Ebru Çapa

Bizim Bruno

2 Aralık 2004
Hafta sonunun yine tümünü, televizyon karşısında gazetelerle boğuşarak geçirdim. Dinlenme niyetiyle böyle bir şey yapıp, her seferinde bir sonraki haftaya bir öncekinden daha yorgun başlamam da nasıl bir şeydir, varsa cevabını bir bilen, sormak isterim?..

Bir ara müzik kanalı VH1’da, Madonna ve Michael Jackson’ın 90’lı yıllardaki performansı kıyaslanıyordu. Bir Madonna klibi, bir Michael Jackson klibi, araya defne yaprağı...

Netice?: Michael Jackson’ın kliplerinde artık dayanamayıp zaplamaya başladım. Şarkıyı atlattıktan sonra Madonna’ları izlemek için kanala geri döndüm.

Ve insanın duracağı yeri bilmesinin ne kadar önemli bir meziyet olduğu üzerine derin tefekkürlere daldım.

Ki bendeniz de hiçbir zaman duracağı yeri bilememiş, muhtemelen de bilemeyecekler kategorisine dahil, hatta yakın çevresinde bu konuda ‘haklı şöhret’e - hastasıyım bu klişenin; ayakkabı denercesine denemek istiyor deli gönül- sahip biriyim.

Buna rağmen Michael Jackson olsaydım Naomi Campbell’ın da rol aldığı siyah-beyaz klipli In The Closet’dan sonra ne bir daha müzik yapar, ne de bir daha burnumu yaptırırdım. Bunun yanında, muhtemelen bizim fani bedenimiz toprak olduktan sonra da Madonna’nın taş gibi bedeni ve mesele popsa, taş gibi müziği payidar kalacaktır.

Ne kadın be...

Hani hard-hetero bir insan olmama rağmen kendisine arzu filan duyuyorum; bunu da dünyada hepi topu üç kadın için söylerim yani. (Diğer ikisi edebiyata intikal etmiş olduğu ve Madonna’yla karşılaşma ve flört etme durumumuz sıfırın altında bir ihtimal ihtimali içerdiği için, ömrümün sonuna kadar yine erkeklerle muhattap olacağım demektir. Kim olduğunu hatırlayamadığım veciz bir şahsiyetin demiş olduğu gibi: ‘Hayatta basit şeylerden hoşlanıyorum: Meselá erkekler...’)

Sonra, hafta sonunun ilerleyen saatlerinde, bir yerlerde karşıma bir anons çıktı; kimyam değişti. Evde dolap deşerken, bizim lisede birkaç arkadaş birlikte tuttuğumuz günlükleri bulmuşum; bir anda ne göreyim?: Digiturk’un Comedy Max kanalı, Moonlighting / Mavi Ay’ı bu satırların kaleme alındığı gün (Klişeye gel!?) (Pazartesi) tekrar yayınlamaya başlıyor.

Açmakta beis yok; biz, o günlüğü birlikte tuttuğumuz bir arkadaşla, fanatik Bruce Willis’çiydik.Tam günlüğü gözden geçirirken, Bruce Willis’in kenarına kalp resimleri çizilmiş ismini habire, habire, habire önümde görürken, bir yandan da karşımda, ekranda, anonsu görünce bir fena oldum.

Tarih, 80’lerin ikinci yarısına tekabül eden bir tarih...

Mavi Ay’ın Türkiye’de yayınlandığı dönemlerden çok evvel İzmir’de, Yunan ulusal kanalı EPT’de, diziyi, orijinal dilinde yayınlarken, sapıkça izler, hayatta hakikaten komik, hakikaten güzel, hakikaten seksi, hakikaten kendiyle dalga geçebilen; işte, kadınlar bir erkekle münasebet kurarken neye düşerse, ona tekabül eden bir erkek türü var zannederdik.

(Orijinal dilinde demem de şundandır: Rahmetli Alev Sezer, Bruce Willis’i en iyi konuşan dublajcıydı; fakat Bruce Willis’in duyduğunda aşka düşülesi bir sesi vardır ve şahsen bünyem Bruce Willis’i, Alev Sezer haricinde bir sesle duymaktan yana fena hálde zorlanmaktadır.)

80’lerde ergendik biz. ‘Esas kayıp kuşak biziz’ demek isterim bir kez daha. Apolitik olmaya koşullanmış ve rüküşlükle başbaşa bırakılmış: Daha önce söylemiş miydik???

Ondan da evvel Mavi Ay’ın ilk dizisini videocudan film zannederek kiralamıştık. İlk iki bölüm, bir film gibi pazarlanıyordu.

Ve zaman, video zamanıydı. Saçı mandallı Hülya Avşar’lı ve sınıf atlama derdinde olmadığını karakter meselesi yapan ve bunu gerçekten saçmasapan yöntemlerle ortaya koyan minibüs şoförü ‘karakterlerini’ canlandırmayı iş edindiği İbrahim Tatlıses’li video filmleri filan, rağbet görüyordu.

O dönemlerde Bruce Willis, benim eski kitapçılardan, en kıçıkırık dergide yayınlanmış en kıçıkırık fotoğraf karesini para karşılığında topladığım ve duvarıma yapıştırdığım şöhrettir.

Dolayısıyla, kıçıkırık bir hezeyan geçiriyorum gibi görünüyorsa ve bu görüntüden öte, doğruysa, kusura kalınmasın...

Ben vallahi Bruce Willis’e aşıktım. Adamı ‘gerçek’ sanırdım.

Sonradan mevzu tabii ki her aşk hikayesinde olduğu üzre ama benim zaviyemden daha da çirkin bir şekilde algılandığı üzre, çirkinleşmiştir. Bruce Willis, Bush’çu ‘çıktı...’

Çıka çıka bu yani...

Ben ki herifin (Bruce Willis’in yani) lisede, İspanyolca dersinde edindiği lákabını başlığına yerleştirdiği şarkı albümünden (Return of the Bruno) bile edinmiş bir gerizekalıyım, omzundaki yara izine, yeşil ‘tonları taşıyan’ gözlerine ve gamzelerine fena hastayım.

Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en salak filmlerinin bazılarında rol almış olmasına rağmen (Gecenin Rengi) tüm filmlerini bilmem kaç kere izlemiş bir seyirlik müptelasıyım.

Eski gözümle, dizideki David Addison’a nasıl bakabileceğim? Meraktayım.

‘Beni Irak’a gönderin de ABD için savaşayım’ diyen bir herif...

Bunu yaparken, bir yandan sette kolu molu yandığı için yapım şirketine tazminat davası açan bir herif... Kepazelik yani.

Zor Ölüm’deki o meşhur dize gibi:‘Yippi-ka-yey motha’fucker!’ (Zor Ölüm’deki repliğinden alıntıdır.) Aman aferin...

Bunun yanında, şunu da biliyorum: Hiçbir sürprizle karşılaşmayacağım. Zira tüm diziler ezberimde zaten. (Video sağolsun.)

Peki ben bu anlamda Semraanım’ı da gerçek kaynanam zennediyor olabilir miyim? Şurda iki satır dalgamızı geçmeye çalışıyoruz, müsaade etmiyorsunuz; ilahi:

Siz var ya siz; bizi gidi biz...
Yazının Devamını Oku

Ben bir patoloji kokteyliyim var mı bir psikiyatr?

