Ebru Çapa

Britney Spears’in çiğnenmiş sakızına tav olmayan yakışıklı

5 Eylül 2004
İstiklal Caddesi kalabalığı ortasıda slalom yaparcasına ilerlerken gayrı ihtiyari, tabelaları, vitrinleri okuyorum. Ve zihnimde kendimi, insanlar arasında markaları, ürünleri yutarak kendine yol açan bir nev’i Pac Man gibi canlandırıyorum.

Bir tür oyun işte... Sloganları birbirine ekleyip cümleler kuruyorum.

Fakat, bu öyle plaka harflerinden kelime üretmek kadar basit ve zevkli bir şey değil. Daha yorucu ve sinir bozucu... Bir noktadan sonra, aşırı doz almış gibi oluyorsunuz. ‘Tüket, tüket, tüket!’ diye bağıran ve büyük bir oranı had safhada kakofonik ve tashihli olan mesajlar, fena yoruyor.

Kısa sürede mide fesadı geçirecekmiş gibi hissediyorsunuz.

Şimdiki çocukların tüketim bilinci málûmunuz, bir acayip.

Az önce bugün annesiyle bizim işyerini şereflendirmiş olan 12’lik yakışıklı, getirip elindeki yeni ve son ve büyük ihtimalle kendisini en fazla iki gün oyalayacak olan takıntısını gösterdi. Tüm özelliklerini ince ince, reklamcı diliyle anlatıyor.

Biz nasıl sinema seyrederdik, onlar öyle reklam kuşağı seyrediyor.

Hangi ünlü, hangi markanın reklamında oynuyor... Hangi markanın reklam sloganı nedir... Hangi reklam, neye gönderme yapıyor... Hepsine vakıf...

Bu cicibey, kendisinin ve arkadaşlarının doğumgünü partilerini McDonalds’da kutlamaya alışkın bir neslin ferdi...

Bu arada duyanlar duymayanlara anlatsın: Önümüzdeki günlerde Sundance Ödüllü, Morgan Spurlock’ın yönettiği bir belgesel vizyona girecek: ‘Super Size Me / Şişir Beni...’

Spurlock, bu belgeselle ‘Milyar dolarlık reklam bütçeleri, pazar araştırmaları, emlak imparatorlukları, akıl almaz lobi faaliyetleri, kapalı kapılar ardında geliştirdikleri gıda teknolojisi ile dünyanın en önemli endüstrilerinden biri olan fast-food sanayinin ipliğini pazara çıkartıyor.

Özel çocuk mönüleri, doğum günü kutlamaları, ayda bir değişen oyuncak çeşitleri, palyaçoları, oyun parkları ve çizgi filmleri ile yetişecek yeni nesli kendine bağımlı kılmaya çalışna fast-food dükkanları gerçekte ne kadar masum?’ Spurlock, işte bu sorunun peşinden gidiyor.

Kendisi, filmi çektiği sürede, yani 30 gün boyunca sadece McDonalds’da satılan ürünlerle beslendiği ve kasiyerin her ‘Büyük mönü seçimini tercih eder misiniz?’ sorusuna ‘Evet’ diye yanıt verdiği bir rejime girdi.

Henüz 21. günde, vücudundaki pek çok değerin, tehlike sınırını aştığı belirlendi.

Spurlock, 30 günü, artı 12 kilo, artı 60 puan kollesterol değeri ve bir alkoliğinkine eşdeğer bir karaciğerle tamamladı.

Bunu hatırlayınca aldı mı beni bir telaş?! Ulan acaba bu acayip tüketim temposu ve sevdasıyla, bizim dünya güzeli de ileride obez bir kredi kart mağduru olabilir mi?

Yakışıklının yanına gidip, kendisini pek sevdiğini bildiğim için sordum: ‘Britney Spears’in çiğnenmiş sakızı, internette 14 bin dolara satışa çıkarılmış. 100 bin doların olsa alır mıydın?’

Başını gömmüş olduğu bilgisayar monitöründen kaldırmadı: ‘Hayır!’

‘Niye?’ diye sordum bu kez.

‘Salak mısın?’ der gibi suratıma baktı: ‘Aptal değilim?’

Ben bunun üzerine, garibin ekmeği umut hesabına eblehçe bir sevin, bir sevin...

Ona bile şükrettim, öyle söyleyeyim.
Yazının Devamını Oku

Yine bildiğiniz o Alpay farkı

4 Eylül 2004
Çıkıp yeni TCK tasarısını okusalar, oturup huşu içinde dinlerim. Hem Alpay için hem de Işın Karaca için bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bazı sesler vardır; kulağınızdan girer, yüreğinize dokunur.

Ne söyledikleri elbette mühimdir ama nasıl söyledikleri, işte o, sözün bittiği yerdir.

En nasırlı yüreğin bile, bir koşu gidip aşık olası gelir...

Herhalde haklarını teslim edersiniz, Alpay da Işın Karaca da bu ülkenin gelmiş geçmiş iyi solistlerindendir.

Alpay, Janis Parios’un müziği üzerine Sessiz Kalma’nın o canım sözlerini yazarken, düet yapmak için aklındaki ilk ve tek ismin Işın Karaca olduğunu söylüyor bir röportajında:

‘Bu, iş olsun diye yapılmış bir düet değil. Bu düet için yazılmış bir şarkı; ben onu öyle düşünerek yazdım.

