nın bundan sonraki ‘icraat’ının, katolik papazlarının evlenmelerine dair af çıkarmak olduğu söylentiler arasında. ‘Málûm,’ demiş, ‘üremek lázım...’ Mantık gütmüş... Katolik kilisesinin şimdiki endişesi, Papa’nın ‘Şimdi bununla ne yapıyorduk?’ merakının yaş haddinden dolayı tatmin edilemeyeceğine dair. Bu konuda bir rapor hazırlanıyor: ‘N’apacağız? Papa’nın göz kapakları bile kalkmıyor???’
Yazının Devamını Oku

Kimimiz nutuk attık kimimiz kola sattık

1 Ağustos 2004
Dün akşam, televizyonun karşısında, yine apıştım kaldım. Başkasının ayıbından da utanır ya insan, öyle utandım...

Burnumdan derin nefesler aldım. Sonra onları itinayla ağzımdan sakin sakin vermeye çalıştım.

İçimden 10 değil, 20 değil, 30’a kadar saydım.

Kesmedi... Argo lûgatının birkaç cildini ezber yaparcasına yüksek perdeden saydırmadan öfkem dinmedi.

Cola Turca’nın son reklamını gördünüz mü? Efendim, filmin parolası ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’muş...

Ülker Grubu’nun yaptığı açıklamaya göre, reklam filminde ‘Savaş tatbikatının tam ortasındaki bir asker, Cola Turca’yı içince, barışı seçiyor’muşşş...

REKLAMIMIZ PASİFİSTTİR

Çölümsü bir yerde, herhalde üniforma nizamına uymadığından bu kez bıyıksız ve pek ‘American’ görünümlü bir asker, Cola Turca içiyor.

Bir anda hayatın sırrına eriyor ve savaşın nasıl tukaka bir şey olduğuna uyanıyor.

Teçhizatı oracıkta bırakıp tatbikat alanından ufka doğru uzuyor.

Onu gören siyahi askerin başı kel mi?

Adamımız da bir Cola Turca açıyor, kafaya dikiyor ve miğferi çıkarmaya girişiyor.

The very happy a la Turca end...

Böyle de ütüsü yerinde, hatta kolalı bir pasifizm...

Oldu, gözlerim doldu! Deeermişim...

Hadi koşun kola için, yurtta sulh, cihanda sulh olsun, hatta hayat bayram olsun...

Ama ille ki bizim markadan bir kola için ki arada patronun cebi de biraz dolsun.

Şimdiii, her şeyin başında, vekilin hakkını vekile teslim edelim.

Irak’a asker yollamamıza karşı oy kullanmış tüm milletvekillerine, başka günahları varsa boyunlarınadır ama bu tavırları için Allah razı olsun diyelim.

BİZİM KOLA NERELİ?

Sonra da soralım: Siz bu kararı kola satmak için mi aldınız?

Öyle yapmadıysanız bile nah-a, aldığınız karar, kısa günün kárı babında, böyle de bir şeye hizmet ediyor.

Ne reklam kampanyasıymış be...

Milli, dini ne kadar hassas konumuz varsa, oralara dair her türlü duyargamızı kaşıdınız.

Yetinmediniz...

El insaf! Savaş gibi bir şeyi de sömürmeyiverseniz?

Hele ki buna Atatürk’ün bir vecizesini slogan yapmak?!?

Artık ‘biraz’ ayıp ettiniz...

Yok abiler, dansımız Limbo: ‘How low can you go?’ (Türkçe meali: Daha ne kadar alçalabilirsiniz?)

Kaldı ki gayet iyi bildiğiniz üzre, pozitif milliyetçi imajına kurban olduğumuz o kolanın konsantresi de Amerikan RC’den geliyor.

Yani bakmayın öyle bıyık bırakmasına, pek bıyıklı, pek ağır, pek molla bir kola olmasına...

O kola da cebinde Amerikan pasaportu taşıyor.

Hani şu Irak’ta araya taraya bir türlü kimyasal silah bulamayan Bush’un memleketi; bilirsiniz.

