Ebru Çapa

Taraf ne tarafa düşer?

4 Kasım 2004
Geçtiğimiz hafta ilk kez İnönü Stadyumu’nda bir maça gittim. Ablam ve eniştem, BJK-FB derbisi için gelmişlerdi. Eniştem Volkan, hasta Beşiktaşlıdır.

Benim bildiğim Banu, yani ablam ise takımdan ziyade durum ve sevdiklerini tutar.

Yanisi, maksat hareket ve gezmek olsun, olmuşken de mümkünse ‘bizim takımda’ gönüller bir olsun taraftarıdır.

Bir GS’li olarak, Cumartesi günü ben de bir günlüğüne de olsa ‘en koyusundan’ BJK taraftarı kimliğiyle tribündeydim.

Zira dedim ya bendeniz de ‘hasta’ GS’lıyımdır, bunun yanında eniştesini enişteden öte ağabeyi addeden hasta da bir Volkancıyımdır.

Hem ligin, hem ailenin selámeti açısından benim zaviyemden gayet mantıklı bir yaklaşımdı yani öyle siyahlı-beyazlı giyinmiş bir şekilde Beşiktaş tribinünde tezahürat edip şiddetle Beşiktaş’ın gol atmasını ummak...

Oportünist liboşsak, bu konuda en azından dürüstüz yani...

Beşiktaş tribünlerinin, Beşiktaş haricindeki tüm takımlara, dolayısıyla GS’a da küfrettikleri zamanlarda, kulaklarımı tıkadım, dudaklarımı ısırdım, hadiseyi ‘tribündür, normaldir, normalden de ötedir, eşyanın doğası gereğidir’ metanetiyle karşılamaya çalışıp hiiiç üzerime alınmadım ve Beşiktaş’ın attığı her golde, havalara zıpladım.

Garip, hafif şizofrenik ve hani belki de bir nebze haysiyetsiz bir durumdu ama ne yalan söyleyeyim, neticede benim durduğum yerden bakınca her açıdan sevindiriciydi ve gayet iyi geldi.

Perşembe ve Cuma günü mail-box’ı ana-avrat küfürlerle dolduracak FB taraftarlarının sözlerini şimdiden aldım kabul ettim sayalım, siz elinizi hiç yormayın dilerseniz.

Hem ‘meşin yuvarlak’ klişesini andıran ‘yuvarlak’ bir muhabbet çevirme derdinde değilim, doğruya doğru yani, bu gibi atışmalar olmadıktan sonra, taraftarlığın ne zevki var Allah aşkına söyler misiniz?

Ligin gidişatı gereği, FB’nin kazanması GS’nin hayrına olsa, yine de BJK’ı tutar mıydım?

Bilemiyorum...

Benim çocukluğum, ilkgençliğim, gençliğim ve buna yetişkinlik denilebilirse, ‘taze’ yetişkinlik demlerim, babam ile FB-GS çekişmesi geyiğinde geçmiştir.

Babam ve baba tarafından hemen hemen tüm sülalem, fanatik Fenerbahçelidir.

Keza en iyi arkadaşlarımdan bir kısmı da öyle...

Her derbinin ardından, güleş oynaş (Yalan olmasın, kimi zaman da kavga-dövüş) laf çevirir, birbirimizi iğneleriz. İşin bu kısmı, bana sorarsanız, oyunun zevki de şöyle bir ‘tarafta’ dursun, bütün mevzuatın en oyuncaklı yönlerindendir.

‘Gel sen yol yakınken, şavolle dön gel, bizim takımı tut’ muhabbeti gelenektendir ya, derbi öncesi, uzak akraba, yakın yáren bir Beşiktaşlı sordu: ‘İnsan niye Galatasaray’ı tutar?’

Üstelik beyefendi insanı yumuşak karnından yakalamayı haiz bir avukat olduğu için mevzuya; ‘Senin gibi birine yakışıyor mu yani yükselen değer? Hem onlarda acayip bir ağabey-kardeş tonundan kolej hiyerarşisi var, sen feminist değil miydin?’ şeklinde bir kaşıntı da sokuşturdu.

Ne yalan söyleyeyim, şöyle bir 30 saniyeliğine filan düşündüm...

Sonra bünyenin bir yerlerinden ergenlik sivilcesi misali eförik bir sırıtış peydahlandı.

Hiç utanmadan söyledim: ‘Yükselen değerse yükselen değer; yakışır abi, hem de çok yakışır’ dedim.

GS, Neuchatel Xamax’ı 5-0’lık bir skorla ‘mucizevi’ bir şekilde yendiğinde ben ortaokuldaydım. Kulaklıklarla radyodan maçı dinleyen biz kızları zapt-u rapta almak mümkün olmadığı için dersi kısa kesmiş, okulu erken paydos etmişlerdi.

İnsan neden Galatasaray’ı tutar?

Real Madrid’i yenmiş takım olmak için...

Süper Kupa’yı almış takım olmak için...

Yurt dışında Turkish delight’tan, kebaptan ve festen mesten ziyade Türkiye’ye dair tanınan bir şey olmak için...

Daha iyisini beceren olduğunda, belllki bir daha düşünürüz...

Hadi buyrun...
Yazının Devamını Oku

Milli Eğitim Komisyonu üyesi Özyılmaz’ı sağ yanağından öperim

31 Ekim 2004
Bugün işe gelirken Balat’ın girişinde trafik tıkandı. Şoför ‘Kaza olmuş herhálde’ dedi. Sonradan anlaşıldı. Geminin birini, muhtemelen tamir etmek için kamyonun birine yüklemişler, götürüyorlardı.

Mánásız gelebilir ama hayatımın bitmek bilmeyen bir buluğ çağı olduğunu düşünüp utandım.

Çocukken sıkıl, ergenken sıkıl, kazık kadar karı olmuşsun, 30 yaş bunalımı ayaklarına yine sıkıl.

