Ebru Çapa

10 yıl önce 20 yıl sonra

3 Ekim 2004
Bu sabah güneşin kızgın yalımları penceremden içeri süzülürken, kargaların ve martıların fikrine açtım gözlerimi... ...Deeermişim, ılgın ılgın...

Yine de şaka bir yana, Allah biliyor ya, yatakta bir doğruldum ki bir kulağımda martılar çığlık atıyor, diğer kulağımda ‘kargalar, kargalar gaaak diyor.’

Meğer kapı çalıyormuş.

Daha doğrusu, dışarıda ciyaklayan martıların ve hakikaten öten bir karganın yanı sıra kapı -ki ciyuvciyuv’lu kuş sesi çıkartıyor- da çalıyormuş.

Eski bir dostum, bir dönem adet edinmişti, habire ‘eternal return / ebedi döngü’den söz ediyordu. Bu sabah ona hak vererek uyandım.

Zira Allah’ım, arada geçen 10 yılda hayatımın temposu defalarca altüst olmuş olduğu hálde, belki bu kuş seslerinin yaptığı çağrışımdan, belki de hakikaten içinde bulunduğum dönem pek çok açıdan o zamanı hatırlattığından dolayı hayat, 1994’tekiyle tıpıtıpına aynı...

TARİH VE TEKERRÜR

Gibi... Sanki... Tırsss...

1994-1996’da yine Gümüşsuyu’nda, şimdi oturduğum evden bir sokak ötede ikamet ederken, o sırada evi paylaştığım çocukluk arkadaşım, pencerenin önünden geçen bir kuşa kulak kabartmış ve ‘Aaa, ulan, bizim kapı zili geçiyor!’ diye çığlık atmıştı.

Apartmanımızın önünde epey cılız bir ağaç vardı. Buna rağmen o ağaç, günün 20 saati filan, sanki bütün Manyas üzerine yuva yapmışçasına cıvıldardı.

Ayrıca denize yakın tüm semtlerde olduğu gibi bizim de önümüzdeki damlar, devekuşu ebatlarında martı kaynardı ki takdir edersiniz, ötüşleri, insanın sanki kapı komşusu histerik bir kadınmış da 24 saat aralıksız kahkaha atarmış misali, sinirsek bir gürültü kaynağıdır.

Yetmiyormuş gibi o eve taşındığımızda bir arkadaşımız bize ev hediyesi olarak mor bir kafesin içinde kanarya getirmişti ki işte o, bizim asabımızın iflas ettiği, laçka olduğu noktaydı.

Her gün sırayla kuşu ‘özgürlüğüne kavuşturmak’ için ‘üzerimize düşeni’ yapardık.

Zira gün boyu duyduğumuz kuş cayırtısı, tahammülümüzün istihap haddini aşmıştı.

Meselá bir akşam ben kuşun üzerini örtmeyi unutuyordum. (Bilenler bilmeyenlere anlatsın: Kafes kuşları, isterse evin için zifiri zindan olsun, üzerlerini örtmezseniz, uyku vakti olduğunu anlamıyor ve uyumuyorlar. En azından bize öyle öğretilmişti.)

Bir sonraki gün, kafes dediğiniz F tipi hücre ya, bizimki belki hava almaya çıkmak ister diye kafesin kapısını açık bırakıyordu.

Nihayet günün birinde bizim kanarya uçtu, gitti...

O zamanlar, bizim apartmanın civarında dolanıp duran tanıdık bir karga vardı; burada da var... Ki benim hayatta en sevdiğim kuş türüdür kargalar...

Bu kargayla da arada bir göz göze geliyoruz. O tabii bir fablın kahramanları olmadığımız için bana ağzıyla peynir filan ikram etmiyor. Öööyle platonik platonik kesişiyoruz...

ESKİ DEFTERLER

Bu kuş trafiğinin şaşalamasıyla kuşbeyinli bendeniz de elektrik sayacına bakmaya gelmiş memura apartman kapısını açtıktan sonra, yaklaşık 10 yıl öncenin kayıtlarının peşine düşüp, eski defterleri karıştırıp, belleğimi kovaladım.

Bizim zamanımızda bir ‘5 Yıl Önce 10 Yıl Sonra’ grubu vardı ya hani... Bu da öylesi bir merak; ‘10 yıl önce 20 yıl sonra’ modeli...

Bakalım, 20 yıl sonra da yine bir sabah tanıdık bir martı ve karga ve ciyuvciyuv kuşuyla uyanacak mıyız.

Neyse işte; buyrun efen’im o yıllardan bir tutam ‘nostalji:’

n Dün 20 milyon bayılıp (İçime ağır oturduğuna göre, o zamanın 20 milyonu sağlam cukka olsa gerek!) kendime bir nasır satın aldım! Yuh be! Sol ayağımı resmen yere basamıyorum. Oysa denediğimde dünyanın en rahat ayakkabısı gibi geliyordu. Zaten alışveriş yapmaktan nefret ediyorum, al sana sağlam bir sebep daha! Sırf ayakkabı almaya tahammülüm kalmıştı, onu da bugün itibarıyla tükettim. İki gün önce C. ile bugün için Sultanahmet’e yürümeye karar vermiştik. Dönüşte -dönüşte de ne, daha gitmeye yakın- ben ayakkabım vuruyor diye mızmızlandım ve taksiye atlayalım diye tutturdum. İşin kötüsü herifi ikna da edemedim. Yol boyu ‘Yakında tuvalete bile taksiyle gideceksin; dikkat et durağa kadar adımlarını karıştırma bari. Sen Allah bilir yürümeyi unutmuşsundur da’ şeklinde dalga geçti durdu. Beni bir gün bunun bu sofistike esprileri öldürecek ya bakalım ne zaman!!!

