Ebru Çapa

Zapla müstehaktır

23 Eylül 2004
Bu aralar yine kuluçkaya yatmış hindiyle kafası kopmuş tavuk arasında, manik-depresifin gel-gitlerini zorlayan bir dönemden geçtim. Öyle bir aydı ki oooy oy; eşekten düşmüş karpuz gibiyim.

Haftasonu ‘E bi’ dur be kadın!’ dedim, kendi yularıma asıldım, eve kapandım. İki gün boyunca televizyonun karşısında, söğüt dalına yuva yapmış manda gibiydim.

(Hindi, tavuk, eşek, manda, karpuz?.. Hani ünlü de değilim ama ola ki katılacak olsam, Ünlüler Çiftliği’ne ‘tek kişilik dev kadro’ olarak katılabilirim valla...)

Bezgin bezgin zap, zap, zaplıyorum.

Onu da izlemiştim, hele bunu yaklaşık 100 kere gördüm, eee bunu da biliyorum?.. Bu dizi geçen sezondan kalmıştı, bu dizi de geçen haftaki bölümün tekrarı?..

‘57 Channels and nothing on / 57 Kanal var ama seyredecek bir şey yok’ şeklinde terennüm eden Bruce Springsteen ne kadar haklı Allah’ım...

E, ben de ne yapayım? Şansıma küsüp Ebru Akel’e rağmen, bir grup gelin-kaynana namzetini eve kapattıkları programa takıldım:

‘Benim için ideal gelin toz beziyle yer bezini birbirine karıştırmayandır...’

Yuh! Yok bir de karıştırsaydı! Hatta bulaşık beziyle ayakkabılarını boyasaydı. Mütevazı beklentileri olan bir teyzeymiş. Ben içerideki kızlardan biri olsaydım, böyle kayınvalideyi kaçırmazdım vallahi...

‘Kızımız güzel ama dövmeleri var. Dövmeyle abdest alıp namaz kılınmaz ki?’

Oldu... O kız da zaten televizyon programında koca aramaya o yüzden karar vermişti. Kendisine beş vakit namazında, mümin damat adayı arıyordu?..

Bir ara sıkıntıdan programa iyiniyetli bir telefon açmayı bile düşündüm: ‘Sayın Akel; nasılsınız? Maaşallah bugün yine bir sofra buketi zerafetindesiniz. Sekiz gözümüz önümüze aksın ki maaile sizi pek beğeniyoruz. Neyse, canlı yayındasınız, lafı uzatmayayım, diyeceğim şu ki Cengiz İmren hapisten çıktı ama Seren Serengil ile saadetleri, Serengil’in Ünlüler Çiftliği’nde olmasından dolayı tehlikede. Siz gönül insanısınız, hálden anlarsınız. Bir iyilik yapın, Serengil’i, Cengiz İmren’in annesiniyle birlikte sizin yarışmaya transfer edin. Bakın Seren Serengil de toz beziyle yer bezini karıştırmıyor Allah sizi inandırsın. Arada bir karıştırır gibi oluyor ama Zeynep Ablası onu hemen uyarıyor. Hem bakmayın dudaklarının öyle olduğuna, vallahi dövme değil, dudak kalemini abarttığı için öyle görünüyor. Ha Ebru Hanımcığım; olmaz mı? Belki gelin-damat-kaynana arasındaki buzlar eritiriz, bir yuva kurtulur. Cümleten sevaba gireriz.’

Hastasıyım bu tip programların ama ağır yükleme yaptığı belli dönemlerden sonra insan biraz mola almak istiyor. Ne kadar yalama olursa olsun, herhalde her bünyenin zırvalığa karşı bir istihap haddi oluyor.

Şansımı bir kez daha denemeye karar verip film kanalları arasında bir tur daha attım...

Fekat fekat?.. Wow ve de oh my God! Bingo: Yorgun gözlerim neler görüyor?!

94’de televizyon için çekilmiş bir şaheser: ‘Bionic Ever After...’ Hadi biz devşirme bir çeviriyle ‘Biyonikler Ermiş Muradına...’ diyelim...

Tevellüdü tutanlar, yani şimdilerde en az 30’larını sürmekte olanlar hatırlayacaktır, 70’lerin sonlarında canımız cananımız, o zamanki biricik gözağrımız TRT’de yayınlanan bir dizi vardı: Altı Milyon Dolarlık Adam...

Kamuoyunun Farrah Fawcett’in ilk kocası olarak tanıdığı (!) Lee Majors’ün biyonik bir adamı canlandırdığı, yavan geven ama o zamanlar pek rağbet gören bir şeydi...

Eh, televizyon dediniz mi es kaza birisi ortaya parlakımsı bir fikirle çıkmayagörsün; sömüreni bol olur. Ekranlarda anında bir de dişi versiyonu belirmişti: Lyndsay Wagner’ın canlandırdığı Biyonik Kadın...

Duymayanlar mutlu haberi benden almış olsun: 20 küsur yıl sonra çekilen devam filminde biyonik manitalar Dr. Jaime Sommers ile Albay Steve Austin evleniyorlar; iyi mi!

Efendim, kadının devrelerinde bir arıza çıkıyor. ‘Eyvah, yoksa Biyonik Hanım ıskartaya mı çıkıyor? Vay be, demek androidler de ölürmüş’ diye düşünülürken, işin içinde hain mihrakların kumpası olduğu ortaya çıkıyor. I-nı-nı-nııın: Meğer biyonikcağızın koluna, virüslü bir çip yerleştirilmiş.

Bizim biyonik kuple tabii bunun üzerine hemen harekete geçiyor. Bir yandan, kılları ağarmış bir şekilde cilveleşip, bir yandan da macera şey ettiriyor.

Ve evet efendim, biyonik çiftimiz, filmin sonunda evleniyor. (Sanırım kimse bu filmin sonunu söylediğim için tepeme binmeyi düşünmez?!?)

Androidler menopoza girmiyorsa, bir sonraki filmde, ikişer üçer milyon dolarlık bebeleri olduğunu da görürüz inşallah.

