Ebru Çapa

Dünya dediğiniz, siz nasıl görmek isterseniz öyle...

30 Eylül 2006
Geçtiğimiz hafta, telefonla arayıp o anda nerede olduğumu soran herkese aynı cevabı verdim: Bunalımdayım... Şimdiii, ruhu depresyona dalmak için her daim aportta bekleyen şahsımı uzaktan yakından tanıyan hiç kimse için en ufak bir "sürpriz" ya da enteresanlık içermiyor olabilir bu durum tabii... Ne de olsa, bunalımın sokaklarında Beyoğlu’nun sokaklarından bile çok vakit geçiriyorum. Fakat şöyle ki bu sefer mevsim değişikliği ya da memleket ve dünya ahvali gibi "genel" meselelerle alákası yok durumumun. Makul, son derece kişisel sebeplerim var. Öyle ki melekelerim arasında yer almadığı hálde, birkaç gün boyunca hüngür şakır ağlamayı filan bile becerdim.

Gelin görün ki saçı başı dağıtmacasına, battaniye altından çıkmamacasına, hakkıyla yaşanan depresyon, insanın boş zamanlarını değerlendirmek için kendini vakfedebileceği bir "faaliyet." Yanisi, insanın işten güçten başını kaldıramadığı dönemlerde, depresyona girmek gibi bir lüksü olamıyor. Ki sanırım, bu da iyi haber sayılıyor...

Bir yandan çalışıyor, bir yandan ağlıyor, bir yandan da ilaç niyetine geçecek şarkılar dinliyorsunuz. Ayakta zatürree atlatır gibi atlatılabiliyor yani buhran dediğiniz...

Geçtiğimiz hafta, ilaç niyetine Ogün Sanlısoy’un, Pentagram dönemlerinden Metin Türkcan ve Tarkan Gözübüyük ile birlikte çalıştıkları için Üç adını verdiği albümü döndü benim bilgisayarda. En çok da, bu aralar müzik kanallarında sık sık klibine rastlanan Hadi Beni Güldür...

SÖZ, HAFTAYA GEÇECEK

Gürcan Keltek’in yönetmenliğinde çekilen klipte, İstanbul’un ara sokaklarında gülüm gülüm gülen çocuklar arasında dolanıyor Ogün Sanlısoy. Ve İstanbul’u arşınladığı görüntülerin arasına serpiştirilmiş performans sahnelerinde, benim gibi, içinde serilmiş bir ceset yatıyormuş gibi hissedenleri bile gaza getirebilecek sözleriyle şarkısını terennüm ediyor:

"Hadi beni güldür biraz / Hadi beni güldür biraz / Daha yolumuz var / Daha çocuğuz inan / Hadi beni güldür biraz / Daha yolumuz var, dayan..."

Bakıyorum, kulak kabartıyorum ve içim aydınlanıyor, yemin ederim. Ogün Sanlısoy’u gördüğüm ilk yerde öpebilirim.

Bununla birlikte, şarkının, dünyanın, parıltısı sönmüş bir gözle baktığında cehennemin álásı, gerçekten istemen hálinde de tozpembe bir yer olduğuna, manzaranın dandik ya da hoş bir görüntü arz etmesinin insanın bakışına bağlı olduğuna, aynalarda kabahat bulmamak gerektiğine dair sözlerine sonuna kadar katılmakla birlikte, o "daha yolumuz var, daha çocuğuz" kısmı yüzünden hafif işkillenmiyor da değilim. Zaten yetişkinliği kıvırabilsek, olaylara biraz mesafeli, biraz soğuk yaklaşabilmeyi bilsek, sorun kalmayacak ortada zira.

Neyse yahu, hayat insanın gözbebeğinde gerçekten.

Nasıl bakarsan, öyle görüyorsun. Ve Çetin Altan’ın dediği gibi, yılgınlık 24 saati geçmemeli, çünkü hayat, bir matador edasıyla boğayı boynuzlarından tutup yere devirme sanatı.

Bakmayın yani, ucuz edebiyatın dibine vurmuş olabiliriz. Haftaya kalmaz geçer. Evet, öyle, ole!
Yazının Devamını Oku

Züğürt tesellisi

29 Eylül 2006
Pakistan’da kadınlar tecavüze uğradıklarında, olayla ilgili şikáyette bulunurken yanlarında dört erkek şahit götürmüyorlarsa, zinadan hapis yatıyorlar. Ve şu anda, Pakistan hapishanelerinde, üçbinin üzerinde kadın var.