Çok güzel bir şarkının çok güzel olabilmesi için bir defa çok güzel söylenebilmesi lázım. (...) Habire soruyorlar; ‘Siz yeni bir ikili mi oluşturuyorsunuz?’ diye. Böyle bir amaç yok yani. Biz müziğe güzel bir şey kazandırabilmek için biraraya geldik, o kadar. Ve güzel bir şey kazandırdık. Bu şarkı çok uzun süre yaşayacak. Çünkü şarkılar insanlardan daha uzun ömürlüdür.’

Hakikaten de Sessiz Kalma öyle bir şarkı ki en azından birkaç nesli gömer, öyle söyleyeyim...

Sessiz Kalma’nın ilk olarak düzenlemesi Doğan Kospançalı tarafından yapılmış hálinin klibini izlemiştik.

Alpay ve Işın Karaca, bir sahnede, karşılıklı iki mikrofondan birbirlerini ‘Kimsenin kimseyi sevmediği kadar çok’ sevdiklerini ‘haykırıyorlardı dünyaya...’

Şimdilerde, Sessiz Kalma’nın düzenlemesi Cihan Sezer tarafından yapılmış ve klibi montajda yenilenmiş ikinci bir remix versiyonu dönüyor kanallarda.

Karaca, yine aynı sahnede, ancak bu kez Alpay, Karaca’ya olan aşkını, dış mekán çekimlerinde, çok güzel kadrajlarda haykırıyor.

Cihan Sezer, Alpay’ın tabiriyle remix denilip geçilemeyecek bu yeni ‘düzenleme’yi, Alpay’a doğumgünü hediyesi olarak armağan etmiş.

Alpay, bunun hayatında aldığı en anlamlı hediye olduğunu anlatıyor gözleri dolu dolu...

Geçtiğimiz hafta, Alpay ile tanışmak gibi bir şansımız oldu.

Klibin yeni montajıyla bizzat kendisi ilgilendiği için yaklaşık 48 saattir uykusuzdu.

Yine de son derece nüktedan, zarif, bunun yanında sportmen bir delikanlı gibi fit ve dinamikti.

Sessiz Kalma’nın klibi yeniden montajlanmıştı; çıkan işten memnundu ve gururluydu.

Haklıymış; klibin yeni versiyonunu izledik ve nutkumuz tutuldu.

Hakikaten güzel planlar ve hakikaten şahane bir düzenleme...

Alpay, yine aynı, yukarıda sözü geçen röportajda neden genelde böyle romantik şarkılar söylediğini şöyle izah ediyordu:

‘Eğer iyi bir yorumcuysanız, ki ben iyi bir yorumcu olduğumu biliyorum, bu konuda tevazu sahibi değilim. Her ne kadar kendime sanatçı demiyorsam, kendimi hep şarkıcı diye prezante ediyorsam da... Ben o sıfatı hiç koymadım ismimim başına.

Ama ben iyi bir yorumcu olduğumu biliyorum. İyi bir yorumcunun da yorum gücünü yansıtan slow şarkılardır. Ama ben sadece slow şarkı söylemiyorum. Hareketli parçalar da var söylediğim. Bana dersen ki kıyasla; şimdi ne bileyim, Fabrika Kızı, Türkiye’de çok büyük olay yaratan bir şarkı.

Fakat Fabrika Kızı, yorumcuyu yansıtan bir şarkı değil bence. Diyorlar ki; ‘Onu müthiş yorumlamışsın.’ Bana sorarsan sokaktaki herkes o şarkıyı benim kadar yorumlayabilir. Ben bu parçada ayrı bir marifet göremiyorum. Ama Hayalimdeki Resim dersen, Ayrılık Rüzgárı dersen, Sessiz Kalma dersen, onda Alpay imzası var.’

Muhteşem, şimdiden klásikler arasına gireceği muhakkak bir şarkı.

Ve bir yorum, bir imza ki, işte, bildiğiniz Alpay farkı...
Yazının Devamını Oku

Vurun kahpeye

3 Eylül 2004
Şaka gibi... Eksik olmasın, Devlet Baba’nın yine kadınları ‘koruyası’ geldi. Zina’nın TCK’da suç olarak yer alması, bildiğiniz gibi üzerine kuma getirilen kadınlarımızı koruyacak. Hikáye bu... Daha doğrusu bahane bu...

CHP’liler, bunun için suç duyurusuna da gerek olmaması gerektiğini söylüyor. Madem öyle, savcılık direkt, kafadan açsın davayı, diyor.

Merakla bekliyoruz bu mekanizmanın yürürlüğe girmesi hálinde nasıl işleyeceğini. Zira bildiğiniz üzre, bilmem kaç karılı ‘bir kısım meclis erkánı’ da bulunuyor...

Madem bu yola baş koyuldu, ben de derim ki, el artıralım arkadaşlar. Hem -gerçi devlet, marjinal işsizlikten ve şişik kadrolardan hoşlanır ama- belki bu sayede yeni istihdamlar da yaratılır.

Mesela her eve, her otel odasına kadrolu bir ahlák polisi atansın. Bu arkadaşlar, evin karısının ve kocasının eve giriş-çıkış saatlerini, dışarıdayken kimlerle görüştüklerini kayda alsın.