Diyordum ki...

İki biyoniğin biz evleniyoruz evi jargonuyla söyleyecek olursak, ‘elektrikleşmesinden’ etkilenmiş olsam gerek, o anda kafamda bir ampul çaktı. (Türk’ün aklı bazen de televizyon karşısında gelir!)

Oturup mektup döşeneceğim. Lee Majors ve Lindsay Wagner’ı Türkiye’ye davet edeceğim.

Seren Serengil, Gelin-Kaynana programına gideceğine Biyonik Çift Ünlüler, Çiftliği’ne katılsın. Hem popüleriteden hem de android tavırlarından dolayı, hiç sırıtmazlar valla...

Bu aralar zaten psikolojim pek sağlam değil. Bir süre televizyon perhizine mi girsem ne?..
Yazının Devamını Oku

Havaalanı sayıklamaları

19 Eylül 2004
Uçağın kalkmasına daha bir saat var. Yine bir garip yalnızlık hissi çöktü üzerime. Her zamanki formülüme başvurdum: Bir dostuma, mektup yazmaya oturdum. Şöyle yan koltukta oturan sevilenlere yazılan cinsten; ‘Ben konuşarak kendimi tam anlamıyla ifade etmekten acizim, ne düşündüğümü ancak káğıt üzerinde görünce anlayabilen kafası karışık biriyim; sana şunu şunu demiştim ya, esasında bunu bunu demek istemiştim’ mealinden bir mektup.

Dördüncü sayfanın sonlarına gelmiştim ki bir baktım: Mektubun muhatabının ne yazdığımı anlaması için hiyeroglife hakim olması lázım.

‘Bu ne be?’ dedim, dönüp yazdıklarıma bakınca; ‘Benim bir zamanlar inci gibi elyazım vardı. Bu doktor reçetesinden bozma acayip şey benim elimden mi çıktı?!’

Klavyeler sağolsun, kalem-káğıtla yazı yazmayı unuttuk çıktık. Klavyeler, ellerin zihni yakalamasına olanak tanıyan, son derece pratik, faideli eserler...

Zannımca hiçbir şey üzerinde kan, ter ve gözyaşı olan eski model mektupların yerini tutamaz ya, yine de klavyelere de ayrıca meftunum.

Şu meşhur ‘Q klavye mi, F klavye mi’ meselesi hálá tartışılıyor mu, geçmişteki tartışması herhangi bir sonuca bağlandı mı, yoksa standart bir geyik mevzuu olarak ortada mı kaldı?.. Ucunu kaçırmışım; bilemiyorum...

Fakat şahsen, Türkçe düşünen ve yazan bir insanın, nasıl olup da Q klavye kullanarak rahat edebildiğini anlayamıyorum.

Neticede hangi vatan evladı, A harfinin sol elinin serçe parmağının altında olmasını ister? Ya da Türkçe sözlükte hepi topu 72 kelimelik, iki çeyrek sayfalık bir alana sahip olan J harfinin (Ki o kelimeler de jaketatay, jiujitsu, jeotropizma gibi günlük hayatta ‘pek sık’ kullanmadığımız şeyler!) işaret parmağının altında olmasını tercih eder?

Bizim ülkede, İngilizce bilenler dahil olmak üzere pek çok kişi, JB viskisini, sanki G harfiyle başlıyormuşçasına, cey-bi yerine cii-bi şeklinde sipariş eder meselá...

Bizim milletin J harfiyle pek işi yoktur. Hatta cılkını çıkartmak gerekirse -ki gerekmese de biz çıkartmayı severiz- málûm türküde jandarmanın, ‘Karşıki dağlar ceeenderme cenderme!’ şeklinde telaffuz edilmesi mánidar bir durumdur.

Bizde J harfi Japon icadı gibi algılanır. Öyle ki, hani neredeyse memleketin Jale’leri bile sanki Japonya’dan transfer edilmiştir. (Cılkını çıkartma konusuna bir daha değinmeye gerek var mıdır?)

Scrabble oynarken J harfi, nadirattan kullanıldığı için çok puan verir. Hele ki uzunca bir kelimeyle, üç katı puan veren bir köşeye düşürdün mü yırttın demektir. Kaybeden insana el kazandırır; öyle bereketlidir...

İnsan, nasıl ki anadilinde ‘daha rahat’ aşık olursa, kendini de aynı şekilde, anadilinde ‘ifade eder...’

Öyle davranır, öyle hisseder... Çünkü öyle düşünür...

Şimdi diyeceksiniz ki bütün bu janjanlı kakofoni ne için? Bilmem...

Havaalanları bana J harfini çağrıştırdığındandır belki... Jawa-alanı gibi...

Belki havaalanlarında hep lap-top’lu insanlara rastlandığından, artık kimselerin kalem-káğıtla mektup yazmamasındandır.

Bütün bu janjanlı kakofoni ne için? Bilmem...

Sen bana içinden J harfi geçen bir kelimeyle vuslatı tanımlayabilir misin Jabidin?..
Yazının Devamını Oku

Ben ki Mustafa Sandal’a bayılmam hakkını teslim etmek lázım

18 Eylül 2004
Allah’ın sopası yok...<br>Ama Emel’in (Armutçu) var... Mazohist olsam gerek, yemedim içmedim, yiyeceğimi adım gibi bildiğim fırçayı yemek için Emel’i aradım: ‘Bil bakalım ne oldu?’

Bir an sustu... Sonra malını bilen bir tacir edasıyla; ‘Geldin mi sen bakiim?’ diye sordu.

‘Hayır’ dedim; ‘Bil bakalım?..’

‘Yuh be!’ şeklinde çemkirdi: ‘Bindiğin iki uçaktan en az birini ısrarla kaçırmasan da hayatımızda bir değişiklik olsa sersem?!’

Kadın haklı... Doğru söze ne denir? Hakikaten sersemim...

Evet efen’im... Ankara’da mahzur kalmış bulunuyorum.