28 Kasım 2004
Casablanca, sinema tarihinde yeri sarsılmaz, konuşlandığı yerden bir milim kıpırdatılamaz bir filmdir ya... İşte bennn de kendimi Türk basınında öyle bir yere konuşlanmış farz etmeyi tercih ediyorum.

Zira niye?..

Çünkü Casablanca’nın tartışılmaz başarısı, müthiş bir klişe kokteyli olmasına bağlanır.

İşte BENNN de öyle hissediyorum.

Medya dediğiniz bir nev’i açık tımarhaneyse, (Tavuk yemek adamı i.ne yapar, yok öyle değilse, bünyede kepek yapar: Erman Toroğlu... Örnekler çoğaltılabilir.)

BENNN de bir patoloji kokteyliyim abi. Var yani, mal sağlam yani... Sorun beni tanıyanlara, anlatsınlar yani: Manik-depresif, obsesif-kompülsif, paranoid-şizofren, ödipal-elektral kompleks sahibi... (Kendini Casablanca filmiyle bir tutan kısım, megalomani ya da mitomani bölümü ki Banu Alkan’a filan tekabül eder.)

Sonra bir nebze sosyopati, had safhada melankoli...

Alem buysa, ötesini arama: Klişe kokteyli burda yaaani: Vaka-ı psikopati...

Şimdi, ‘bilirkişiler’in kimileri, ‘Hımmm, Beyaz Adam çatal dilli!’ diye söylenebilir endişesinden yola çıkarak şöyle söyleyeyim: Bir kere beyaz adam demeyelim, beyaz bayan hiç demeyelim, beyaz kadın konuşuyor. (Kişilik bölünmesi? Yine megalomani???)

Bilemiyorum, belki de gerçekten ben ergenlik dönemini ağır rötarlı yaşayan biri olduğumdandır; sinirse sinir, asabiyetse asabiyet, isyansa isyan, konu, anlamaya ve alışmaya çalışmaksa, yani idraksa, kesinlikle GEÇ idrak...

İnsanın kendisini korumayı bilmesi gerekiyormuş.

İnsan kendisini nasıl korur?

Sanırım bu, insan kendisini neden korumalı bilgisinden geçiyor ki...

Bilmiyorum.

İnsan bunu niye bilmek ister?

Bunu öğrenmeliyim...

Öğrenmek istiyor muyum?

Evet, istiyorum.

Bu konuda ne yapıyorum? Psikiyatra gidiyorum.

Ayıp değil söylemesi, bununla da gurur duyuyorum. Ehem; psikiyatrım var benim; nokta...

NTV’de Okan Bayülgen’in sunduğu Herkes Bunu Konuşuyor’un son programının konusu buydu. Konuklar arasında bir psikiyatr (Cem Mumcu), bir yogi (Valla, ara tara beyefendinin ismini bulamadım, işin kötüsü hatırlayamadım??? Amnezi??? Aaa, o nörolojiye mi giriyordu? Neyse...), bir aktrist (Lale Mansur), bir de aktör-şarkıcı-nebildiğikendindenmenkulbilirkişi (Neco) vardı. Bir Temel eksikti anlayacağınız.

Bu satırların yazarı ‘kokteyl bozması’ ne yaptı? Kalktı Cem Mumcu’ya taktı. Zira evvelden de takmışlığı vardı.

Türkiye, bilmem kaç yıl önce tanısı konmuş, ta o zamanlarda Borderline reçeteli bir millet. Ve yeterince TeleVole kahramanı var zaten.

Teşekkürler. Doktorlar da doktor kalsın. Ya da kartvizitinde küçük tefek değişiklikler yapsın.

Bu da patoloji kokteylinin ‘Ben istiyorum olsun’ tonundan konuşan bilmem nesi olsun. Yazarsanız bir ilaç, içmeyiveririz, o olur.

Sıfır hayalkırıklığı

Şükür, dünya gözüyle, memlekette infial yaratan uzay filmi G.O.R.A.’yı görebildik.

Her zamanki gibi, infialin sebebine vakıf olmaktan çoook uzak bir yere düştük. (İ.N.F.İ.A.L.İ.N.U.Z.A.Ğ.I.N.A.D.Ü.Ş.E.N.G.E.Z.E.G.E.N.D.E.R.U.S.S.A.L.A.T.A.S.I.Y.E.R.K.E.N. isimli bir film çekilebilir. Bunu bizim kurnaz kulübünde bir tartışalım...)

Gayet güzel bir seyirlik işte abi. Ne var yani? Halis Türk malı...

Kaşı gözü, başı kıçı Cem Yılmaz imzalı... Sıfır hayalkırıklığı...

Yok uluslararası basın filmi onaylamamış. Yok bu filmden ziyade bir Cem Yılmaz stand-up’ıymış...

E, tamam işte, ne güzel... Bunun nesi yadırganıyor biri de bana anlatsın.

Basın toplantısında Oscar adaylığıyla ilgili ne düşündüğü sorulduğunda Cem Yılmaz’ın nasıl güldüğü ve ‘O dediğiniz çarşı pazarda dağıtılmıyor, benim öyle bir iddiam yok, arkadaşları da tutmayayım gerçi’ deyişi geliyor da aklıma...

Ben işte o gülüşe, aklıselim derim, hatta sözlükte aklıselim’in karşısına Cem Yılmaz’ın vesikalık fotoğrafı konulsun isterim.

Kardeşim, siz Sadri Alışık’a sordunuz mu ‘Niye uluslararası basından onay alamadın?’ diye, o kendi Türkiş parodisini çektiğinde?

Naçizane, Cem Yılmaz’ın Türk sinemasının tarihine hem saygılarını sunduğunu hem de temiz bir yapımla, bir sinema tarihinin namusunu kurtardığını düşünüyorum.

Bundan 30 yıl sonra Dünyayı Kurtaran Adam ile birlikte G.O.R.A. gösterildiğinde, Allah nasip eder de ömrümüz yeterse, isterseniz bunu bir daha konuşalım.

Yalnız, yanlış anlamıyorsam eğer, Cem Yılmaz’ın reklamcılıkta ciddi bir iddiası var. Ali Taran ile birlikte Beyin isminde bir reklam şirketi kuruyorlar.

Yok JB, yok Yedigün, yok Avea, hani ürünlerin bu kadar izleyicinin gözünün içine sokulması?... Film televizyonda gösterildiğinde mozaiklenir filan diye endişeleniyorum?..

Ama ah, reklam mı dediniz? Şimdi yine reklam oldu di mi? E yani bravo. Yine ebelendim. Söyleyecek söz bulamıyorum.

Ah ah elimize doğmuştu

Valla yalanım yok; bu yazı bir nev’i ortak prodüksiyon (İngilizcesini de söyleyelim, havalı olsun: Co-production olayı; bir nev’i Mehmet Günsür nüvesi yani...) sayılır.

Kanlı Cuma geldi mi, genelde yalvar yakar bir şekilde, konu önersinler diye ortamlarda sayıklarım da bir Allah’ın kulu çıkıp bir şey söylemez.

Bu hafta, Mehmet Günsür’ü yazmam, neredeyse askeriye hakisi tonunda tebliğ edildi. Ha, bu konuda herhangi bir itirazım oldu mu? N’ayır...

Yani göz banyosu tabir edilebilecek türden, uluslararası başarıya ulaşmış bir yerli malına, güzel ötesi ve dahi gençten bir yükselen değere itirazımız olabilir mi? N’olamaz...