‘Sık’kıl git kardeşim’ der hayat insana. Haklı olarak...

‘Ne yapsak ne yapsak, psikiyatriste mi uğrasak?’ diye düşünürken, şarkının sözlerini yanlış hatırladığımı hatırladım: ‘Ne yapsam ne yapsam, bir hamak alıp sallansam? Kurtulur muyum bunalımdan, hamakta sallansam?’

Doktor filan hikáye, keza bunalım da...

Şimdi Allah aşkına, doktorları -málûm, memleketin her türlü meslek grubu had safhada hassas- hafife aldığım düşünülmesin. Bilákis, kendilerini fazlasıyla ciddiye alıyorum, öyle söyleyeyim.

İsterseniz egomanyak deyin ama zannımca tüm insanlar böyledir, yani müteakip cümleden ibarettir: Benim derdim kendimle...

Bir dost muhabbetiyle hayatı ‘ciddiye almayı’ unuttuğumu hatırladım; ‘hafife alacak kadar ciddiye’ yani...

Doktora gitmekten vazgeçtim. Gidip, hazır, havalar da tam soğumamışken önce bir denize girmeye, sonra da havuza yazılmaya karar verdim.

Bilemiyorum, ‘Deli mi öptü?’ diye sorarlar ya hani, sanırım çocukken beni yunus filan dürtmüş.

Ama artık hakikaten gülesim var.

Vallahi içimden çocuk çocuk gülmek geliyor.

Hayata kinik, sarkastik bir sırıtış yerine neşeli bir gülücükle bakmayı seçmek de mümkündür belki yetişkinlikte...

Zira sağıma soluma bakıyorum ve gülünç şeylere sinirlenmektense bedenimin muhtelif ‘yönleriyle’ gülmek fikri daha iyi geliyor.

Haber Vitrini sitesinde okudum, AK Partili Milli Eğitim Komisyonu üyesi Ömer Özyılmaz’ın ‘çocuk eğitimi’ kitabından seçme incilere yer veren bir haber var internette.

Zat-ı muhteremin ‘Çocukluk ve Gençlik Çağında İslami Eğitim ve Psikolojik Temelleri’ isimli kitabında şöyle şeyler vaaz ediliyormuş:

‘Çocuk ilk önce beslenme konusunda eğitilmeli, sağ eliyle yemeğe alıştırılmalıdır. Yemeğe başlarken de besmele ile başlaması öğretilmelidir. Ahláki olarak çocuğa kazandırılması istenen bir diğer davranış, sağ el alışkanlığıdır. Dünyamız sağ elini kullananların dünyası olmakla beraber, bazı çocuklar solak olmaktadır. Meseleyi inceleyenlerin bir kısmına göre fikrince solak olanlar, solak olarak doğar.’

Şimdi buna gülmez misiniz?..

Bu beyefendinin Milli Eğitim Komisyonu Üyesi olmasının hál-i hazırda gülünecek bir tarafı olmadığını düşünebilirsiniz başta...

Ama bir de ‘büyük resim’ var...

Geniş çerçeve yani...

Cuma günü, Avrupa Anayasası’nı imzalamak üzere İtalya’ya, Roma’ya uçan Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül var meselá...

Zamanın kendine ait bir gidişatı, sistemi var.

Kim neresini yırtarsa yırtsın... Ve bu iyi bir şey.

Valla ben salak bir insanım; öyle doğdum yani...

Şu hayatta her iki elimi de kullanmaya çalışıyorum.

Elime kalem almaya kalktığımda, sağ elimi kullanıyorum. Fakat ‘gelişmiş’ sofra adabı, insanın çatal ve bıçak kullanmasını, her iki elini de kullanmasını gerektirir.

Bunun yanında, artık klavye dediğiniz şeyle yürüyor pek çok mevzuat: Her iki elini de kullanabilmesi, kişinin selámeti açısından gayet pratik bir şeydir.

Allah’tan kim ne eğitim verirse versin, şöyle bir gerçeklik var ki esas eğitmenler, çocuklardır.

Yarın bir gün, beyninin tüm loblarıyla o kitabı okuyup da tüm bu saçma kelámların ne derece saçma olduğuna dair çocuğun biri de bir kitap yazar. O kitap da Sayın Özyılmaz’ın hem sağ hem sol yanağına aşkolur.

Sonunda hep çocuklar öper yani her iki yanaktan...

En nihayetinde gelecek öper.

O olur...
Yazının Devamını Oku

Maşallah taş gibi klip

30 Ekim 2004
Dream TV’de izlediğimden beri saksofoncu İlhan Erşahin’in grubu Wax Poetic’in, Norah Jones ile birlikte seslendirdiği Angels (Melekler) isimli şarkısının klibinden bahsetmeyi düşünüyordum, kısmet bugüneymiş. Vesileye kurban...

Çarşamba gecesi Roxy’de İlhan Erşahin, arkasına sağlam bir tayfa alarak (gitarda Thor Madsen, basta Matt Penman ve Juini Booth, davulda Jochen Rueckart) döktürdü.

Bu müzisyenler, Juini Booth haricinde, Erşahin’in birlikte Harikalar Diyarı adlı albümü yaptığı grup. Albümde klarnette Hüsnü Şenlendirici ve perküsyonda Mehmet Akatay da yer alıyor.

Uzun zaman olmuş müzik gibi müzik dinlemeyeli... Var ya, ilaç gibi geldi.

İlhan Erşahin’in ilk önce adını mı müziğini mi duyduğumu, ne yalan söyleyeyim, hatırlamıyorum.

Ruhumun, ciğerimin paresi bir dostum, onu New York’taki ünlü caz kulübü Sweet Basil’de çalarken dinlemeye gittiğinde, Erşahin’in, onların masasında dönen muhabbetten arkadaşımın Türk olduğuna uyanıp, gelip oturduğunu anlatmıştı. ‘Biraz muhabbet edebilir miyiz Türkçe?’ diye sormuş.