Üstelik gün boyu tüm uçak seferleri dolu. Sanırım geceyi burada edip, sonra otobüse filan bineceğim.

Dün gece Ankaralı ‘bir kısım medya’yla, yani buradan arkadaşlarla Ankara üzerine muhabbet ettik. Ben tabii her zamanki gibi, Ankara’nın ütülü kasfeti üzerine ahkám üzerine ahkám kestim. Sen misin bir an önce buradan kaçmak, kurtulmak isteyen... Hem de burada sana el üstünde tutulan kıymetli misafir muamelesi çekiliyorken... Eh, müstehaktır diyelim...

Atıp tutmalarımın yol, su, elektrik ve maphusluk olarak geri dönüşü olsa gerek bu.

Sabahtan beri kime rastlasam ağlak yapıyorum: ‘Ya, içime fena bir his tebelleş oldu. Meselá bu bir tür Groundhog Day’e dönüşüyormuş. Hani filmde herif her sabah aynı güne uyanıyordu ya?.. Ben de sonsuza kadar Ankara’da kalıyormuşum?!’

Karnında artı şeklinde bir yarık açmayı planladığım, avukat olduğu hálde -ya da belki tam da bu sebepten- pozitif düşünce meraklısı bir arkadaş; ‘İyi şeyler çağır, inan bana gerçekleşir’ dedi.

Konsantre olup, yedek yazıldığım uçaklardan birinde yer açıldığını düşünecekmişim!

‘Kardeşim’ dedim; ‘Folloş olmuş çakralarını da alıp buradan uzarsan çok sevineceğim, zira kan beynime sıçramak üzere... Bir çakarım, reikinin feriştahını yaptırsan, hatta Tibet’ten, Hindistan’dan guru muru getirtsen omurganı doğrultamaz valla...’

Siz böyle bir tepkiyle karşılaşsanız en yaparsınız? Beyefendi, Mustafa Sandal’ın şarkısını terennüm ve tebessüm ede ede uzaklaştı: ‘İstersen dağlar, dağlar / Yerinden oynar, oynar / Sabırsız kalbim bir tek / Aşkına isyankár...’

Boynumdan alnıma doğru kan yürüdüğünü hissettim. Sanırım pembeden fuşyaya, oradan da mora doğru, degradeli bir renge kestim...

‘İstersem dağlaaar dağlar, yerinden oynaaar oynar...’ Mış...

Ulan ben geceleri uyumayı, sabahları da popomu oynatmayı becereyim, daha ne isterim.

Mustafa Sandal’a gelince... Şarkıyla vallahi bir sorunum yok. Sorun zamanlamada...

En ufak bir şekilde kinaye yapıyorsam namerdim. Hatta Sandal’ın İste albümünün promosyonu için çıktığı turnenin Çeşme ayağına katılmışlığım var. Gayet de memnun kalmıştım. (Mahzur kalmam gerekiyorsa, orda kalsaydım ya? Yok abicim, ben kala kala Ankara’da kaldım!)

MC Panjabi’den arak mıdır değil midir çok da kesin bir yorum yapamayacağım ama Allah biliyor ya, neredeyse nakarattan ibaret bir şarkı olmasına rağmen İsyankar, güzel şarkı.

Şarkının albümdeki versiyonu için afili bir klip çekilmişti ki Mustafa Sandal o acayip figürlerinden attırmadığı, o abartılı artistik pozlarını takınmadığı, nispeten düz durduğu için zannımca hiç de fena bir klip değildi...

Şimdi bir de konser performansından mütevellit bir klip yayınlamaya başladılar.

Eh kim olsa, gittiği her şehirde minimum 10 bin kişiyi topladığı bir turnenin havasını atar. Sandal’ın verdiği konserlerde on binlerin toplandığını söylüyorlar ya, yalan değil.

Kendilerinin, hem ha bire dans ettiği hem de málûmunuz, Pavarotti filan olmadığı için üçüncü şarkı itibarıyla sesi gidiyor ama olsun. Yine de eğlenceli bir konserdi...

Bir de tabii İsyankar’ı 10 kere filan söylediği için hafif tertip içimiz şişmişti. O konseri müteakip haftalar boyunca her sabah gözümü aynı nakarata açtım: ‘İstersen dağlaaar dağlar, yerinden oynaaar oynar!’ Şarkı mümkünatı yok, kulağımdan gitmedi.

Ben ki Mustafa Sandal’a bayılmam, hakkını teslim etmek lázım; yukarıda Allah var yani...

Klibi izleyenler hak verecektir; İste, gayet başarılı ve eğlenceli bir turneydi.

Hoş, bendeniz oradan çıkıp koşa koşa Moloko konserine gitmiştim. Ve esas aklımda ve gönlümde yer eden de o konser olmuştu; ayrı...

Geçenlerde, o gece giydiğim pantolonu giydim. Elimi cebime attım ki ne göreyim: Kum... Deniz kumu...

Zira ayıptır söylemesi, Moloko konseri bir beach club’daydı ve bu satırların yazarı konseri üzerinde kıyafetlerle girdiği denizden izlemişti.

Deniz mi dedim?.. Deniz dedim di mi?..

Ankara’da deniz yoktu di mi?

Saat kaç oldu, hálá uçaklardan haber yok. Durun şöyle bir konsantre olayım bari: ‘İstersem uçaklaaar uçaklar / Bana kontenjan açaaar açar...’
Yazının Devamını Oku

Şimdi öyle mi olduk?

17 Eylül 2004
Mesut Yılmaz, mecbur kalmadığı müddetçe asla siyasete dönmeyeceğini beyan etmiş: ‘Kim özler ki Ankara’yı; Ankara özlenecek şehir mi?’ Ben Ankaralı olsaydım; ‘Şimdi öyle mi olduk?’ diye sormak isterdim kendisine: ‘Seçimlerde yerlerde sürünüp, sonunda Yüce Divan’a çıkınca mı tukaka oldu? Ama sefasını sürüp nemasını yerken iyiydi?..’