n Bu aralar herkes diline ‘Böyle de bir geyik vardır ya...’ kalıbını dolamış vaziyette. Millet ağzına geleni söylüyor, sonra da karşısındakinin bakışından söylediğinin salaklığına uyanıp, anında viraj alıyor gibi. Hayatımız geyikle geçiyor. Geyiğin hası dönüyor, dönüyor, dönüyor, nihayetinde de ‘Harbiden ha, böyle de bir geyik vardır di mi?’ geyiği dönüyor. Böylesi kullanışlı bir zırvalık kalıbı görülmemiştir. Hani ‘Ben bu lafı çeviriyorum ama aslında bunların ötelerine kafası basan biriyim, bu muhabbetin üzerindeyim’ háli... Üstelik aynı kalıp, çoğu zaman ayağı yere basan konulardan bahsederken de kullanılıyor. ‘Ay hani neredeyse entelektüelimsi bir konuya dalacağız, hani utanmasak araya ünlü bir şairden dörtlük alıntılayacağız, oysa biz böyle şeyler yapmayız’ türünden bir sahtekárlık. Kimsenin artık ne konuşuyorsa onu konuşuyor olmayı paçası (Burada başka bir kelime kullanmışım, ayrı...) sıkmıyor mu ne?

n Yonca Evcimik, Bandıra Bandıra Ye Beni şarkısını büyükannesini mi ne düşünerek yazmış. Kadın klipte habire muz, karpuz filan dişliyor ama bunun yanında ikide bir de ‘Ben çocukların Yoncimik Ablası’yım’ edebiyatına yazılıyor. Hangi popçuya sorsan, çocukların çiçek ablası, böcek abisi... ‘Kardeşim benim işim bunu da gerektiriyor, adam gibi seksapel satıyorum’ desen olmuyor mu? Kimse seksapelini usturuplu bir şekilde kaldıramayacak mı? Yok o dekolteler ille ki haylazlığına açılacak, o gözler ille ki afacan afacan süzülecek!

*

Bööyle gidiyor. Bazı şeyler bugünü nasıl birebir tutuyor. İnsan inanamıyor...
Yazının Devamını Oku

Üzerimde ex-manita marifeti bir büyü mü var?

2 Ekim 2004
Her Allah’ın günü, şehir merkezinden bizim gazete binasının bulunduğu İkitelli’ye gidip gelmek var ya, çeken bilir: Düpedüz ömür törpüsü... Günün minimum bir buçuk-iki saati, zaten bütün gün suratına baktığın insanlarla, seyri hiç de zevkli olmayan bir güzergáhta ve ekseri yoğun trafikte geçiyor.

E, sohbet-muhabbet-dedikodu-geyik, bir yere kadar...

İnsan, háliyle oyalanacak birtakım yan formüller arıyor.

Meselá ne zaman bizim tayfadan birkaç kişi bir otomobile doluşsak, şarkılardan fal tutmak gibi bir adetimiz var.

Favori oyunlarımızdan biri bile demeyeyim, favori oyunumuz bu...

Son eleman da kendini içeri atıp kapıyı kapattıktan sonra radyo Türkçe pop çalan bir frekansa ayarlanıyor ve herkes sırayla bir numara tutuyor:

Birim, ikiyim, üçüm, dördüm, -olmasa daha iyi ama varsa eğer bir beşinci- beşim...

Bundan sonraki senin, ondan sonraki benim, bir sonraki onun...

Yalnız Çelik ve Yonca Evcimik çıkarsa, sayılmıyor. Onlar paslık joker...

Haricinde ne çıkarsa bahtına...

Herkes birbirinin özel hayatını kendi ciğeri gibi bildiği için de çıkan şarkının üzerine bol kıkırdamalı bir mavra dönüyor.

Öylesine işte; komik oluyor, vakit geçiyor...

İyi oluyor olmasına da...

Bir dönem, bana ha bire ama hakikaten hiç sektirmeden Funda Arar’ın Aşksız Kal’ı çıkar oldu.

Başta gülüyorduk ama bir noktadan sonra benim artık ciddi ciddi sinirlerim bozuldu.

Her seferinde değişik bir rakam tutuyorum ve tırsak bir gergef gibi beklemeye başlıyorum.

Hani fal tutmak yerine kumar oynuyor olsak ve bahse tutuşsak, kısa sürede voliyi vurur, köşeyi dönerdim; öyle söyleyeyim.

Bir kere de yanılt be kader?!

Yok abi... Hep aynı nakarat ki ‘Geber inşallah!’tan bile beter:

‘Sen ne istediğini bilmez arsız sevgili / Hiç iyi dileğim yok senle ilgili / En büyük bedduam doğduğundan beri: / Aşksız kal, aşksız kal, aşksız!.. / Yalnız...’

Başta dedim ki, kadere kıtır atayım, onu kandırmaya çalışayım. Yani şarkı hayattan bana doğru değil, benden hayata doğru terennüm ediliyor olsun; öyleymiş gibi yapayım.

Fakat kaderden önce bizim tayfa yemedi ve anında itirazlar yükseldi.

Hem yuttursam ne olacak, ne fark edecek ki?..

Zira madem böylesi batıl muhabbetlere yazılıyoruz, o zaman málûm klişeye de inanmak gerekir, öyle değil mi: Beddua sahibine döner!

Ben hiç kimseye, hele ki vaktiyle sevdiğim ve birlikte olduğum kişilere öyle düşmanıma bile dilemeyeceğim beddualarda bulunmak, ah etmek istemiyorum birader!..

Bana çıkan şarkının sözleri şöyle bir şeyler olsun istiyorum meselá: ‘Yolun açık olsun kardeşim / Mümkünse bir daha görüşmeyelim / Yok, sağol, almayayım, arkadaş da kalınmasın / Git ötede siftin, Allah yeni sahibine bağışlasın...’

Ama ı-ıh... Kimin nasıl bir ahını almışsam artık?!. (Birkaç tahminim de yok değil hani; ayrı...)

