Şimdi öyle mi olduk?

Mesut Yılmaz, mecbur kalmadığı müddetçe asla siyasete dönmeyeceğini beyan etmiş: ‘Kim özler ki Ankara’yı; Ankara özlenecek şehir mi?’

Ben Ankaralı olsaydım; ‘Şimdi öyle mi olduk?’ diye sormak isterdim kendisine: ‘Seçimlerde yerlerde sürünüp, sonunda Yüce Divan’a çıkınca mı tukaka oldu? Ama sefasını sürüp nemasını yerken iyiydi?..’

Benim Ankara’yla ilgili aklıma kazınmış ilk büyük şaşkınlığım, hayvanat bahçesinin girişinde gördüğüm bir uyarı tabelasına dairdir.

Metal bir levhanın üzerinde yer alan bir takım resimlerin üzerine ‘giremez’ X’ları atılmıştı.

Bir bisikletli resmi; üzerinde bir çarpı... Bir köpek resmi; üzerinde bir çarpı... Buraya kadarı hadi iyiydi, tamamdı... Peki ama kedilere ne demeli? Yapmışlar abi: Bir kedi resmi ve üzerinde bir çarpı.

‘Hayvanat bahçemize kedi giremez kardeşim; yasssahh!’ Oldu... Başka bir emriniz, buyruğunuz, hatta içeriye girmeye kalkacak asi kedilerle ilgili yaptırımınız filan var mıydı? Kediler giremez?!? Nasssıl yani?.. Sen gel de onu kedilere anlat. Neticede insanlar zaten kedilerini tasma takıp yürüyüşe çıkartmazlar. Ve takdir edersiniz ki kediler, insanların koyduğu yasakları, hele ki öylesi levhaları algılamazlar. Olmaz ya, hadi, de ki algıladılar, hiiiç ırgalamazlar.

Neresinden baksanız, alçak bir duvarla çevrili bir hayvanat bahçesi. Onun üzerinden atlayıp içeri girecek sokak kedileri senin yasakçı levhanı mı takacaklar?..

O tabelayı gördükten sonra bütün gün hiç susmadan söylenmiştim. Benim homurdanmamdan dolayı daral geçirmekte olan bir arkadaş; ‘Sen de taktın mı fena takıyorsun’ demişti; ‘Burası Ankara kızım; Ankara’da ve askerlikte mantık aranmaz!’

Bugün Ankara’da öyle güzel bir hava var ki oysa, İstanbul’da koca bir yaz boyu özlediğimiz türden... Lokum mu demeli, şerbet mi...

Bugün niyeyse fena hálde Ankara’yı sevesim var. Belki havanın letafetinden, belki de sırf Mesut Yılmaz’a gıcığımdan; bilemem...

Ankara’ya bakıyorum ve her köşebaşına konuşlanmış gri yüzlü binalardan elini sallayıp dilini çıkartan bürokrasiyi, siyaseti, devleti görmezden gelmeye, Ankara’nın daha sıcak ve sevilesi yönlerini fark etmeye çalışıyorum.

Evvvet, elimizde ne var?..

Ankara: Bir kere, düzayak kardeşim. Sonra? Eeemm, ağaçlar filan var!? Başka?.. Hah, ben hayatımda ilk kez Ankara’da bir pavyona gitmiştim meselá.

İzmir ve İstanbul’daki her türlü; ‘Beni n’ooolur pavyona götürün’ yakarışlarım, bunun mümkün olamayacağına dair söylevlerle bertaraf edilmişti. Zira kadınsanız, bir pavyona girebilmeniz için yanınızda ya kocanızın olması gerekiyor ya da vesikanızın bildiğiniz gibi...

Ama Ankara’nın pavyonları öyle değil. Ankara’da ‘aile pavyonları’ var. Buralarda ağır forsu olan bir arkadaşımız, ısrarlarımıza dayanamayıp, bizi toparlayıp pavyona götürdüğünde; ‘Bu muydu yani pavyon pavyon dediğiniz?’ diye sormuştuk. Ekseri Rus revü kızlarının yaptığı bir dans gösterisi -ki her biri güzellikten yana bizim bilumum kıymeti kendinden menkul sitaremize on basardı- ve kenardaki boş masalarda Tolstoy filan okuyan yine Rus konsomatrislerden ibaret, gayet dingin bir ortam.

Hani müptezel ruhlar, hani kafadan dökülen gül yaprakları, hani viski açtırıp assolistin ayakkabısından içen magandalar?!? Bu mudur yani pavyon?..

‘Yok’ demişti; ‘Esasında pavyonlar pek de böyle yerler değildir. Burası bir pavyon için fazla nezih... Burası Ankara...’

Ankara öyle yani; pavyonları bile nispeten edepli...

Ankara’yı dinliyorum, gözlerim kapalı: Sanki -ve yine mi ve hep mi?!- bakanın ya da müsteşarın biri basın toplantısı yapıyor.

Şuraya geleli henüz bir buçuk gün oldu; bünye şimdiden deliler gibi deniz kokusunu özlüyor.
Yazarın Tüm Yazıları