Geçen günlerde, lideri Pervez Müşerref ABD’deyken bir arızadan dolayı ulusal elektrik kesintisinin yaşandığı Pakistan’da halk, darbe mi oldu telaşıyla paniklemiş. Gazete ve televizyonların santrallerini kilitlemiş. Hikáyenin vurucu esprisi ise şu: Kendisi de kansız bir darbeyle iktidara gelmiş olan Müşerref, "Biz muz cumhuriyeti miyiz ki darbe olsun?" demiş.

Bu haberleri okuyunca, "Dünyanın tek acayibi biz değiliz" gibilerinden sevinir gibi gibi oldum. Bittabii, dünyanın bu zavallı hállerinin sevinilecek en ufak bir tarafı yok. Memleketin durumu, dünyanın gidişatı malum... Hele ki dünyanın her yerinde, en büyük ayrımcılığa maruz kalan kadınların durumu, en bir malum. Nasıl olacak da yaşayacağız?

Çarşamba günü Milliyet’in manşeti meselá: Müslüman Ülkelerde Kadın isimli belgesele imza atmış olan gazeteci-yazar Ayşe Böhürler, "Türkiye’nin İslám ülkelerinden çok daha ’önde’ olmasını, seküler sistemin çok daha önce yerleşmiş olmasına" bağlamış.

Ki, bunun altını çizme gereği duymamıza neden olan sistem utansın, bilmeyenler için, Böhürler, AKP kurucusu, Merkez Karar ve Yürütme Kurulu üyesi, türban takan bir gazeteci.

Tam da bu yüzden söyledikleri manşettir tabii. "O bile" bunu savunuyorsa... Değil mi?..

Böhürler, Yasemin Bay imzalı röportajda, Türkiye ve nüfusu Müslüman olan 13 ülkeyi gezerek hazırladığı, Kanal 7’de yayınlanan belgeselini anlatırken; "kadınların, dinin erkekler lehine yorumlanmasından yakındıklarını" söylemiş. Ve Türkiye’nin seküler, yani dinden bağımsızlaştırılmış hukuk sistemini benimsemesinin kadına "eşit yasal statüde mücadele zemini" sağladığını eklemiş: "Kadınlar, dinlerinden değil, dinlerinin erkek lehine ve bugünün şartlarının göz önünde bulundurulmadan yorumlanmasından şikáyetçi. Kadınlar, İslám coğrafyasının değişime en açık ve en cesur kesimi. Yoksul ülkelerde kadınları ve kadın hareketini daha güçlü gördük."

Ben şöyle söyleyeyim: Yetmez. Değişim, bir bakan karısının adamlar bir masada toplaşmış oturmuş tıkınırken, tek başına bir başka masada oturmasını makul karşılıyorsa, yoksul ülkelerdeki kadınların çaresizlikten daha güçlü durmak zorunda kalması, kesmez. Buna kadın hareketi filan denmez.

Bu dünyanın en büyük ayrımcılığı, kadınlara karşı güdülendir ve kadınlar kendi haklarını aramadığı, sürüp giden bu düzeni pohpohladığı sürece, bu dünya, bir milim mesafe kat edemez.

Böhürler, kurucusu olduğu partinin yönetimine şöyle bir baksın, "daha" güçlü olmayıversin, "sek güçlü" olsun.
Yazının Devamını Oku

Babalar

24 Eylül 2006
Üslubuna kurban olduğumuzun Başbakan’ı yine mühim beyanatta bulunmuş: "Babalar var babalar... İşi havuduyla götürenler var." Kim bu babalar? Baba vergi kaçakçıları: "Vergi topluyoruz derken, öyle işportacıdan, bakkaldan makkaldan, dolaşmak suretiyle vergi toplama olmaz. Babalar var babalar... Onları nasıl takip edeceğiz orası önemli. Yoksa maliye, bizim bütün vergi toplayan ekibini seferber etse, ne işportacıların tamamına ulaşabilir, ne de bakkalın tamamına ulaşabilir ama öbür taraftan işi hanuduyla götürenler var."

Efendim, hükümeti kurduklarında kendilerine "Kaynağınız nerede?" diye sorulduğunda, "Türkiye" yanıtını vermişler. (Ki yemin etseler başları ağrımaz...) Kendilerinden önceki dönemlerde toplanan vergileri bugün kat be kat aşmışlar. Bu da yeterli gelmemiş. Vergilerde indirime bile gitmişler. Kayıt dışı ekonomiyi önlemede de mücadele vermekteymişler. Ama ah, bunların kayıt altına alınması konusunda daha yüzde 50’lere bile erişememişler: "Vergileri artırmadık, düşürdük. Ben yeterli görmüyorum, daha da düşecek. Daha da düşecek ama kaynaklarımızın olması lázım ki bir taraftan yatırımlarımızı yapalım."