Belki bu hikáyeden evvel müziğini dinlemiş ve sevmişimdir ama kendisine olan sempatimin tavan yapması, o hadiseye rastlar.

İlhan Erşahin’i kaç kez canlı izledim, onu da hatırlamıyorum. Ama sayısı epey çoktur ve tekinde bile hayal kırıklığına uğramadım, onu gayet iyi biliyorum.

Erşahin, yarı İsveçli, yarı Türk bir müzisyen. Eline ilk kez 16 yaşında aldığı saksofonla 19 yaşında etüdler yapmaya başlamış. Berklee’den burs kazanmış ve gerisi de tarih: Erşahin’in ‘baba’ müzisyenlerle birlikte çaldığı, cazın ekseninde farklı dalları harmanlayarak, farklı gruplarla, farklı albümler yaptığı şahane bir müzikal kariyer...

Erşahin’in, müziği Massive Attack ile karşılaştırılan grubu Wax Poetic’in icra ettiği Angels’da -Erşahin’in ‘olmadan’ önce keşfettiği- Norah Jones vokal yapıyor.

Angels, New York sokaklarında, elden ele dolaşan bir fotoğraf makinesiyle resmedilen ‘melekler’i konu ediyor.

Klibin başında fotoğraf makinesi Erşahin’in elinde. Sokakta birinin fotoğrafını çekiyor ve fotoğraf makinesini fotoğrafını çektiği kişiye veriyor. Fotoğrafını çektiği kişi, bir başkasının fotoğrafını çekiyor ve bu kez makineyi ona veriyor. Tabiri caizse böyle bir ‘zincirleme reaksiyon’ neticesinde makine, sonunda yine Erşahin’in eline geliyor.

Nasıl desem, masalsı bir klip... İnsanın ruhunu sağaltıyor. Tıpkı müzik gibi...

Türkiye’de ilk kez Bodrum’da sahneye çıkan, ardından Roxy, Babylon gibi ünlü caz kulüplerinde sık sık sahne alan, farklı festivallerde çalan İlhan Erşahin için başta İstanbul olmak üzere, Türkiye de büyük ilham kaynağı. İlhan Erahin, geçtiğimiz Rock’n’Coke Festivali için verdiği bir röportajda, Wax Poetic’in müziğinin sokağın sesi olduğunu söylüyor:

‘Wax Poetic’in ilk büyük konseri İstanbul’da oldu. Yazdığımız parçaların bir bölümünü de burada yazdık, buradaki sokakların sesleri ve İstanbul’daki hayat müziğimizi de etkiledi. Ama benim İstanbul ve Türkiye’yi daha çok hissettiğim projem Harikalar Diyarı. (Albüm Doublemoon Records’dan çıktı) ’

Yanisi, bu köşede genellikle Türkçe şarkıların kliplerinden bahsediliyor ve Angels, yabancı müzik kanallarında çalan bir şarkı ama anlamışsınızdır:

Teşbihte hata olmaz, sokaksa, ha New York, ha İstanbul... İyi müzikse, dünyanın her yerinde iyi müziktir diyelim.

Ve ille ki bir ‘mazeret’ gerekirse, malzeme, bir yanıyla Türk efen’im.
Yazının Devamını Oku

Bu bir suç duyurusudur

29 Ekim 2004
Ben, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde yaşayan bir kadınım. Bu ülkenin bir vatandaşıyım. Ve İbrahim Tatlıses’i, Asena adıyla tanınan Onur Çakmak’ı kamuoyunun gözü önünde tehdit ettiği gerekçesiyle adli kurumlara şikayet ediyorum.

Esasında bugün kendi kıtipiyos çapımda eğlenceli bir şeyler yazmaya çok niyetliydim. Yemin ederim.

Gelin görün ki ortam müsaade etmiyor.

Hayat durmadan insanı ‘bu ne bu be hálleri’ne sürüyor.

Artık yarına, öbür güne, nasipse.

İki gündür, midemde bir sancıyla ‘çirkin’ bir manzarayı izlemeye çalışıyorum. Hani arada bir edebimle oturayım diye niyetleniyorum, niyetlenir gibi oluyorum ama yok. Direkt vazgeçiyorum. Zira ne mümkün.

Bu ülkede nüvesinde bir gram insanlık onuru olan herhangi birinin durduğu yerde bir şeylere seyirci kalması doğaya aykırı.

Doğa dediğiniz buysa da ben aykırıyım anasını satayım.

Şimdi bu olup bitenler sizce ‘doğal’ mıdır Allah aşkına?

İbrahim Tatlıses’ten ‘kaçmak’ için sekiz aydır Almanya’sı senin, bilmem neresi benim dolanan Asena, yanına avukatlarını alıp bir basın toplantısı düzenliyor. Ve İbrahim Tatlıses ne derse desin, ilişkilerinin dönüşsüz bir şekilde bitmiş olduğunu deklare ediyor.

Üstelik bunu da herhálde vaktiyle gözü fena korkutulmuş (?) olsa gerek, zannımızca ‘fazlasıyla’ edepli bir dille yapıyor: ‘Bugüne dek ona hiç saygısızlık etmedim, dört yıllık bir ilişkimiz oldu, bedellerini de ödedim.’

Ve saire ve saire...

Ödediği bedelleri, aylar boyu televizyon ekranlarında çekirdek çitleyip, aşk-meşk, şarkı-türkü ve oryantal-göbek dansı soslu bir mafya dizisiymişçesine cümleten izledik, hatırlarsanız:

Ağız burun dağıtmalar, kafada şişe patlatmalar, mahkemede kesinlik kazanmadığı için kesin bir şey söylemiş olmayalım ama kadınların topuğuna sıkılan ‘faili meçhul’ kurşunlar, vs...