Aslında, bir daha düşününce, bu kadar sinirimizi bozabildiğine göre başarılı bir reklam bu.

Sadece yanlış ülkede gösteriliyor.

Keşke bu reklam, bir daha seçilmesi hálinde İran’a da saldıracağı öne sürülen Bush’un ülkesinde yayına girseydi.

Ve keşke Sayın Başbakanımız, NATO zirvesinde Bush’a da iki fırt Cola Turca ikram etseydi:

‘Yo, Georgie! Have a sip... How’d you like it? Peace on earth dude!’


Ba ba ba ba! Bu ne yaman çelişki be Havuç


İnternetteki etonline sitesinin yalancısıyız: Bahis tutkunlarının yeni merakı, ‘riskli Hollywood aşkları...’ Las Vegas kurtları, Hollywood çiftlerinin ayrılıp ayrılmayacaklarına dair bahse tutuşuyorlar ve söylediklerinin çıkması hálinde tahminleri, kendilerine eşek yükü para olarak dönüyor.

Meselá, 41 yaşındaki Demi Moore ile 25’lik Ashton Kutcher birlikteliği, aradaki yaş farkından dolayı 1’e 75 veriyor...

Şimdi tipik a la Turca kasaba kurnazlığıyla bizim ünlüler için de böyle bir sistem kurmaya kalkılır mı acaba?

Yaparlarsa da havalarını alırlar, o olur.

ERİMDİR YAPAR

Zira bizde, gayet iyi bildiğiniz üzre, hiçbir kadın kocası aldattı diye ayrılmaya, boşanmaya filan kalkmaz.

- Kocam beni aşktan meşkten de değil, öyle iştahı kabarık olduğundan filan aldattı diye yuvamı mı yıkacağım? Gözümle görmeden inanmam. Ha görüntü de mi var? Kasetler mi varmış? Bana ne, kasedi çıkmışsa da çıkmış. Benim kocam, aktör zaten. Rol yapıyordur. Hadi canım!

Budur yani olup olacağı...

Türk kumarbazları tüyolarını yıllaaar önce aldı:

- Kocam beni defaten Q kızıyla, Z hatunuyla, X bağğğyanıyla aldattı diye evliliğimi mi noktalayacağım? Bu parasal, pardon kutsal müesseseye halel mi getireceğiz? Onu yapacağıma, bundan şov programım için espri çıkarırım. İhanetten nemalanırım. Ben Türkiye’nin en güzel kadını değil, aynı zamanda en akıllı bıdık kadınıyım. Filmlerde rolüm neyi gerektirirse, gerçek hayatta genellikle üç maymunu oynarım...

Hep aynı sıkıcı senaryo...

Çocuklar Duymasın’ın habire kendini tekrar eden bölümleri kadar sıkıcı...

Bıktırıcı...

SOFT MAÇODUR YAPAR

Bu arada, sırf senaryolarında değil, gerçek hayatında da ‘soft maşist’ (ne demekse?) mentaliteye verdiği destekle tanıdığımız mümtaz şahsiyete, yani Birol Güven’e gelince...

Sadece ağzımla değil, muhtelif organlarım ve uzuvlarımla da şöyle uzuuun uzun gülmek isterim müsaadenizle...

Sen kalk, imajım da imajım diye, dizindeki oyunculara habire nasıl oturulup kalkılacağı, ne çeşit yaşanacağı konusunda fetva ver dur...

Sonra başrol oyuncularından birini, hakkında kocasını aldattığı yolunda söylentiler çıkınca, ‘Bizim dizinin imajına öyle yollu kadın gelmez’ hesabına, diziden uzaklaştır.

Sonra onun yerine başka bir oyuncu al. Alırken de evinde edebiyle oturacağına, dizide rol aldığı zaman boyunca kimseyle halvet olmayacağına dair anlaşma imzalat.

Sonra o kadın da kalksın, kendisine sevgili bulsun!

Onunla ilgili ne yapacağını düşünmeye kalmadan, dizinin taşfırın ayağı, yani erkek başrol oyuncusunun ‘kasedi çıksın!’

