Ebru Çapa

Bize lolo ha

21 Ekim 2004
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın, Avrupa’da Hıristiyan demokratların Türkiye için AB’ye tam üyelik yerine arzuladıkları ‘imtiyazlı üyelik özel statüsü’ için ne dediğini okudunuz mu: ‘Türkiye AB’de bir zenci değil, aynı şartları haiz bir üye olmalıdır.’ Böyle bir ‘sert’ tepki göstermiş!

Zaten ‘sert’ mizacıyla, memlekette pek sevilen o ‘maçoları sevimli kılalım’ tabiriyle ‘taşfırın erkeği’ tabiatıyla tanıdığımız bir şahsiyettir Mehmet Ağar; dolayısıyla şaşırdık mı? Şaşırmadık...

Mehmet Ağar, ele güne karşı ‘sert’ tepki vermiş. Çünkü niyeymiş?

Çünkü: ‘Türkiye imparatorluk varisi bir ülke’ymiş, ‘hayatında hiç zenci olmamış...’

Dikkat ettiyseniz, AB’de zencilerin ‘zenci gibi’ muamele görmesine bir itirazı yok, Türkler’in zenci ‘muamelesi’ görmesine itirazı var kendilerinin.

Freud’un ruhu şad olsun, insan satır aralarında nasıl da veriveriyor kendini ele; öyle değil mi?

Bu cümlenin ucundan tutup biraz çekiştirseniz, mevzu ‘Ne mozaiği ulan’a kadar varır.

Hálbuki, AB’nin hakikaten iddia ettiği üzre esas derdi -onların ‘kafa’sı da ziyadesiyle tartışılabilir tabii, ayrı- bizim demokrasi anlayışımızsa, demokrasinin en büyük düşmanı, en başta bu kafadır.

Bu izandan azade bir kafa yapısı hüküm sürmediği sürece, ister imparatorluk varisi olun, ister paşazade, ister şambabası mahdumu, ister burnundankılaldırmazgiller torunu, Türkiye -AB’li ya da AB’siz- demokrat bir ülke olamaz.

Ki, esas mesele de bu değil midir?

Yani demokratlaşma yolunda atılan adımların, kendimiz için değil, insan gibi bir hayatın yaşanabileceği demokrat bir hukuk devletine sahip olmak adına değil, Avrupa’ya kendimizi beğendirmeye çalıştığımız için atılıyor olması da hazin mi hazindir.

Ne yaparsa vatan sevgisinden yapan, ‘zenci’ye vatanını sevdiği için ‘zenci muamelesi’ni reva gören liderlerin kafasının, yok, değişmiyorsa o liderlerin değiştiğini görmek, acaba bu ömrümüzde nasip olacak mı?

Değişim, zor şey değil mi?

Yavaşına hayatın tahammülü yok, süratlisinde ise tepe sersemliği garanti...

Geçtiğimiz günlerde, TRT’de, Sinerji programında Mehmet Barlas, program konuğu Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu’ya soruyordu: Toplumsal reaksiyon açısından ele alırsak, Türkiye mentalite bábında buna hazır mı?

Başta lafı evirip çevirmeye çalıştıysa da Barlas’ın ısrarlı soruları karşılığında ‘biraz zaman alacağını’ itiraf etti Mumcu.

Eh, ‘biraz’ zaman alır tabii...

Salı günü çıkan bir haberi örnek alalım misál... İlköğretim öğrencisi 12 yaşında bir çocuğun, ağabeyi ağabeyini vurduğu için ‘kan davalı’ olduğu sınıf arkadaşını okul bahçesinde kafasına iki kurşun sıkarak öldürmesini...

Adana’da Anadolu İlköğretim Okulu öğrencisi K.U., önce öldürdüğü M.A.’nın yanına gidiyor. ‘Ağabeylerimiz etmiş, biz etmeyelim’ diyor.

Ne güzel, burada kalsa ne şahane, insan hayatın bayram olacağına bile inanır değil mi?

Gelin görün ki K.U. daha sonra eve gidiyor, babasının ruhsatsız tabancasını alıyor, M.A.’nın yanına dönüyor ve kafasına iki kurşun sıkıyor.

Bırakın o çocuğun kan davasının ne demek olduğundan haberdar olmasını babasının nasıl olup da ruhsatsız silah sahibi olabildiğini filan...

12 yaşında bir çocuk, elini attığı yerde o tabancayı bulabiliyor, gidip sınıf arkadaşının kafasına sakin sakin, takır takır iki kurşun sıkabiliyor.

Biz daha evimizde oturup, çekirdek çitleyerek Gelinim Olur musun yarışmasındaki tiplerin aman da ne mene patalojik vak’alar olduğunu düşünüp, eki-eki gülelim.

Millet birbirine etinden et koparılıyormuş gibi cırtlak cırtlak bağırırken...

Küçücük kızlar her türlü yelloz katekullisini tek ayak üzerinde çevirebilirken...

‘Avcunu altınla ısıtan’ analar Ata adını verdikleri oğullarına, Aliye Rona edalarıyla; ‘Sakkkınnn ağlama, sen erkek adamsın, bir kız için değmez, sana kız mı yok’ tıraşları atarken...

Bacak kadar oğlanlar, bir gün evvel ‘düşünüp taşınıp’ vurulduğu, o günün akşamında ‘Onun saçının teli için dünyayı yakarım layyyn’ şeklinde atıp tuttuğu ‘yavuklu’larından, ertesi gün anası izin vermeyince bir anda vazgeçebilirken...

Favori paçozumuza her türlü SMS ve telefon desteğini verelim...

Ve tüm bu olup bitenleri Kuşum Aydın’ın programında bir yandan göbek atıp bir yandan ‘tartışırken’ gülelim eğlenelim...

Biz daha gülelim...