(Bakın şu tesadüfe ki, Asena’nın ayağından vurulmasından kısa bir süre evvel yine ‘tesadüfen’ Tatlıses’le münasebeti bulunan Derya Tuna, ‘haddini aştığı’ bir dönemde bacağına kurşun yemişti.)

Küçük tefek bedeller işte...

Bir millet oturmuş, ağzı köpürmüş bir adamın, gazete başlıklarından, televizyon ekranlarından, durup durup alenen tehdit savurmasını izliyoruz:

‘Asena bizim namusumuzdur. Kendi kafasında bu olayı bitirmiş olabilir ama biz bitirmedik. (‘Biz’ de kimse artık?!) Ben bitti dersem biter. O yüzden daha bitmiş bir şey yok. Onu da bilirim, bir şeyi yapmayacağım dedi mi tamam, inattır. Ben de inadım, iki inat bir araya geldi işte. Nikahlı karı-koca bile ayrılacağı zaman mutlaka mahkemede buluşur. Böyle kaçamak gibi işler karakterimize, örf ve adetlerimize uymaz.’

Bu ülkede artık esas DOĞAL olan, ‘karakter’, ‘örf ve adet’, hele hele ‘töre’ kelimelerini duyduğunuz zaman Pavlov’un köpeği gibi otomatikman beyin hummasına ve ruh sıtmasına tutulmaksa, bu da ne derece acıklı bir durumdur, siz hesap edin.

Efendim, İbo Bey, isterse Asena’nın izini isterse 12 saatte bulabileceğini, buna kendisinin kalkışmadığını, Asena’yı kırmak, üzmek istemediğini (Zira Asena, kendilerinin ‘tırnakları olmadığı için tırmalamaktan aciz’ kara kedisi, pisi pisisiymiş!!!) belirtmiş: ‘O ise kaçak yaşıyor, bir o eve, bir bu eve, dolaşıyor. Yazık, günah vallahi, üzülüyorum.’

Vallahi ben de fena hálde üzülüyorum. Bütün bunlar olabildiği için ve ‘doğal’ karşılandığı için fena hálde uyuz oluyorum. Hicap duyuyorum. Öfkeden kuduruyorum. Utanıyorum. İnsanlığımdan utanıyorum.

Size tüm bu olan bitenler DOĞAL geliyor mu? Hakikaten DOĞAL geliyor olabilir mi?

Kimsenin sorası yok mu?

Kardeşim, nedir yani senin şu ‘aman kırmayayım’ tarzı ‘güya kibarcık’lığın?

Meselá 12 saatte bulup da bu kadını, ne yapacaksın?

Neyin hesabını soracaksın? Nasıl, ne şekilde soracaksın? Ne hakla soracaksın? Kadın sende gönlü olmadığını, seni istemediğini söylüyor.

Ötesi var mı?.

‘Nikáhlı insanlar bile mahkemede buluşur’muş.

Madem öyle, sittin sene ‘Vallahi de billahi de aramızda bir şey yok’ geyiği çevirip, hareminin elemanları arasında bir oraya bir buraya dolanacağına, her birinin üzerinde ayrı terör estirip canlarına okuyacağına, adam gibi adam olsan, birinden birinde karar kılıp nikáhlansaydın, onunla birlikte insan gibi yaşasaydın.

Sonra da diyelim ilişkiniz bitti, gidip mahkemeye edebinle boşansaydın.

Sen hangi hukukun namus tellálısın? Ne hakla bu gibi bir iddiadasın?

Bu ‘ya benimdir ya kara toprağın’ babalanması neyin nesi oluyor?

Sen bunu hiç çekinmeden nasıl böyle bir milletin gözü önünde gef gef gerinerek dile getirebiliyorsun? Kendinde bu cüreti nasıl buluyorsun?

Tüm bunları kimsenin sorası yok mu?

BU BİR SUÇ DUYURUSUDUR.

ÖNGÖRÜLMÜŞ BİR SUÇUN DUYURUSUDUR:

O kadının başına bir şey gelecek olursa, bunun mesûlü İbrahim Tatlıses’tir. Yok, değilse de onun bir tetikçisidir.

Böyle olmadığı yüzde yüz kanıtlansa bile, tehdit başlıbaşına bir suç unsurudur; gereği görülmelidir.

Ve bu adamın, bu sözleri, bir hukuk devletinde, bu kadar rahat bir şekilde medya organları aracılığıyla hönkürebilmesi de başlıbaşına REZALETTİR.
Yazının Devamını Oku

Yetişkinlik andı

28 Ekim 2004
Ben artık edepli bir insanım. Valla... Karar verdim, bugünden itibaren bırakın en kemiksiz ve bol sinirlisinden pabuç kadar bir dille ukalá ukalá yaşamayı, beynimi bile kontrol altına almaya çalışacağım.

Beynim muzır bir düşünceye doğru uçar gibi mi oluyor; hooop oltayı atıp o düşünceyi aynen gerisin geriye çekecek, yutkunacak, yutacak ve işkembeye gömeceğim.

Geçenlerde ruhumun yarısı addettiğim bir dostumla telefonda konuşurken, gülüştük...

O da ‘içindeki kız çocuğu aday adayı cenin’i zaptetmeye muvaffak olamamış bir zıpırdır.

‘Ben artık uyandım’ dedim, ‘ulan şurada 33 olmama üç ay kaldı, düzenin gidişatını daha yeni anladım. Yani galiba?.. Emin değilim ama galiba anlamanın kenarındayım. Dönüşüyorum kardeşim. Yetişkinlik yolundayım.’

Pek şaşırdı: ‘Hadi ben uzun bir süredir şuursuzca dolanıp duruyordum. Sistematik yetişkinlik ortamlarına yeni düştüm. Sen bir de bilmem kaç yıldır düzenin en bi’ göbek deliğinde takılıyorsun. E be salak, yeni mi aydın?’