Öyle popstar demosu değil...

Sibel Kekilli modeli, Gülben Ergen modeli bir kaset çıksın!

OYUNCUMUZDUR YAPAR

Kafa koparmasıyla ünlü edep-adap takıntılı Birol Güven de kalksın, ‘oyuncumuzdur’ desin ve ona sahip çıksın!

Sahip çıkası tuttu zahir!

Tabii, erkektir, yapar...

Elinin kiridir, yıkar, çıkar...

Ana! Ba ba ba ba!

Havuç be, Çocuklar Duymasın diyorlar ama Sağır Sultan bile duydu, kesin sen de olup bitenleri duymuşsundur.

Üstelik aralarında en aklı başında sen görünüyorsun, bari sen söyle: Bu ne yaman bir çelişkidir?
Yazının Devamını Oku

Şappur şuppur beni öp Çattır çuttur beni ye

31 Temmuz 2004
Onu ilk gördüğümde, benim de birçok kişi gibi tepkim, ‘Oha! Bu ne be? Yoksa Michael Jackson bu sefer de estetikle Türk mü olmuş?’ şeklindeydi. Üfle adlı şarkının klibini izlemiş olanlar, İsmail YK’dan, yani Yurtseven Kardeşler grubunun solisti İsmail’den bahsettiğimi anında anlamış olmalılar...

‘Ah-uh, üfleee!’ filan gibi yan odada soft porno izleniyormuş intibaı uyandıran, davul-zurna üstü cıstak bir şarkı...

Uzayda bir yerlerde geçen, anlamına vakıf olamadığımız bir hikáye... Mustafa Topaloğlu izlediyse fena hálde kıskanmıştır herhálde: Uçan ateş topları, dünyayı kurtaran adam tarzı hamleler, kadının birine oralar buralar üfletmeler...

Moonwalk dönemi Michael Jackson modeli kılık kıyafet: Deri kostümler, çivili mivili eldivenler...

Öyle tarifi zor bir klip; dumurlara gebe...

Daha şoku atlatmamıştık ki, bu kez de İsmail YK’nın albümüyle aynı adı taşıyan Şappur Şuppur adlı şarkısının klibi geldi.

Bu artçı şokla, spatula gerektirecek şekilde yere yapıştık.

Yine aynı tepki, aynı soru: ‘Yuh! Bu ne bu be?’

Bu arada tabii, ‘Yurtseven Kardeşler kim ola ki?’ şeklinde hiç yadırgamayacağımız bir soru da sorulabilir.

Hiç ayıplamayız, zira aynı soruyu biz de sorduk...

Ortamın yegáne YK cahili ben miyim, diye sordum soruşturdum, tanıdığım insanlardan biri bile varlıklarından haberdar değil.

Hatta çoğunun verdiği ‘Kim dedin?’ tepkisinden, hálá da pek kimsenin fikir sahibi olmadığı sonucuna varılabilir.

Gerçi dedim ya, belki de benim tanıdığım insanlar cahildir.

Zira Almancı beş kardeşten oluşan grup, bugüne kadar beş albüm çıkarmış ve 12 klip çekmiş.

Resmi web sitelerine bakılacak olursa, ‘Yurtsevenciler’ şeklinde anılan bir fanatik kitlesinin varlığı bile rivayet dahilinde.

Yurtseven Kardeşler’in kendilerine ait bir stüdyoları var ve hizmette sınır tanımıyorlar:

‘Kendinize Yurtseven Kardeşler tarafından her türlü müzik dalında (Pop, arabesk, fantaazi, halk müziği, sanat müziği, hip hop, tekno, rock, vs.) profesyonel bir albüm yapmak istiyorsanız, bize şu şu şu numaralardan ulaşabilirsiniz.’

‘Yelpazeye gel’ demek isteriz. Bir geniş ufuk ki, hani müteveffa iki elemanı da hortlatıp Beatles’ı bir araya getirseniz, belki bu kadar farklı dalda müzik şey ettiremeyebilirler.