Mehmet Günsür, önümüzdeki günlerde iki ayrı filmle, sinemalarımızı şenlendirecek. (Şenlik kısmı tamamen lafın gelişidir.)

İtalyan yönetmen Ennio De Dominicis’in yönettiği İtalyan ve -kendisi çok daha farklı sıfatları da hak eden bir şahsiyettir; ayrı- Türk yönetmen Ümit Ünal’ın Anlat İstanbul’uyla...

Şahsen Mehmet Günsür’ü, Roxy’de çalıştığı, Samson modeli saçlarının omuzuna döküldüğü dönemlerden bildiğim ve arkadaşımın kayınbiraderi olduğu için ‘Ah ah elimizde büyümüştü bıcırık’ şeklinde anasım geliyor ama burada aktör gibi bir aktörden, taş gibi bir yetenekten, Allah nasip ederse, çok daha büyük başarılarını göreceğimiz ve sanki biz bu yolda herhangi bir bok yapmışız, çabasında herhangi bir katkımız varmış gibi laf çevireceğimiz bir kabiliyetten bahsediyoruz, dolayısıyla ne kadar istesem de yavşayamayacağım.

Samimi temennimdir: Mehmet Günsür’un yolu açık, şansı bol olsun.

Haricinde: Allah sahibine bağışlasın. Ben bu konuda serinkanlı bir insanmışım gibi davranmaya çalışacak, serin abla taklidi yapacağım. (Ulan yarınlarda bir gün ortaokul kapılarından da toplarlar mı bizi acaba?)
Yazının Devamını Oku

İstiyorsa Nobel alsın ama Grammy’ye aday olmasın

27 Kasım 2004
Milliyet’in Serin Duruş köşesinde (bilmeyenler için; köşeyi hazırlayan ekibin aynı mantıkta, daha geniş çerçeveli, faideli eser niteliğinde bir internet sitesi de var: www.shockhaber.com) ‘Türk müzik tarihinde akıllara beyinlere zarar şarkı sözleri Top 10 listesi’ derlemişler. Hakikaten akıllara ziyan, nurtopu gibi dördüz-beşiz dumurlara gebe listeyi, kaçırmışlar için buradan aktarmayı görev addederim:

1) ‘Çok dolaştım diyar diyar, ne de zor oldu gezmesi, hele içbükey gamzesi, ah aerodinamik yar...’ (Emel-Erdal ikilisinden Erdal)

2) ‘O eline yüzüğü sen takarsan, ansızın yoluma da çıkarsan, benden başkasına varırsan, bak çakarsam oturturum...’ (Çılgın Sedat)

3) ‘Benim olmazsan taciz ederim, bana gelmezsen yer bitiririm...’ (Nihat Doğan)

4) ‘Yani devir değişti beyefendi, devir değişti ya, kafama tas düştü ya, sonradan zekam gelişti...’ (Emel Müftüoğlu)

5) ‘Serseriyim serseri, okur yazar ve sevimli, biraz şakacı ve düzenbaz ama yine de bir serseri...’ (Selçuk Ural)

6) ‘Al pabuçlarını ve git sen kendi yoluna, aman diş fırçanı unutma yoksa ne yaparsın sonra...’ (Zafer Peker)

7) ‘Yaz gazeteci yaz, bıktım yazı beklemekten, yazıver de gelsin bu yaz...’ (Emrah)

8) ‘Bir iki üç dört Cucu öptüm seni, bir iki üç dört Cucu yedim seni...’ (Neşe Karaböcek)

9) ‘Hey Caretta, hey Caretta, aynı göğün altındayız şimdi... Evet, evet, evet bu Turkish delight...’ (Rüya Ersavcı)

10) ‘Kaç kestane çizmiş, nice kaftan biçmiş, yasak günah tanımaz ant içmiş... Fiyakalı cakalı Covino...’ (Bendeniz)

KEDİ ETİ YEDİ

Şimdi, tabii, insan gözünü kapadığı an, yekten bunu Top 100’lük bir listeye dönüştürebilir.

Ve ‘kedi eti yedi’ nakaratlarının -ki ‘kedi eti yedi’ neresinden baksanız bir mantık dizimi sayılabilir, bizim şarkıların pek çoğunda buna da rastlayamazsınız- fink attığı bir piyasada vahametten yana hangisi hangisine kaç basar, kesinlikle tartışılabilir.

Yine de benim şu anda aklımdan, ilk olarak Hakan Peker’in, sözleri Zeynep Önkaya tarafından yazılmış Taş Gibi’si geçiyor:

‘Bu kadar kontrol niye / Salla kendini ileriye geriye / Sen benden daha güçlüsün / Bir o kadar da paraya düşkünsün / (...) / Hiçbir şeyim yok ama taş gibiyim / En çok adamdan adam gibiyim / Hesapla kitapla işim olmaz / Hain değil insan gibiyim’

İşin kötüsü, Hakan Peker ile ilgili böyle şeyler yazarken kendimi Karındeşen Jackie filan gibi hissetmiyor da değilim.

Niyedir bilmiyorum ama bünyenin bir yerlerine Hakan Peker’in ‘iyi insan’ olduğuna dair bir bilgi yerleşmiş durumda.

Hakikaten, nereden biliyorum, kim söyledi, kim tarafından teyit edildi, niye böyle sarsılmaz bir aritmetik formülü gibi bellemişim en ufak bir fikrim yok. Ama aklımda sarsılmaz bir bilgi olarak mevcut: Hakan Peker çok iyi bir insan, üzmemek lázım...

HABİS TÜMÖR

İyi de ben anlamıyorum abi...

Ha bire bu şekil telkinler alıyorum: Niye böyle şeyler yazıyormuşum? O insanların okuyunca üzüleceğini hiç düşünmüyor muymuşum?

Ben de beğenmediğim bir şeyi beyan ederken bunu domuzluğuna yapan bir tür habis tümör filan değilim ki?

İyi olduğunu düşünüyorsam iyi diyorum, kötü olduğunu düşünüyorsam, kötü...

Hele abuksa, pardon, kendimi tutamıyorum.

Hakan Peker istiyorsa, Nobel Barış Ödülü sahibi olsun ama mümkünse yaptığı müzikle yurtdışına açılmak, Grammy kazanmak benzeri iddialar gütmesin - ki iyi bir insan olduğu için böyle saçmasapan iddialarda da bulunmuyor bildiğim kadarıyla zaten.

Hem benim söylediğim şeyleri çok da ciddiye almayın. Zira muhtemelen ben anlamıyorum.

Değil mi ki kendisi, Hakan Peker yani, muhtelif seferler ülkemizin en çok satan şarkıcısı olarak taltif edilmiş bir şahsiyet; hakikaten bana laf düşmez.

Demek ki neymiş? Türkiye bu tadı seviyor.

Gerçi teşbihte hata olmaz, Türkiye meselá bildiğim kadarıyla Süleyman Demirel’i de seviyor. Yedi kere götürüp sekiz kere getirdiğine göre?..

Ben Sayın Eski Cum-Başbakanımızı da günahım kadar sevmem. (Valla araştırdım, bunu söylememin hukuki bir müeyyidesi yokmuş.) Belki de habis bir tümörümdür bilemem.

ŞEYTANIN DÖLÜ

Hiç üşenmedim, gittim aynaya baktım, 666 yazmıyor; iki kaşımın ortasında bir sivilce pörtlemek üzere; o kadar yani...