Sonracığıma, telefonlar dinlensin. Ve faturalar, mesela özellikle çiçek siparişi, akşam yemeği ve tatil gibi masraflar incelemeye alınsın.

Belli ve düzenli aralıklarla, mahalle mahalle dolaşılsın ve evler basılsın...

Zina hálinde ebelenen insanlara n’asla ve kat’a acınmasın.

Hadi belki erkekleri anlayışla karşılayabiliriz, neticede elinin kiridir, birkaç kereden bişi olmaz; çok tekrarlamaları hálinde onları içeri tıkmakla yetinebiliriz ama zina yapan kadınlar, -bak nasıl sinirlendim şimdi, pis fahişeler, yollu kaltaklar!- mutlak suretle recmedilsin.

Evli erkekler tarafından tecavüze uğrayan kadınları, mütecaviziyle evlendirmek suretiyle ‘kurtarmanın’ mümkün olmadığı durumlarda bu kadınlar, hamile kalmaları hálinde, doğum yaptıktan sonra çocuklarıyla birlikte katledilsin. Mümkünse bir de önceden kırbaçlansın...

Sonra da bu kafayla AB’den tarih istensin. Mesela 2076...

Uyar mı?..

Ne zinası yahu? Daha doğrusu ne suçu?..

Devletin yatak odasında ne işi var?

Zina dediğiniz, ihanet dediğiniz, iki, bilemedin üç kişiyi alákadar eden, son derece özel ve mahrem bir konudur.

Aldatılan bir insan, kendi özsaygısını önüne koyar ve muhasebesini yapar. İsterse boşanır, isterse üç maymunu oynar.

Bu kadar...

Sanki zina suç sayılınca bu durumun caydırıcı etkisiyle, karısının kafasında odun kıran dallama üzerine kuma getirmeyecek.

Sanki getirmesi hálinde o kadın kalkıp, ‘Sen beni zırt fırt aldatamazsın, hele ki üzerime kuma, kesinlikle alamazsın. Bu yaptığın TCK’na göre suç. Çatır çatır hakkımı ararım, sürüm sürüm sürünürsün’ diyecek...

Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Vakfı’ndan gelen e-postada dendiği gibi:

‘T.B.M.M. insan hakları ihlallerinin önüne geçmek, eşitlik ve demokratikleşme sürecinde samimi adımlar atmak konusunda samimiyse, Kopenhag Kriterleri’ne göre, kadın erkek eşitliğini tam olarak sağlamak durumundadır. TCK reformunun amacına ulaşması için kadınların talepleri ışığında, aşağıdaki değişikliklerin yapılması gerekmektedir:

Zinanın bir suç olarak TCK kapsamına yeniden alınması önerisi geri çekilmelidir.

‘Nitelikli İnsan Öldürme’ maddesine alınan ‘Töre Saiki’ ifadesi ‘Namus Saiki’ olarak değiştirilmelidir.

Bekáret testleri tamamen yasaklanmalıdır.

‘Ayrımcılık’ maddesine ‘Cinsel Yönelim’ ifadesi tekrar eklenmelidir.

15-18 yaş arası gençlerin rızaya dayalı cinsel ilişkilerine getirilen yaptırımlar kaldırılmalıdır.

‘Müstehcenlik’ maddesindeki ifade hürriyetini kısıtlayıcı ifadeler çıkartılmalıdır.’

Bu arada, bu gelişmelere itirazı olan kadınlar, taleplerini dile getirmek için 14 Eylül günü, Meclis’in önünde olacaklar.

Aklınızda bulunsun... Hatta mümkünse siz de orada olun, aklınızda bulunacağına, içinize ukde olacağına, dilinize vursun.

Hani kadınlar dırdırcıdır ya (!), yapın dırdırınızı; hakkınızdır. Arayın ve alın hakkınızı; hakkınızdır...

Asparagas

Siz dağıtın, ben toparlarım

Tamer Karadağlı’nın yaşadığı seks skandalıyla ilgili; ‘Hayat tuzaklarla dolu, herkes tuzağa düşebilir. Hor görmemek, dışlamamak lazım’ diyen ve güzel bir dizide rol almak istediğine dair açıklamasına; ‘Çocuklar Duymasın’da oynamak isterim. Dizi dağıldı, toparlamak lázım’ şeklinde devam eden İbrahim Tatlıses sözlerine şöyle devam etti: ‘Gerçi önüzümdeki sezon anne-baba Amerika’ya gidecek, dizinin adı da Çocuklar Duymasın olacakmış. Ben meselá, çocukların Almanya’dan gelen amcası olabilirim. Diziyi izliyorum, çocuklar bayağı laçka... Car car laf yetiştirmeler, ona buna ukalalık etmeler... O anaları onları çok şımartmış. Babalarının müdahalesi de yetersiz. Öyle light maçolukla filan çocuk hizaya getirilmez. Taşfırın erkeği filan da değil, benim gibi, taş gibi, beton gibi maço olmak gerekir. Birol Güven dizinin adını Çocuklara Sopa Lazım şeklinde değiştirirse, belki dizide rol almayı kabul edebilirim.’
Yazının Devamını Oku

80’lerde devr-i álem

2 Eylül 2004
Geçtiğimiz haftasonu, yoğun bir telefon ve mesaj trafiği yaşadık: ‘Laura Branigan ölmüş abi, başımız sağolsun...’ ‘Dostlar sağolsun...’