Vallahi yeni aydım. Geç idraktan mustarip, ruhu dalgalı, bol med-cezirli ‘deli karının teki’ olsam gerek...

Ama artık anladım.

Meselá ABD seçimlerinde kimin kazandığını çok da umursamayacağım. (Zira aynı kapıya çıkacak.)

Yurdum TV’sinde eve tıkılıp birbirinin gözünü oyarak takılma programlarına bayılıyor mu hiiiç şaşırmayacağım.

Sonracığıma, bilemiyorum, belki birkaç çift topuklu ayakkabı edinir, etek giymeye başlar, rejim mejim yapar, makyaj incelikleri öğrenir, detoks ve peeling olaylarına girerim.

Hatta bir ‘hızlandırılmış usûlünce fingirdeme kursu’ bulursam, yazılabilirim.

Adam idare etmeyi öğrenmek için özel ders alabilirim.

Adrenalin mi, beyin kimyası mı, enerji mi dediniz?

Valla zararlı her şeyi bırakıp, hele ki ‘zararlı düşünceler’den haşa arınıp, -basketbol oynamayı çok özledim meselá- tekrar spora filan başlayabilirim.

Sonra eve gider, biraz bir şeyler atıştırır, bir şeyler okur, ne bileyim belki eski aşkım resme dönerim.

Ben artık edepliyim...

Ne yapalım, evrimin önünde durulamayacağına dair inancımı korur, tezcanlılık etmem; sabrederim...

Kendi irademle ‘yakışıklı bir ceset olmaya’ da hiiiç niyetim yok. O konuda kararımı ta ergenlik döneminde verdim. İnadına, hayata kazık çakmaya fena hálde niyetliyim.

Disiplin, disiplin, disiplin...

Canımı sıkılmamaya koşullamak üzere her gün antrenman yapacağım. Ne bileyim, belki yoga öğrenip, doğru nefes alıp vermeye çalışacağım. İçinden bol bol ‘bir yaşam biçimi’ kalıbı geçen cümleler kuracağım.

Medeni bir labirent faresi gibi yön mefhumumu geliştirip, sık sık alışveriş merkezlerine gidip, hangi koridor hangi mağazanın kapısına çıkar, kaybolmadan bulacağım. Bilinçli tüketici olacağım.

Ben artık edepli bir serseri emeklisiyim.

Bu sabah gözümü yeni bir sabaha açtım, yemin ederim.

Sistemin nasıl bir şey olduğuna uyandım.

Hadi bakalım... Çalışmaya alışacağım, ya da şöyle söyleyeyim, alışmaya çalışacağım.

Yani nedir? Tek ayak üstünde bile becerilebilir:

Edebimle oturur, bol bol şiir okur, kafamı öyle dağıtırım. Behçet Necatigil’in Dar Çağ’da yer alan şiiri Yorum Korkusu gibi şiirler meselá:

‘Gitmek geçse aklımdan / Hemen yorum / Nereye, nasıl, ne zaman? / Oysa ben vazgeçtim / Uyu yorum.

Demek geçse aklımdan git / Git mi yorum / Kime, nerde, ne zaman? / Oysa ben haddim mi / Uyu yorum.

Ne gitmek geçebilir aklımdan / Ne de git demek / Eli kolu bağlı ben, ağzı dili bağlı / Yaşa yorum / Sevin e mi yorum.’

Belki en fazlasından sayfanın kenarına şöyle bir not düşerim: Kork mu yorum!?!
Yazının Devamını Oku

Nasıl yaşayacağım konusunda kimsenin düt demesini istemiyorum

24 Ekim 2004
Hey güzel Allah’ım... Her gün geyikle beslenmekten bir gün mide fesadı geçireceğiz, tek yönlü beslenmeden felç melç inecek, o olacak. Tan Sağtürk’ün balenin ‘yumuşak’ işi olduğunu söyleyen birisine cevap verirken, futbolcular arasında da eşcinseller olduğunu söylemesi üzerine ‘infial’ çıktı...

Memlekette, tek bir konu da önümüze ‘infial’ olarak gelmesin, mümkün değil zaten...

Burada bir kaşık suda fırtına mırtına, infial minfial koparken, YTL hakkındaki ‘görüşlerini’ bile ana haber bülteninde dinlediğimiz Tanju Çolak, o, bu, şu mevzuyu tartışırken, ‘büyük çıkış’ büyük yerden gelmiş. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘bakın vallahi, iki gözümüz önümüze aksın ki demokratız, aaa, inandırmadan şuradan şuraya bırakmam’ ziyaretinde bulunduğu Fransa’da, ‘Eşcinsellerin de kendilerine ait hukukları var’ demiş:

‘Ben bir dini lider, dini otorite olarak karşınızda değilim. Siyasi ve hukuki açıdan ayrıca değerlendirilir.’

Zira, ‘Fiili zarar vermeyen hiçbir düşünceden korkulmaması gerekir’miş...

Ben yahu şu ‘kendilerine ait’ kısmısı ne ki, bir ülkenin başbakanı, ‘kendilerine ait hukuk’tan neyi kastediyor olabilir, hukuksa hukuktur, bu nerenin hukukudur, biz kimizdir, ‘kendileri’ addedilen ‘ötekiler’ kimdir diye düşünmeye kalmadı, eşcinsellik meselesi TBMM’de ‘tartışılmaya’ başladı ve denilen o ki AKP’nin tabanından itiraz sesleri yükseldi.

CHP Niğde Milletvekili Orhan Eraslan, diyor ki: ‘Benim dışımda hiçbir arkadaş eşcinsel gruplara randevu vermediler. (...) Alt komisyonda taslağa ‘cinsel eğilim’ kavramı eklendi. Kişilere cinsel yönelimlerinden dolayı kültürel, sosyal, ekonomik ayrımcılık yapılamayacağı ile ilgili cezai müeyyideler getiriyordu. Daha sonra ‘Cinsel Yönelim’, ‘Köken’, ‘Aile Durumu’ kavramları çıkarıldı.