Neyse, Hakan Peker, Taş Gibi’yi single olarak çıkarmıştı. Büyük hit adayı ya, elbette sonradan çıkardığı Yak Beni adlı albüme de aldı şarkıyı.

Taş Gibi’yi müteakip, albüme adını veren Yak Beni’ye de bir klip çekildi.

Kliplerde tabii ki bir esas kız var. Kliplerde tabii ki Hakan Peker o bildiğimiz, şahsıma soracak olursanız, sadece arkadaş partilerinde filan icra etmesini tercih ettiğim o malûm figürlerini attırıyor. Ve tabii ki melül melül, çapkın çapkın bakışlar atıyor.

Böyle yani... (Ya, bak şimdi yine kıllandım. Anneme beni kafasında kırmızı küçük boynuzları ve ok şeklinde kuyruğu olan birinden yapıp yapmadığını, babamı şeytanla aldatıp aldatmadığını sormalı.)

Hakan Bey, iki gözüm önüme aksın ki ben de hiç fena bir insan değilimdir. Tanısanız seversiniz... Valla...
Yazının Devamını Oku

Ah beyim ah...

26 Kasım 2004
BJK-FB derbisinin ardından yazdığım GS güzellemesinin üzerine, ismi bende saklı Fenerbahçeli bir beyefendiden ‘Ah çocuk ah’ başlıklı bir e-posta almıştım. Geçen hafta İnönü tribünlerinde yaşanan vahim olayın üzerine, o mektubu hatırladım.

Genelde ağlama özürlü bir hödüğümdür. Fakat ister inanın ister inanmayın, üslûbunun zerafeti ve samimiyeti karşısında -hiç utanmadan itiraf ederim ki- ağlamıştım.

Fenerbahçe, geçtiğimiz hafta Sparta Prag’ı 1-0 yendi. Bunun yanında, ligi önde götürüyor ve en yakın takipçisiyle arasında 5 puan fark var.

Dolayısıyla söz kosunu mektubun FB’li yazarı, bir GS taraftarı olan bendenizle dilediğince maytap geçebilir.

Bunu, için için gıcıklansam da, kıkır kıkır bir gülücükle karşılarım.

O zaman da söylemeye çalıştığım şey buydu zaten: Oyun dediğin, eğlendiğin sürece eğlencelidir.

Gerçi benim ‘kadın aklımla’ futbolun bir oyun değil, ölüm-kalım meselesi olduğunu anlamadığım iddia edilebilir.

Vallahi, ofsaytın ne olduğunu bilen bir 35,5’luyum ben; KSK’li yani... Ve futbolu da tuttuğu takımı da çok seven, takip eden bir GS’li...

Bunun yanında, hafsalamın, tribün terörünü alması mümkün değil. Tuttuğumuz takımı ölümüne seveceksek, maçlara ölmeye ölmeye ölmeye gideceksek; sevgisi batsın.

16 yaşında bir çocuğun yok yere hayatını kaybetmesinin herhangi bir izahatı olabileceğini düşünüyorsanız, bana anlatmayın, anlamak istemiyorum.

Aşağıdaki e-postanın yazarına -beni 18 yaşında filan mı zannediyor bilemedim ama kendisi benden hepi topu beş yaş büyük- üslûbundan, geçinmeye gönüllü lisanından dolayı teşekkür ederim. Ve geçtiğimiz hafta yaşanan olayı da göz önünde bulundurmasını rica ettikten sonra kendisine sormak isterim: 16 yaşında bir çocuk öldü. Nedir yani, marifet mi? Yazık, günah değil mi?..

***

‘Bak güzel kızım; lütfen iyi bilmediğin konularda mevzuya girme, yazdığını çok insan okuyor. Ben 38 yaşındayım. Ne düzenli bir işim, ne bir ailem, ne param, ne evim var. Olanlarsa dört sabıka, (Allah’a şükür hırlım hırsızlığım yok; hepsi yaralamadır.) onlarca karakol, yaralanmalar ve yaralamalar. Tek sebep de Fener aşkı...

Sahip olduğum tek şey Fenerbahçe ve tribün yoldaşlarım. Şimdi yaşlandık biraz, saçlar döküldü, e göbek de oldu ama bir bilsen dalga geçtiğin o camia için geçmişte ne ateşler yaktık.

Senin spor yazan erkek meslektaşların bile bilmiyorlar ama eskiden İstanbul’da ne savaşlar olurdu bilir misin?

Geceden çıkardık Fener aşkına. Vücudumuza sıkı sıkı naylon sarardık. (Hem bıçak yarasından korur, hem soğuktan...) Belde ya da elde emanet; omuz omuza... Kavgadan kaçan, yoldaşını bırakan hain olurdu, insan içine çıkamazdı.

BJK’ye yara verdirmeyen esas adam olmazdı, GS’li yaralamak ise kolay olduğu için sayılmazdı.

Silah kullanıldığını, molotof atıldığını, son zamanlarda amonyak bile kullanıldığını bilirim ben. Çivili sopa, döner bıçakları zaten sıradan, herkeste olan şeylerdi. Kırık dökük otobüslerle yüzlerce kilometre öteye, deplasmana gitmezsen, gerçek taraftar olmazdın.

Sen cep telefonunun olmadığı zamanlarda bile binlerce kişinin birkaç saatte bir araya gelip sabahlara kadar vuruştuğunu bilir misin? 1984-1994 arası gençliğimi buralarda tükettim, sonra 1993-94’te barış oldu. Organize kavgalar bitti, çevik kuvvet kuruldu, polis çok güçlendi. Sonra da bir daha İstanbul takımları arasında geniş katılımlı kavgalar, organize savaşlar olmadı ve nefret azaldı ama bitmedi. Futbol senin için sadece futbol ama benim gibiler için Fenerbahçe hayat/ölüm/sevinç/acı...

Çocuk, lütfen yapma...

Umarım beni ve dostlarımı bir daha üzmezsin. Sevgilerimle...’
Yazının Devamını Oku

Sayıklamalar

25 Kasım 2004
Dört gün boyunca kanepeyle yekvücut olmuş bir şekilde TV karşısında zaplayan ve gazetelerle cebelleşen bir zavallının güncesi... Gecenin bir saatinde yayınlanan magazin programlarının arasında bile çocukları hedefleyen reklamlar yayınlanıyor.

6. His filmindeki çocuk ‘I see dead people / Ölü insanlar görüyorum’ diye fısıldıyordu. Sonra bizim bir arkadaş çocuklu reklamların büyümüş de küçülmüş, sevimsiz mi sevimsiz çocuk kahramanlarından ilham alarak ‘I see small people / Küçük insanlar görüyorum’a devşirmişti mevzuyu. Nerede bilmiş bir yumurcak görsek, aynı şeyi söylemeyi adet edinmiştik.

Gecenin bir vakti, Serdar Ortaç’ın şarkısından ‘Beni uyut’ şeklinde uyarlanmış o teraneyi, kedi miyavlamasını andıran bir sesle söyleyen o üstü insan, altı çizim bebekleri gördüğümde, kendimi aynı şeyi fısıldarken yakaladım.

Molfix = Chucky sendromu... Küçük insanlar görüyorum... Korkuyorum...