Neden sonra, yol fallarından yana Aşksız Kal’dan yırttım. Hatta bir keresinde Ajda Pekkan’ın ‘Sen İste Her Şey Çok Güzel Olur’u bile çıktı, inanamadım.

İnsan şükreder, kırar kıçını oturur değil mi?

Yok ben ısrarla belámı arıyorum. Geçenlerde evde TV’yi müzik kanallarından birine sabitlemiş gazete okurken, içimden; ‘Bundan sonraki benim olsun!’ demiş bulundum.

Herhalde ne çıktığını söylememe gerek yok?!?

Funda Arar’ın dördüncü albümü Sevda Yanığı’nın gayet başarılı bir albüm olduğunu hesaba katıp ona göre gardımı almış olmam gerekirdi. Benim moronluğum...

Arar, geçen yıl piyasaya çıkan albümünün hálá istikrarlı bir şekilde satıyor olmasını bir röportajında bakın neye bağlıyor: ‘Evet, hálá çok satılıyor. Bunun nedeni de uzun soluklu işlere imza atmak ve çok klip çekmek galiba.’

Beste ve güftesi Müfide İnselel’e, düzenlemesi Funda Arar’ın taze kocası ve aranjörü Febyo Taşel’e ait olan Aşksız Kal, zehirli sözlerinin ağırlığını bir yana bırakacak olursak, bestesiyle 70’lerin lay-lay-lom havasını taşıyan neşeli, civelek, ‘hafif’ bir şarkı.

Korhan Bozkurt’un yönettiği klipte Funda Arar, psikopata bağlamış, üstelik bu durumla çok eğleniyormuş gibi görünen bir kadın portresi çiziyor.

Terk etmek üzere olduğu sevgilisinin laptop’unu mikrodalga fırında eritiyor, kıyafetlerini makasla kıtır kıtır kesiyor, eline ne geçerse yere atıp kırıyor, vs...

Eh sonunda da Emre Karayel’in (Bir İstanbul Masalı’nın Zekeriya’sı) canlandırdığı ve eve geldiğinde gördüğü manzara karışısında nutku tutulan manitanın eline anahtarları sıkıştırıp, kapıyı çekip gidiyor.

Hani adamın fena bir açığını yakalamış olsa, İSKİ skandalını patlatan Nurdan Erbuğ misali, bir koşu gidip onu da gazetelere faş edecek...

Deve ya da ne bileyim işte, bildiğiniz kadın kini...

Ben mi?..

İşim olmaz valla... Hayat böylesi takıntılar olmadan da yeterince ağır zaten.

Yine de söz batıl geyiklerden açılmışken...

İşkillenmeden de edemiyorum. Üzerimde ex-manita marifeti bir büyü müyü olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

İti an çomağı hazırla

1 Ekim 2004
Kardeşim, şu hayatta tek bir kocakarı kehaneti de boş çıksın, dişimi kıracağım. Koca yaz boyu güneş yüzü görmemiş İstanbul’da son bir haftadır pastırma yazı hesabına sıcak mı sıcak ve basınçlı mı basınçlı bir hava var ya...

Mevzu anında gündeme geldi: ‘Ay şekerim, tam deprem havası valla!..’

1999’dan beri deprem muhabbetleri neredeyse bir fetiş konusu olma yolunda. Hani biraz daha zorlansa ‘Ayol valla tam deprem havası, ah şimdi Japonya’da olmak vardı’ya kadar gidecek.

Hoş, bir taraftan, konunun gündeme gelmesi için bahanemiz de boldu zaten. Málûmunuz, geçtiğimiz hafta İstanbul’da Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın düzenlediği ‘Deprem Şurası - 2004’ gerçekleşti.

Oturuldu, bol bol deprem konuşuldu.

Başbakan Erdoğan, 17 Ağustos Marmara depreminde henüz başbakan ya da belediye başkanı olmadığı için (!) olsa gerek, gönderdiği ‘video mesajı’nda gönül rahatlığıyla ‘Depremler ve arkalarına bıraktıkları manzaralar, İBRET tablolarıdır’ dedi meselá: ‘21. Yüzyıl Cumhuriyet Türkiyesi, bu manzaraları bir daha asla yaşamamalı.’

Ne güzel... Yine şiir okumaktan öte, şiir gibi konuştunuz vallahi.

Hatta ben de eklemek isterim: Kanun hükmünde kararname şey ettirin: Hayat da bayram olmalı...

Bol bol ve yer yer boş boş konuşuldu mu deseydik ne?..

Efen’im neymiş?: Türkiye, yakın geçmişinde büyük depremlerle sarsılan ve acı tecrübeler yaşayan bir ülkeymiş. Bu acı tecrübelerin çıkardığı yangınlar henüz küllenmemiş ancak acılardan ders almayı ve deprem gerçeğiyle yaşamayı öğrenmemiz gerekirmiş...

Bu yazının kaleme alındığı akşam, yani 29 Eylül 2004, saat 18:42’de İstanbul’da 4,0 şiddetinde bir deprem meydana geldi.

Ondan birkaç gün önce de bildiğiniz üzre TCK yasası, TBMM’den küçük tefek ‘defo’larla geçti...

Málûmunuz, kaçak yapılara hizmet götüren belediye yöneticilerine ceza verilmesi yasadan çıkartıldı.

Yanisi şu ki millet yine ormanını yakacak ve kendine tarla yapacak, denk getirip cebinin para gördüğü her fırsatta üzerine kaçak bir kat daha çıkacağı gecekondular dikecek, seçim dönemlerinde belediye meclisi adayları oralarda yaşayan insanlara; ‘Bana oy verin, dükkan sizin olsun’ diyecek, akabinde ‘Allah’ın izniyle’ iktidara gelindiğinde ve durum gerektirdiğinde, o binaların kimilerini yıkmaya kalkacak, o binalarda oturan insanlar koltuklarının altına sıkıştırdıkları çocuklarıyla dama çıkacaklar ve çocuklarını ekmek bıçağıyla keseceklerine dair, kameralara karşı tehditler savuracaklar, olmadı kafalarından aşağı benzin döküp kendilerini yakmaya kalkacaklar...