Bir ilimizin valisi ‘Eşcinsele ev kiraya vermeseydiniz bu hále gelmezdiniz’ diyor. Onlara yaşama alanı vermiyorsunuz, sonra da fuhuşa kayıyorlar diyorsunuz. (...) AKP’li vekilin söylediği: ‘Biz radikal kesimimize bunu anlatamıyoruz’ Temel gerekçeleri tabanlarındaki radikallerden korkuyorlar, o yüzden... Hatta vekil arkadaşlar tepkilerini dile getirdi.

AKP’li bir arkadaş çok çirkin bir söz söyledi. ‘Eşcinsellere özgürlük var, Müslümanlar’a yok’ anlamında ama daha çirkin söyledi.’

EV KİRALAMASAYDINIZ OLMAZDI!

Enteresan háller... Geçenlerde, onların lisanıyla ifade edecek olursak ‘o kesim’e yani ‘kendileri’ne yakın bir arkadaşımız meselá çok şirin bir espri yaptı bana.

Önce adımı sordu. Valla... Aynı yerde çalışıyoruz, karşımda oturuyor filan... Sonra da, bayram değil, seyran değil bir e-posta gönderdi.

Erdil Yaşaroğlu’nun bir karikatürü. Horozun biri, elinde içki şişesi, çiftçinin birinin ecdadına küfrederek ‘ötüyor.’

Ahırdan kafasını uzatmış iki öküzden biri de diğerine; ‘Bu sefer kesin kesilecek’ diyor.

Ne şeker, değil mi?

Oruç tutanların oruçlarını Allah kabul etsin, ben ramazanda içki içiyorum. Bunu saklama gereği de duymuyorum.

Ben kendimce inanıyorum. Ya da diyelim, inanmıyorum. Kısaca neye inanıp neye inanmadığım konusunda kimseye hesap vermek istemiyorum.

Ne olacak?

Hani biz demokrattık, hani ateistlerin de hakları vardı, kadınların da vardı, herkesin eşit hakları vardı?

Ben kendi adıma türban takıp takmamalarını umursamıyorum. Ama benim nasıl yaşadığım konusunda da kimsenin düt demesini istemiyorum.

E, ne olacak?

TBMM eşcinsellik tartışacak?

BİR TOROĞLU KLASİĞİ

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Vahap Tuncer, geçenlerde sebze ve meyvede hormon kullanımı ile ilgili yapılan haberlerde uzman olmayan kişilerin tüketiciyi uyarma adına bilimsellikten uzak ve gerçeklerle ilgili görüş belirttiğini söylemiş.

Bilin bakalım o kişi kimmiş?

Şaşırmayacaksınız; eski kabzımal Erman Toroğlu; atv ana haber bülteninde ‘Ben sera ürünleri yemem, gay yapıyor’ demiş.

Bunun üzerine eşcinseller ‘Erman Toroğlu bize laf etti diye ayaklanmış mı?’ yok...

Çiftçiler ‘Seralarımız futbol sahası, domates futbol topu, çiftçilerimiz futbolcu değil. Ekmeğimizle oynama’ diye galeyana gelmiş. Senin işin hakemlik mi, ziraatçılık mı, reyting için yalancılık mı?’

Ziraat Odası Başkanı Uygun; ‘30 yıl üreticiyle afetler yaşadık. 8-9 aylık dönemlerde yetiştirdiğimiz ürünler sofralara kolay gelmiyor. Toroğlu çiftçinin düşmanıdır’ diye konuşmuş.

Yetmemiş, çiftçiler miting alanına o da artık nasıl bir şeyse, bir Toroğlu maketi getirip yakmışlar.

Her konunun böyle tribün ağzıyla yapıldığı bir ülkenin meclisi, demokrasi tartışacak, biz de sonucunu göreceğiz inşallah.
Yazının Devamını Oku

Krema yalamalar, çilek dişlemeler vişne rengi rujlu dudaklar

23 Ekim 2004
The Sun’ın haberiymiş, ben Vatan’ın yalancısıyım: Mozart’ın ağzı Eminem’den bile bozukmuş. The Sun, Mozart’a Wolfgang Eminemadeus yakıştırmasını yapmış. Zira, Mozart, beynindeki ‘Tourette Sendromu’ isimli hastalığı yüzünden, istemdışı olarak küfür ediyormuş. Dahi sanatçı, toplum içinde gaz çıkarmaktan da hoşlanıyormuş, iyi mi...

Valla, hoş bir şey değil tabii ama hayatın ortalama, hatta vasat bir zeka üzerinde bile nasıl boğucu bir baskı oluşturduğu düşünülünce, algısının kapıları han kapısı modeli açık biri için gayet mantıklı da sayılabilir esasında.

Olabilir...

Hayatın genellikle küçücük, miniminnoş beyinli insanlar tarafından idare edilen can sıkıcı gidişatı, insanı arada bir öfkelendirebilir ve fena hálde gaz yapabilir.

Tabiat gereğidir, gayet tabiidir...

ŞIK DEPRESYON

Bana kafasının az buçuk bastığını ve gördükleri karşısında hiiiç, asla ve kat’a sinirlenmediğini, gayet mutlu mesut yaşadığını iddia eden birini gösterin, ben de size yalancı ve bön bir inek göstereyim yani.

Siz ne düşünürsünüz bilmem, ama ben geçimsiz herifin teki olarak tanınan Mete Özgencil’in öfkesini ve kronik depresyonunu son derece ‘şık’ ve ‘onurlu’ bulurum.

Ar-haya sahibi birinin, arada bir içinde yer aldığı piyasanın üzerine kusmasından doğal ne olabilir?