Elálem ‘zenci’ muamelesi çekince de eselim gürleyelim: Biz Türküz ULANNN, bize de mi lolo?!?
Yazının Devamını Oku

Doğal manzara

17 Ekim 2004
Bugün işe geliyorum; bilin bakalım ne gördüm?<br><br>Gençten bir erkek: Üzerinde sweat-shirt, altında jean... Sivil mi sivil...

Ve omzunda bacağım kadar bir KALAŞNİKOF!!!

Eminönü’nde, bir banka şubesi önünde, öööyle dikiliyor.

Taksiye sağa çekmesini söyleyip indim, çocuğun yanına gittim ve sordum: ‘Pardon, siz ne yapıyorsunuz?’

Az ilerideki minibüsün plakasını gösterdi: ‘Neye benziyor?’

‘Valla’ dedim, ‘Ford’a benziyor.’

Askermiş efendim...

‘Nasıl yani?’, ‘E öyle yani’ muhabbeti büyüdü, bir nev’i tartışmaya döndü.

‘Sen kimsin?’

‘Ben sivilim; sen kimsin?’

‘Ben askerim. Kimlik göster.’

‘Benim kolumda Kalaşnikof asılı değil ama hadi göstereyim. E, şimdi de sen göster?’

Pek şaşırdılar. En çok da benim şaşırmama şaşırdılar.

Gazeteci oluduğumu öğrenince; ‘Hasta mısın nesin kadın?’ muhabbeti; ‘Erkek olsaydın askerliğini yapmış olurdun. Bak bir sürü erkek gelip geçiyor, kimse bir şey soruyor mu?’ya döndü.

Hakikaten, bu memleketin, sokağın ortasında üzerinde üniforma filan olmayan, kolunda makineli tüfek asılı birini görünce yadırgayan tek acayibi ben olabilir miyim?

Hadi ‘kadın aklım’ ermiyor diyelim. E, peki álemin yegáne kadını ben miyim?

Yok efendim... Hakikaten bir Allah’ın kulu da kafayı çevirip bakmıyor.

Daha doğrusu mal gibi bakıyor, pısıyor, gözleri faltaşı olmuş bir şekilde adımlarını hızlandırarak ortamdan uzuyor.

Ben ‘Bu nasıl bir şeydir?’ diye soruyorum.

Çocuk öööyle sırıtarak durduğu yerde yaylanıyor ve ha bire ‘Askerim ben’ diyor.

‘Neye benziyor arabası’ndaki genç de indi, bankanın içinden birileri çıktı, bizim kalabalığın kıvamı kamera gördü mü toplaşan yurdum insanı öbeğine vardı.

‘Bekleme kardeşim, kamera yok’ dedim elleri cebinde dikilen ve tartışmayı izleyen bir elemana; ‘Ben de askerim’ dedi.

Allah Allaaah... Askerseniz, askersiniz... Nereden bileceğim?.. Belki değilsiniz?..

Belki kafayı kırmış, ortalığı şöyle bir taramaya karar vermiş bir delisiniz? Peki ne öneriyormuşum?!?

Meselá üniforma giymenizi? Yok giymediyseniz, öyle dünyanın en doğal şeyiymiş gibi kolunuzda makineli tüfekle insanların ortasında dikilmemenizi?..

Nah-a benim kimliğim; hesabını sorana kadar çıkarıp sizin de bir kimlik göstermenizi?..

Az önce ‘Hasta mısın nesin kadın?’ diye soran zarif beyefendi, konu ilerledikçe bir de; ‘Çocuklarla tartışmayın, aranızda zihniyet farkı var’ demez mi!!!

Zihniyet ne be? Benim artık ezberim dağıldı. Zihniyeti mi kalmış?

Zihniyet dediğiniz nanenin, Zihni Sinir’in kafasındaki huniden farkı kalmadı.

Süper bir abimizdi

Sağlıklıyken depresyonun birinden çıkıp diğerine girmeyi huy edinmiş bir arkadaşımız kanser olmuştu.

Ve çok şükür ki hastalığı atlattıktan sonra, kanserin hayatında başına gelen en iyi şey olduğunu, nihayet bilmem kaç yaşında hayatın kıymetini öğrendiğini söylemişti.

Garip ama gerçekti...

Şimdi, politik açıdan doğru bir şey söylemiyor olabilirim ama ne yapalım...

Demem o ki insanların yaşadığı trajedilerden, o trajediyi kimin yaşadığına çok bağlı olarak toplum açısından son kertede faideli sonuçlar çıkabilir...

Yani keşke sağlıklı bir insan olsaydı ama Sakıp Sabancı’nın akraba evliliği yaptığı için dünyaya spastik olarak gelmiş bir evladının olması, ülkede spastikler için donanımlı merkezler açılmasına, konuyla ilgili fazladan bir şeyler yapılmasına vesile olmuştur meselá...

Dedeman’ların evladını bir ‘kaza kurşunu’ sonucunda kaybetmesi, memlekette bireysel silahlanmaya karşı girişimlerde bulunulmasına önayak olmuştur.

Superman, yani bizim Süpermen, yani Christopher Reeve, bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta 52 yaşında hayatını kaybetti.

Tarihin gelmiş geçmiş en enteresan ‘kahraman’larından biriydi.

1995 yılında attan düşerek geçirdiği kazada felç olmuş, makineden bağımsız nefes alabilmek için bile ameliyat üzerine ameliyat olmak zorunda kalmıştı.

Buna rağmen, ‘Benim gibi süper bir adama bu yapılır mı lan kahpe felek?’ şeklinde isyan etmemiş, hayata küsmemiş, bilakis daha bir asılmıştı.

Yani düşünsenize; dünyanın Crypton’dan kopup gelmiş, öyle Örümcek Adam gibi filan sonradan olma, mutant, şu, bu olmayan, ‘doğuştan süper’ bir kahraman olarak tanıdığı bir adam, makineye bağlı olmadan birkaç kelime fazla kurabilmek adına insanüstü bir gayret sarfetmek zorunda kalıyor.

Onun bu durumu yüzünden, onun da gayretleri sayesinde, kök hücresi araştırmaları hız kazanıyor.