Şimdiii, Maliye Bakanı’nın hakkında günaşırı gensoru önergesi verilen Kemal Abi Unakıtan olmasını, kendilerinin mahdumunun yumurtaları ya da kerimesinin işleri söz konusu olduğunda, maliye kendi çiftliği ya, hakikaten de vergi indiriminde hiçbir fedakárlıktan kaçınmamasını filan bir yana koyup, şu vergi ve kaynak meselesine bir de tersten bakalım isterseniz.

Sırf Başbakan konuşacak değil ya, memlekette ağzı olan konuşuyor (!), hatta utanmadan yazıyor, nitekim geçen hafta, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün yaptığı yazılı açıklamada, İl Özel İdaresi ve Belediye Gelirleri Kanun Tasarısı’nın bazı vergilerin kapsamını genişletmenin yanı sıra yeni vergiler de getirdiğini söyledi.

Üstelik bunu "Deli Dumrul hortladı" cümlesiyle pekiştirerek ifade etti.

Sinan Aygün’e göre, kanun tasarısının esas amacı belediyelere kaynak sağlamak. Bu durumda, batık bankalar yüzünden 55 milyar doları tıkır tıkır cebinden ödeyen vatandaş, şimdi de belediyelerin Hazine garantili, 13 milyar doları bulan borçlarını fitil fitil ödemeye koyulacak. Utanmaz Aygün, yetmezmiş gibi bir de ihale olsun, vergi olsun, kaynak yaratmak konusunda Allah vergisi üstün bir yeteneği bulunan İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın parlak fikrine dil uzatıyor.

Topbaş, biliyorsunuz, kasım ayında Meclis gündemine girecek İl Özel İdareleri ve Belediye Gelirleri Kanun Tasarısı’yla ilgili yaratıcı bir öneri şey edegeldi...

Taşıt başına yılda 100 YTL alınsınmış. 1300 otoparka sahip İstanbul’a yeni otoparklar yapmak, cillop gibi çözümmüş. Zira şu anda otoparklar 150 bin araç kaldırabiliyormuş ama trafikte tam 2 milyon 350 bin araç varmış: "Bunlar yönetimlere para kazandırmak, bir takım gelirler elde etmek adına değil, kent yaşamını kolaylaştırmak, trafiği rahatlatmak, kentin huzuru adına düşüncelerdir." Her türlü cümleyi tükettiğimiz için artık kendisine sadece "Allah da sizi güldürsün" şeklinde temennilerimizi sunabildiğimiz Topbaş da böyle diyor.

2 milyon 350 bin araçtan toplanacak para 235 milyon YTL ediyor. Anlayacağınız, damlaya damlaya Hazar Denizi tadında şapşahane bir göl olacak; ampul kadar parlak bu fikrinden dolayı Topbaş’ı kutluyoruz.

Yalnız tabii kaşınan uyuz misali küçük tefek beynimizi gıdıklayan kimi sorular da yok mu; var... Meselá, yine Sinan Aygün’ün sorduğu; zaten ödenen, ödenmekte olan paralar nerede sorusu var. Zira cadde ve sokağa ya da evinin önüne aracını park edenlerden "otopark vergisi" almayı planlıyorlar ama binaların inşası sırasında belediyelere otopark harcı adı altında ZATEN eşek yüküyle vergi ödeniyor. E, o paralar nerde? Belediyeler o paralarla otopark yapmıyorsa ne yapıyor? İstanbul trafiğinin içine edecek 117 milyonbininci bir çözüm olabilir mi?

Benim de naçizane bir sorum olacak ayrıca? Eline çakıyı alan yurdum insanı, memleketin bir kaldırımını parselleyip kendi otopark mafyasını oluşturmuş durumda zaten. Yarın bir gün diyelim Beyoğlu’nda araba park edeceksiniz. Herif de gelmiş, "Saati 20 káğıt, bayıl bakalım" diyor. Ne diyeceksin? "Vergimi duble duble ödedim kardeşim, otomobilin boyasını çizer ya da lastiğini söndürürsen seni kulağından tuttuğum gibi Kadir Topbaş’a götürürüm" mü?

Bunların yanında Sinan Aygün’ün çenesi bir düşüş düşmüş, üç-beş meselesi daha var. Eğlence vergisinin kapsamından, turizmdeki "konaklama vergisi"ne kadar birçok nurtopu vergiden dem vuruyor... Ve lafı; "Hükümet yeni vergiler icat etmiş ama bazılarını unutmuş" diye bağlıyor: "Yürüme vergisi, karşıdan karşıya geçme vergisi, gözünün üstünde kaşın var vergisi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma vergisi... Onları da biz hatırlatalım."