Böyle de müziğin her alanına vakıf, yetenekli kardeşler...

İşte, o grubun en küçük biraderi İsmail -ki Jackson 5’ın Michael’ı oluyor, sormayın, jargon birebir örtüşüyor!- solo albüm çıkarttı.

İsmail YK ‘fenomeni’nin ‘olayı’ bu.

Sayesinde, bünyemizi sarsan ‘bu ne lan tipi sanatçılar kervanı’na (!) bir isim daha katıldı.

Şappur Şuppur da bir ayrı álem. İsmail Birader, vazgeçemediği garip eldivenleriyle, barın birinde, ummanlarda susuz kalmaktan, amiyane tabirle abazanlıktan yakınıyor:

‘Yine ben yalnız, yine ben damsız / Bir de gel gör de yan, aman aman / Gürültü patırtı, kim kimi dişler / Şappur şuppur, kıppır kıppır / Söyle bu devirde kim beni ister? / Beni beğeneni ben beğenmem / Benim beğendiğim ise beni beğenmez / Yoksa ben tipsiz miyim heee? / Hop diyorsun hiç aldırmıyor / Hop diyorsun dönüp bakmıyor / Başkaları n’apıyor, şap ayarlıyor / Yoksa ben zurna mıyım beee?’

İsmail biraderin şansı neden sonra açılıyor. Kızın biri yanına yanaşıp muhabbet koyuyor. Kendisine içki ısmarlatıyor. Fakat bizim İsmail, aynı zamanda züğürt bir abazan. Dolayısıyla kendisi sadece su içiyor.

Tam o sırada, eve geç kalan İsmail’in telefonu da çalmaz mı?! Arayan babası buna bir fırça kaymaz mı!:

‘- Nerdesin ulan sen?

- Burdayım baba.

- Evin yok mu senin, tuuu gelme bi daha!

(Telefonu kapatan küçük İsmail hicranlı bakışlarla kameraya doğru konuşur: Ulan evden de kovuldum, işten de kovuldum. İş yok, güç yok, para yok, ev yok... Sustum sustum, kustum kustum, kim ne dediyse sustum. Fıstık konuştu, konuştu da aklımı uçurdu.’

Ve o meş’um nakarat: ‘Şappur şuppur beni öp / Çıttır çıttır beni ye / Onlar acı, ben tatlı / Benden başka böyle var mı?’

İsmail kardeşimizi milli olduğu için tebrik ediyoruz.

Bu arada işi gücü olmadığı için (Kendi söylüyor: İş yok, güç yok, vs.) müzik yaptığını tahmin ettiğimiz biraderimizi, bir süre manitayla uğraşacağı için görmeyeceğimizi umuyoruz.
Yazının Devamını Oku

Damsız ve gamsız girilmez

30 Temmuz 2004
Farklı üç hikáye... Hep aynı hikáye... Afilli -daha doğrusu afili kapısının önündeki paparazzi sayısından menkûl- bir gece kulübünün önünde, bir arkadaşımız, güvenlik görevlileriyle tartışıyor.

Kapıkulunun omuz genişliği, bizimkinin bacak boyuna tekabül ediyor.

Bodyguard şöyle diyor: ‘Damsız girilmez!’

Burası, hamili kart sahibi müşterilerin, kapının önünde vorrr pati attığı ve U döndüğü bir yer.

Müşterinin, tanıdık bir müşteriyse, garsonun biri canını sıktı diye, çıkışta kapı duvarına pek ruhsatlı silahıyla takır takır saydırabildiği bir yer.

Bizimkinin yolu, ilk kez oraya düşmüş. Oysa bizimkinin yolu, öyle yerlere irade dahilinde düşmez.

Ötesi, normalde zaten oraların kalabalığı da onun gibi bir tipi istemez.

Karşılıklı bir ‘tanışmayalım-görüşmeyelim’ durumu söz konusu...

Bizimki, Jaguar arabasını park etsin diye valeye 100 dolar bahşiş vermez.

Bizimki, Versace’nin o cıvır renkli gömleklerinden filan giymez.