Allah’a emanet memleketim Absürdistan’da işler, her zamanki temposunda Allah’a emanet süregelecek.

Belki şöyle bir fark olabilir ileride: Kim daha çok Allah’ın adını anarsa, o daha çok oy alacak.

Neticede ona emanetiz, di mi ama?..

Ve bu devran böyle döner durur, memleket emin adımlarla bir ‘sıvasız mıvasız, ben koydum oldu evleri cumhuriyeti’ olma yolunda ilerlerken, imanınızın keyfine göre Tabiat Ana ya da Allah Baba günün birinde yine fena sallayacak...

Ben diyeyim 7,5; siz deyin 8,0...

Ve kim neye inanırsa inansın, bizim kabul gören lisanımıza göre bunun adı, dalga geçermişçesine yine mukadderat olacak.

Hayır, onu bunu boşverin de kör gözüm parmağına yaşar dururken, bunları dile getirmek de felaket tellállığı oluyor ya bir yandan, orası da ayrı sinir...

Ben de meselá, habire deprem geyiği çeviren uzmanlara, özellikle de vibratör görse; ‘Size tsunamilerden bahsetmiş miydim?’ şeklinde lafa giren Celal Şengör’e hafiften uyuz oluyorum.

Fakat bu da böyle bir şey; kaçınmak mümkün değil. Deprem gibi...

‘Birlikte yaşamayı öğreneceğiz’ dedi ya Başbakanımız; öyle, yerse yani...

Depremin olduğu an, bizim katta kim varsa bir yandan telefonlarına sarılıp orayı burayı aramaya başladı, bir yandan da depremin merkezini ve şiddetini öğrenmek üzere televizyonun başına koştu.

Oraya zaplıyoruz, buraya zaplıyoruz ki ne görelim!.. Murat Birsel, tv8’deki programı Gündemdekiler’de karşısına Türkiye Jeofizik Kurumu Başkanı, ‘ünlü depremci’ Ahmet Ercan’ı oturtmuş, konuşuyor.

‘Pesss!’ dedik, ‘Bu nasıl bir gazetecilik refleksidir? Bunlar binada; ‘Ne olur ne olmaz, sallandığımız an canlı yayına sokarız’ hesabına kadrolu deprem uzmanı mı bekletiyorlar?’

Bizim bildiğimiz, bu program, konukları önceden belirlenmiş bir program? Kaldı ki anında belirleniyor -o da ne demekse?- olsa bile, ulan, deprem daha iki dakika önce mi ne oldu?!

Tesadüfmüş meğer, o günün konuğu zaten Ahmet Ercan’mış iyi mi!

Ben tam Murat Birsel’i memleketin en ballı gazetecisi (Sormayın, mesleki deformasyon gırtlak boyu...) ilan ediyordum ki...

Odada biri; ‘Abi deprem bunlar yüzünden oluyor valla! Sinir oluyorum bu geyiğe! Habire depremden konuşmanın ne álemi var!? Bak çağırdın mı geliyor işte!’ dedi..

O gerçi bunu şakasına söyledi.

Ama yine de...

Hani partinin biri, hükümet politikası olarak günah keçisi medyayı suçlamak adına bahane ararsa, bu da müessesemizin -pardon, sektörümüzün- ulvi bir hizmeti olsun yani!
Yazının Devamını Oku

Sıkılmanın sonu yok

30 Eylül 2004
Bazen canım sıkılıyor -daha doğrusu, doğduğumdan beri genel olarak hep canım sıkılıyor- ve hayatın genel seyrini zihnimde bozup, bir de tersten kuruyorum. Mevzuyu zihninizle sınırlı tutmayıp pratiğe de döktüğünüz durumlarda, hele bir de ‘Budala’ misali kimi zaman gülünç de olmayı göze alıyor, hatta bunu -tırnak içinde- ‘sağlıklı’ buluyorsanız, manzara (yani siz) tam bir seyirlik oluyor; ayrı...

Neyse...

Hayatı tersten kurabilsek, diyorduk.

Örneklemek gerekirse: Meselá, geçtiğimiz pazarın New York Times’ında yer alan Rick Marin imzalı bir makálede, bu sezon ABD’de yayınlanan sit-com’ların kısa bir analizi yapılmış.

Bu dizilerin ikisi bizde, cnbc-e’de de yayınlanıyor: According to Jim ve King of Queens...

(Bu arada yeri gelmişken, cnbc-e’ye, hayatımızı kurtaran bir kanal olduğu için şükranlarımızı sunmayı da borç biliriz. NTV’de çalışan arkadaşları arayıp, ‘Kardeşim hazır eliniz değmişken şunu da getirip hayır duamızı alsanıza’ demeye kalmadan Emmy Ödül Töreni’nde ne var ne yoksa toparlayan Angels in America’yı almışlar, Ekim’de vizyona sokacaklar arslan parçaları...)

Bunların yanında, Seinfeld’in George’u olarak tanıdığımız Jason Alexander’ın başrolde olduğu Listen Up ve Still Standing isimli iki ayrı diziden daha bahsediliyor.

Bu dizilerin ortak noktası, şişman ve gülünç kocalar ile fıstık gibi karılardan oluşan aile komedileri olması...

Yani: Lapacı, kendini kurnaz zanneden ama her bir haltı eline yüzüne bulaştıran, bin kiloluk, kimileri kısmen, kimileri tamamen kel bir takım adamlar ve onların hayatını çekip çeviren manken gibi kadınlar...

Niyeyse, böylesi modellere hiç şaşırmayız değil mi?

Rosanne Barr’ın seneler boyu bütün rating rekorlarını silip süpüren, kendi ismini taşıyan sit-com’ı Rosanne’in ‘radikal’ bir dizi sayılması tam da bu yüzdendi.