Benim Ankara’yla ilgili aklıma kazınmış ilk büyük şaşkınlığım, hayvanat bahçesinin girişinde gördüğüm bir uyarı tabelasına dairdir.

Metal bir levhanın üzerinde yer alan bir takım resimlerin üzerine ‘giremez’ X’ları atılmıştı.

Bir bisikletli resmi; üzerinde bir çarpı... Bir köpek resmi; üzerinde bir çarpı... Buraya kadarı hadi iyiydi, tamamdı... Peki ama kedilere ne demeli? Yapmışlar abi: Bir kedi resmi ve üzerinde bir çarpı.

‘Hayvanat bahçemize kedi giremez kardeşim; yasssahh!’ Oldu... Başka bir emriniz, buyruğunuz, hatta içeriye girmeye kalkacak asi kedilerle ilgili yaptırımınız filan var mıydı? Kediler giremez?!? Nasssıl yani?.. Sen gel de onu kedilere anlat. Neticede insanlar zaten kedilerini tasma takıp yürüyüşe çıkartmazlar. Ve takdir edersiniz ki kediler, insanların koyduğu yasakları, hele ki öylesi levhaları algılamazlar. Olmaz ya, hadi, de ki algıladılar, hiiiç ırgalamazlar.

Neresinden baksanız, alçak bir duvarla çevrili bir hayvanat bahçesi. Onun üzerinden atlayıp içeri girecek sokak kedileri senin yasakçı levhanı mı takacaklar?..

O tabelayı gördükten sonra bütün gün hiç susmadan söylenmiştim. Benim homurdanmamdan dolayı daral geçirmekte olan bir arkadaş; ‘Sen de taktın mı fena takıyorsun’ demişti; ‘Burası Ankara kızım; Ankara’da ve askerlikte mantık aranmaz!’

Bugün Ankara’da öyle güzel bir hava var ki oysa, İstanbul’da koca bir yaz boyu özlediğimiz türden... Lokum mu demeli, şerbet mi...

Bugün niyeyse fena hálde Ankara’yı sevesim var. Belki havanın letafetinden, belki de sırf Mesut Yılmaz’a gıcığımdan; bilemem...

Ankara’ya bakıyorum ve her köşebaşına konuşlanmış gri yüzlü binalardan elini sallayıp dilini çıkartan bürokrasiyi, siyaseti, devleti görmezden gelmeye, Ankara’nın daha sıcak ve sevilesi yönlerini fark etmeye çalışıyorum.

Evvvet, elimizde ne var?..

Ankara: Bir kere, düzayak kardeşim. Sonra? Eeemm, ağaçlar filan var!? Başka?.. Hah, ben hayatımda ilk kez Ankara’da bir pavyona gitmiştim meselá.

İzmir ve İstanbul’daki her türlü; ‘Beni n’ooolur pavyona götürün’ yakarışlarım, bunun mümkün olamayacağına dair söylevlerle bertaraf edilmişti. Zira kadınsanız, bir pavyona girebilmeniz için yanınızda ya kocanızın olması gerekiyor ya da vesikanızın bildiğiniz gibi...

Ama Ankara’nın pavyonları öyle değil. Ankara’da ‘aile pavyonları’ var. Buralarda ağır forsu olan bir arkadaşımız, ısrarlarımıza dayanamayıp, bizi toparlayıp pavyona götürdüğünde; ‘Bu muydu yani pavyon pavyon dediğiniz?’ diye sormuştuk. Ekseri Rus revü kızlarının yaptığı bir dans gösterisi -ki her biri güzellikten yana bizim bilumum kıymeti kendinden menkul sitaremize on basardı- ve kenardaki boş masalarda Tolstoy filan okuyan yine Rus konsomatrislerden ibaret, gayet dingin bir ortam.

Hani müptezel ruhlar, hani kafadan dökülen gül yaprakları, hani viski açtırıp assolistin ayakkabısından içen magandalar?!? Bu mudur yani pavyon?..

‘Yok’ demişti; ‘Esasında pavyonlar pek de böyle yerler değildir. Burası bir pavyon için fazla nezih... Burası Ankara...’

Ankara öyle yani; pavyonları bile nispeten edepli...

Ankara’yı dinliyorum, gözlerim kapalı: Sanki -ve yine mi ve hep mi?!- bakanın ya da müsteşarın biri basın toplantısı yapıyor.

Şuraya geleli henüz bir buçuk gün oldu; bünye şimdiden deliler gibi deniz kokusunu özlüyor.
Yazının Devamını Oku

Hükümsüz

16 Eylül 2004
Kafam kazan gibi, bizim eklerin sayfalarının yapıldığı odaya girdim. Sanlı’nın kumanda merkezine yani... İçeride alışkın olmadığım bir loşluk var. Gözüm pencerelere takıldı. Jaluzileri kapatmışlar. Ama?.. Yahu burada jaluzi var mıydı ki? Bizim gazetenin duvarlarında asılı ilanlarda yazdığı üzere: Gazeteciyi merak böceği sokmuştur. Sordum nitekim: ‘Bu jakuziler daha önce de burada mıydı?’

Öööyle suratıma baktılar: ‘Evet, saunalar da vardı hatta evvelden...’ Sormayın, hiç affetmiyorlar: ‘Pardon, jaluziler diyecektim...’ Varmış... Tülay; ‘Sen de haklısın’ dedi; ‘Jaluziydi, jakuziydi, hayatımıza bir dolu şey girdi. Japon icadı bunlar, Japon...’

Oradan çıktım, bodrum kata indim, sonra zemine çıktım, sonra dergilerin katına, sonra gerisin geriye bizim kata... Şuursuz, serseri bir mayın gibiyim.

Üzerinize afiyet, ağır bir geceden kalmayım. Sabah nasıl kalktım bilmiyorum. Ama cüzdanı yine kaybetmişim, o kadarına hakimim. Yine kimliksizim, yine hükümsüzüm efen’im...