‘‘80 ergenleri için matem günü...’

‘Canlar sağolsun...’

Hazırlık senesinin kapanış töreninde, yani ‘83-’84 eğitim döneminin nihayetinde, bizim tayfanın, taytları ve tozlukları çekip Self Control eşliğinde, komik ötesi bir koreografiyle yaptıkları o dansı düşünüyorum da...

Şimdilerin ‘Degajeme gel!’ muhabbeti eden 10 küsur yaş çocuklarını biraz biraz anlayabiliyorum şu erken kocamış dinozor aklımla.

Orta 2’de verdiğimiz ev partilerinde annemin döpiyeslerini giyer, kuaföre fön çektirmeye giderdim.

Sonra yıllar içinde, azala azala, süsten püsürden arına arına öyle bir kıvama geldim ki ben diyeyim odun, siz zerafet gösterip deyin, kalas...

O zamanki abartıdan kaynaklanan tepkisel bir savunma mekanizması geliştirmiş herhálde bünye...

Allah’ım, nasıl rüküş ve ne kadar özentiydik.

Ah o Impulse yılları: ‘Bir gün tanımadığınız bir erkek size çiçek verirse sakın şaşırmayın!’

Ah o acayip, yürürken düşen vatkalarını peşinden gelen adamların uzattığı ve yerin dibine geçtiğin, gerzek ergen yılları...

Yahu o koket 80’lerden sağ salim çıkabildik ya, bize karada ölüm yok demektir.

Diye düşünürdüm hep...

Oysa birer birer gidiyorlar: Falco, Ofra Haza, Mel&Kim’in Melaine’si filan derken, Laura Branigan da ‘göçmüş 80’ler yıldızları bahçesi’nde yerini aldı işte.

Beyin anevrizmasından ölmüş; uykusunda... Hepi topu 47 yaşında... Ben 12 Eylül 80 ihtilálinde sekiz yaşındaydım. Ondan birkaç ay evvel bir banka soygununda teyzemle birlikte çapraz ateş arasında kaldığımı hatırlıyorum.

Karartma gecelerini ve gaz lambası ışığında edilen sohbetler sırasında dışarıdan gelen çığlıkları, kurşun ve koşuşturan ayak seslerini...

Hava karardıktan sonra sokakta olmanın devlet müsaade etse bile anne-baba tarafından yasaklandığı günleri...

Kenan Evren’in her Allah’ın akşamı, televizyonda beliren ve siyah-beyaz ekrandan bile haki rengi netekim seçilebilen üniformalı suretini...

Sonra?.. Sonrası bir şuursuzluk tarihi...

Özal’ın ‘değiş tonton’ seneleri...

Vatkalar, kalkık yakalar, kırpık ve mandallı saçlar, fuzolar, külotlu çorap üzerine şoset çoraplar, streç kotlar...

Papatyalar, gömlek cebinde Marlborolar, Seren Serengil’in Özal’ı pek takdir etmesine vesile olan, benzincilerde satılan şampanyalar...

Samantha Fox, CC Catch, Sandra, Opus...

Touch Me’ler, Maria Magdalena’lar, Life is Life’lar...

Susalım, hiçbir boku sorgulamayalım ve ‘hadi Semra, koy şurdan bir kaset de neşemizi bulalım’ demleri... 80’lerde ergenlik dönemini geçirmiş ve kafa karışıklığı tüm ömrüne tebelleş olmuş insanlardan başka kimselerin öyle kolay kolay anlayamayacağı; ‘Esas kayıp kuşak biziz be!’ hálleri...

Laura Branigan ölmüş...

Laura Branigan, George Michael, Robert Palmer, Whitney Houston ile filan birlikte, yine de kulağa iyi gelen isimlerden biriydi.

Solo kariyerine başlamadan önce Leonard Cohen’in vokalistiydi; tanımayanlara belki bir fikir verebilir.

Gloria, dalga geçilebilemez derecede iyi bir pop şarkısıdır; yetmiyorsa, üzerine bir de hasbelkader ‘sosyal içeriklidir’ bilenler bilir...

Nasıl bir onyıldıysa o, bana hálá dün gibi gelir.

Hayatımda işti, aşktı, aileden ayrılmaydı, ne varsa 90’larda gerçekleştiği hálde, sanki 90’ları hiç yaşamadım ve beş yıl öncesi, atıyorum, 1987...

Vay be... Laura Branigan ölmüş.

Bizim kuşağın ve Flashdance’in başı sağolsun... Allah George Michael’a ve Simon Le Bon’a uzun ömürler versin...

Asparagas

Ne kadar sarı, o kadar elit

Sinemaya başladığı 1959 yılında sinemadaki bütün jönlerin esmer ve bıyıklı olduğunu, Türk sinemasındaki ilk sarışın ve mavi gözlü jönün kendisi olduğunu, kendisi sayesinde ‘üst tabaka’ insanların sinemaya gelmeye başladığını söyleyen Göksel Arsoy, kendisini örnek alan birçok gencin sinemaya başlamasına da önayak olduğunu iddia etti: ‘Elit tabaka ve seçkinler ari ırk sever. Şöyle boncuk gözlü, saman saçlı olacak. Benim başarımı örnek alan birçok genç, o zamanlar metroseksüellik moda olmadığı hálde kuaförlere gidip saçını boyattı. Hatta benden cesaret alan birkaç albino vatandaş da sinemaya girip küçük tefek roller aldılar. Şimdilerde de gelip akıl danışan çocuklara da uzun uzun anlatıyorum: Bak güzelim, üst tabakaya hitap etmek istiyorsan, git şu saçını birkaç ton açtır diye. Oksijen olur, papatya suyu olur, röfle olur...’
Yazının Devamını Oku