Buyrun burdan yakın efendim. Sayın Başbakan’ın demiş olduğu gibi: Babalar var babalar...

Kim babalara geliyor, onu da siz düşünün, hesap edin. Ki düşüneceksiniz zaten kasımdan itibaren kara kara...

Hadi bakalım, pamuk eller cebe; oylar Deli Dumrul’a...

Deli işi

Bu yazının kaleme alındığı saatlerde, validesinin kendisini doğururken ne düşündüğünü çok merak ettiğimiz Kemal Kerinçsiz, son romanı Baba ve Piç’teki karakterlerden birinin sözleri yüzünden 301. Madde’den, yani "basın yoluyla Türklüğü aşağılamak"tan yargılanan ve AB ve dünyada yarattığı infial sağolsun, daha birinci celsede beraat eden Elif Şafak’ın davasını temyize taşımakla meşgûldü.

Bu ülkede hayat gerçekten karikatür tadında akıyor akmasına ya, bir yandan da evrimin, düşünsel gelişimin irtifa kaydettiğini görmek, maalesef Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un gözleri açık, uyumadığı bir fotoğrafını görmekten bile zor.

Geçen gün, Atilla Koç’la ilgili müstear isimle yazdığı bir yazısından dolayı Penguen dergisine 5 bin YTL ödemekle cezalandırılan, saygıdeğer, "üst. insan" Metin Üstündağ, nam-ı diğer Met-Üst, "Edebiyatçılar, fiktif kahramanlarının yaptıklarından dolayı yargılanabilir mi?" konusunun işlendiği, NTV’deki Haber Merkezi programında, mevzuyla dalgasını geçiyordu.

"Türk mizahı, altın çağını 1980 darbesi arifesinde yaşamıştı. Derdimizi alt metinlerle anlatmak zorunda kaldığımız için çizerliğimiz ve mizahçılığımız gelişiyor" minvalinde cümlelerle.

Ve gülerek lafı "mizahçılarla uğraşmak akıl kárı değildir"e bağlıyordu: "Biz deliyiz. Deliyle uğraşılabilir mi?"

Bence de bu var ya, Türk mizahı için, çok müstesna bir dönemdir. Misál, kaçırmış olanlar için: Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, geçen hafta; "Türkiye’de bir mozaik varsa, Osmanlı Devleti gibi parçalanması kaçınılmaz olur. Mozaik kelimesinin hedefi ortadadır" buyurdu.

Atatürk’ün "muasır" sözünü "batılılaşma" olarak düşünmek yanlışmış: "Ne yazık ki, ülkemizde pek çok kişi mozaik kelimesini gerçek anlamı dışında, adeta zenginlik gibi yanlış bir kavramda kullanıyor. Bu yanlış anlama ve kullanma, telafisi mümkün olmayan sonuçları doğurmaktadır. Türkiye mozaiği sözünü kullanmaktan kaçınmamız gerekmektedir."

Şimdi bu, deli işi, yani karikatür değilse nedir?
Yazının Devamını Oku

Şu bildik mutsuz palyaço hikáyesi...

23 Eylül 2006
Hayatımda en sık duyduğum sorulardan birisinin "Meşhur Çapalar ile bir akrabalığınız var mı?" olmasıyla birlikte hayır abilerim ablalarım; on bin milyonuncu defa: yok- hayatımda meşhur Çapalar’dan birinin açmış olduğu bir gece kulübüne ya da restorana ayak basmışlığımın sayısı kaçtır bilmiyorum. Bir elin parmaklarını geçmez ama, ondan eminim. Yine de gerek mekánın müdavimi olan arkadaşlarımdan, gerek sık sık basın ve medyada haberlerinin yer almasından dolayı, yazlığıyla kışlığıyla "Cahide tarzı eğlence"nin ne mene bir şey olduğundan tabii ki haberdarım.

En büyük atraksiyonun, kadın kıyafetiyle ortamları coşturan drag queen’ler olduğundan... O drag queen’lerin bir kısmının çoluk çocuk sahibi, evli barklı heteroseksüel erkekler olduğundan filan...

İzel’in, söz, müzik ve düzenlemesi Sinan Akçıl’a ait olan şarkısı Aşk Hakları’nın bu aralar müzik kanallarında dönmekte olan, remiks versiyona çekilmiş klibinde, kalabalık bir gece kulübünde (Cahide Sayfiye) yalnızları oynayan mahzun kadın İzel ile bu ekibin "Hala" lákaplı elemanı Atilla Beyazıt başrolleri paylaşıyor.

Kamil Aydın’ın yönettiği klip, 35 bin dolara mal olmuş. High definition kamera kullanılmış. Bunun yanında gece kulübünde süper eğlenen insan figürasyonu, İzel’in dans grubu ve 40 kişilik bir kast ekibinin elinden öpmüş.