Akşam iki günlüğüne Ankara’ya gitmem lázım. Yine Allah’a emanet düşeceğiz yollara... Ortalıkta saçmasapan dolanıyorum. Oyalanıyorum... Zira İnsan Kaynakları’na gidip sigorta kartımı ‘yine’ kaybettiğimi söylemem gerekiyor. Gelin görün ki bizim İnsan Kaynakları Müdürü -kendisi İnsan Kaynakları Müdürü’nün olmaması gerektiği kadar iyi bir insan olduğu için biz kendisine İnsan Kaymakları Müdürü demeyi tercih ediyoruz- az biraz espritüel bir arkadaş. Ve hobileri arasında, benim bu habire bir şeylerini kaybeden hálimle dalga geçmek de bulunuyor.

Sancak’a duyurmadan durumu oradaki arkadaşların birinin kulağına fısıldasam, mevzuyu minimum geyiğe sardırarak atlatabilir miyim, onu hesap ediyorum.

Zira artık hakikaten kendimi aştım. Konu bir şeyler kaybetmekse, üzerime kimseleri tanımıyorum. Bir gün kendimi kaybedeceğim o olacak... (Hoş, bir Hürriyet yazarı olarak yakışır yani... Bildiğiniz gibi, Hürriyet, bazen de kendini kaybetmektir!)

Sarhoş ya da dalgın ya da yorgun filan olmam da gerekmiyor. Bu konuda üstün bir yeteneğim var; gerçekten... Kış günü palto, yaz günü terlik kaybetmeyi başarmış bir insanım ben.

Ve sayısız şapka... İnsan kafasında taşıdığı bir şeyi kaybeder mi? Ben kaybedebiliyorum.

Geçen sene, paraya kıyıp 10 taksitle, bayağı pahalı bir güneş gözlüğü almıştım. Haftasına çıkmadan gözlüğü kaybettim. Sonra sittin sene, olmayan bir gözlüğün taksitlerini ödedim.

Bir keresinde evin içinde ev anahtarlarımı kaybetmişliğim bile var; öyle söyleyeyim.

O sıralar oturduğum evin sokak kapısı, garip bir kapıydı. Biraz sert kapadığınızda, kilit kendiliğinden döner ve kilitlenirdi. Akşam da nitekim kapıyı sert çarpmışım, mümkün değil, açılmıyor. Anahtarı bulamıyorum ve bir röportaja yetişmem gerekiyor. Pencereden atlamıştım. Önüne düştüğüm kadının yüzündeki ifadeyi bugün gibi hatırlarım.

‘Anahtarımı kaybettim de...’ demiştim. ‘Tabii, tabii...’ şeklinde yanıt vermişti.

Ben koşarak taksi durağına giderken, o ilerideki bekçi kulübesine yönelmişti.

Kısa keseyim, sessizce dağılalım arkadaşlar. Bendeki onu-bunu-şunu kaybetme hikáyelerinden Savaş ve Barış’tan daha kalın bir hatırat çıkar yani...

Şimdi işin yoksa yine gazeteye kimliğini kaybettiğine dair ilan ver, git kimlik çıkart, onu iptal et, bunu yenile... Öööf be!..

Kendimden sıkıldım, yemin ederim. Üstelik ‘Kendimden sıkıldım’ cümlesini o kadar çok kurdum ki cümleyi eskittim...

Acaba diyorum, şu ‘Kimliğimi kaybettim, hükümsüzdür’ ilanıyla birlikte bir kayıp ilanı daha mı versem?: ‘Hatırlamadığım bir tarihte şuurumu kaybettim, lütfen beni kaale almayınız, hükümsüzüm, teşekkür ederim...’
Yazının Devamını Oku

İnsan aklı yatakta gelir

12 Eylül 2004
Hastayım bu İngiliz bilimadamlarına... Var ya, bir sağlık ya da araştırma haberinin içinden geçmeyegörsünler; çiğnemeden yalar yutarım o haberi... Bu tür haberlerde anılan bir anonim ‘uzmanlar’ takımı vardır biliyorsunuz. Adları öyle geçer yani...

En az haftada bir, yeni bir durum pörtler ve bu ‘bulgular’ ekseri ‘Bilimadamlarının yaptığı araştırmaya göre...’ ya da ‘Uzmanların belirttiğine göre...’ şeklinde ilerleyen haberlerle okura duyurulur.

Ve yine bunlar ve yine genellikle, düzenli aralıklarla birbirini inkar eden taraf ve karşı taraf ve kenar taraf ve bir de öbür kenardan taraf haberlerle, kuyruğunu kovalayan köpek temposunda bir seyir izler...

Misál, bir yıl kahvenin tuzruhundan bile zararlı, fena hálde tukaka bir şey olduğunu okursunuz, müteakip yıl, ‘İngiliz bilimadamları’ size kahvenin esasında sarmısaktan bile faydalı, cennetten çıkma bir nev’i zemzem suyu olduğunun ‘ortaya çıktığını’ bildirirler...

Ya da ne bileyim; seneler senesi uzmanlardan alkolün en fena zehir olduğunu dinlersiniz -ki bokunu çıkarttığınızda hakikaten şaşmaz bir gerçekliktir-, sonra İngiliz bilimadamları size, her akşam birkaç kadeh şarabın, bir bardak sütten daha yararlı olduğunu ve hatta içki içen insanın kafasının daha iyi çalıştığını söylerler.

Yani öyle her anonim uzman görüşü içeren habere tamah etmeyeceksiniz ama özellikle İngiliz bilimadamları bir şey dedi mi, orada bir duracaksınız. Durup dinleyeceksiniz...

Mizacımız uyuyor; şimdiye dek köfteden tek bir şey araştırdıklarına şahit olmadım valla. Şimdi; ‘Senin ehl-i keyf, miskin ve azgın tempona uygun şeyler söylüyorlar, hatta sen işine geleni cımbızlıyorsun’ diyeceksiniz...

Olabilir... İnsan sadece dostunu ve birlikte olacağı insanı mizacına göre seçmez ya...

Ben nerede hazza dair öneride bulunan bir bilimadamı -ki onlar da genellikle İngilizler’den çıkıyor- görürsem, ruhen ve aklen ona yazılıyorum.