Yani kadın şişmandı, çirkindi, üstelik bütün iyi esprileri de o yapıyordu. Allah Allah, bak sen şu işe, nasıl yaniydi???

Yine de radikal dedikse, tabii bir yere kadar. O kadar da değildi...

Zira neresinden baksanız, neticede Rosanne’in kocası da 200 kiloya yakın çekiyordu. Maaile obezdiler yani... Bunun yanında, adam da bir tür beceriksiz, bir tür hımbıldı.

‘Denge’ bakiydi, hayat alıştığımız şekilde ‘adil’di...

Bir gün şöyle bir dizi çekildiğini düşünsenize: Durmadan geğiren ve yellenen, geğirtiyi ve yellenmeyi kalifiye bir espri zanneden, hayatını en kısa zamanda en çok abur cuburu mideye indirmeye adamış, düşük gelirli bir işi olan ve hani o kadar da matah bir anne olmayan bir kadın...

Ve onun yarattığı can sıkıcı durumlara yaptığı boktan espriler dolayısıyla müsamaha gösteren ve her şeye rağmen onu seksi bulan, gün gelip de değişeceğine dair imanını hiç yitirmeyen poster çocuğu kıvamında yakışıklı, yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de akıllı bir koca...

Bakın işte bu şaşırtıcı olurdu, değil mi?

Ya da ne bileyim, şu ‘Gelinim Olur musun’ yarışmasının tam tersi bir kadroyla gerçekleştiğini düşünün: (Hoş, olmaz olmaz, demeyelim, burası Türkiye, olmaz olmaz...)

Bir grup kız babası, damat adaylarıyla bir evde toplanmış, kim daha iyi yemek ve köpüklü kahve yapıyor, kayınbabasına hürmet gösteriyor yarışındalar.

Bir grup kadın da oturduğu yerde, karnını kaşıya kaşıya kendine adam beğeniyor...

Olmaz böyle şeyler değil mi?

Neden olmaz anlamak için yine kadınlara bakmak gerekiyor ya, insanın asabı esas o noktada bozuluyor.

Şu gelin-kaynana evindeki, oğullarının dışkısında boncuk kaynadığına inanan kadınlara bakın, anlarsınız.

Nasıl ki töre cinayetlerinde oğullarının eline silahı veren kadınlarsa, genelde kadınların çanına ot tıkayan, egosu göbeğinden bile şişman erkekleri piyasaya süren de anaları oluyor.

Kadınlar, hayatın, daha doğrusu babalarının, kocalarının kendilerine reva gördüğü şeylerin intikamını oğulları üzerinden aldığını zannediyor. Ve of yani, nasıl da yanılıyor.

Hayat çok sıkıcı.

Sonra da bana neden hayatımı uzun ve taammüdi bir intihar gibi yaşadığımı soruyorlar.

Çünkü canım sıkılıyor.
Yazının Devamını Oku

Saatte 328 km hız

27 Eylül 2004
ABD, 328 km hızla giderken polise yakalanan ve ceza yiyen genci konuşuyor. Kimileri geçen yıl liseden mezun olan Samuel Armstrong Tilley'nin bu kadar hızlı gitmesine karşı olduğunu söylerken, kimileri de bu gencin bu kadar hızlı gitmesinin olanaksız olduğunu savunuyor.

Tilley'nin 18 Eylül'de 61 numaralı karayolunda 2002 model Honda RC51 model motosikletiyle 400 metreyi 4.39 saniyede aştığı polis raporuna geçerken, internetteki chat odalarından tamirhanelere, Güney Dakota'dan Los Angeles'a herkes devlet karayolunda bu kadar hızın mümkün olup olmadığını tartışıyor.

ABD'nin önde gelen motosiklet dergilerinden Cycle World'un Genel Yayın Yönetmeni David Edwards, tartışmalara katılarak, “İki tekerlekli araçların dünyasında, polisin gözü önünde yasaları bu kadar yüksek hızla delen kişi belki de günümüzün Robin Hood'u olarak görülebilir, ancak bizim şüphelerimiz var” diye konuştu.

Polisin büyük olasılıkla hızı yanlış hesapladığını söyleyen Edwards, ABD'de birçok kişinin yıllardır 200 Kulübü'ne (saatte 320 km hıza ulaşabilenler) resmi olarak girmek için çok para ve zaman harcadığını, ancak çoğunun bunu başaramadığını belirtiyor.

Yazının Devamını Oku

Ali Baba’nın çiftliğinde otrişli keçi var

26 Eylül 2004
Bu sabah (cuma) telefonum acı acı çaldı. Arayan geyik üstadı bir dostumuz: ‘Sadece iki kelimem var’ dedi: ‘Otrişli keçi...’ İçimden birkaç kez tekrar ettim: Otrişli keçi... Otrişli keçi???

‘Otrişli keçi ne be? Kıbrıs bayrağı için düşünülen yeni bir tasarım filan mı? Hani Kıbrıs’ımızın sembolü keçimiz, bayrağımızın yeni motifi olsun ama bayraktaki keçi ele güne karşı az biraz da ‘şık’ görünsün, ‘hanımefendi olduğu kadar frapan sanatçı’ edası taşısın hesabına?.. Bir nev’i Denktaş tribi: Yeri geldiğinde bir keçi kadar inatçıyızdır ama konu, adımızı taşıyan torunumuzun yurt dışında ucuz eğitim almasıysa, kılımızdan tüyümüzden o kadarcık olsun taviz verebilir, Rum tarafıyla fingirdeyebiliriz, manasında...’

‘Sen bu aralar kafayı Rauf Denktaş’la yedin’ şeklinde çemkirdi. ‘Otriş takmış bir keçiden bahsediyorum, aklına gele gele bu mu geliyor?’