Christopher Reeve, felçli háliyle, bir Alfred Hitchcock klasiği olan Arka Pencere’nin yeni bir versiyonunu çekmeyi becerdi.

Pek çok kişi için esas hayatının son yıllarında gerçek bir kahramandı, bir umut ve azim abidesiydi.

Bugüne dek, Sean Connery’sinden Roger Moore’una bir sürü James Bond gördü sinema tarihi; hatta son Bond’un kim olacağına dair seçim daha taze nihayete ermiş bulunuyor.

Batman deseniz, ha keza: Michael Keoton, Val Kilmer, vs...

Fakat gelin görün ki yapım şirketleri, yeni bir uyarlamada Süpermen’i canlandırması için hiçbir aktörü ikna edemiyor.

Millet enayi mi, böyle bir efsanenin cesedini çiğneyen insan olarak anılmayı kabul etsin?

Süpermen öldü. Uçarken de, paralizeyken de süper bir performans sergiledi.

Süper bir abimizdi.

Cesedi yakılıp külleri gökyüzüne doğru savrulacakmış.

Belli mi olur, babaların babası ‘Baba’sı Marlon Brando’yla Crypton’da buluşurlar.
Yazının Devamını Oku

Gözümüz aydın, pop camiasının ‘delikanlı kız’ı Gülşen döndü

16 Ekim 2004
Her geçen gün, kafayı sıyırmaya bir adım daha yaklaştığımı hissediyorum. Yani tamam, kendimi bildim bileli bu cümleyi kurarım ama artık hakikaten sonun başlangıcına yaklaştığımı, ta içimde bir yerlerden biliyorum.

Korkuyorum...

Sabahları, ki bu dediğim sektirmeden her Allah’ın sabahı, gözlerimden önce beynimi bir Türkçe pop şarkısına açar oldum.

‘N’olucak?’ diyeceksiniz...

Demeyiniz...

Hani Bülent Ortaçgil’e, Mor ve Ötesi’ne filan takılsam sorun yok ama ben nerede koşarak kaçacağım bir şarkı, ona uyanıyorum.

Ve gün boyu, kafamın bir yerinde merdane gibi dönüp duran nakarattan kurtulamıyorum.

Kirpiklerim daha birbirinden ayrılmamış fakat şuur uyanırımsı bir háldeyken başlıyor lanet: ‘Buraları yıkılıyo, benden yıkılıyo / Her gün peşime bıyıklı takılıyo!’

Yemin edip kafamı duvarlara vurarak yarmak ve o melodileri beyin hücrelerimden jiletle kazımak filan istiyorum.

Dün sabah durum, ‘Bir of çekerim, karşıki dağlar yıkılır’ kıvamındaydı.

Henüz kelleyi yastıktan ayıklamamıştım ki: ‘Ooof of, kömür gibi yanıyorum / Oof of ben derdimi biliyorum / Ooof of tırım tırım tırırırım / Neden böyle yapıyorsun offf!?!’

Böyle yani, sözler de yarım yamalak. Maksat oflayıp puflamak, bunu da mümkünse hoptirilaylom makamında yapmak olsun...

Amirlerimdem ricacı olacağım valla; ‘Şu kliptoman mevzuuna bir süre ara verebilir miyiz?’ diye.

Hayır yani, sonunda beni La Paix’de ziyaret etmek zorunda kalacaklar, o olacak...

Hakikaten geçiştirilecek durum değil. Geçenlerde Seinfeld’de aynı dertten mustarip olan George’u Jerry uyarıyordu; ‘Schumann da kafayı böyle yemiş’ diye...

SOFT-EROTİK GÖRÜNTÜLER

Efendim, gözümüz aydın, pop camiasının ‘delikanlı kız’ı Gülşen döndü.

Haberlerini her yerde görmüşsünüzdür. Hemen hepsi aynı tondan veriyor müjdeyi: ‘Gülşen iddialı geliyor.’

Hani şaşıranınız varsa da bunu bana söylemeyin lütfen; sonra ben sizi moronlukla itham ederim, siz de kalkar bana dava mava açarsınız; lüzum yok.

Birbirimize hiç bulaşmayalım, sessizce dağılalım...

Gülşen iddialı geliyormuş! Sanki bu piyasada yavaş yavaş, kıyı kıyı, mülayim mülayim gelen bir Allah’ın kuluna rastlandığı görülmüş gibi!..

Neyse efendim, bir Nazan Öncel şarkısı olan Of Of’un klibini Ömer Faruk Sorak çekmiş. (Allah bereket versin, bu aralar kendileri klibal álemde pek faaller zaten.)

Klipte İngiltere’den getirilen özel slow-motion kamera kullanılmış ki bu kameralar özellikle MTV’nin ‘soft-erotik’ kliplerinde kullanılırmış.

Nitekim klip de pek ‘soft-erotik’ görüntüler içeriyor.

Gülşen, aydınlık bir binada, minyon endamıyla şekilden şekile girip davetkár davetkár göz süzerek bolca ofluyor.

Ki Minyon Hanımefendi, sadece söz yazarı, bestekar ve şarkıcı olarak değil, fiziğiyle de çok iddialı olduğunu söylemekle meşgûl bu aralar...

YERLİ KYLIE MINOGUE

Málûmunuz, kendileri, yerli Kylie Minogue olma potansiyeli taşıdığını fark ettiğinden, kocasını boşadığından ve ilk çıkışını yaptığı o meşhur çubuklu pijamalarını çıkarttığından beri, üzerine pek bir şey giymiyor.

Ve ha bire sağda solda, ‘Sesi güzel olan kimi sanatçılarımız var ama hem sesi, hem fiziği benim gibi olan kimse yok’ mealinde cümleler kuruyor...

İddiaysa iddia, şöyle diyor: ‘Herkes yıllardır benim boşluğumdan at koşturdu ama artık sıra bende.’

Ne güzel, ne diyelim, maaşallah...