Senaryo İzel’e aitmiş ve klipte, dışarıdan "renkli ve eğlenceli görünen gece hayatının içinde sakladığı hüzün, aşk, kavga, riya, dostluk" anlatılmaktaymış.

İzleyenler izlemeyenlere anlatsın: Bildiğiniz, kuliste neşeli makyajını silen hüzünlü palyaço hikáyesi: Gece boyunca onunla bununla sarmaş dolaş, ağız kulaklarda, eller havada eğlenen ve eğlendiren Hala Bey, gecenin sonunda kulise gidiyor, üzerini değiştiriyor, peruğunu çıkarıyor, makyajını siliyor ve aynaya uzun uzun bakıp, omuzlarını silkip şöyle bir "Pöh!"lüyor.

KARMAŞIK DÜŞÜNCELER İÇİNDEYİM

İzel deseniz, şarkının sözlerinden anladığımız kadarıyla zırt pırt kendisini sepetleyen manitası o gece onu yine terk etmiş olduğu için hüzünlü bir isyan içersinde şarkısını söylüyor ve eğleniyormuş taklidi bile yapma gereği bile duymuyor.

Güzel şarkı. Yani "Benim de aşk haklarım var" gibi; insanın zihnine "Bu ülkede hukukun işleyişi belli; git o zaman hakkını AİHM’de ara" şeklinde pespaye esprimsiler düşüren kimi yerleri hafiften uyuz kaşısa da ekranda dönen nice çöpe yüz basar.

Klip de keza; en azından bir yerlerine bir orijinalite katılsın diye üzerinde düşünülmüş, emek sarf edilmiş.

Bununla birlikte İzel, konservatuar kemençe bölümüne birincilikle girmiş, başarıyla mezun olmuş, eğitimli bir müzisyen. Ve hakikaten çok iyi bir vokal.

Yine de gözümüzün önünde büyüdüğü bunca senedir kendisiyle ilgili tam olarak nasıl bir hissiyata sahibim; en ufak bir fikrim yok.

Çok içeriden bir yerden ve çok sevdiğim Emanet albümü haricinde hiç de olmadı. Hatta galiba o zaman bile olmadı. Yani, albümdeki bir-iki şarkıyı aylar boyu döndür baba döndür dinlemişliğimiz var araba teybinde. Ama yine aynı albümden, o zamanlar çok sevilen Kızımız Olacaktı’ya tahammülüm yoktur.

Ya da ne bileyim, İzel bir kulüpte canlı söylüyordur; arkadaşlar gidelim demiştir. Bu gibi programlardan hiç hazzetmediğim hálde, İzel’i dinleyerek bir gece geçirmeye hiç mi hiç itirazım olmaz. Seve seve giderim.

Fakat bin yıl karşıma çıkmasın, nerelerde olduğuna dair bir merak aklımın ucundan geçmeyebilir, yokluğunu bile fark etmeyebilirim.

Böyleyken böyle...

Ha, "E ne diyorsun peki kardeşim?" diyenlere illa bir cevap vermek gerekiyorsa: Bilmiyorum.

Konu haksa hukuksa; bizim de kimi konular ve kişiler hakkında bir ömür muallakta kalma hakkımız var icabında. Yok mu azizim?
Yazının Devamını Oku

Rapor

22 Eylül 2006
Paçozluk göleti karabatağı Şebnem Schaefer yine ağzını açtı, ortalık birbirine girdi. Yeter artık, dayanamıyorum diye gözyaşı mözyaşı döküp, kendi ve başkalarının "özel" hayatlarıyla ilgili yine pek mühim "iddialar" atmış ortaya.

Eski sevgilisi Şenol İpek ile daha da eski sevgilisi Özcan Deniz eşcinsel ilişkiye girmişler; biseksüelmişler.

Bunun üzerine, başka bir kadının sevgilisi mi, nişanlısı mı ne, Nevzat Bektaş adlı bir adamla havuza girerken görüntülendiği için kendisinden ayrılan ve son nişanlısı olan İlhan Doğan isimli adam da canlı yayına telefonla bağlanmış. Altı aydır birlikte yaşadıkları için artık Şebnem Schaefer’ın bekáret raporuyla hava atmasının mümkün olmadığını açıklamış.

Bendeniz ana haber bültenlerinin önemli gündem maddesi olarak izleme Schaefer’ine, pardon, şerefine nail olabildim.

Benim izlediğim bölümde, Şebnem Hanım, ağlıyor ve manita envanterinde yer alıp da kendisiyle ilgili açıklamalar yapan erkeklerle ilgili, "Beraber olduklarımdan ’adamlık raporu’ mu isteyeyim yani" diye serzenişte bulunuyordu.