‘Abi insanın aklına ‘Otrişli keçi’ dendiğinde otomatikman gelmesi gereken bir şey var da ben mi kaçırdım? Varsa öyle bir şey, hayvanat áleminin Vural Gökçaylı’sı olarak dilini korkak alıştırma, sınıfla paylaş, müteşekkir kalalım.’

Neden sonra düşündüm: ‘Anladııım! Seren Serengil Ünlüler Çiftliği’nde keçi taklidi mi..?’

Sabırsızca sözümü kesti: ‘Hemen şu an susuyorsun ve gidip televizyonu açıyorsun. Deniz Seki’yle Emel Müftüoğlu, Çarkıfelek stüdyosunda suni çiftlik ortamı yaratmışlar. Sanırım bir tür Ünlüler Çiftliği Parodisi yapmayı planlıyorlar ama bunların programdan da Ünlüler Çiftliği Parodisi Yapılan Yarışma Programı Parodisi türünden ayrı bir parodi çıkar yani. Parodi matruşkası gibi... Valla çok acayip. Hem konuklardan biri de Huysuz Virjin...’

Artık o noktada ahizeyi elimden fırlatmış, televizyona doğru hamle etmiştim bile.

Amanın bu, bu, bu ne bu be?!? Huysuz Virjin memesini çıkarıp kucağındaki minik Saint Bernard yavrusunu emzirirmiş gibi yapıyor. Bu arada stüdyoda boynuna kurdele takılmış, alnına bayrak yapıştırılmış bir sıpa, hakikaten de boynuna turuncu, fuşya, mor otrişler dolanmış keçi yavruları, tavuklar, horozlar, kazlar, hindiler filan fink atıyor.

Yine bu arada, programın anonim yarışmacısı da validesinin karnından amatör Demet Akbağ olarak doğduğunu zanneden bir öğretmen hanım. Bir yandan göbek atıyor, bir yandan da maalesef pek beceremeyerek Nükhet Duru’nun, Neşe Karaböcek’in ve gözüyle görmeyenler inanmayabilir ama Cem Karaca’nın taklidini yapıyor!

Üstelik ‘sahneye’ öyle hakim ki Resimdeki Gözyaşları’nı söylerken; ‘Seyircimmm de bana yey-yey-yey-ya kısmında eşlik edecek ama...’ benzeri cümleler bile kuruyor!

Bir ara Huysuz Virjin elini Çarkıfelek’in çarkına attı ve ne oldu dersiniz? Eline, daha doğrusu sarı satenden eldivenlerine tavuk pisliği bulaştı! Affedersiniz, stüdyodaki tavuklardan biri, ‘Ben böyle programın çarkına!..’ tepkisini ‘anlamlı’ bir protestoyla ifade etmeye karar vermiş olsa gerek.

Biz tabii program bitene kadar ekranın karşısında çakıldık kaldık. Ezberimiz tarumar olduğu için; ‘Ulan ben ne yazacaktım? Hatta benim adım neydi? Sen kimsin? Biz nerdeyiz?’ tereddütlerinde, o günün ajans haberlerini ve interneti silbaştan taradık.

Aradan biraz zaman geçti ki zırrr, daha doğrusu, dürülü dürülü, yine telefon...

‘Söyle yağızım, yiğidim, erkek güzelim?’

‘Biz Evleniyoruz evindeki elektriklenme geyiğine yeni bir model geliştirmişler. Şu anda Gelinim Olur Musun? yarışmasındaki gelin adayları, ilk kez canlı yayında damat adaylarıyla tanışıyor. Ortada ha bire aynı geyik dönüyor. Haberi benden al: Aşkın, sevginin, hoşlaşmanın filan yeni adı ‘İçini akıtmak’ olmuş.’

‘Oha! İçine akıtmak mı? RTÜK, kanalı kesin kapatır valla...’

‘İçine değil a benim salak kızım, içini akıtmak! Ebru Akel; ‘Adaylarımız arasında içinizi akıtan biri var mı?’ diye soruyor. Onlar da ‘Benim içim bilmem kime aktı’ şeklinde cevap veriyor. Hah, bak yine dedi; kaynanalardan biri şu anda içinin bütün gelin adaylarına aktığını söyledi.’

Böyle bir provokasyon karşısında mümkünatı yok, oturduğum yerde oturamam. Háliyle yine televizyonun başına yollandım.

Hakikaten, içli álemde akan akana... Ya da akıtan akıtana... Neyse işte...

Daimi bir akıntı söz konusu, orası kesin...

Akıntı akar, Türk bakar málûm. Yine kendimi alamayıp, programı sonuna kadar seyrettim.

Bizimkinin bir günlüğüne gündüz kuşağı programlarına takılacağı, üstelik de mazohist eylemini, sado-mazo platforma taşıyıp bizimle paylaşmaya karar veresi tuttu diye var ya, gün boyu geviş getirircesine kafayı yedim.

Şimdi bana adımı sorun, Serap Ezgü, Yasemin Bozkurt, hatta -ekranlarımızın özlenen güzel insan, gönül kadını- Esra Ceyhan filan diyebilirim....

Gençlerin önünü açmak lázım

İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun görevden alındığını duyduğum an, zevkten dört köşe olduğumu gizleyecek değilim.

Şey diye görevden alındı ya hani... Eeem, neydi? Hah, ‘Tanzimat Fermanı’ndan 165 yıl sonra yargısız infaz uygulandığı’ içindi: ‘Benim hatam, aşırı demokrat, üniversitede herkese aşırı hoşgörülü olmam. Benim suçum, tek devlet, tek ulus, tek vatan, tek bayrak ve tek dil dememdir. Benim en büyük suçum ise üzerindeki ölü toprağını kaldırarak, İÜ’yü dünyanın en üstün 500 üniversitesi arasında sokmamdır.’

Bu destansı beyanatı okuyunca, bir an için kendimden şüpheye düştüm: ‘Biz yanlış tanımış olabilir miyiz acaba kendisini?’