Bizimki, ‘hayvan takımı’ addettiğimiz arkadaş güruhundandır.

İmkánları yetse de yapmaz, öyle bir insan, ayaklı bir hayvandır.

Ve çoğu zaman çekilmez ama tüm zamanlar içinde, çok iyi, insan gibi bir insandır.

Bodyguard ısrarla tekrarlıyor: ‘Damsız girilmez!’

Bir noktada söz bitiyor ve bizim Aşil tabiatlı arkadaşımız soruyor:

‘Dam ile şey (Buradaki şey’in boşluğunu artık siz doldurun) arasındaki ‘ince’ sınır sen misin?’

Böyle sormuş...

Az daha bodyguard sürüsü beynini dağıtıyormuş...

Ben kendi çapımda bir feministim. En azından kendimi öyle addetmek isterim.

Buna rağmen ya da tam da bu sebepten, şu ‘Damsız girilmez’ mevzuunu komik ötesi bulduğumu belirtmek isterim.

Benim tanıdığım bir sürü adam -ki aralarında entelektüelleri, cahilleri, parababaları, züğürtleri, efeleri, efendileri (Ayısı, öküzü, tilkisi, kurdu, köpeği, arslanı, panteri, kedisi, bülbülü, kuşu, sazanı, balığı dahil) bu konudan mustarip.

Ve bu çok komik...

Zira içeri alınan adamların ne menem adamlar olduğu, yanındaki kadına bakarak belirlenemez.

Paranın, imanın ve efendiliğin kimde olduğu öyle kolay kolay bilinemez.

Yanında kadın olan bir adamın cebinde silah, yanında kadın olmayan bir adamın cebinde zerafetin el kitabı bulunabilir. Öööyle kapı kontrolünde, birtakım dayıların ilkbakışıyla sezilemez.

Geçenlerde bu konudan yana canı yanan bizim Kültürazzinin yazdığı bir yazı üzerine aldığı pek manidar bir e-postada şöyle bir şey anlatılıyor (Müstearı üzerinde, kendisi, yani Kültürazzi pek kültürlü bir arkadaşımızdır. Yanında kendisi gibi yine pek kültürlü ve ünlü arkadaşlarıyla bir Beyoğlu barının kapısından ‘damsız oldukları için’ çevriliyorlar; hikáye bu.):

‘Damsız Girilmez Kardeşim başlıklı yazınızı memnuniyetle okudum. Size tamamıyla katılıyorum. Bu resmen ayrımcılığa giren bir uygulama. İnsanları sırf erkek oldukları için eğlenmekten mahrum etmek resmen çağdışı bir yaklaşım. Dünyada bu tip eğlence yerlerine gitmenin bir amacı da karşı cinsten insanlarla tanışabilmektir. Yani yalnızca yanımda bir kadınla içeri girebiliyorsam, bunun hiçbir anlamı kalmıyor.

Kanımca bu yerlerin işletmecilerinin görevleri, bir sorun çıkarıp çıkarmadığını gözlemek ve böyle bir şey olursa onları dışarı çıkarmak ve bir daha böyle bir şey olursa onları dışarı çıkarmak ve onları içeri almamak olmalıdır.

Bu olay, bir Türk erkeği olarak benim de defalarca başıma geldi fakat insan bir türlü alışamıyor. Son olarak geçtiğimiz haftalarda Çeşme’de açılan Laila’ya iki -erkek- arkadaş gittik.

Cumartesi gecesiydi. Kapıda sizin belirttiğiniz göğüs formatında bir kişi damsız girilemeyeceğini söyleyerek bizi geri çevirdi.

Daha sonra aynı yere istemeyerek bir de hafta içi salı akşamı yine iki erkek gittik. Bu defa kapılarda karşılandık ve bize özel yer gösterdiler. Laila’da her şey aynı görünüyordu. Mekan ve kapıdakiler aynıydı...

Sadece bir fark vardı. Saat gece 00:30 itibarıyla içeri girdiğimizde tek müşteri bizdik..’