Haklı tabii, bu piyasada prim yapmak için ‘azıcık’ iddia da lázım bünyeye...

Hoş, bu kendilerinin dördüncü albümü olduğu için şimdiye dek milletin at koşturduğu o boşluk hangi araya düşüyor, o da sorulabilir ama olsun...

Bana ne ya, herkesin iddiası kendine. Benden uzak iddia bin yıl yaşasın...

... Diyeceğim ama?... Maalesef diyemiyorum:

‘Ooof of, ‘tımının şarkısı’dan kurtulamıyorum / Ooof of, az kaldı, kafayı yiyorum / Ooof of, belámı mı arıyorum / Neden böyle yapıyorum? / Offf!’
Yazının Devamını Oku

Ortamınızı yesinler

15 Ekim 2004
Hakikaten merak ediyorum; söz konusu David Beckham olsaydı, yine aynı muameleye maruz kalacak mıydı? Valla bu garabet diyarında hiiiç belli olmaz aslında.

Kimbilir, belki stili fazla ‘kopuk’ bulunur, daha en baştan içeri bile alınmazdı...

Haberi aktaralım: Memleketin en bi’ trendsetter metroseksüeli İlhan Mansız, Papermoon’a gidiyor, bildiğiniz ‘İlhan Mansız şıklığı’ içinde: Üzerinde komando pantolonu, kolsuz bir atlet ve mont var.

Gel gör ki masada otururken sıcak basıyor, ceketini çıkartıyor ve atletle kalıyor. Bunun üzerine, restoran yetkilileri tarafından ‘müşterilerin rahatsız olduğu gerekçesiyle’ montunu giymesi için uyarılıyor.

Mansız, bu uyarıyı iplemeyip reddediyor. Ve sen misin o ceketi giymeyen cıbıldak? Anında önüne hesap konuluyor. Ez cümlesi: Restorandan atılıyor.

Benim anlayamadığım mesele: Bu restoranların kıyafet mevzuatı mı vardır?

Varsa da bu nasıl bir şeydir? Allah’ın, ‘iş çıkışı drink mırink de alınan’ İtalyan lokantasına, ‘koyu renk kıyafet mecburidir’ ibaresi olan altın yaldızlı davetiyelerle filan mı gidilir?

Yani artık kıyafetin kıvamını tutturdun mu kırmızı halılı törenlere bile jean ile gidilebilen, şıklığın tamamen stil sahibi olmakla eşdeğer tutulduğu bir dönemde yaşıyoruz.

Bu neye, nasıl, niçin ve hangi ‘kotumun kenarı’ tarzda bir burun kıvırmaktır?

Nedir bu, kamusal alan mavrası mıdır?...

Mesela Mansız’ın yerinde bustiyerli, mini etekli, derin dekolteli bir kadın olsa, Papermoon’un topu müşterilere atan yöneticileri ondan da rahatsız olacaklar mıydı?

Bu topraklarda ironinin nihayete varacağı, varabileceği bir nokta: VAR MI?

Bu gibi mekánların aldım-almadım, müşteri profilime kattım-katmadım politikaları hakikaten çok acayip.

Bundan bir süre önce, geçtiğimiz hafta Paris Moda Haftası’nın tozunu attıran Hüseyin Çağlayan da kıyafetini beğendiremediği için Anjelique Bar’a alınmamıştı, yine hatırlarsanız. Londra’nın, Paris’in elitlerini giydiren, tasarımlarına sanat eseri muamelesi çekilen modacı, İngiliz arkadaş grubuyla birlikte kös kös kapıdan dönmüştü.

Niyeydi çünkü?: ‘Kıyafetleri ortama uygun değildi.’

Neyse artık o ortam?..

Geçtiğimiz yıl, bir grup insan Crystal’e gitmiştik. Zira içeride arkadaşlarımız DJ’lik yapıyordu. Yanisi, çok da meraklı değildik ama ‘bir kısım’ımızın ille ki icabet etmesi gereken bir şekilde davetliydik... Zira yanlış hatırlamıyorsam televizyonda program yapan bir arkadaşımız, (Vivet Kanetti) mekánla ya da müzikle ilgili bir haber yapacaktı.

Kapıda takıldık fakat...

Neden dersiniz?

Bizim kapıda bekleşen grupta -kim olduğunu açmaya gerek duymayalım isterseniz- Ömer Uluç da vardı ve kendisi büyük ‘sorundu.’ Niye? Zira üzerinde ‘maalesef’ blazer vardı. İçeriye ‘blazerli adam almıyorlardı’ kaardeşşşim...

Benim merakım, neden ‘nüfuzlu’ insanı kabul etmediklerine dair değil. Zaten yani, içimiz bayılmış ‘nüfuz merakı’ndan. ‘Şekil’ yok mu ah o ‘şekil?’ Bir fikriniz yoksa, bir susun bari, değil mi??? KAARRDEŞŞİMMM???
Yazının Devamını Oku

‘Varoluşsal sorunlarım var’ olayı

14 Ekim 2004
Geçenlerde bir ‘han’fendi sanatçı’mızın klibiyle ilgili yazı yazmaya başladım. Kaptırmış gidiyordum... Neden sonra durdum ve editörler editörü, alláme-i cihanımız bir insan vardır; ona gidip bana yardımcı olması adına ricacı oldum.

Sordum: ‘Klip için, Amerikalılar’ın ‘zenci klipleri’ne benziyor desem hukuki yönden bir hırtlık yapmış olur muyum? Davalık filan bir durum olur mu? Açılan o gülünç abidik gubidik davalardan sonra hasbelkader ‘temkinli’ davranmaya çalışıyorum da?.. Biliyorsun...’

‘Nasıl yani ‘zenci klipleri?’’ diye sordu karşılığında; ‘Söylem olarak politik açıdan hiç doğru değil tabii...’