Uyuyakaldığım kanepede sabaha karşı saatlerde gözümü açıp zapladım ki ne göreyim. Seçimlerde uğradığı hezimetin post travmalarını yaşadığını tahmin ettiğim Bora Gencer, Ünlüler Çiftliği’nde yatağa uzanmış, şarkıcıdan belediye başkanı olmayacağına inanmayan zihniyete söyleniyor: ‘Arto’dan belediye başkanı olamaz mı yani? Ne var? Bal gibi olur.’

Ulan hakikaten o günleri de görür müyüz, görme ihtimalimiz olabilir mi? Korkuyorum...

10 aylık bebeğini kar-kış demeden, İnönü senin, deplasman benim dolaştıran, gözüne duman kaçar mı, kafasına bir şeyler çarpar mı, dakka başı kavga çıkaran Çarşı grubunun ortasında başına bir şey gelir mi diye iplemeden kucağında kanguru modeli taşıdığı sübyanı tribünlerde helak eden, bunu da marifet zanneden; geçtiğimiz hafta bıçaklanarak öldürülen Cihat Aktaş’ın olaydan az önce çocuğunun yanağını sıktığını filan ana haber bültenlerinde gülümseyerek anlatan Aslı Aydın nasıl bir annedir? Patalojik durumu incelenmemeli midir?

Futbol ile şuur kelimelerinin aynı cümle içinde geçmesi doğaya aykırı mıdır? Korkuyorum...

Digiturk’ün komedi kanalındaki sit-com’ların durumu nedir ya? Aynı bölümü 16 kez filan veriyorlar. Hadi onlar sinekten yağ çıkarıyor, anladık da, ben neden oturup aynı gün içinde aynı diziyi üç kez seyrediyorum? Gerizekalılığın boyutlarını zorlamaya başladım. Korkuyorum...

Kıvırcık Taner filan yetmiyordu, şimdi de ‘Kendi kendine randevu alıp’ ünlülerin kapısına dayanan, kendini fena hálde komik zanneden ve otomatiğe bağlanmış vantrilog kuklaları gibi 30 saniyede bir gülen bir ‘illüzyonist muhabir’ Necmi türemiş.

Bu kıvırcık saçlı, kendin gevele-kendin gül model magazin muhabirleri mitoz çoğalmayla filan mı ürüyor? Daha da çoğalırlar mı? Korkuyorum...

Biz de Tarkan’ı efendi çocuk bilirdik. Karlı arazide otomobilinin önüne devrilen ağacı çeken ayıya bir teşekkür bile etmiyor yani. Sevgiye, saygıya ne oldu. İnsan gidip bir koşu ayıyı öpmez mi?

Bu gençlerin háli ne olacak? Korkuyorum...

Semraanım’ın suratıma doğru çemkirdiği bir karabasan gördüm. Karabasan değilmiş. Yine televizyonun karşısında uyuyakalmışım. Ama biliyorum yani, yarın bir gün, program biter, ben yine Semraanım’ı rüyamda görürüm. Yeterince kabus temam var; bünye bir de Semraanım’ı kadıramaz. Zaten pek de matah bir durumda olmayan ruh sağlığımın kalanını kurtarmak adına kendimi telkin etmem lázım: Gelinim Olur Musun’u bir daha seyretme... Gelinim Olur Musun’u bir daha seyretme... Gelinim Olur Musun’u bir daha seyretme...

Ama ruhum kahrolası her türlü iptilaya teşne. Yine beceremeyeceğim; biliyorum. Korkuyorum...
Yazının Devamını Oku

Sevgi böceğim duyarlı erkeğim benim

21 Kasım 2004
Okumuşsunuzdur: Bush, 57 yıldır süren bir geleneği devam ettirerek, ay sonunda kutlanacak Şükran Günü sırasında yenilecek olan Biscuits ve Gravy adlı iki hindinin canını bağışladı. Elemanlar, isimleri Bisküvi ve Salça anlamına gelen hindiler yani, muhtemelen altı ay filan sürecek hayatlarının geri kalanını hayvanat bahçesinde sürdürecekler.

Adamdaki asalete bakar mısınız?

Sen kalk, vakt-i zamanında boğazına kraker kaçtığı için boğulma tehlikesi atlatmış bir ‘kırıntılı şey kemirme muharebesi malûlü’ ol, buna rağmen, Bisküvi isminde, devekuşu ebatlarında bir hindiyi, arkadaşı Salça’yla birlikte azat et.

Canım benim...

Dünyalar şekeri şefkat kumkumam, sevgi böcüğüm, duyarlı kahramanım benim...

Ya da şöyle mi deseydik?:

Neanderthal bozması suratını hindi ordusu gagalayası, sevimli taklidi yapmaktan bile aciz sevimsizim, duyargalarının nasırı ekskavatörle törpülenesi öküzüm benim...

Esasında tahmin edersiniz ki tüm bu yukarıdaki laf kalabalığından çok daha sarih, çok daha okkalı bir şeyler söylemek isterdim.

Kendi kendime yüksek sesle hemen hepsini söyledim de zaten ama iş yazmaya gelince, gazeteyi çoluk çocuk da okuyor, ayıp olur.

Kitle iletişiminin hormonlu gelişiminin Ay’dan geçtim, Uranus’e filan vardığı bir çağda, bu derece çaresiz hissetmek...

POWELL’I AN ÇOMAĞI HAZIRLA

Bando-mızıka gelişi fi tarihinde öngörülen, gözünün önünde, burnunun dibinde cereyan eden, sivillerin katledildiği ve cesetlerinin sırıtarak çiğnendiği bir felakete seyirci kalmak... Aaargh!..

Birinci Bush yönetiminin ‘güvercin’ kanadını temsil eden ve kabineden dışlanan Colin Powell, giderayak ‘İran’ı andı’ bildiğiniz gibi: ‘Hiç şüphem yok, İran nükleer bir silahla ilgileniyor.’

O İran’ı anadursun, benim içimden ‘Powell’ı an, çomağı hazırla’ şeklinde, maalesef malûmu ilandan öte anlam taşımayan, zavallı bir cümle geçiyor.

91’deki ilk Körfez Krizi’nde, ABD’nin Genelkurmay Başkanı sıfatını taşıdığı dönemde müşerref olduğumuz, daha sonra Irak’ta kitle imha silahları olduğundan ‘hiç şüphe duyulmadığı için’ çıngar çıkaran ABD’nin Dışişleri Bakanı olan, daha da sonra, o silahlar bulunamadığı için ‘özür mözür’ dileyen ve şimdilerde kabineden kışkışlanarak, yerini ‘şahin’lere bırakan bir ‘güvercin’den söz ediyoruz.

UMARIM SOFRADAN CANLI YAYIN YAPILIR

Dilerseniz mezarlık yanından geçerken ıslık çalarcasına tekrar edelim.

Bu heriflerin ‘güvercin’i bu; ‘şahin’lerin önümüzdeki günlerde nasıl göz oyacağını artık siz düşünün...

Daha epeyce uzuuun bir süre, gözlerimiz dolmadan, kimseler bakmazken de hüngür hüngür ağlamadan haber bülteni filan izleyemeyeceğiz, orası kesin. Benim de bu konuda ‘hiç şüphem yok’ maalesef.

Umarım Şükran Günü’nde, Beyaz Saray’daki sofradan canlı yayın yapılır.