Böyleyken böyle... Bir daha beni erkek düşmanı addeden olursa, hesabını fena sorarım ona göre... Böyle de objektif, demokrat bir insanız işte...

Bu arada, mutlu yalakanın notu: Her türlü dili döktükten, yalvardıktan, yakardıktan, dizlerine kapandıktan, şantaja, blöfe, tehdide başvurduktan sonra ömürleri boyunca dert görmeyesi, tuttukları altın olası, tirajlara ve ilanlara boğulası amirlerimi nihayet ikna etmiş bulunuyorum. Önümüzdeki hafta itibarıyla, Kelebek yazıları haftada iki gün, perşembe ve cumaları olacak. Küçüklerin gözlerinden sevgiyle, büyüklerin ellerinden hürmetle öper, gözünün yağını yidiğimin (!) amirlerinin de önünde yalaka bir şekilde ceketimin düğmelerini ilikler... Deeermişim!.. Yuh be! Bünye yağdan istifra raddesine geldi. Nasılsa izni kopardık. Abartmanın da lüzumu yok. İyisi mi keseyim ve sessizce ikileyeyim... Hadi kalın sağlıcakla...

Asparagas

Yok biz otobüs bekliyorduk

Can Dündar, ‘Karaoğlan’ isimli belgeselin uzun süre yayınlanmaması üzerine ‘Yayınlamak için ölmemi bekliyorlar’ şeklinde bir açıklama yapan, kendisinin siyasetten ayrılmasının ardından belgesel yayınlanınca ‘Yok, ben aslında espri yapmıştım’ mealinde bir mektup yazan Bülent Ecevit’e yanıt babında bir mektup yazdı: ‘Sayın Ecevit, biz esasında Allah muhafaza, sizin emekliliğinizi bile değil, sadece bir icraatınızı bekliyorduk. Hani siyaset hayatında bunca yıl geçti. Bunca, onyıllarca yıl oldu... Ha şimdi, ha birazdan bir şey yapar da bir beyaz güvercin uçururcasına bu belgeseli yayınlarız diyorduk, olmadı. Bir dahaki emeklilikten caymanız ve seçime katılmanız hálinde, belgeseli tekraren yayınlamayan ne olsun. Sağlıkla... Can Dündar...’
Yazının Devamını Oku

Paydos zili

29 Temmuz 2004
O’nunla kavga-dövüş, sevgi-gülüş koca bir hayatı paylaşmış, O’nun tezgahında dokunmuş, O’nun tedrisatından geçmiş, O’nu çok daha iyi tanıyan insanlardan özür dilerim öncelikle. Oğuz Aral’ın ardından bir yazı yazmak, esasında benim haddim değil. O’nunla oturup muhabbet etme zevkine nail olduğum seferlerin toplamı hepi topu üçtür neticede...

Gelin görün ki bir taraftan da bir ömürlük takipçisiyim. Okuma yazmayı söktüğüm günden beri, gereksiz taramalardan kaçınmak gerektiğini bilirim. (Uygulayamam, ayrı...)

Yani Marlon Brando’nun ardından yazı yazılabiliyorsa, Oğuz Aral’ın ardından da yazılabilir dedim.

Umarım saygısızlık addedilmez, umarım becerebilirim...

Oğuz Bey ile ilk kez gazeteye geldiği bir akşamüstü tanışmış, oturmuş içki içmiş, sohbet etmiştik.

Ben, sözlüye kalkmış, azarlanacağından emin bir ilkokul öğrencisinin tedirginliğiyle beklerken, o lafa ‘Bir-iki küçük tavsiyede bulunabilir miyim?’ diye girmişti.

Körün istediği bir göz, Allah vermiş Oğuz Aral... Alnımın ortasında üçüncü bir göz açılacakmış gibi bir acayip histi.

Oğuz Bey, son derece zarifti ve hiç beklemediğim kadar mültefitti...

Son yıllarda üslûbunun eskiye nazaran çok daha yumuşak olduğunu duymuştum, herhalde onun ekmeğini yiyordum. İnanamamıştım...