"Raporlara gelesiniz" demişim bunun üzerine... Háliyle...

Biz de insanız, can çekiyor, iştah kabarıyor... Háliyle...

Bendeniz yeni raporlar da görmek istiyorum. Şöyle yeşil reçete almaya zemin hazırlayan türden... O daha sağlıklı bir durum bakın... Günümüzde hemen her türlü derdin devası var çünkü; tanı konulsun iş ki...

Ben bile muayeneye filan gerek kalmadan, uzaktan bakıp kafadan yazabilirmişim gibi geliyor o raporu.

Günümüz estetik operatörleri trikotaj atölyesi pratikliğinde çalışabilir durumda bekáret zarı dikme operasyonları konusunda. Kaldı ki Şebnem Schaefer gibi bir kadın, her dinden kutsal kitaba el bassa, "İsteyen buyursun gelsin, kendisi muayene etsin" diye kampanya başlatsa kimin umurunda?

Zira peşinde töre möre yoksa, bu camianın içinde kazık kadar olmuş, bilmemkaç ilişki eskitmiş bir kadının hálá bákire olması, bana sorarsanız ya vajinismüse delalettir ya da patalojik bir vak’aya...

Bu salak zar meselesi yüzünden bu ülkede yaşanan onca trajediyi düşünüyorum da... Magazindir, belli ki bu kadın da bu damardan tutturmuş deyip, gülüp geçemiyorum.

Bu sektörde bunca yıldır çalışıyorum. Böyle şeylerle reklam yapmanın "avantaj"larına akıl erdirmekten hálá acizim. Bir insanın, isminin önüne skandalların bekáret raporlu mankeni, kepçe kulaklarını Japon zamkıyla yapıştıran manken, mafya babası manitasına yataklıktan yargılanan manken filan gibi sıfatlar edinmek suretiyle piyasasını ve rayicini artırma yoluna gitmesine, bunu tercih edebilmesine inanamıyorum. Ayrıca böylesi kötü reklamlar hakikaten nasıl oluyor da böyle bir işlev görüyor, görebiliyor, onu hele hiç anlamıyorum.

İsteyen cinselliğini eşcinsel olarak, isteyen biseksüel olarak, isteyen heteroseksüel olarak, isteyen aseksüel olarak yaşar. Yaşayabilir. Kimseye de düt demek düşmez.

Şahsen heteroseksüelim. Hiç zannetmiyorum ya, belli olmaz, belki bir kadınla aşka düşerim, ileride biseksüel ya da lezbiyen olmayı da seçebilirim.

Bunun yanında 34 yaşında bir kadınım. Ve uzun yıllardır bákire mákire, çok şükür, değilim.

"Raporum yok" diye kimseden daha az namuslu olduğumu da düşünmüyorum. Bilákis en azından bu konuda sağlıklı bir insan oluşuma sayıyorum.

Shaefer’a ve bundan böyle nasıl bir adamlık raporu isteyeceğini zerre kadar merak etmediğim gelecek sevgililerine buradan acil şifalar diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Ucu yanık açık mektup

17 Eylül 2006
Canım;

Dün gece seni özlemeyi part time bir iş gibi yaşadığımı düşündüm nice yıllardır. İlkokul dörtteyken dershanede birbirimize gıcık olarak başlayan ve pek çok kanlı kavgaya sahne olan dostluk tarihçemizi düşünüyorum ve sana duyduğum, tariften aciz olduğum sevgimi neden zaman zaman zift karası, neden bunca hodbin, bu kadar hoyrat yöntemlerle ifade etmeye çalıştığıma bir anlam veremiyor, mánásı kendinden menkul bir şekilde, yine kendime kızıyorum.

Perşembe akşamı Roxy açıldı. Toto’yu, Muhsin’i gördüm, içim güldü. Eve dönüş kaydı yok zihnimde ama çok, çok güldüğümü hatırlıyorum en son. Bir de seni aramak için dayanılmaz bir dürtünün beynimi tırmaladığını...

Bir haftayı aşkındır, Maroon 5’ın albümlerinden toplama bir diski yerleştirdim bilgisayara, onu dinliyorum. Masası hemen odanın dibindeki Can özel olarak tebrik etti obsesyonumun boyutundan dolayı. Zarif bir adam olduğu için "Biz kulağımıza aynı şarkıların çalınmasından kusmanın eşiğine geldik, senin miden hálá dönmedi mi?" diye sormadı.