Yani intihalle, üniversiteyi bir derebeylik gibi yönetmekle itham edilen biri olması, arada bir ‘Gerekirse birkaç yüz bin genci gözden çıkarır, bir koşu gider Yunanistan’ı alır geliriz’ benzeri gani gani aklı selim (!) içeren ifadeler kullanması, ‘Üniversitelere türbanlı giremeyeceği gibi mini etekli de giremez, bizim müdahalemize gerek kalmadan arkadaşları onları uyarır’ benzeri hiiiç provokatif olmayan (!) cümleler kurması, bizi yanıltmış olabilir.

Belki de kendisi tam da iddia ettiği gibi en kahraman Kemal Alemdaroğlu’dur.

Diyordum ki..: Her zamanki gibi imdadıma 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yetişti.

Ben ne zaman böylesi bir tartışma huzura gelse, safımı Demirel’in durduğu cepheye göre belirler, sağduyunun sağlamasını, onun vecizelerine ters açıdan bakarak, cümlelerini bir de tersten kurarak alırım.

O ne diyorsa, aksinin doğruluğundan yana iman cilalarım.

Bakınız Demirel buyurmuş: ‘Sayın Prof. Dr. Alemdaroğlu, çok değerli bir eğitimci. Kendisinin böyle bir muameleye maruz kalmasından dolayı üzüntü duydum. Bu GENÇ insanları kırmamak lázım.’

Alemdaroğlu genç mi? Demirel’in yaşından ve izanından bakınca, öyle...

Alemdaroğlu demokrat, hoşgörülü bir akademisyen mi?

Nereden baktığınıza bağlı. Neye ve kime göre?..
Yazının Devamını Oku

Korkarım bu anlamlı klip çekimine icabet edemeyeceğim

25 Eylül 2004
Gökhan Özen’e ‘anlamlı klip’ çekiliyormuş, sağolsunlar, bizi de davet etmişler. Check-list’e düşen e-postada aynen şöyle deniyor: ‘Gökhan Özen’e anlamlı klip... Ümraniye Cezaevi’nde ilk duruşmayı bekleyen Gökhan Özen için ‘Sana Yine Muhtacım’ isimli şarkısına yarın (tarih) Kamil Aydın yönetiminde klip çekiliyor.

Klipte, yaşanan son olaylar nedeniyle Gökhan Özen’le iletişim kuramayan bir genç kızın gözünden yaşananlar görüntüleniyor. Duygusal sahnelerle dolu olan klibin en etkili sahnelerinden birisi de Özen’in duvara asılan resminin karşısında orkestra elemanlarının yer aldığı ancak Gökhan’ın mikrofonunun boş bırakıldığı sahne olacak.

Klip çekiminde sizi de aramızda görmekten mutluluk duyacağız.’

İmza, tabiri caizse Erkan Özerman’dan sonra Türk magazin tarihinin gördüğü ‘en bi’ ünlülerin menajeri’ Özgür Uras’a ait.

OLTAYA TAŞ BAĞLADILAR

Kendilerini tanımıyorum ama işine hakikaten aşık bir zat olduğunu tahmin ediyorum. Bir dönem sayesinde Şenay Akay’ın nabzının dakikada kaç attığından bile haberimiz oluyordu, eksik olmasın:

Şenay Akay öksürdü. Şenay Akay birazdan hapşıracak. Ünlü mankenimiz dün de tıksırmıştı...

Kıvam, bu kıvamdı. Sonra niyeyse kesildi. Teoman’ın klibinde dövme yaptırırken rastlamasaydım, az kalmıştı, gazetelere ilan verecektim, ‘Şenay, annen seni merak ediyor, evine dön’ diye...

Neyse...

‘Gökhan Özen’e anlamlı klip’e dönelim...

Ben aslında bu konuya hiç girmeyecektim.

Vallahi... Durum üzerine tüy dikilemeyecek kadar acayip diye o ‘Beni köpekbalıkları kovaladı, tsunami dalgalarıyla boğuştum’ hikáyesine hiç bulaşmamıştım meselá.

Bu sefer de edebimle oturmaya niyetliydim.

Ama benim gibi magazin geyiklerine doyamayan, sosyalitenin içinden programlarının şık-rüküş bölümlerinde rüküş seçilmelere gelesi bir müptela sazan için oltaya öyle bir taş bağladılar ki, ağzımı kapatsalar, göbeğimden konuşmazsam çatlarım vallahi.

Şöyle ki: Bir haber okudum, kimyam değişti. Yani öyle böyle bir şey değil. Haberin kaleme alınış diline ayrı kopar insan, içeriğine ayrı...

YALANCI ÇOBANLAR DİYARI

Bu da böyle tırnak içinde bir hafta oldu ama ne yapalım; buyrun size bir başka alıntı:

‘Üst başlık: Gökhan Özen’e özenince...

Başlık: Reklam için yaptığına bak!

Haber: Albümü iyi satmadığı için káh jet-skiyle denizde kaybolarak, káh adam dövdürerek reklamını yapan Gökhan Özen, Atilla Taş’a kötü örnek oldu! Albümü beklediği ilgiyi görmeyen Taş, Narkotik’e gidip bağımlı olduğunu söyleyerek kendini ihbar etti.

Şaşkınlıklarını gizleyemeyen memurlar, şimdiye kadar böyle bir olayla hiç karşılaşmadıklarını söyledi. Taş’a tedavi için AMATEM’e gitmesi gerektiğini izah etseler de sanatçı kendisine herkes gibi işlem yapılmasını istedi. Ancak işler istediği gibi gitmedi.’

Bu haber asparagas ise, günahı Sabah muhabiri Tayfun Topal’ın boynuna... Yok, eğer gerçekse, artık hakikaten hayat yazısız bir karikatüre dönüşmüş ve biz sözün bittiği yerdeyiz demektir.