18 ve 8 yaşında iki kız çocuğu

29 Ağustos 2004
Tanrı Kent’i izlemiş miydiniz? Fernando Meirelles’ın yönettiği unutulmaz, muhteşem filmde, hayatın dışına itilmiş, tecrit edilmiş yoksul insanların yaşadığı, Rio De Janeiro’nun en tehlikeli mahallelerinden biri olan Tanrı Kent’teki organize suç çetelerinin dehşetengiz hikáyesi anlatılır. Bu sosyal konutlarda yaşayan insanların kurduğu gençlik çetelerinin yaş ortalaması, zaman içinde öyle süratli bir seyirde düşer ki sonunda çınçın kahkahalarla gözünü kırpmadan katliam yapan, álemin en çok korku salan çetesinin, dört-yedi yaşında çocuklardan oluştuğunu görürüz.

Şimdi, ne aláka diyeceksiniz...

Fakat Kelebek ekinde, Halit Aydıngöz’ün Öykü Erdem ile, Sema Denker’in ise Mehmet Ali Erbil ve kızları ile yaptığı röportajları okuyunca, Tanrı Kent’i bir kez daha izlemişim gibi bir acayip duygu çöktü içime.

Öykü Erdem, ‘ünlü müteahhit’ Hasan Erdem’in kızıymış. Bunun yanında Helin Avşar’la arkadaşlığı ve çapkın kız kimliğiyle tanınıyormuş. Ha, bir de Celal Çapa’nın oğlu Emre Çapa ile bir ilişkisi olmuş.

Öykü Erdem, Emre’den sonra kendini toparlayamamış ama şimdi, ‘uzun zamandan sonra’ ilk defa, belki onun yerini alabilecek bir insan varmış hayatında.

Bu arada Öykü Erdem, 18 yaşında. (Yazıyla: Onsekiz) Ve kurduğu cümleler, rokfor peyniri tadında:

‘Benim 11. doğumgünü kutlamam Şamdan’da yapıldı. Annem ve babam o dönemlerde ayrıldı. Sürekli babam ve babamın arkadaşlarıyla dışarı çıkmaya başladım. Sonra zamanla eğlence hayatına başladım. Herkesin hoşuna gider. Herkes ailesinden izin alıp çıkarken, ben babamla çıkıyorum. Hep Ozan Şer, Serhan Aloğlu, Erdal Acar gibi isimlerin yanında dolaşıyordum. Onları göre göre insanların nasıl yaşadığını öğrendim. O grubun içinde o kadar bulundum, o kadar örnek aldım ki onlar gibi yaşamaya başladım. Sonra onlar evlendi, hayatlarına başladılar. Ben onların yerini devralmış gibi oldum. Buna bayrak yarışı diyebiliriz.’

Bu arada Erdem, bir ara gazeteciliğe soyunmuş. Bir röportaj yapmış fakat kasedi çözmek zor geldiği için vazgeçmiş.

Reklamcılık okuyor ama öylesine okuduğunu da itiraf ediyor. Çünkü: ‘Reklamcı olmayacağım. Hayalimi gerçekleştirmeye çok az kaldı. Parayı babamdan alacağım. Ben patron olmak için doğdum. Başkasının yanında çalışmayacağım.’

Erdem, ayrıca akıllı olduğu hálde kimseye gösterememekten ve ‘gençlerin’ çok dejenere olmasından da şikáyetçi!

‘Benden küçük 1988’li kızlar sabahlara kadar gecelerde. Bir gece kulübünün tuvaletine girdiğimde neler konuştuklarına inanamazsınız. Küçük kızlar çok dejenere olmuşlar. Ben kendimi onlarla bir tutmuyorum’ diyor; iyi mi!..

Şimdiii, gelelim Mehmet Ali Erbil’in sekiz (Rakamla: 8!) yaşındaki küçük kızı Yasmin’e...

Mehmet Ali Erbil ve kızları Sezin ile Yasmin, birlikte Erbil’in doğup büyüdüğü Yeniköy’deki evi ziyaret ederlerken, Sema Denker de onlarla birlikte gitmiş.

Dörtlü söyleşinin bir bölümü şu minvalde:

Sema Denker: Alişan’la dost kalmayı başardınız mı?

Sezin Erbil: Hayır. Çünkü aramızda medeni olmayanlar var. Demek ki sevgileri bitmeyince dost kalamıyorlar.

Mehmet Ali Erbil: Gelelim Yasmin’in hayatına. Kim bu Alican, Yasmin?

Sema Denker: Ne oluyor, Alişan, Alican... Ali’ler sarmış etrafınızı?

(Hadi buraya kadarına kakara kikiri deyip geçelim. Ve sonra dikkatinizi, Yasmin’in, şahsen benim tüylerimi diken diken eden yanıtına çekelim...)

Yasmin Erbil: Alican hakkında yorum yok. Bu benim özelim. Ben özellerimi hiçkimseye söylemem, ancak aileme söylerim. Lütfen bu konuda açıklama yapmamı beklemeyin...