Vallahi bu gibi zırvalara müptela bir insan olarak, ünlü dingoların ahırı ya da kıçımın kenarı muamelesi çekeceğim herhangi bir şeyim olur musun programlarını filan kafadan zaplar, oturur, onu seyrederim.

Elimde değil zira, merak ediyorum:

Bu dallama hangi Tanrı’ya neyin şükranlarını sunacak; o şükran duasını ederken, o ebleh suratında nasıl bir ifade olacak.

Bilgi, faideli bir eserdir ne de olsa...

Suretse, çirkinliğin, riyanın suretini de tanımalı.

Gördüğün yerde koşarak uzaklaşmak ve insan olmaya çalışıyorsan, ne olunmaması gerektiğini hatırlamak için...

Alemin esas kralı: Soytarı

Her zamanki gibi ‘Bana konu bulun leyyyn!’ nidalarıyla dolandığım bu kanlı cuma, bilin bakalım, önüme konulan önerilerde açık ara önde giden neydi: G.O.R.A.

Malûm, G.O.R.A.’dan dem vurmayan adam köşe yazarına kız, kadın köşe yazarına da Zetina dikiş makinesi vermiyorlar şimdilerde. (Tamam, iğrencim, vurun beni. Hem bu kadınlara pembe, erkeklere mavi zırvalığı da bünyenin hangi küflü köşesinden çıkıp tebelleş olduysa zihnime artık! Utanç...)

İyi güzel de henüz filmi izlemiş değilim. Önümüzdeki hafta gideceğim. Muhtemelen, başarı b.klamak memlekette en rağbet gören atasporu olduğu için o zamana dek filmin ‘aslında’ aman da pek dandik olduğu üzerine her birşeyler söylenmiş olacak, Cem Yılmaz’ın, film yapmaya kalktı diye bir dayak yemediği kalacak.

Ben gidip gülmeyi umuyorum. İsterse sonsuza dek kasaba kurnazını oynayıp burun kıvrıldığı üzre ‘kendini tekrarlasın’ hiç de umurumda değil, şahsen vereceğim bilet parasını kendisine şimdiden helál ediyorum.

Cem Yılmaz’dan bahseden bir metnin içinde Ata Demirer’den alıntı yaparken, yemin ederim, kimseye tersten çakmaya da çalışmıyorum.

Tamamen bencil bir perspektiften bakıp, yüzümüzü güldürmeyi beceren adamların sayısı artsın, Allah da onları güldürsün istiyorum.

Haftalık dergisinin son sayısının kapağında yer alan Ata Demirer, Arda Uskan’a verdiği röportajın bir yerinde şöyle söylüyor:

‘Ben soytarıyım abi. Soytarı olmaktan da gurur duyarım. Soytarı, mizah tanrısıdır. Tanrı dedimse, yani Tayvan malı bir Tanrı. Yani ikinci versiyon bir Tanrı durumundadır soytarı.’

Her baldırı çıplağın kendini kral zannettiği şu dünyada Allah soytarıları başımızdan eksik etmesin... Amin...

Diyaloğun perde arkası

Bu yazının kaleme alındığı cuma günü, henüz görüşmemiş olmalarının hiç önemi yok. İddiaysa, kendinden menkul de olsa iddia: Honda Türkiye’nin Autoshow 2004 Fuarı dolayısıyla Türkiye’ye getirdiği, dünyanın ilk insansı robotu Asimo ile Başbakan Recep Tayyip Eroğan’ın tanışmaları sırasında, kapalı kapılar ardında bir tek bennn vardım.

Bir gazetecilik olayına imza atıyor, muhabbetin perde arkasına ışık tutuyorum. Artık önümde biat edersiniz diye umuyorum:

Tayyip Erdoğan- Kardeşim, Avrupa’ydı, Amerika’ydı derken, karşısında şirinlik yapmadığımız bir Allah’ın Japon robotu kalmıştı. Şişşşt, Asimo musun nesin, neydi demin kameraların önünde yaptığın o ‘Merhaba Recep, muhabbeti hangi lisanda koymak istersin?’ ağızları? Sen şimdi bana ‘Ben senden daha kültürlüyüm’ ayağı mı yapıyorsun o vidalı aklınla, cam suratlı beyaz cüce!

Asimo- Yanlış anladın Tayyip’im. Ya, bizim patronlar Japonuz felan diye, ‘Alemde nezaketimizle tanınıyoruz, ona göre davran ama Başbakan bir yandan da Kasımpaşa delikanlısıdır, ilk adıyla hitap et, biraz da racon kes’ dediler. O yüzden yani...

Tayyip Erdoğan- Oldu... Delikanlılığın kitabına göre yapmam gerekenler konusunda diskur çekmek de ister misin? Bizi elin robotuyla muhattap ediyorlar, tööbe tööbe... Bi’ de bilmiş yani! Hani bilmediğin beş vakit namaz diyeceğim ama Allah bilir sen ona da programlanmışsındır. Bak o zaman tepem harbiden atar, böğründen pilini sökerim! Sigorta tazminatını karşılayabilecek olsak dert etmem ya...

Asimo- İki cıvatam önüme aksın ki neye kızdığını anlamadım adamım. Hayır, seni bu kadar sinirlendirecek ne yaptığımı bilsem, telafi etmek için de çipimden geleni ardıma koymam ama?..

Tayyip Erdoğan- Haşşşöööle... Bak işte şimdi şiir gibi konuşuyorsun güzelim. Sizin Honda uçak yapıyor muydu uçak? Olmadı şöyle cillop bir otobüs filosu filan atın masaya da diyalog gelişsin.
Yazının Devamını Oku

Solist bağırıyor, şaka yapmıyorum hakikaten bağırıyor, grubun en iyi elemanı davulcu ama davul bile

20 Kasım 2004
Direc-T’in Ama Sen Varsın adlı şarkısının sözlerinden -Türkçe pop müzikle iştigál eden sanatçılarımızın kullanmaktan pek hazzettiği tabirle- ‘esinlendiğim’ bir ifadeyle gireyim bari mevzuya: ‘Dün gece Roxy’de Direc-T’i seyrettim / Dün gece sahnedeki grubu neye benzeteceğimi bilemedim / Ama siz varsınız? Ama siz var olma iddiasındasınız? Peki bunu kendinize ait, özgün bir sound’unuz olmadan ve bu kadar bağırarak nasıl yapacaksınız? Nasıl olacak da olacaksınıııız???’

Herkes Direc-T’in şarkısını ya da albümünü ya da klibini bilmek zorunda değil tabii...

Dolayısıyla girizgáhı ‘Ha?’ sorusu eşliğinde algılayan muhterem okur için konuyu açalım di mi?:

Efendim, Direc-T diye bir grup var.

Üç kişiden mütevellit bu grubun Rus Kozmonotları isimli bir albümü var.

İçinden albüme adını veren Rus Kozmonotları’nın geçtiği Ama Sen Varsın adlı bir şarkıları var.

Ve bu şarkının animasyon marifetiyle kotarılmış bir klibi var.

Ya, şimdi bakınca, mevzu Ali Baba’nın Çiftliği’ni andıran bir geyiğe sardı.

Dolayısıyla herhálde şöyle devam etmenin de bir mahsuru yoktur:

İşte o şarkıda grubun solisti Bilge, aşağıdaki cümlelerle bağırır çiftliğinde Aaaali Baaba’nın:

‘Rus kozmonotları uzayda pek bir yalnızlar / Aydan dünya pek bir yuvarlak görünüyordu / Ama sen varsın / Dün gece aydan seni seyrettim / Ama zaten burda her gün gece / Dün gece televizyondaki kadını sana benzettim / Ama sen varsın / Ama sen varsın / Ama sen varsın / Ama seeeeen varsın!!!’