Mine Çayıroğlu’nun Zümrüt Gibi isimli albümünün aynı adlı çıkış şarkısının klibinden bahsedecekken, lafa Mete Özgencil’in öfkesiyle girilir mi? Girilir...

ÖZGENCİL ALBÜMÜ

Neresinden baksanız, albüm baştan sona bir Mete Özgencil albümü, tüm şarkıların söz ve müziği ona ait, klibin yönetmeni de keza o... İlk dinlediğinizde ‘Ha? Pardon, anlamadım?’ şeklinde karşıladığınız, dinledikçe takıldığınız, takıldıkça sevdiğiniz albümlerden.

Klibi yayınlanan Zümrüt Gibi de keza öyle bir şarkı.

Hatta, çok eleştirildi filan ama ne yalan söyleyeyim, öyle de bir klip...

İlk izlediğimizde, hakikaten şarkının nakaratındaki sana neee, bana neee’lerle senkron bir ‘Bu ne beee?’ çektik cümleten.

Sonra sonra: ‘Yav, hiç de fena değilmiş di mi? Aaa, valla aslında bayağı güzelmiş...’

Zaman içinde böyle böyle sever olduk.

Mine Çayıroğlu, tekno ritimli şarkıda, krema yalamalar, çilek dişlemeler, vişne rengi rujlu dudaklarıyla otuzüçotuzüçotuzüç’lemeler, göz, göz, göz süzmelerle şarkısını terennüm ediyor:

‘Kimileri gider yıllar yılı / Kimileri kalır yıllar boyu / Kimileri konar / Kimileri uçar, uçar, uçar, uçamaz... / Kimileri kanar yıllar yılı / Kimileri donar yıllar boyu / Kimileri söver / Kimileri sever, sever, sever, sevemez... / Tekin olmaz aşıkların sağı solu / Öğren bunu / Sevilirken uyuyordun / Şimdi sen sev, böl uykunu / Gözleri güzel, zümrüt gibi / Görmüyorsa sana ne / Kaşları keman, namesi yalan / Başkası çalsın bana ne...’

BİR DUR HİSSİYATI

Aleme, artık o, kamuoyu tarafından büyüdüğü bir türlü kabullenilemez ‘çocuk yıldızı’ olmadığını sek-sek-seksapel konuşturmak suretiyle kanıtlamaya çalışıyor anladığımız kadarıyla.

Yani Çalıkuşu’nda Aydan Şener’in evlatlığını oynamasının üzerine neredeyse 20 yıllık bir kariyer boyu yol geçti, Mine Çayıroğlu hálá rüştünü vallahi de billahi de ispat ettiğine dair millete diller dökmekle uğraşıyor.

Gerçi kendilerinin ‘Büyük konuşmuyorum ama bir dünya markası olmayı istiyorum, tıpkı Madonna gibi’ şeklinde, insanda; ‘Oldu... Tamam o zaman... Yok artık; bi’ dur da soluklan istersen’ hissiyatı uyandıran beyanatları da yok değil, ayrı...

Çayıroğlu’nun sesi hele ki bazı şarkılarda, Ayşegül Aldinç’i çok ama çok andırıyor. Bunun yanında, tüm şarkıları gayet düzgün söylemiş, mırıl mırıl dinleniyor.

Mete Özgencil’in öfkesine dönecek olursak...

Müzik piyasasının sıradanı şımarttığını belirten Özgencil, geçtiğimiz hafta Radikal’in Cumartesi ekinde Donat Bayer’e verdiği röportajda, derdini şöyle anlatmaya çalışıyordu: ‘Toplumu aptallaştırmak istiyorsan, önce müziği aptallaştırırsın.’

KİR AKRABALARI

Mete Özgencil, aptallığa ve ucuzluğa pek tahammülü olmayan bir insan. Bu konuda onu ayıplayacak da değiliz herhalde?:

‘‘Sıradan bir şeyler yap da beraber kirlenelim’ mantığının hakim olduğu bir ortamda iş yaptığımın farkındaydım. Bir şekilde öne çıktıysam, sebebi budur. Bu ülkede herkes birbiriyle kiri aracılığıyla akraba, temiz tarafıyla değil. ‘Hadi ben de standardımızı aşağıya çekeyim’ demedim. Duyduğundan utananlar için bir şeyler yapmak istedim.

Canımdan bezmiştim ve canından bezmişler için yazıyordum. Sonra zaman içinde kendilerini hakarete uğramış hissettikleri için ‘Ne kadar negatifsin’ gibi sözler icat etmeye başladılar. Bir durum negatifse, ozan da negatiftir. İnsanların gözüne pembe gözlük geçirip ‘Hadi bugün biraz daha kazıklanın’ demez. Ozan derdini anlatacak insan bulamayacağına inanmış kişidir. Şarkısını kendi başına söyler. Bende melodiyi ortaya dert çıkarır.

Kir görünecek kadar büyümüşse, ben buna sevinirim. Bir kabuk herkesin gözüne batacak kadar kirlenmişse, yakında dökülecek demektir. Görünmeyen bir şeyi temizleme ihtiyacı duymazsın. Varlığını yeni doğan çocuklara şarkı cover’layarak, tekrar tekrar sunarak sürdüremezsin. Saçmalığını da cover’lıyorsun. O söylediğin saçmasapan lafları nasıl affettireceksin? O terbiyesizliğin, o aptallığın, o salaklığın üstünü örtsene. Hazır unutulmuşken neden yeni jenerasyona da sunuyorsun o felaketleri?’

Şiir gibi konuşmuş vallahi. Yalan mı?..

Birazcık negatif ve öfkeli olmak gibi bir lüksü de oluversin artık...