İngilizler’in kıvamı başarılı zira. Yani esasta Akdenizliler’e, Latin Amerikalılar’a filan yazılmayı tercih ederdim ama onlar da bilimsel araştırma yapmıyor ki azizim, sadece kebap yapıyor!

Neyse: Efendim, sizden iyi olmasınlar, arslan yürekli İngiliz bilim adamları, zihnin en yaratıcı ve üretken olduğu yerin yatak olduğunu ‘ortaya çıkarmışlar.’

Britanya hükümetinin finanse ettiği ‘Uyku ve Yaratıcılık / Üretkenlik’ araştırmasında çıkan sonuçlara göre, üretkenliğin sihirli anahtarı rahatlamaymış. Veee işyerinde öğlen uykusu, çalışanları daha üretken kılıyormuş.

Gözünün yağını yediğimin uzmanları, çalışanların istediklerinde dinlenebilmeleri için işyerlerine yatak konmasının ideal çözüm olduğunu söylüyorlar.

Ben tabii yemedim içmedim, Neyyire’nin odasında bittim. Zira ne zamandır onu bizim kata bir kanepe konması için ikna etmeye çalışıyorum. ‘Yer yok’ diyor; ‘Neremize sokacağız, ayrıca ne gereği var?’

Anlatamıyorum: ‘Bak Neyyireciğim; bu hepimizin hayatını kurtaracak. Şurda gün ortasında iki saat kestirsek fena mı olur?’

Tam o noktada Neyyire bir ‘Haddde leeeen!’ bakışı atıyor. Karşılıklı tebessüm ediyoruz, konu orada kapanıyor.

Sonunda araştırdım, taraştırdım -yalan, hastayken ve TV karşısında zaplarken, kel bir saatte karşıma çıktı- şişme bir yatak modeli buldum. Çantaya sığan, şişince üç ayrı model koltuk, iki ayrı model yatak olan bir şey.

Neyyire, gözleri kan çanağına dönmüş, monitöre bakmaktan şizoide kesmiş; ‘Dalga geçiyorsun herhalde?’ diye sorar oldu; ‘Ne yani? Allah’ın cuması bir de yatıp uyuyun, ben burada intihar edeyim.’

O an fark ettim ki, her zamanki gibi yine zamanlamam yanlış. Bunu kalkıp da Hürriyet Pazar’ın bağlandığı bir ‘kanlı Cuma’ gecesi söyler mi insan?

Konuyu editörler toplantısında gündeme getirmeyi planlıyorum.

İngiliz bilimadamlarına güveniyorum.

Vaktiyle mamutlar vardı

Bugün, málûm, o gün... Tempo dergisinde, darbe büyüğümüz Kenan Evren ile akıllara seza bir röportaj yapılmış. Biz arkadaşlarla düşündük taşındık, Berrin Karakaş’ın Evren’e inceden kinayeli sorular sorduğu kanaatine vardık. Káğıt üzerinde pek öyle durmuyor ama Allah bilir ya, biz öyle olmasını şiddetle umduk.

Herhalde hiçbir aklı selim sahibi gazeteci, 12 Eylül darbesinin ‘kahraman’ına öyle çanak gibi duran; ‘Bu yüzden bu kadar iyisiniz belki. Pozitif olduğunuz için genç kalıyorsunuz?’ ya da ‘Bu durumda ‘Bu insanlar (darbe karşıtları) da ne nankör’ diyor musunuz?’ türü sorular sormaz.

İbretlik bir ‘söyleşi...’ Meselá Kenan Paşa’nın rock da musiki de pop da dinlediğini, bunun yanında Makber şarkısını hiç sevmediğini öğreniyoruz: ‘Ölümden bahseden bir şarkıyı sevmem. Sırası mı şimdi ölümün?’

Ve ‘Değişim elbette olacak bu dünyada. Bakın vaktiyle mamutlar vardı, şimdi var mı?’ şeklinde pek ‘şık’ bir vecize buyurmuş olan Evren’in, daha sonra sarf ettiği cümleyi okuyup, o eski ‘málûm’ kafasında olduğunu görüyor ve acaba kenarda köşede biryerlerde mamutlar da hálá yaşıyor olabilir mi meraklarına gark oluyoruz:

- İdamı bile kaldırdılar. Ben taraftar değilim aslına bakarsanız. Ama; ‘AB’ye madem girmek istiyoruz. Onların kuralları buysa, o kurallara da uyacağız’ dedik, biz de kaldırdık. Rusya’da olanları gördünüz. Peki bu adamları şimdi ne yapmak lázım?

- Asmak mı lázım?

- Asmayıp da ne yapacaksınız.

Bi’ dur!

Ne sevinmiştik oysa Nurcan Taylan Olimpiyat Madalyası’nı boynuna taktığında ve o rekorları kırdığında... Gelin görün ki, Nurcan Taylan’ın beyanatları, ‘dakka bir gol iki’ şeklinde huzura geldi ve biz bundan yana hakikaten hicap duyuyoruz.

Hatırlarsanız Taylan, Olimpiyat Madalyası’nı kazanır kazanmaz, kendisine Süreyya Ayhan sorulduğunda, fena hálde ‘çiğ’ bir üslupla; ‘Ben, Olimpiyat Şampiyonu ilk kadın olarak Türk tarihinde bir ilkim. Olimpiyat Şampiyonluğu ile ondan bir adım önde olmuş oldum’ demişti. Şimdi de taciz ve dayak suçlamalarıyla karşı karşıya olan antrenörü Mehmet Üstündağ hakkında; ‘Beni de dövdü, ellerine sağlık’ diyor: ‘Evet, hocam beni de dövdü. Çünkü ben Olimpiyatlar’a gitmeyecektim. Beni döverek zorla gönderdi. İyi ki dövmüş, Olimpiyat Şampiyonu oldum.’

Hazinden öte, vahim...

Bu kafa, benim çocuklarıma örnek olacaksa, ben o madalyayı istemiyorum.