İsterseniz, sekiz yaşındaki Yasmin Erbil’in cümlelerini bir daha okuyun, iyice sindirin...

Sizi bilmem ama bu cümleleri sekiz yaşındaki bir kızın ağzından duymak, bana korkutucu geldi. Ve neresinden bakarsanız bakın; hazin...

Disiplin, disiplin, disiplin Sonuç: ama ne adrenalin

Ayıptır söylemesi, bu satırların ballı yazarı, bir dolu dünya ve Türkiye starını canlı olarak izleme şansına nail olmuştur. Fakat Iggy Pop gibi bir sahne yaratığı -Mick Jagger dahil- gördüysem de hatırlamıyorum.

O nasıl bir enerji, o nasıl bir doğallık, o nasıl bir ruhtur... Tanımlayacak sıfat bulamıyorum.

Rock’n’Coke’un en büyük lütufları; Iggy Pop&The Stooges’ın Iggy Pop’ı ile MFÖ’nün Mazhar Alanson’unun sahne arkasındaki kapışması, büyük hadise oldu biliyorsunuz.

Alanson, Haftalık dergisinden Nedim Koca’ya, konuyla ilgili şu minvalde bir açıklama yaptı: ‘İyiniyetle gittim ki bir afra tafra... Doğal olarak sinirlendim, o hışımla ben de kapıya sinkafla vurmuşum. Yine de adama öyle bir adrenalin verdim ki sahneye çıkmadan, sanki 20 yaşındaki performansını sergiledi. Aslında teşekkür etmesi gerek.’

Sonra, Iggy’nin San Francisco Chronicle’da yer alan 2001 tarihli bir röportajını okuduk ki ne görelim... Meğerse o enerji ne öyle eskisi gibi doğallıktan, ne de Alanson’un zannettiği gibi o kavganın verdiği adrenalinden kaynaklanıyormuş:

n SFC: Her gece üzeriniz çıplak bir şekilde sahnede tepinmekten hiç yorulmuyor musunuz?

IGGY: Bu bir zul olurdu... Eğer... Yani benim yaptığım tam olarak bu değil biliyorsunuz.

n SFC: Yani her zaman böyle misiniz yoksa bu sadece sahneye özgü bir hál mi?

IGGY: Bu gibi şovlar çoğunlukla hayalkırıklığına gebedir. Ama gerçekten iyi bir şov izlemekten daha iyi bir şey de yoktur; en azından benim için bu böyle... Dolayısıyla ben de işime böylesi bir özen gösteriyorum. Fakat bunun için sahne dışında bayağı bir çalışmanız gerekiyor.

n SFC: Hadi ya... Tüh! Oysa ben hep sizi üstünüz çıplak, kot pantolonunuz kıçınızın çatalı görünecek şekilde düşük, Sizzler’da yemek yerken filan hayal ederdim.

IGGY: Dinle oğlum; ben bu işi tam 30 yıldır yapıyorum. Bunun ilk 15 yılı son derece yaratıcı ve işin disiplin kısmını tamamen pas geçtiğim bir dönemdi. İkinci yarı ise tam tersi oldu. Anlayacağın, şansıma, bu ikinci yarıda kıçımı toparlayabildim ve nihayet dağıttığım zamanların nemasını yemeye başladım. Ne dediğimi anlıyor musun?

n SFC: Yani, işin sırrı birkaç yıl boyunca kendini dünyaya rezil rüsva etmek, sonra da sırtını yaslayıp kötü ününün tadını çıkarmakta yatıyor öyle mi?

IGGY: Benim en ünlü olduğum alan Iggy Pop olmak. En büyük özelliğim bu.
Yazının Devamını Oku

Sınır tanımayan bir model

28 Ağustos 2004
Bizim ‘hayvan tayfasının’ en bi’ hayvan elemanının diline doladığı bir kalıp var şu aralar: ‘Sınır tanımayan...’ Hani şu ‘sınır tanımayan gazeteciler’ gibi, ‘sınır tanımayan doktorlar’ gibi...

Yalnız esas bizimki bir şeye sardırdı mı sınır tanımayanın en önde gideni olduğu için, mevzunun boku çıktı tabii...

Karşısındaki kim ya da konu ne olursa olsun, lafa öyle giriliyor, öyle çıkılıyor...

Bizim asistanlardan birinin bıyıkları mı terlemiş? ‘Sınır tanımıyor ya, ondan...’

Ya da arkadaşın aşk acılarıyla mı dalga geçilecek; ‘Sınır tanımayan romantiğin sınır tanımayan hüznünden’ filan dem vuruluyor.

Hah, dedim, Athena’nın ‘D.İ.H.O’sunun klibini gördüğümde; ‘İşte bizim kocabaşın hayatının şarkısı budur!’

Şimdi, kendisini nasıl anlatsam bilemiyorum. Herhangi birine ya da şeye benzemediği gibi, kendine bile uzaktan -yani çok içeriden- bakan bir acayip tip. Hayatı sadece mavra olarak algılıyormuş taklidi yaparak yaşayan, yani öyle ve o kadar ciddiye alan bir herif.

Pek çok şeyi fazlasıyla ciddiye aldığı için hiç iplemiyormuş gibi yapıyor. Tabii kimse yemiyor... Ama çok da sevdiğimiz bir arkadaşımız olduğu için yiyormuş gibi yapıyoruz, ayrı...