Adam hayata bakıp bir şeyler söylemeye çalışıyor. Ne yapacaktı? Alışkın olduğumuz, zırt fırt karşımıza çıkan, başını kuma gömüp kıçını bayıra açan, bünyeyi istifra eşiğine getiren o sahtekár laylaylomlardan mı?
Yazının Devamını Oku

Dağınık kalsın

22 Ekim 2004
Bilgisayarlarla aram zaten iyi değildir, bir de açık ofiste çalıştığınız zaman orasını burasını kurcalayan da bol oldu mu iyiden iyiye illet bir duruma sarıyor mevzu. Açsan açamıyorsun, kapatsan kapatamıyorsun, orası tekliyor, burası yavaşlıyor, bilmem nesi silinmiş, bilmem neresine bilmem ne eklenmiş oluyor, yazılar uçuyor, yazılarla beraber beyniniz uçuyor.

İnsan sinirden öte deli oluyor...

Keşke hayatta ‘Ne var ne yok?’ diye sorduğunuzda bile dağılmayan bir sistem olsa ama maalesef hayat dediğiniz, ha deyince böylesi lüksler sunmuyor.

İnternet ile gelen şeyleri, yazıda kullanmak ayıptır yani, biliyorum.

Fakat, canım ciğerim bir dostumun yolladığı şey, bu aralar düşündüklerime cuk oturunca kendi tutamadım; affınıza sığınıyorum.

Efendim; bir Fransız öğretmen, derste Fransızca’da bazı kelimelerin maskülen, bazılarının da feminen olduğunu anlatıyormuş: ‘Ev kelimesi (la maison) dişi, kalem kelimesi (le crayon) ise erkektir.’

Málûm, devir teknoloji devri, çocuğun biri parmak kaldırıp ‘Peki bilgisayarın cinsiyeti nedir?’ diye sormuş.

Öğretmen, soruyu yanıtlamak yerine, sınıfı kızlar-oğlanlar şeklinde ikiye ayırmış ve bilgisayar kelimesinin eril mi dişi mi olması gerektiğini kendilerinin bulmaya çalışmalarını istemiş. Her iki grubun da savını dört sağlam gerekçeyle savunması gerekiyormuş.

Erkek grubun kararı, bilgisayarın dişi (la computer) olduğu yönündeymiş; çünkü:

1) İçsel mantığını sadece ve sadece onu yaratan anlayabilir.

2) Ağ bağlantısı olan diğer bilgisayarlarla arasında kullandığı lisan, başkaları için tamamıyla anlaşılmazdır.

3) Yapılan en küçük hatayı bile uzun süre belleğinde saklar.

4) Bir tane edindiniz mi maaşınızın yarısını, onunla ilgili ekstra aygıtlara harcarsınız.

Kızların grubunun fikriyse, bilgisayarın erkek (le computer) olduğu yönündeymiş; çünkü:

1) Onlarla herhangi bir şey yapmanız için ille ki ‘o düğmelerine’ basmanız gerekir. (Burada İngilizce’de hem tahrik etmek, hem de çalıştırmak anlamına gelen ‘turn on’ kalıbı kullanılmış; bizimki biraz köfteden bir devşirme oldu; idare ediniz.)

2) Birçok bilgiyle donanmışlardır ancak kendi başlarına düşünmekten acizdirler.

3) Problemleri çözümlemek için tasarlanmışlardır ancak çoğu zaman bizatihi problemin ta kendisidirler.

4) Bir tane edinir edinmez, azıcık bir süre daha beklemeniz hálinde daha iyi bir model edinebileceğinizi fark eder ve pişman olursunuz.

Bilin bakalım? Tabii ki kızlar haklı çıkmış... (Ne yani herhalde benden erkeklerin haklı çıktığı herhangi bir şey aktarmamı beklemiyordunuz?)

Alemin terminatör-predatör-o’tör-but’örü, biyonik kahramanlı aksiyon filmlerinin değişmez androidi Arnold Schwarzenegger, bildiğiniz üzre Bush yanlısı, üstelik kimi zaman Bush’tan bile denyo laflar etmeyi başarabilen bir politikacı oldu. Kendileri California valisi...

Schwarzenegger, Beyaz Saray’ın Demokrat Partili eski Genel Sekreteri Leon Panetta’nın konuğu olarak Panetta Siyaset Enstitüsü’nde bin kişilik bir topluluğun önüne çıkmış.

Birbuçuk saatlik konuşmanın en çok alıntılanan bölümü ne oldu peki?

‘Başkan Kennedy’nin yeğeni olan eşiniz, Bush’u övmenize nasıl tepki gösterdi?’ sorusuna verdiği yanıt:

‘Her şeyin yan etkileri vardır. O konuşmadan sonraki 14 gün boyunca seks yapmadık.’

Şimdi tabii, Schwarzenegger büyük ihtimalle latife şey ettirmiş de olabilir ama yine de...

Bunu duymak bile iyi geliyor bünyeye...

Ben olsam adamı kapının önüne koyardım, ayrı...

Kadından şu olur mu, bu olur mu geyiği, bitmez tükenmez bir mevzudur ya hani...

Málûmunuz, reklamların Ace Teyze’si, pardon Ayşe Teyze’si bile aksiyon kahramanı oldu artık.

Demem o ki öyle astım kestim tonundan politika güden bir aksiyon kahramanı olmak marifet değil.

Ayrıca aksiyonsa mesele, onun da alásını, bir kadın, bal gibi yapabilir.

Hem üstelik düz mantık güdünce(!), Ayşe Teyze’nin işi daha bile ‘temiz’dir.

Şimdi, ‘Arnold ile Ayşe Teyze’nin bilgisayarlarla ne alákası var?’ diye soracaksınız.

Ben de size ‘Ne var ne yok?’ diye soracağım karşılığında.

Sistem dağılacak, o olacak...

Ya da şöyle söyleyeyim: Feministim, ayrıca Bush’a ve uçan yazılara kılım.

Konuyu illa ki bağlamak gerekiyorsa, bunca yıllık hukukumuz var; bugüncük de fiyongunu siz atıverin...
Yazının Devamını Oku