Ve yani bağırıyor derken, şaka yapmıyorum, hakikaten bağırıyor...

Geçtiğimiz hafta, ay sen Ama Sen Varsın şarkısı, aklıma bir takıl, bir takıl! (Kusura bakmayın, bugün balatalar biraz gevşemiş mi ne, kendimi tutamıyor, otomatikman yavşıyorum. Vallahi söz, yarına kalmaz geçer. Yani... İnşallah... Diye umalım, çiftliğinde Aaali Baaaba’nın...)

BİR KAZA SONUCU 1997’DE KURULMUŞ

Daha önce albümü baştan sona dinlemeye yönelik muhtelif çabalarım nafile sonuçlandığı için, şu önyargının bir de arkasına bakalım, belli mi olur, belki başka türden bir yargı çıkar hesabına, çarşamba akşamı Direc-T’in sahne aldığı Roxy’ye gittim.

Diyeceksiniz ki; ‘Yeme bizi, Roxy’ye gitmek için bahane arıyorsun...’

Ben de diyeceğim ki ilahi, sizden de bir şey kaçmıyor. Neyse...

Şu kadarını söyleyeyim, Direc-T ile ilgili yargım, önlerde bir yerlerde takıldı kaldı. Ses duvarını aşamamış olsa gerek...

(İç ses: Metafor metafor nereye kadar? Hadi madem metafordan yana istifra kıvamındasın daha az saçma bari.)

(İç sese cevap veren iç ses: Kardeşim, bugün bir yavşama buhranı içindeyiz dedik ya, idare et işte! Hadeee ikile!)

Resmi web sitelerinde birinci ağızdan aktarılan bilgilere göre, Direc-T ‘bir kaza sonucu’ 1997’de kurulmuş.

İsimlerini, kullandıkları arabayı bindirdikleri direkten almışlar.

Grup, orijinal háliyle vokalde Bilge Kösebalaban, davulda Özgür Peştimalci ve daha sonra gruptan ayrıldığı için soyadını öğrenme lüksüne nail olamadığımız Çelik isimli bir beyden oluşuyormuş.

YARIŞMADA 125 MİLYAR GÖTÜREN ÇELİK GİTMİŞ

Çelik, daha sonra Kim 500 Milyar İster yarışmasından 125 milyar götürünce, gruptan ayrılmış. (Eh, ne yalan söyleyeyim, ben de o kadar para bulsam, müzik aşkıyla, ille ki çalacağım diye bu grubu seçmezdim.) Onun yerini, 2000 yılının sonlarında basçı Alex Tintaru almış...

Bu hadiseleri müteakip grup, 2001 Roxy Müzik Yarışması’nda birinci olmuş ve üniversiteler ile ünlü müzik kulüplerinde konserler vermişler.

2002’de Alternatif Festival’de David Byrne, Pulp, Sneaker Pimps ve Carl Cox’ın altında, 2002 ve 2003’te H2000 Festivali’nde çalmışlar.

Yıllarca ‘Yar bize bir albüm’ şeklinde dolandıktan sonra On-Air ile anlaşarak, Deniz Yılmaz prodüktörlüğünde kaydettikleri Rus Kozmonotları’nı nihayet 2003 yılında çıkartmışlar.

Bu satırların yazarı (!), konuya bu noktada dahil oluyor.

‘Ulan bilmem kaç sabahtır zihin güne şu Ama Sen Varsın’la uyanıyor. Bu pulp, rock, grunge gruplarını sahne performanslarını izlemeden değerlendirmek dingillik olur. Albümü dandik nice grubu sahnede izleyip büyülenmişliğin yok mu sersem kızım? Çocukların hakkını yeme, git, olayı müziğin er meydanında, sahnede müşahede et’ diye düşünüyor.

SHIRLEY TEMPLE EDASIYLA ROXY YOLLARINDA

Ve naçiz muharrireniz, olanca iyiniyetiyle, hormonlu bir Shirley Temple edasıyla seke seke Roxy’nin yolunu tutuyor.

(İç ses dua eder: Bu yazıyı kendinden Mustafa Sandal Olayı diye bahseden Mustafa Sandal ağızlarına düşmeden bitirmeyi nasip et, vallahi en az bir haftalığına cici bir kız olmaya gayret edeceğim güzel Allah’ım!)

Herhálde bir kez daha tekrar etmemin mánásı yoktur ama edeceğim: (Bugün bünyenin içinden iki satırlık tutarlılık geçmediği için ne yapmıyoruz? Şaşırmıyoruz...) Fena hálde hayalkırıklığına uğruyor.

Solist için ne diyeyim bilemedim. Saçlar birini, zıplama hálleri birini, sesi birini, yorumu birini, seyirciyle diyaloğu başka birini hatırlatıyor.

Ama kimleri hatırlattığını maalesef bellek şu an hatırlayamıyor.

Çocukken, büyüyünce şarkıcı olacağından emin bir şekilde ayna karşısında çok çalışmış bir ‘kolaj çocuk’u andırdığı muhakkak ama... Ve tüm bunların yanında, dedim ya, ÇOK bağırıyor.

Üstelik şöyle söyleyeyim, grubun en iyi elemanı davulcu ama davul bile bağırıyor...

Bazı grupların, maalesef bağırınca sert müzik yaptığını sanmak gibi ya da sert müziği bağırmakla eşdeğer tutmak gibi bir sorunları oluyor.

ÇİZGİ FİLMİMSİ BİR KLİBİ VAR DEDİK YA...

Şimdi ‘Bu yazının bir yerlerinde klipten bahsedilmesi gerekmiyor mu?’ diye düşünenler olabilir. (En azından bizim editörler düşünecektir.)

İşte yukarıda bol bol bahsi geçen şarkının uzayda geçen, animasyon, çizgi filmimsi bir klibi var dedik ya demin...

Şarkı, yani Ama Sen Varsın, güzel ama... (Aaa, lütfen ısrar etmeyin, perhiz ve lahana turşusundan bahsedecek de değilim.) Valla... İnsanın aklına fena takılıyor.

Tamam mı? Oldu mu? Şimdi mümkünse sessizce dağılalım.