YURTDIŞINA AÇILIYORLAR

Athena’nın İngilizce şarkılar da içeren Us adlı albümünün ilk şarkısı ‘D.İ.H.O’nun klibi niye onu çağrıştırdı bilemiyorum.

Belki Athena da bir süredir yok 12 Dev Adam’ın peşinde, yok Eurovision dördüncülüğüyle, ya da ne bileyim, yurt dışına açılmayı umduğu bu son albümüyle sınır tanımama yolunda emin adımlarla ilerlediği içindir.

Ya da belki sırf şarkının sözlerindendir:

‘Kapat çeneni sus artık söyleme / Bana neler yapmam gerektiğini / Maval okumaktan hiç mi bıkmadın / Uzaklaş yanımdan şimdi / Israr etmeye kalkma, beni sıkar / Canım sıkılırsa o da sert kaçar / Serte sert cevap gelir unutma / Durmaz insan hayvan olunca...’

KALANTORA KARŞI

Klip, Ata Stüdyoları’nda Devrim Yalçın tarafından çekilmiş. Küçük çaplı bir performans klibi...

Athena, her zamanki punk-ska tarzlarıyla, yani müzik, giyim ve danslarıyla şarkılarını söylüyorlar.

Bir de karşılarında oturmuş performanslarını izleyen ve elinde havan topu gibi purosuyla ona buna ahkám kesen bir kalantor var ki, zaten şarkının da ona ithaf edildiğini tahmin ediyoruz.

Zira Athena’nın bildiğiniz gibi daha önceki plak şirketleriyle birtakım anlaşmazlıkları olmuştu. Hani Eminem’in kliplerinde sık sık pek kravatlı kurumsal adamlara posta koyup oraya buraya sözleşmeler fırlattığı sahneler vardır ya, hafif onları andıran bir model. Yanisi bu klibin anafikrinden de müzik sektöründeki katekullilere, al gülüm ver gülümlere inceden laf giydirildiğini anlıyoruz:

DÜŞÜNEN HAYVAN

‘Kullan at beni, harca / Buruştur, sat / Dilediğin gibi öldür, yaşat / Dikkat dikkat, daha da beter olacak bu gidişatla / Kalbur üstü kalbini açmazsa / Düşe kalka ezberledim hayatı / Yanımdan geç, sakın değme bana / Bana bana bana hep bana hep bana / Doymak nedir bilmez misin acaba? / Serte sert cevap gelir unutma / Durmaz insan hayvan olunca...’

Bu durumun bizim hayvanla alákası var mı; yok... Ama serin bir abimizdir, sınır tanımaz ve hayvan-insan kategorisindendir.

Oradan düştü zihnime herhalde. Ne bileyim, insan dediğin de iki ayaklı, düşünen bir hayvan neticede... Zihni bir kez koşmayagörsün... Durmaz insan hayvan olunca...
Yazının Devamını Oku

Islak yaz

27 Ağustos 2004
Ziya’yı vurmayı düşünüyorum. Dostum mostum ama insanoğlu bir noktadan sonra bencilce kendi sağlığının derdine düşüyor. Ve Ziya’nın varlığı, benim varlığımı düpedüz tehdit ediyor.

Geçenlerde Kaktüs’te oturmuş, standart gazete etüdümüzü yaparken yine keyifle gerindi ve ‘Hissediyorum; galiba yağmur geliyor’ dedi.

‘Aramızdaki mesafe bu kadar kısayken, yani alnının cidarına kafayla dalabileceğim bir menzildeyken, böyle şeyler söylememeni tavsiye ederim’ dedim.

Bu Ziya’dan korkulur. Geçtiğimiz ilkbaharda havalar hemen açmasın ve millet açıkhava mekánlarına doğru akmasın ki onun dükkánı iyi iş yapsın diye bağladığı peçetelerin ‘büyü’ bombardımanından arta kalan ‘artçı yağmurlar’ olduğundan bile şüpheleniyorum bu yağanların.

Şaka değil valla, çok ciddiyim. Başta ben de dalga geçiyordum; ‘Yanındaki boş sandalyede oturan hayali arkadaşın Murteza’ya da bir bira ısmarlayalım mı? Etrafta dolanan cüce filler filan da görüyor musun?’ filan diye ama yok yani azizim... Ziya ve peçeteler bir araya geldi mi orada durmak gerektiğini zaman içinde öğrendim.

Yazının Devamını Oku

Aşkın elinden el aman!

26 Ağustos 2004
(...) Bir de ana-baba aşkı var ki...<br><br>‘Bu da oldu!’ Dedi, yanaklarının güzelliğinden müştek sepsevgili arkadaşımız. Yine-ne-oldu!? Dedim. ‘Bu akşam geliyorlar!’ Gelen kim? İngiltere’nin Müslüman prensi mi! ‘Keşke!.. Hem annem, hem babam!..’ Yahu ne var bunda? ‘Evi ... götürüyor yine, kahretsin!’ (Biz bu lafı ‘Allah kahretsin’ diye biliriz ki, hoş bir laf değildir, bunu hiçbir zaman söylemeyin; içinizden de geçirmeyin çünkü Allah kalbinizdekini bilir. Fakat ecnebi eğitim görmüş zamaneler, tıpkı İngilizce’deki gibi, ‘kahretsin’le iktifa ediyorlar...)