Nurcan Taylan, tep-il-e tep-il-e hayrını görsün...
Yazının Devamını Oku

Şakşuka katula katula yıkılıyo

11 Eylül 2004
Basiret dediğiniz bir kez bağlanmayagörsün... Kördüğüm gibidir valla, çözülmez de çözülmez... İlle ki görmek istediğiniz bir film vardır meselá; yolunuz, vuslata eremeyen áşıklar misáli, bir türlü kesişmez de kesişmez...

Ne zamandır merak ettiğiniz film, atıyorum, Festival sırasında gösterilir; kaçırırsınız...

Merak ettiğiniz o film, ballısınız ya, festivalden sonra vizyona girer; yine kaçırırsınız...

Kış biter, yaz gelir; o bir türlü yakalayamadığınız film, kimi sinemalarda ‘eleştirmenlerin seçtikleri’ ya da ne bileyim, ‘senenin iyileri’ başlığı altında düzenlenen toplu gösterimlerde gösterilir; yine kaçırırsınız...

Sonra sonra, zaman geçer, film televizyona ‘düşer’, televizyonda ilk kez gösterilir; yine kaçırırsınız...

Sonra bir kez daha gösterilir; yine kaçırırsınız...

Sonra bir kez daha gösterilir...

Artık mevzuu gurur meselesi yapmışsınızdır; programlar iptal edip TV’nin karşısına konuşlanmaya ahdedersiniz.

Fakat izletmeyen Allah izletmez kardeşim: Trafik sıkışır, bir dosttan ‘Kötüyüm, yetiş Elmor’ telefonu gelir, iptal edilemez bir randevu peydahlanır, gözden çıkarılamaz flörtöz bir muhabbet sarkar...

Kaçıracağınız varsa o filmi, ille ki kaçırırsınız...

Bir haftaya yakındır evde tecrit edilmiş vaziyetteyim.

Kucağımda yayılmış gazeteler, elimde kumanda; banyoya gitmek ve kemirecek bir şeyler hazırlamak haricinde sadece ve sadece zaplıyorum.

Bir aydır milletin dilinde hep aynı nakarat: ‘Şakşuka’yı seyrettin mi?’

Seyretmedim...

Ve fakat: Hastayım ve televizyon karşısında pranga eskitmekteyim. Beş gün-beş gece boyunca eve hapisim.

O zaman zarfında rastlarım diye umuyorum.

Uyuduğum zamanlar haricinde her daim ekran karşısındayım. Şimdi rastlamazsam ne zaman rastlayacağım?

Yanılıyorum...

Basiret meselesi dedik ya, avucumu yalıyorum...

Şu geçtiğimiz hafta, Tarık Mengüç’ü bilmem kaç programda konuk olarak izledim ama klibini görebildim mi; yok...

Hani bunun için ağlayasım da yok... Tamam yani, bünyenin zaten bir ayağı aksak dengesi, ilaçlardan ve virüslerden dolayı iyiden iyiye sapıtmış olabilir ama merak ettiğim bir klibi denk düşürüp izleyemedim diye intihar edecek de değilim.

Nasılsa yolu patlıcan, yoğurt ve domatesten geçen herkesle bir gün bir yerde buluşuruz.

Yoğurt dedim de, Tarık Mengüç’ün Şakşuka’sını izlemek nasip olamadı ama kendilerinin güftesini yazdığı bir şarkıyı çok şükür ki nihayet dinleme saadetine gark olabildim.

Ben size Ayça Tekindor’un söylediği ‘Yıkılıyo’dan bahsettiğimi söyleyeyim, siz de varın benim saadetimin boyutunu hesap edin...

Şimdi, valla ne demeli bilemiyorum. Ayça Tekindor, bildiğiniz üzre, konservatuvar mezunu bir kemancı. Zaga’da şahane bir şekilde parladıktan sonra niyeyse yolunu, eller havaya barlarının halkla ilişkilerini yürütmek, onunla bununla sabahın erken saatlerinde çorbacılarda görünmek ve önce bir skecin, sonra da ondan ilham alan bir reklam kampanyasının sloganının artanından pantolon çıkarıp nemasını yemek istikametinde çizmeye karar verdi.

Tekindor’un söylediği ‘Yıkılıyo’, Yunan şarkıcı Eli Kokinou’nun seslendirdiği Masai adlı şarkının, Phoebus Tassopoulos’a ait bestesi üzerine Türkçe söz yazılmış háli.

Aynı besteyi, başka sözlerle, ‘Yakışır’ ismiyle Burcu Güneş de seslendirdi.

Bu aralar böyle bir hál var biliyorsunuz. Serdar Ortaç’ın Beni Unut, Abidin’in ise Boşuna ismiyle seslendirdiği Sotis Volanis şarkısını, yetmezmiş gibi bir de Emre Altuğ’a satmaya kalkmışlardı misál.

Piyasaya yeni bir albüm mü çıkarılacak, yeni adet bu: Ortaya bir Yunan bestesi düşüyor; sonra birileri onun üzerine seslendirenin mizacına uygun sözler döşeniyor.

Tarık Mengüç, verdiği bir röportajda, şarkı sözlerini nasıl yazdığını anlatıyordu: Davut Güloğlu’na bakıyormuş; bundan ne çıkar diye düşünüyormuş; Katula Katula’yı yazıyormuş.

Kendine bakmış; ‘Ulan benden ne çıkar? Şakşuka çıkar’ demiş.

Eh işte; Mengüç, Ayça Tekindor’a da bakmış ve mizaç bu ya, ortaya Yıkılıyo çıkmış.

Ayça Tekindor, şarkının klibinde, üzerine bir çıkartma gibi yapışmış şımarık zilli edalarıyla, saçlarını filan çekiştirerek, pek seksi çalımlarla, diline çiklet misáli doladığı nakaratı attırıyor:

‘Buraları yıkılıyo / Benden yıkılıyo / Her gün peşime / Bıyıklı takılıyo / Ben seni seçtim / Tahminin doğru / Yasla başını hadi / Degajeme doğru...’