Doğru nedir, yalan nedir bilemiyorum ama Allah biliyor ya, zamanlamadan yana bakınca, insan kıllanmadan edemiyor.

Yani, hani şu ‘Atilla Taş’ın Annesi Mi Değil Mi Sahte Mi Gerçek Mi Kadın’ var ya...

Atilla Taş’ın albümünün piyasaya düşmesinin arifesinde, albümden hemen önce tekrardan piyasaya düşmüştü hanımefendi meselá...

Kimsenin günahını almak gibi olmasın ama bu kardeşlerimizin hikáyelerinde ille ki bir palavra payı aranıyorsa, bunun tek suçlusu da ‘kötü niyetli’ biz değiliz. Zira fazla yalama oldu mu sonunda işler Yalancı Çoban’ın hikáyesine dönüyor.

Niyeyse bu durumlarda aklıma hep Tuğba Altıntop’un Rafet El Roman çocuklarını kendisine göstermediği için bir televizyon kanalına ağlarken kurduğu cümle geliyor:

‘Bakın gerçekten acı çekiyorum. Gerçekten acı çekiyorum. Yani tamam, Rafet ile birlikteyken reklam için birkaç bir şeyimiz olmuştu ama bu sefer GERÇEKTEN acı çekiyorum.’

Korkarım, klibin çekim setine yapılan davete icabet edemeyeceğim. Zira ben biraz kıt beyinliyim.

Adam dövdürtme iddiasıyla hakkında dört ile 12 yıl arası ceza istenen bir popçuya, marifetmiş gibi böyle bir klip çekilmesinin varsa da bir anlamı, ben ara-tara bulamıyorum.
Yazının Devamını Oku

Gazamız mübarek olsun

24 Eylül 2004
Time dergisinin Avustralyalı yazarı Simon Robinson, ABD başkanlarının uyguladığı politikaların sadece kendi ülkeleri için değil, tüm dünya genelinde etkili olduğu düşüncesinden yola çıkarak önümüzdeki seçimlerde tüm dünya vatandaşlarının oy kullanma hakkına sahip olması gerektiğini iddia etmiş. Bu düşünce elbette şimdilik bir fanteziden ibaret ama yine de tahayyülün kapasitesi buralara kadar uzandı yani.

Erdoğan, Verhaugen’a ilk iş neyi soracaktı, biliyorsunuz: ‘Ama siz zina hakkında bir şey söylemiş miydiniz ki?’

Hani söylemiş olsalardı, bizimkiler Allah sizi inandırsın, haddini bilir, ta en baştan ağızlarını bile açmazlardı.

Globuna (!) kurban olduğumun dünyasında hayat artık böyle bir şey. Yersen...

Yani öyle arada bir, ‘Siz bizim yegáne alternatifimiz değilsiniz, iç işlerimize ne karışıyorsunuz, biz bugüne bugün Türküz leynnn!’ demekle iş bitemiyor maalesef.

Nasıl ki Rauf Denktaş bile, torunu daha rahat eğitim görsün diye Rum kimliği almasına ses çıkartamıyorsa...

O Rauf Denktaş ki, maaşallah Fransa’nın Luigilleri gibi, tüm eril tohumlarına kendi, kız evlatlara da zevcesinin ismini (Aydın) verdirtmiş, göbeğinden daha kallavi egosu karşısında biat edilesi muhteşem bir şahsiyettir.

Öyle valla...

Benim bu Rauf torunlar hakkında başlarda şüphelerim vardı ama şüpheye mahal yokmuş.

Kıbrıs muhabirimiz Ömer Bilge’yi aradım sordum. Rauf Denktaş’ın 11 torununun üçünün adı Rauf’muş.

İkisi oğullarından olduğu için Rauf Denktaş üstelik...

Kıbrıs’ta Allah muhafaza Rauf Denktaş’lardan biri kaza geçirecek olsa, istihbarat ulaştığında soruyorlarmış:

‘Hangi Rauf Denktaş?

‘Torun olan?’

‘Tamam da hangisi?!’

Hayatın komik ile gülünç arasıdaki gel-gitleri ne kadar eğlenceli, değil mi?

İçme sularına Prozac katılmış İngilizler gibiyim bu aralar.

Ya da nasıl desem; o fıkradaki doğum kontrol hapı yerine yanlışlıkla valium yutmuş kadın gibiyim.

Hani sonuçta 20 küsur çocuğu olmuş ama olsunmuş, zira o yine de mutluymuş...

İşte öyleyim... Binbir tane konum var ama niyeyse bir yandan da her şeyi iyi tarafından göresim var.

Sinirlerim laçka oldu sanırım. Neye baksam gülmek geliyor.

Emine Erdoğan’ın Siirt’teki bakır madeni açılışında çekilen fotoğrafını gördünüz mü meselá?

Arşivlikti valla... Ben kestim sakladım.

Emine Hanım, zaten yarım metre uzunluğunda olan türbanının üzerine bir de baret takmış. Surat bedeni ortalamış. Alnını tepesinde bir bacak ve torso boyu daha var.

Şirvan Belediyesi’nden; ‘Bizden izin almadan omuzlarınızın üzerine kat çıkmışsınız’ şeklinde bir müdahalede bulunsalar yeridir yani, o kadar...

Ama tabii belli de olmaz...

Kimbilir, belediye bakmazsa, belki duruma AB ya da Washington el atar: ‘AB için tarih vereceğiz ama bir şartımız var: Emine Erdoğan terzisini değiştirecek.’

Verhaugen, Tayyip Erdoğan’a OK verdi bin şükür.

Cümlemize hayırlı uğurlu olsun diyelim.

Fakat biz bir taraftan da şuursuzuz, hapisle cezalandırılmadığı, hayat bize korkuyla dikte edilmediği sürece her haltı yemeye meyyaliz ya (!)...

Hadi bir koşu gidip zina yapalım bari...

Baksanıza, Büyük Birader izin verdi.
Yazının Devamını Oku