Dün gece çok bağırtı işittim. Beyin yorgun, başım ağrıyor.
Yazının Devamını Oku

Solist bağırıyor, şaka yapmıyorum hakikaten bağırıyor, grubun en iyi elemanı davulcu ama davul bile

20 Kasım 2004
Direc-T’in Ama Sen Varsın adlı şarkısının sözlerinden -Türkçe pop müzikle iştigál eden sanatçılarımızın kullanmaktan pek hazzettiği tabirle- ‘esinlendiğim’ bir ifadeyle gireyim bari mevzuya:‘Dün gece Roxy’de Direc-T’i seyrettim / Dün gece sahnedeki grubu neye benzeteceğimi bilemedim / Ama siz varsınız? Ama siz var olma iddiasındasınız? Peki bunu kendinize ait, özgün bir sound’unuz olmadan ve bu kadar bağırarak nasıl yapacaksınız? Nasıl olacak da olacaksınıııız???’Herkes Direc-T’in şarkısını ya da albümünü ya da klibini bilmek zorunda değil tabii...Dolayısıyla girizgáhı ‘Ha?’ sorusu eşliğinde algılayan muhterem okur için konuyu açalım di mi?:Efendim, Direc-T diye bir grup var.Üç kişiden mütevellit bu grubun Rus Kozmonotları isimli bir albümü var.İçinden albüme adını veren Rus Kozmonotları’nın geçtiği Ama Sen Varsın adlı bir şarkıları var.Ve bu şarkının animasyon marifetiyle kotarılmış bir klibi var.Ya, şimdi bakınca, mevzu Ali Baba’nın Çiftliği’ni andıran bir geyiğe sardı.Dolayısıyla herhálde şöyle devam etmenin de bir mahsuru yoktur:İşte o şarkıda grubun solisti Bilge, aşağıdaki cümlelerle bağırır çiftliğinde Aaaali Baaba’nın:‘Rus kozmonotları uzayda pek bir yalnızlar / Aydan dünya pek bir yuvarlak görünüyordu / Ama sen varsın / Dün gece aydan seni seyrettim / Ama zaten burda her gün gece / Dün gece televizyondaki kadını sana benzettim / Ama sen varsın / Ama sen varsın / Ama sen varsın / Ama seeeeen varsın!!!’Ve yani bağırıyor derken, şaka yapmıyorum, hakikaten bağırıyor...Geçtiğimiz hafta, ay sen Ama Sen Varsın şarkısı, aklıma bir takıl, bir takıl! (Kusura bakmayın, bugün balatalar biraz gevşemiş mi ne, kendimi tutamıyor, otomatikman yavşıyorum. Vallahi söz, yarına kalmaz geçer. Yani... İnşallah... Diye umalım, çiftliğinde Aaali Baaaba’nın...)BİR KAZA SONUCU 1997’DE KURULMUŞDaha önce albümü baştan sona dinlemeye yönelik muhtelif çabalarım nafile sonuçlandığı için, şu önyargının bir de arkasına bakalım, belli mi olur, belki başka türden bir yargı çıkar hesabına, çarşamba akşamı Direc-T’in sahne aldığı Roxy’ye gittim.Diyeceksiniz ki; ‘Yeme bizi, Roxy’ye gitmek için bahane arıyorsun...’Ben de diyeceğim ki ilahi, sizden de bir şey kaçmıyor. Neyse...Şu kadarını söyleyeyim, Direc-T ile ilgili yargım, önlerde bir yerlerde takıldı kaldı. Ses duvarını aşamamış olsa gerek...(İç ses: Metafor metafor nereye kadar? Hadi madem metafordan yana istifra kıvamındasın daha az saçma bari.)(İç sese cevap veren iç ses: Kardeşim, bugün bir yavşama buhranı içindeyiz dedik ya, idare et işte! Hadeee ikile!)Resmi web sitelerinde birinci ağızdan aktarılan bilgilere göre, Direc-T ‘bir kaza sonucu’ 1997’de kurulmuş.İsimlerini, kullandıkları arabayı bindirdikleri direkten almışlar.Grup, orijinal háliyle vokalde Bilge Kösebalaban, davulda Özgür Peştimalci ve daha sonra gruptan ayrıldığı için soyadını öğrenme lüksüne nail olamadığımız Çelik isimli bir beyden oluşuyormuş.YARIŞMADA 125 MİLYAR GÖTÜREN ÇELİK GİTMİŞÇelik, daha sonra Kim 500 Milyar İster yarışmasından 125 milyar götürünce, gruptan ayrılmış. (Eh, ne yalan söyleyeyim, ben de o kadar para bulsam, müzik aşkıyla, ille ki çalacağım diye bu grubu seçmezdim.) Onun yerini, 2000 yılının sonlarında basçı Alex Tintaru almış...Bu hadiseleri müteakip grup, 2001 Roxy Müzik Yarışması’nda birinci olmuş ve üniversiteler ile ünlü müzik kulüplerinde konserler vermişler.2002’de Alternatif Festival’de David Byrne, Pulp, Sneaker Pimps ve Carl Cox’ın altında, 2002 ve 2003’te H2000 Festivali’nde çalmışlar.Yıllarca ‘Yar bize bir albüm’ şeklinde dolandıktan sonra On-Air ile anlaşarak, Deniz Yılmaz prodüktörlüğünde kaydettikleri Rus Kozmonotları’nı nihayet 2003 yılında çıkartmışlar.Bu satırların yazarı (!), konuya bu noktada dahil oluyor.‘Ulan bilmem kaç sabahtır zihin güne şu Ama Sen Varsın’la uyanıyor. Bu pulp, rock, grunge gruplarını sahne performanslarını izlemeden değerlendirmek dingillik olur. Albümü dandik nice grubu sahnede izleyip büyülenmişliğin yok mu sersem kızım? Çocukların hakkını yeme, git, olayı müziğin er meydanında, sahnede müşahede et’ diye düşünüyor.SHIRLEY TEMPLE EDASIYLA ROXY YOLLARINDAVe naçiz muharrireniz, olanca iyiniyetiyle, hormonlu bir Shirley Temple edasıyla seke seke Roxy’nin yolunu tutuyor.(İç ses dua eder: Bu yazıyı kendinden Mustafa Sandal Olayı diye bahseden Mustafa Sandal ağızlarına düşmeden bitirmeyi nasip et, vallahi en az bir haftalığına cici bir kız olmaya gayret edeceğim güzel Allah’ım!)Herhálde bir kez daha tekrar etmemin mánásı yoktur ama edeceğim: (Bugün bünyenin içinden iki satırlık tutarlılık geçmediği için ne yapmıyoruz? Şaşırmıyoruz...) Fena hálde hayalkırıklığına uğruyor.Solist için ne diyeyim bilemedim. Saçlar birini, zıplama hálleri birini, sesi birini, yorumu birini, seyirciyle diyaloğu başka birini hatırlatıyor.Ama kimleri hatırlattığını maalesef bellek şu an hatırlayamıyor.Çocukken, büyüyünce şarkıcı olacağından emin bir şekilde ayna karşısında çok çalışmış bir ‘kolaj çocuk’u andırdığı muhakkak ama... Ve tüm bunların yanında, dedim ya, ÇOK bağırıyor.Üstelik şöyle söyleyeyim, grubun en iyi elemanı davulcu ama davul bile bağırıyor...Bazı grupların, maalesef bağırınca sert müzik yaptığını sanmak gibi ya da sert müziği bağırmakla eşdeğer tutmak gibi bir sorunları oluyor.ÇİZGİ FİLMİMSİ BİR KLİBİ VAR DEDİK YA...Şimdi ‘Bu yazının bir yerlerinde klipten bahsedilmesi gerekmiyor mu?’ diye düşünenler olabilir. (En azından bizim editörler düşünecektir.)İşte yukarıda bol bol bahsi geçen şarkının uzayda geçen, animasyon, çizgi filmimsi bir klibi var dedik ya demin...Şarkı, yani Ama Sen Varsın, güzel ama... (Aaa, lütfen ısrar etmeyin, perhiz ve lahana turşusundan bahsedecek de değilim.) Valla... İnsanın aklına fena takılıyor.Tamam mı? Oldu mu? Şimdi mümkünse sessizce dağılalım.Dün gece çok bağırtı işittim. Beyin yorgun, başım ağrıyor.
Yazının Devamını Oku