‘Yalnız, hata yapıyorsun, lafı çok uzatıyorsun. Mizah, direkt yumruk çakmaktır. Marifet, espriyi patlatıp, darbeyi indirip, nakavt etmektir. Sündürmemek gerekir. Lafı uzatırsan, bir süre sonra geviş getirmeye benzer.’

Bir nev’i ‘gereksiz taramalardan kaçın’ dersiydi.

Bununla birlikte, akılda tutulması gereken birçok şey daha söyledi. Konular önerdi, fikirler verdi...

İkinci sefer, yine gazetedeydik. Babacan bir tavırla, başımı okşadı. Sonra şakacı bir edayla yüzünü buruşturdu ve ‘Hani daha kısa ve kompakt yazacaktın? Uzun yazıyorsun, çok uzun’ diyerek mahsusçuktan kulağımı çekti.

Son görüşmemiz, bir pazar günü, onun evindeydi.

Güneşli bir gündü; telefonla uyandım. Latif ve Kanat, Oğuz Bey’e ziyarete gitmişler.

Oğuz Bey; ‘Şu bizim kızı da çağırın,’ demiş. Davetten öte şeref telaki ettim. Uça ese gittim...

Kapıyı gülüm gülüm bir tebessümle açtı, şövalye jestleriyle içeri buyur etti.

Kahvaltı vakti, biranın başına çöktük.

Latif ve Kanat, Oğuz Bey’in evlatları sayılır. Dolayısıyla ortamın misafiri, yeni çocuğu, harici elemanı bendim.

Dolayısıyla ‘doğal olarak’ şamarkızı da bendim. Hayatımda yediğim en tatlı şamarları yedim.

‘Söyle bakalım, yemek pişirebilir misin?’

‘Söyle bakalım, kimleri okursun, ne dinlersin?’

‘Anlat bakalım, ne yer ne içersin?’

Ben kemküm anlatmaya çalıştıkça da bir eskrimcinin salvolarına benzer soru ve yorumlarla beni yerin dibine soktu soktu çıkardı.

Çok komikti, çok tatlıydı...

Akşam saatlerine kadar, hikáyelere girdi çıktı, sorular sordu, sitemler etti, tatlı tatlı fırçalar kaydı...

Ve giderayak yine aynı şeyi söyledi. ‘Banane, beter olsun gerzek’ diye düşünmedi, üşenmedi, derse bıraktığımız yerden, sabırla devam etti: ‘Hiç söz dinlemiyorsun’ diye lafa girdi.

Ve neden böyle olması gerektiğini uzun uzun izah ederek, málûm konuyu tekrar huzura getirdi.

Zihnime nakşolmuş bir film karesi şimdi: Sandalyesinde bir balet zerafetiyle bacak bacak üstüne atmış Oğuz Aral. Çatık kaşlarının altından şefkatle bakıyor. Sağ elinde cinle dolu bardağı var. Sol elinin baş ve işaret parmaklarını neredeyse bitiştirmiş; ‘Kısa... Daha kısa...’ diyor.

Ders bitti, zil çaldı, Oğuz Bey gitti...

Üç kısa görüşmede bile nasıl özenle ve nasıl sabırla bir ders belletmeye, bir şey öğretmeye çabaladığını düşünüyorum da Gırgır tezgáhından geçmiş ve onu daha yakından tanıma şansını yakalamış bütün o talebelere, çömezlere daha da çok gıpta ediyorum.

Sözüm söz... Becerebildiğimce, nispeten kısa cümleler kuracağım.

Yapmaya gayret ediyordum zaten ama artık daha sıkı çalışacağım.

Selámetle Oğuz Bey... Oğuz Bey, güle güle...

Sizi son nefesime kadar, soluğum yettiğince hep saygı ve tebessümle anacağım...

Sadece işte değil, hayatın her alanında, elimden geldiğince lüzumsuz lafazanlıktan, gereksiz taramalardan kaçınacağım.

Not: Asparagas bugün de kapalı... Bu da böyle bir hafta oldu, neylersiniz. Kader utansın.
Yazının Devamını Oku