Çok af edersiniz, ‘Ulan’ dedim, ‘ne var bunda, ne güzel işte, bak gözlerin çakmak çakmak, heyecan fışkırıyor!..’

Düşünsenize, yaz havasının hafif rüzgárlandırdığı şu şeker gibi günlerde elele tutuşmuşlar orta yaşın sınırlarındaki anneyle baba... Orta yaş... Şu orta yaşa bir bakalım: İnsan ömründeki en geniş yaş yelpazesi. Renk cinsinden ifade edecek olursak, pembeden mora giden bir skala.

Mora gelene kadar önemsenecek bir şey yok. Ama mor önemlidir. Morun sınırında ne olacak? İnsan denen mahlûkun, hayat denizinde kaptanlığı ne kadar kıvırabildiği, morun sınırında ortaya çıkar. Nasıl mı? Ya mosmor olursun ya da oralı olmazsın. Birincisi dekadansın işareti. İkincisi ise şöyle çiçek kokulu, taravetiyle tir tir titreşen bir meyveli pastanın lezzeti gibi terennüme hazır, olgunluk denen mahsulün zuhurudur ki, cümle insanlık milletine hayırlı olsun...

Uzun etmeyelim, ‘Neler söyleyeceklerini düşünebiliyor musun!’ diyor, sepsevgili arkadaşımız. Geçen sefer, önceki sefer ve daha önceki sefer ne söyledilerse onu söyleyecekler diyorum. Bunlar ona fena hálde ‘aşağılayıcı’ geliyor, hele ki kendi evine değil de amcasının evine gitmeleri ihtimali! Onu asıl yaralayan bu.

‘Bre!’ dedim... Yok mu hani...

Yüzlerinde Ege’nin güneşiyle gelen bu anne-baba, mor area’ya girmek üzereler. Fakat hem zeká, hem güzellik, hem nadir kabiliyetlerin sahibi böyle iki cerbezeli kız evlat (Diğerinin yanaklarıyla hiçbir sorunu yok, benim onunla sorunum var; servi boyu, bahçenin yemyeşil çimenlerini çıplak ayaklarıyla ezişi...) yetiştirmiş olan anneyle babanın günü geldiğinde mosmor olmaları ihtimali çok düşük. Ve bundandır ki, hattı zatında işte bu çatışma, aşktan başka bir şey değildir; kızımızla ebeveyni arasındaki.

Zaten siz olsanız ne dersiniz; salonun orta yerinde bir çamaşır makinesi, içinde kirliler, boş bira kutuları, ‘shit’ denip ‘basket’ yapılmış kitap ve dergiler, cips artıkları ve saire. Ancak bir ebeveyn gayrete gelip birkaç söz söyleyebilir bu manzara huzurunda, yoksa insan lál ü ebkem kalır vallahi.

Anneyle kızın arasındaki, nedenleri asla vuzuha kavuşamayacak olan bir anlaşmazlıktır ki, Kıbrıs sorununu andırır. Çözüm, idráki mümkün olmayan baharlarda muhtemeldir, yeter ki istensin... Babayla kızın arasındaki ise, malûm, aman Allah! (Freud Bey bulunduğu álemde rahat durmayıp klavyeme tasallut ediyor tabii.) Çikolatalı sufle tadındadır lákin hipertansiyon ve yüksek ruh kolesterol. Hayat zor.

Zaten bu kadar lafı ben niye ettim? Dedi ki sepsevgili arkadaşım, ‘bizim’e gidiyoruz. Hani şu Boğaz’daki benim sevdiğim yere, (neresi olduğunu hiçbir zaman söylemeyeceğim) aramızdaki adı bu. Ve babanın çok sevdiğim bir huyu var. İzmir’den gelişlerinde doğruca oraya gidiyor.

Şimdi düşünün: Poponuzda beş kilo bez bağlı; kolalar, kurdelalar içinde ham yapılacak bir Hacıbekir lokumuyken gittiğiniz, babanızın gençliğini tül gibi sarmalayan anason buğusunun ardında kalmış o masalardaki eşhası ve muhabbeti bugün hayal meyal çıkartabildiğiniz o yere, bugün aynı takım, gidiyorsunuz. Kıyıdaki akasyalar biraz yaşlanmış yoksa nehir aynı nehir, artık ‘büyük’ olmuşsunuz, ama o günlerin tığ gibi, bugünün göbeği büyümüş garson amcası; bıkmadan usanmadan gelip, ‘Siz şu kadarcıktınız, gelirdiniz...’

Böyle yerlerin bir güzelliği, nasıl olmuşsa kalmış olmaları. Yoksa aşk benim neyime. Zaten aşk dediğin, siyanürle altın çıkartmaktan başka bir şey değil. İki gram pırıltı için, çevreyi berbat ediyorsun.

***

Bu yazı, 30 Ağustos 1997’de sepsevgili dostum Aytekin Hatipoğlu tarafından kaleme alınmıştı. Benim için çok kıymetli bir metindir. Dün -kimden geldiği bana kalsın- bir mektup aldım ve sevinçten ağladım. Arayıp tarayıp Ayto’nun yazısını buldum ve affına sığınarak, tekrar andım.

Not: Ayto’cuğum be, özleştik; tez elden bi’ şu bizime gitsek ya?..
Yazının Devamını Oku