Ha, pardon, kendisi aynı zamanda, o çoook pahalı kemanını da çalıyor. Hani kendisini ilk etapta şöhrete taşıyan şu meşhur keman...

Yalnız keman, klipte niyeyse Tekindor’un eline pek oturmuyor, daha doğrusu, biraz eğreti duruyor.

Nasıl ifade etmeli; sanki Ayça Tekindor yıkıldıkça ve peşine bıyıklı takıldıkça; kemancağız utancından inim inim inliyor.

Bilemiyorum, belki saçmalıyorum... Belki de ateşim hálá yüksektir...

Ya da belki bu durumun sebebi, Ayça Tekindor’a bakarken artık gözümüzün önüne yıkılan bir degajeden başka bir şey gelmemesidir.

Yazık diyelim, ne denir...
Yazının Devamını Oku

Kapı deliği

10 Eylül 2004
Allah’ım, işe gelmek ne saadetmiş... Kendimi, sömestr tatilini Madam Rottermeier kılıklı bir uzak akrabasının sıkıcı mı sıkıcı evinde geçirdikten sonra okula döndüğüne sevinen çocuklar gibi hissediyorum.

Gazete binası dediğiniz ne kadar sosyal bir ortammış böyle...

Masadan masaya bağıraşanlar, afacan stajyerleri toplantı odasına çağıran haykırışlar, hiç susmayan telefon zilleri, dedikodu faslı için toplaşanlar, her Allah’ın günü görmekten gına getirdiğini zannettiğin ama beş buçuk günde özleyiverdiğin simalar...

Hastalık molaları, tatil gitmelerine benzemiyor málûm.

Eskiden şöyle kalıcı hasar bırakmayan ateşli bir hastalığa yakalansam da hem okulu kırsam, hem de çevrenin aşırı ilgisine mazhar olsam şeklinde hayaller kurardım ben de her çocuk gibi...

Yetişkinlik dönemlerinde hastalık dediğiniz, pek öyle çocukluk sefalarına benzemiyor gelin görün ki...

Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba...

Eh, bugünün yarısını da sayarsanız, tamıtamına beşbuçuk gündür televizyonun karşısında lahana bebek modeli beziyorum.

Kemiklerim ve başım sızladığı için inim inim inleyerek ve hastalandığım için işe gitmediğime uyanan annemi zırt fırt açtığı telefonlarda, ‘vallahi de billahi de domuz gibi’ olduğuma ve ilaçlarımı aldığıma dair ikna etmeye çalışarak...

Günlük gazeteleri okuyup, haberleri izleyip, dışarıda bir yerlerde hayatın aktığını bilip, ona hiçbir şekilde dahlolamayarak...

Sanırım bu hayatımın en süratli yazısı olacak, dolayısıyla biraz da çalakalem; kusuruma bakmayın.

Birincisi, Kelebek, neredeyse bir tek benim yazımı bekliyor; dolayısıyla kuyruğuma pervane takılmış gibi hissediyorum.

İkincisi de parasetamol yüklemesinden dolayı günün onküsur saatini uykuda, geri kalalını ve özellikle de geceleri TV kanallarının en abuk programlarının yayınlandığı alákasız saatlerini, ölü balık gözleriyle ekran karşısında geçirmiş birinin, temposu şaşmış ve fena hálde ahmaklaşmış belágatıdır bu önünüzdeki.

Affınıza sığınıyorum.

Yaklaşık bir haftadır günlerim, gecelerim birbirine karışmış vaziyette...

Gözümü her açtığımda, ekranda bir başka ‘sayı’ görüp, parasetamolün ağırlıyla değilse de depresyon uykularına dalıyorum.

Uyu, uyan ve ekranda bir sayı: Osetya’daki can kaybı: 393 ama 600’ün üzerinde olması bekleniyor.

Çin’de sel feláketi: Şimdilik 161...

Kastamonu, Küre’de STGA Tünel İnşaatı’nda kazada ölü sayısı: 19...

Endonezya’nın başkenti Cakarta’da Avustralya Büyükelçiliği yakınında meydana gelen patlama: 8 kişi...

Ölüm dediğiniz şeyi, ne kadar kolay sayıyoruz...

Bir evin içinde dört dönüp, bir yandan kendisine çorba pişirmeye çalışan, bir yandan akan burnunu silen, bir yandan ağrıdan inleyen ve küfür üstüne küfür eden, arada bir sızdığında da uykusunda sayıklayan bir kadın...

Bir taraftan da yoğun utanç mesaisi veriyor.

Zira her hasta insan kadar mızmızlanmak geliyor içimden ama insan bu ‘sayı’lara baktığında, háline şükretmeye utanıyor.

Bu arada bildiğiniz gibi, ha bugün ha yarın, zina suç olacak Allah’ın (!) izniyle... Ama bakın vallaha şikayete bağlı olacak. Yanisi kadınlarla erkekler kanun önünde eşit olacak! Kadınlarımızın hakkı korunacak!!!

Başımız göğe erecek.

Bu arada Savaş Ay, ‘Anlat Savaş Abi’ne’ röportaj disiziyle memleketi mi kurtarıyor yoksa TeleVole mantığını gazete sayfalarına mı taşıyor?

Dannn! Azzz sonra...

Her şey bir yana, TV kanallarında yeni yayın dönemi başladı. Yaşasın yani: Yeni diziler, gırla... Yetmiyorsa, yakında sadece anonim şahsiyetler değil, ünlülerimiz de bol kameraları yarışmalardan birinde toplaşıyor.

‘Ne elektrik, ne su’ bir çiftlikte bir araya gelip, bir yandan inek sağıp, bir yandan kaymak yapıp, bir yandan da Büyük Birader’in Çiftliği’ni filan terennüm edecekler herhalde.

Beyni bulamaca dönmüş muharrire, uykuyla uykusuzluk arasındaki o yerden bildiriyor:

Şu yazıyı izninizle yollayayım, kafayı biraz toparlayayım, yarın daha mákûl muhabbetlerde buluşuruz inşaallah.
Yazının Devamını Oku