‘Yok, öyle değil’ dedim; ‘Evli ve Çocuklu dizisinde Al Bundy politik açıdan doğru bir şekilde ifade edecek olursak, ‘siyahi’ rapçilerin kliplerine bakarak mastürbasyon yapıyordu, onu hatırlatıp, ‘İşte o kliplere benziyor’ diye tarif edecektim.’

Gözlerini devirdi: ‘E, olmaz yani...’

‘Ha, olmaz, di mi? Bişi olmaz di mi?’

Oysa, o meğer; ‘Öyle şey ol(A)maz’ demeye çalışıyormuş.

‘Evet, maalesef; hayat böyle de can sıkıcı bir şey’ manasında izahata girişti.

Onun canı benden bile çok sıkılıyor; çoook fena sıkılıyor; o kadar eminim ki...

‘Nası’ ve niye ama?’ şeklinde mızmızlandım: ‘Fakat ve ama fakat: TAM da öyle?’

Yani: ‘Vallahi böyle bir şey var ve o tam da öyle bir şey???’

Böyle bir şey var mı?

Var...

Böyle bir şeyi adıyla sanıyla dile getirmek -günümüzde adab-ı muaşeret ile konunun çok da alákası yok- ‘politika’yı aşar mı?

Aşar...

Tam: ‘‘Semerin şık’ mı dedin?’

Pazar Keyfi’ne konu olmak, hatta Allah muhafaza ‘şık’ bulunmak ‘gibimsi...’

Sırtına semer vurursun, aldırmazlar; semeri sevmiş ya altın kaplamalısını vurursun, ona hiiiç aldırmazlar, hatta bu konuda neşeli neşeli göbek atarlar...

Üstüne binersin...

Kaç kiloysan artık, onca kilonla...

Kaç kilometreyse gideceğin yol, onca yolunda:

Aldırırlar mı; aldırmazlar...

Fakat es kaza bunu dile getirmeye kalkarsın:

Kıyamet kopar...

Ulan bir gün hayatın gidişatını anlamaya vakıf olacağım ama bakalım ne zaman?!

Garçi Adalet Bakanı Cemil Çiçek şey dedi:

‘Son iki yılda en az 50 kere söyledim. Memleketin yüzde bilmem kaçı konumları gereği yargılanamıyor... Tüm meslek gruplarının, kamu çalışanlarının kendince imtiyazı var. Kabak ‘sıradan vatandaş’ın kafasında patlıyor.’

Valla var ya, sıradan vatandaş olarak, mafyaya başvuracağım.

Benimkisi iyiniyet...

Çocuk oyuncu Havuç’a extradan bir kadrolu psikiyatristler ordusu kiralamayı düşünüyorum.

Umut...

Ve...

Hayat...

Aynı cümle içinde zooor geçiyor.

Şahsen, hálá bir gün anlayacağımı umuyorum.

Evet, tamam...

Anlamak yok.

Ben salağın tekiyim; biliyorum.
Yazının Devamını Oku

Gelin-kaynana geyiğinden bayanlara Angels in America

10 Ekim 2004
Çağımızda değişimin akselerasyonu, F1 pilotlarının süratine rahmet okutuyor. Meselá geçtiğimiz günlerde bir okur, Güzin Abla’ya yazdığı mektupta, ameliyatla kadın olduğunu, ancak erkeklerle yaşadığı iki ilişkinin ardından eve temizliğe gelen kadınla lezbiyen ilişkiye girdiğini ve şimdi tekrar erkek olmak istediğini anlatıyor, ne yapması gerektiğini soruyordu.

Güzin Abla’nın önerisi neydi dersiniz?: ‘Aman evladım, ben bu konularda uzman değilim ama sen iyisi mi işleri daha fazla karıştırma, öyle, şimdi olduğun gibi kal...’

Beş yıl önce filan, bildiğiniz Güzin Abla’nın lezbiyen bir transseksüele ‘Daha fazla dönme olduğun gibi takıl yavrum’ diyebileceğini tahayyül edebilir miydiniz?

Ya da 12 Eylül darbesinden sonra senelerce TRT’de yasaklı olan Bülent Ersoy’un gün gelip televizyonda ramazan programı yapmasının söz konusu olabileceğini?

Yakında, bana sorarsanız dünyanın en bağnaz milletlerinden birinin yaşadığı ABD’nin eyaletlerinde art arda eşcinsel evliliklerine izin çıkmaya başlarsa da hiç şaşırmayalım.

Değil mi ki Dick Cheney bile, seçim kampanyasında lezbiyen kızına rol vermek zorunda kalıyor... Ve değil mi ki günümüzde tiyatronun ve sinemanın muhalif çizgisi, televizyona bile sirayet edebiliyor...

cnbc-e’de, çarşamba günleri saat 22.00’de ekrana gelen Angels in America’yı izlemiyorsanız, sadece 11 Emmy, iki Tony ve bir Pulitzer ödüllü bir yapımı değil, aynı zamanda hakikaten iyi bir sanat eserini kaçırıyorsunuz demektir.

Tony Kushner’ın aynı adlı tiyatro oyunundan televizyona uyarladığı ve Mike Nichols’un yönettiği diziyi nicedir merak ediyorduk. Beklediğimizden bile iyi çıktı:

80’lerin Amerikası... Reagan’ın Amerikalılar’a ülkeleriyle gurur duymaları gerektiğine dair bol bol gaz verdiği, insanlığın AIDS ile tanıştığı, nüfuzun ve iktidarın erdem denilen ‘süfli’ hasletten çok daha önemli olduğunun dünyaya dikte edildiği o meş’um onyıl...

(‘Bana ne 80’lerin Amerika’sından’ demeyiniz. Özellikle 80’lerden beri küçük Amerika olma yolunda sarf ettiğimiz onca çabaya ayıp edersiniz.)

Al Pacino, Meryl Streep, Emma Thompson, Mary Louise Parker gibi yıldızların rolden role geçerek döktürdüğü dizide, bir de AIDS hastası başrollerden biri Prior Walter’ı canlandıran Justin Kirk var ki, ona da ayrıca şapka çıkarmak gerekir.