Bil bakalım? Bunun üzerine zihnim direkt gidip Lounge Lizards’ın No Pain for Cakes’ini bin küsur kere üstüste dinlememize uçtu; seni aramak yolunda dayanılmaz bir dürtü, beynimi tırmaladı.

Önüm arkam sağım solum haber: Diyarbakır’da çocuk parkına bomba yerleştiren puşt kimin nesi çıkacak?

Tramvay açılışı yaparken yanında, gülüşünü neye benzettiğimi söylemememde sonsuz faydalar bulunan Kadir Topbaş olduğu hálde şirin şirin sırıtan Başbakan, AKP’nin il başkanları toplantısının basına açık bölümünde "Final sürecindeyiz. Faul yapacaklar, dikkatli olun" demiş; basına kapalı bölümde "Gole gittiğimiz süreçte engellemeye çalışıyorlar. Seçim sürecine girdik. Etik olmayan yollara başvuruluyor. Kasti faul yapabilirler. Her türlü çirkefliğe hazır olun" buyurmuş; o sırada acaba yüzünde nasıl bir ifade vardı? Fatih Terim’den tikli mimikleri konusunda özel ders almasında fayda olabilir mi?

Şu hayatta bütün gazetelerin ana sayfasının sağ ya da sol üst köşesinde bir Hülya Avşar dekupesini görmeyeceğimiz bir güne uyanmak nasip olacak mı? Bu insanlar, gün gelip de birbirlerine haber yollamak için kamera yerine telefonu kullanacak mı?

Diyarbakır’da patlayan bombanın haberini internetten okuyup, sözleşmesinde "Konserin olacağı ülkede iç huzursuzluk ve terörizm yaşanması durumunda tazminat talep edilmeden konser iptal edilebilir" maddesi bulunduğu için Türkiye’ye gelmekten vazcayan Jay Z acaba dünyanın muhtelif bölgelerinde yaşanan terör olaylarında kendi Cahil Obezler Cumhuriyeti ülkesinin pandiklerinin ne derece etkisi vardır, arada bir düşünüyor mudur?

Zimmete para geçirme, ihaleye fesat karıştırma gibi suçlardan 60 yıla kadar hapisle yargılanırken yurtdışına kaçan eski Şişli Belediye Başkanı Gülay Çokay (Aslıtürk) hakkındaki gıyabi tutuklama kararı kaldırılmış. Bilmem kaç yıldır kırmızı bültenle aranan sultan artık memlekete dönebilecek. Londra’da yayıyordu zarif kabasını, acaba lütfedip memlekete döner mi? 1 Ocak itibarıyla hiçbir yerinde sigara içilmeyecek Nişantaşı’nın Brasserie’sinde filan Sarıgül’le oturup, barış çubuğu tüttürüp, birlikte müreffeh Türkiye fantezilerinde, adını İtalyancası İngiliz aksanına çalarak telaffuz edeceği bir fincan köpüklü kahve filan içer mi?

Álem az yanıyordu dönüyordu zaten, bir Papa’sı kısmıştı. Yangın körükçüsü Papa’nın açası tuttuğu çenesi sağolsun, yeni bir kıyamet kopar mı? Bu kıyamet, birilerinin ekmeğine yağ sürecek diye, çıkan savaşlar yüzünden eğitimine devam edemeyen 43 milyon çocuğun sayısı 143 milyona çıkar mı?

DYP’nin komik ötesi, karikatür tadındaki, "Papa olmak kolay, insan olmak zordur / Easy to be the Pope, Hard to be the human" pankartları açılan protestosu, bu konuda elálemi ağzından gayrı yerleriyle güldürmekten öte bir işe yarar mı?

Condi kimle takılıyor? Kanada Dışişleri Bakanı’yla mı, Bush’la mı? Onun yatak muhabbeti bunca meraka mucipken, Condi’nin icraatleri kimi düdüklüyor, o konuda bir merak gütmek safdillik mi, aymazlık mı?

Kusmak üzereyim, yemin ederim. Hani 2006’da kıyametin kopacağına dair rivayetler dolanıyordu ya, sanırım kıyametin, mütemadiyen kopan bir şey olduğuna inananların savı haklı çıktı. Budur yani. Daha ne olsun? Bugün iyiyiz, yarın ne olacağız meçhul bebeğim. Bugün iyi durumda olmaktan utanmak da var; başkalarının nasıl olduğunu umursuyorsan, o da var.

Geçtiğimiz hafta Banu’yla Elif buradaydı. Tahmin edersin ki mutluyum. Elbette mutluyum. Elif’i kokladım, Banu’nun gözünün içine baktım. Çocukken de aynı şeyi söylerdim, hálá da öyleyim: Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı sorusunda, Banu’cuyum, ablacıyım.