Değme Hollywood yapımına taş çıkartan, 60 milyon dolar bütçeli dizide ne ararsanız var: Felsefe, siyaset, psikoloji, her türden din ve ‘tiradları’ göz önünde bulundurduğunuzda taş gibi edebiyat...

Nasıl anlatmalı?.. Belki de diziden replik çalmak en doğrusu...

Mormon olduğu için eşcinselliğini yaşayamayan latan kocası ile bol bol monotoni ve cinsel tatminsizlik içeren birlikteliği yüzünden valium bağımlısı olan Harper (Mary Louise Parker) ile AIDS’li Prior (Justin Kirk), biri hallüsinasyon, diğeri rüya görürken tanışıyorlar meselá.

Birbirlerinin ‘içini’ görüyor ve birbirlerinin kendileriyle ilgili gerçeklere uyanmalarına yardımcı oluyorlar.

Harper, o sahnede Prior’a şöyle diyor:

‘Hayalgücü yeni bir şey yaratamaz, değil mi? Sadece hayattan bölük pörçük parçalar toparlar ve onları tanzim edip yeni bir biçimde görünmelerini sağlar. Hayatın dayanılmaz sıradanlığından ve riyasından kaçtığımızı zannettiğimizde, aynı sıradanlık ve riya, yeniden düzenlenip gözümüzün önünde asalet ve hakikat olarak canlanabilir. Bilinmeyen hiçbir şey bilinebilir değildir.’

Nasıl efendim? Televizyon için fazla mı sofistike?

Hayat için de öyle deniyordu vaktiyle...

Sorun Güzin Abla’ya, anlatsın...

Naçizane tavsiyemdir: Gelin-kaynana muhabbetinden ve dandik aksiyon filmlerinden gıyk getirmiş olan hiçkimse, Angels in America’yı kaçırmasın...

Homo rolü bize gelmez!

Eşcinsel bir rolü canlandırıp canlandırmayacağını sorduğunuzda validesine küfretmişsiniz gibi algılayan pek bıyıklı, imaj kumkuması aktörlerimize suali değiştirip şöyle sorsaydık ne yanıt alırdık acaba?: Büyüyünce Al Pacino olmak ister misin güzelim?

Alemin gelmiş geçmiş en büyük aktörlerinden biri olan, karizmasından sual olunmaz Pacino, Cruising ve Dog Day Afternoon gibi filmlerin ardından bu kez de Angels in America’da bir eşcinseli canlandırıyor.

Ve nasıl... Zannımızca hayatının en başarılı performanslarından birini sergiliyor.

Al Pacino’nun En İyi Erkek Oyuncu dalında Emmy ile taltif edilen performansını, homofobik aktörlerimize özellikle tavsiye ederiz. Bakın, gavur (!) oynadı mı oynuyor ve aman korkmayın yani, çok acıtmıyor.
Yazının Devamını Oku

Ben manita arkasından ağlayacak kadın değilim, bana Etiler’de abi mi yok

9 Ekim 2004
Sabahleyin yine, iki damla yağmur damlası düşmeyegörsün tüm taksileri sırra kadem basmazsa hakkı kalan canım metropolümüz, ya da bugünkü ana haber bültenlerinde anıldığı ismiyle mega-kent, mega-köy, mega-gölümüz İstanbul’da bir miktar yürümek zorunda kaldım. Kat edilen mesafe, Gümüşsuyu-Taksim arası...

İstanbul’u bilmeyenler için: Ben diyeyim 250, siz deyin 300 metre...

Üzerimde uzun kollu bir penye, onun üzerinde kalın bir tişört, kafamda beyzbol kepi, onun üzerinde de kapüşonlu bir yağmurlukumsu...

Şu anda akşam saatleri ve benim sabah üzerimde olan şeyler henüz kurumuş değil. Hepsi hálá bulaşık bezi kıvamında; sırılsıklam...

Şemsiye kullanmayı reddetmenin de bir bedeli olacak elbet... Kaldı ki şemsiyeli arkadaşların durumu da benden farklı değil zaten...

DİŞİ MÜKREMİN ÇITIR

Gazete binasına ulaşır ulaşmaz sağa sola bakındım: ‘Allah rızası için kuru bir tişört?..’

İçime postayla gelmiş bir promosyon tişörtü buldum, üstüne de bizim Cemcime’nin kot gömleğini giydim, kurulandım ettim, yine de tir tir titriyorum.

Tişört, derin V yaka dekoltesi ve önündeki oryantalist desen sağolsun, botlu-kotlu kıyafetime ‘enteresan’ bir hava katıyor.

Yine ben diyeyim ‘altı kaval, üstü Şişhane’ bir háldeyim, siz deyin ‘rüküş dizaynır tasarımı şıklığı’ taşıyor...

Sudan çıkmış bir fare gibi görünüyorum.

Üzerimi değiştiğim toplantı odasında, bir yandan içimle birlikte avuçlarımı da ısıtan kahveyi höpürdetiyor, bir yandan da ‘meş’um perşembe’ olduğu için müzik kanalları arasında zaplıyorum.

O sırada odaya, üzerinden sular aktığı hálde bir dostumuz girdi.

Onun durumu benden de beter. Yağmurlu günlerin en fena derdinden mustarip: Islak çorap sendromu!..

Önce ayakkabılarını çıkartıp içindeki suları boşalttı. Çorapların suyunu sıkıp havalandırmanın üzerine yerleştirdi.

Sonra binanın içindeki marketten iki çift çorap sipariş etti. Çorapları üst üste giydi, ayakkabılarının arkasına bastı, odanın içinde Mükremin Çıtır’ın kadın versiyonu misáli dolaşmaya başladı.

Oturmuş laflıyoruz ki, hálimizle dalga geçercesine ekranda Hande Yener’in ‘ıslak ve seksi kontenjanından’ addedebileceğimiz klibi ‘Acele Etme’ belirdi.

Bizimki sordu: ‘Kim bu?’

Bunda şaşırtıcı bir durum yok. Kendileri bırakın Hande Yener’i, Fatih Terim için bile vaktiyle ‘Kim bu?’ diye sorabilmiş bir şahsiyet olduğu için, sakin sakin cevap verdim: ‘Bizim aksimize, ıslakken seksi görünebilen, kış günü derin dekolte ve çorapsız stilettolarla dolaşabilen bir ‘sanatçımız...’ Sen tanımazsın velhasıl...’

Klip, anlamaya vakıf olamadığımız bir nedenle Roma’da çekilmiş. Neden Roma’da çekildiğini anlamadık derken, öyle Colloseum manzaraları filan aramayınız yani.

Bir pop klişesi olarak: ‘Olay barda geçiyor.’ Hande Yener, bir yandan gece kulübünün içinde, deli gibi eğlenen yarı çıplak tiplerce ıslatılıp, bir yandan barın üzerine seksi pozlarla uzanıp çilek-milek yiyor.

BEYONCE/J-LO KIRMASI

Klibin haberini kimi gazeteler ‘Altı Beyonce, üstü J-Lo’ şeklinde duyurmuştu. Zira evet efendim, Hande Yener, Jennifer Lopez’imsi bir saç ve makyaj politikasıyla, Beyonce şiddetinde, pardon Beyonce zarafetiyle kalça sallıyor.

Yabancı kliplerde, özellikle de Christina Aguilera kliplerinde rastlamaya alışkın olduğumuz türde bir seksapel konuşuyor ki klibi de nitekim ‘Madonna’nın koreograf ve dansçısı Luka’ yönetmiş...

Bilenler bilmeyenlere anlatsın: Bu aralar müzik kanallarında Hande Yener’in Kırmızı adlı şarkısının klibi de dönmeye başladı.

Ünlü yönetmen Ömer Faruk Sorak’ın çektiği klipte bu kez ‘olay mutfakta geçiyor.’

Bunda da 9,5 Hafta filminden beri hikmetinden sual olmaz ‘Mutfak seksidir’ trüğüne başvurulmuş. Hande Yener bu kez de ‘şarkının ritmine göre domates, biber doğrayarak yemek pişiriyor.’

Şaşkınım esasında...

Hande Yener, kendi tabiriyle ‘olgunluk dönemi’, daha düz bir şekilde söyleyecek olursak ‘üçüncü’ albümü Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor piyasaya çıktıktan sonra, yaz bitmeden en az üç-dört klip daha çeker zannediyordum.

Ne de olsa kendileri, magazin basını diliyle, ‘bu yaza yine damgasını vuracak’ şeklinde anılan tarzda albümler yapar.

Yani işte, bilirsiniz: Harala gürele álemlerde yaşanmış satıhta mı satıhta bir yaz aşkını ileride lay lay lom şekilde hatırlamanızı sağlayacak türden şarkılar içeren albümler...

‘Benim adım Hande, bana aşk komaz, bunu da atlatırım yavrum’ tarzı meydan okuyan sözler içeren, bunun yanında ‘gücünü’ daha ziyade hoppidi hoppidi müziğinden alan, ‘Laila-Reinagiller bu sene bunlarla coşacak, bir gecelik seviyeli aşklarını bu şarkılar eşliğinde yaşayacak’ türünden melodiler...

Çıkış anı itibarıyla Bodrum’un paparazzisi bol iskelelerinde dinlenmeye başlanan, müteakip kış boyu da Etiler sahnelerinde canlı olarak icra edildiğinde, o camianın bir ağızdan eşlik etmeyi sevdiği tarzda şarkılar içeren albümler...

Hande Yener, yukarıda Allah var; canlı performansının ‘pek keyifli’ olduğunu tahmin ettiğimiz bir isim.

Zaten esas şöhretini de Sezen Aksu’nun vokalisti olarak sahneye çıktığı konserlerle değil, sahne-kulüp-bar çalışmalarıyla edindi.

O zamandan beri de düzenli aralıklarla ‘Ben manita arkasından ağlayacak kadın değilim, biri gider biri gelir, bana Etiler’de abi mi yok’ türü şarkılar söylüyor.

BÜTÜN ISLAKLARI TOPLASAN...

Daha doğrusu albümde ‘içlimsi’ şarkılar da var, daha da doğrusu içli şarkılar da ‘varımsı’ ama Hande Yener üzerinde en iyi bu tarz sözleri ve melodileri taşıyor:

‘Hatayı ben en başında yaptım / Aynı evi senle paylaşarak / Kendimi çok takdir EDİCEM / Ayrılığı kutlayarak / Vedalaşırken üzülmüş gibi / Tutma ellerimi acıyarak / Kendine dev aynasında değil / Boy aynasında bi’ bak / Acım taze kurtulamazsın / Gözlerini kaçırarak / Belki birazcık bozuldun / Ruhun belki can çekişiyor / Belki biraz da kızardın ama / Sana kırmızı çok yakışıyor.’

Yanisi: Yemezler güzelim; değil mi ki bendeniz ıslakken de seksi görünmeyi başaran, ne ruhu ne bedeni üşüyen bir yerli model J-Lo / Beyonce ‘sentezi’yim, ensesi kalın olmayan adamın ağız kokusunu biraz zor çekerim...

Gibi...

Burnumu çekip, şöyle bir titredim... Ve yanımdaki titrek yárene döndüm, ayaklarına baktım ve ‘Ulan ikimizi toplayıp üstümüze J-Lo/Beyonce kokteyl sosu döksek bir Hande Yener etmeyiz be!’ dedim.

WWF’den doğa partisi

Salı akşamı Jazz Cafe’deki WWF Türkiye doğa partisini kaçırmayın. 30 yıldır ülkemizin su kaynaklarının, nesli tükenmekte olan hayvan ve bitkilerinin korunması, deniz, kıyı ve ormanların geleceği için çalışmalarını sürdüren WWF, çalışmalarını sürdürebilmek için bu kez beraber eğlenerek kaynak yaratmak istiyor. Gecenin geliri çalışmaların sürekliliği için kullanılacak. Partide vakfı tanıtıcı filmler ve çalışma alanlarından fotoğraflar gösterilirken, bir yandan da en güzel ve eğlenceli şarkılarla danslar edilecek. Vakfa o gece katılacak doğa dostlarını bekleyen sürpriz hediyeler olduğu da kulağımıza gelenler arasında. 12 Ekim saat 21.00, Jazz Cafe, 0212 245 05 16, Hasnun Galip Sokak 20, Beyoğlu.
Yazının Devamını Oku

Her şeyde bir hayır vardır; vardır da nasıl, niçin ve nece vardır?

7 Ekim 2004
Geçtiğimiz aylarda álemde (Ulan ona ansiklopedi diliyle yeryüzü mü deseydik?) başka bir dile çevrilmesi en zor kelime belirlendi. Meraklısı olanlar ya da şöyle söyleyelim; UMURSAYANLAR anımsayacaktır...

Bin (Sayıyla: 1000) dilbilim uzmanının seçtiği en zor kelime, Güneydoğu Kongo’da konuşulan Tshiluba dilindeki ‘iluga’ kelimesi...

İluga: ‘Herhangi bir kötü muameleyi ilk seferinde affetmeye hazır, ikincisinde hoşgörü gösteren ama üçüncüsünde asla affetmeyen kişi’ demek...

Hayat gelir-geçer, gel-geç hükümranları iplemediğine ve kendi dilinde aktığına ve hayatta her ‘cemaatin’ ve her modanın kendi dilinde, kendine dair bir ‘çevirisi’ olduğuna göre mevzuyu kendi hayatımıza ‘devşirmemiz’ de mümkün:

Meselá Fethullah Gülen kadar hassas ve aporttaki göz pınarları her daim dolmaya namzet kanalımız Samanyolu TV’deki belgesellerde çıngıraklı yılanlar Allah’ın izniyle tıslıyor, karıncayiyenler Rab’bın emriyle karınca yiyor ve Yağmur Ormanları’na yağmur değil, rahmet yağıyor.

Öyle yani, belgeselin anlatıcısı, ‘doğanın dengesini’ ve o ‘dengeli gidişatı’ bu şekilde anlatıyor.

Ve herkesin kendince bir imanı vardır ya hani; ben de kendi imanımca zannetmiyorum Allah’ın böyle bir geyik lisanını tercih ettiğini...

Benim böyle bir kanaatim var.

E, bu konuda n’apıcaz?

Varoşlara mı sorucazzz yoksa AB’ne mi???

Şu Samanyolu’ndaki belgeselleri filan, merakı olan ve teçhizatı yeten çekiyor.

Çeken çekiyor...

Siz onu nasıl anlatırsanız anlatın.

Yapıp yapacağınız şudur: Geçiştirmeye kalkarsanız, ancak ve ancak ‘çevirirsiniz...’

İster beğenin, ister beğenmeyin...

‘Sen sus, gözlerin konuşsun’ iyi bir klişedir ve tamam, belki de hayatın tam da göbek deliği, yüreğidir ama o iki gözün ‘nasıl’ konuştuğunu bir üçüncü kişiye ancak tarif edebilirsiniz.

‘Niçin’ öyle konuştuklarını da keza.

Yanisi: Bilim de felsefe de aktarılmak için lisana gerek duyar.

‘Nasıl?’ bilimin sorusudur; ‘Niçin?’ felsefenin...

Hayat, dilde var olur...

Fakat her şey bir yana, kullandığınız dil nece olursa olsun, o lisanın ‘ille ki bence’si yani toplumdan ziyade ‘cemaatçe’si kuruluyorsa, evrimden hayır beklemeyin...

Çünkü hayat artık bu hayat; yanisi hurafeden öte bir şey... Dünya ortak bir lisanda dile gelmektedir.

Belki Allah, tatil slaytları yerine belgesel yayınlıyor:

N’APICAZ?..

İnsan, başka dilleri ve genel itibarıyla kendi mahallesinden ötesini belki de bu yüzden sever ya da tam da bu sebepten soğur: Hayat, hangi dili hangi dile kimin yetkin ya da yavşak dilinden çeviridiğinize çok bağlıdır.

Meselá Duty Free’lerinde bile İngilizce konuşmayı reddeden Fransızların Türkiye’yi AB’ye istememesi, normalden ötedir...

Frankofon bir ‘norm’dur... Fransızlar, epeydir tam da bu yüzden bir alay konusudur.

Fransızlar da şu ya da bu şekilde, Dünya dilinde konuşmayı öğrenecektir.

Bize gelince... Hayat da Türkçe kadar ironik, değil mi:

Meselá ‘Hayır’ kelimesi, Türkçe adına, iyi bir örnektir:

Buyrun Türkçe’de ‘Hayır’ kelimesini ya da hayırınızı ya da hayrınızı münasip yerinden yakınız:

hayır, -yrı (1) is. Ar. hayr İyilik, karşılık beklenmeden yapılan yardım. (2) s. İyi, hayırlı, yararlı, faydalı...

hayır (2): zf. (ha’yır) Ar. hayr. ‘Yok, öyle değil, olamaz’ anlamında onamama, inkár kelimesi.

Hayat, affetmez: İluga...

Ya da siz isterseniz en batıl tonundan; ‘Allah’ın hakkı üçtür deyin..’

Doğa(l)dır...

Kendini ciddiye alan son söz - ki son söz dediğiniz zaten öyle bir şey değil midir?- tabii tabii, odur yani, öyledirrrrr: Ben de bu kadar -dir’li -dır’lı bir ‘metin’ yazdım ya, ‘Allah bilir’ siz de bunu ağır ciddiye alırsınız ya, ben de iki satır gülerim... Allah da cümlemizi güldürsün...
Yazının Devamını Oku