Elif desen, üremeyeceğim ya, üreyecek olursam, kendi çocuğumu Elif’ten çok sevemeyeceğimden korkarım. Onun canı sıkıldığında, benim içim üşüyor. Çocuk hassas da bir taraftan. Benim yaşıma ulaştığında ne kadar can sıkıntısı biriktireceğini hesap etmeye kalktığımda ödüm bokuma karışıyor. Ayak ölçüsü beni geçti şimdiden. Ben 37 giyiyorum, o 38’e nanik yapıyor. Bergen diyorum ona, Bezgin Ergen kısaltması. Gülüyor. Ve tabii bu konuda "Ööööf"lüyor. Geçtiğimiz pazar tek başına dönecekti İzmir’e haspam, ilk tek başına uçak yolculuğunu yapacaktı 12 yaşında. Dedesi geldi tesadüfen İstanbul’a, onunla döndü. Artık bir başka bahara...

Havaalanları bende resmen panik atak yaratırdı, "bayağı ilginç", sever oldum bu arada.

Banu, Elif’in ardından üç gün daha kaldı. Çarşamba akşamı onu uğurlarken Mardin’den dönen Emel ve "bara inme muhabbeti" havaalanında vuku buluyor haberi uçurduğumuzda işten çıkıp gelen Banu da Yeşilköy Atatürk Havalimanı’na damladı.

Gelişten gidişe geçmesi gereken Emel’in en büyük konusu, laptop’u dedektörden geçirmekti. Bagajı aç, bilgisayarı aç, onu yap, bunu yap... Paranoya, dizi geçtim gırtlak boyu...

Oysa şef Hakan Şensoy yönetiminde Kadıköy Belediyesi Filarmonia İstanbul ile birlikte konser vermek için Türkiye’ye gelen İngiliz çellist Raphael Wallfisch, "sıvı ve bagaj" yasağı yüzünden, Heathrow’da, 500 bin sterlinlik çellosunu uçağa almadıkları için, denizyoluyla, Manş’ı filan dolanarak gelebildiği memleketimizde verdiği beyanatta; terörist muamelesi görmekten rahatsız olduğunu dile getirmiş ve "İşadamı olsaydık problem yaşamayacaktık. Onlar laptop’larıyla uçağa binebiliyor. Üstelik bu uçuş güvenliği açısından daha tehlikeli. Ama bizi önemseyen yok. Neyse ki yapılan protestolar işe yaramış ve hükümet sesimizi duymuş. Sanırım artık enstrümanlarımızı kabinin içine alabileceğiz" demiş.

Bil bakalım? Havaalanını düşündüm. Senin beyaz Mac’i düşündüm. Onda yaptığın müziği düşündüm. Üşüdüm. Seni aramakla ilgili bir acayip dürtü tırmaladı beynimi.

Biliyorum, ayıp bu yaptığım. Fakat, bir zamanlar bitişik odalarda küs küs otururken birbirimize mektup yazardık ya...

Evde yazmaya yelteneceğim mektuptan korkuyorum. Ve sana bir mektup yazmazsam, ölebilirmişim gibi hissediyorum. Hülya Avşar olduk hepimiz anasını satayım.

Özledim seni. O kadar.

Ha, bi’ de, niye bilmiyorum ama özür dilerim.
Yazının Devamını Oku

Gözümüz aydın! Aranan pop yıldızı bulundu

16 Eylül 2006
Seyretmemiş genç arkadaşlarımız da vardır belki: Mickey Rourke’un boks ringlerinde ağzını burnunu dağıttırmadan ve yüzüne acayip estetik operasyonlar yaptırmadan önce "Analar neler doğuruyor" şeklinde iç geçirten seksapeliyle gönüllerimizi fethettiği 9 Buçuk Hafta filminin en akılda kalan sahnelerinden biri, yine insanın zihnine "Bu kadınsa biz neyiz, biz kadınsak bu yaratığın türü ne?" sorusunu düşüren güzelliğiyle Kim Basinger’ın, ruh hastası manitaya (Mickey Rourke’a) striptiz yaptığı sahnedir.

O sahnede fonda, Joe Cocker’ın söylediği "You can leave your hat on" isimli, sözlerini "Onu da çıkar bunu da çıkar, çok istiyorsan şapkan üzerinde kalabilir bebek" şeklinde özetleyebileceğimiz şarkı çalar.

Allah biliyor ya, Murat Boz’un "Aşkı Bulamam Ben" adlı şarkısının klibini izlerken, bir yandan da kafamda Joe Cocker’ın sesi yankılanıyor.

Hey maşallah diyerek girelim lafa ve "şimdi de iyi haberler" sunumu yapan mutlu anchorwoman edasıyla devam edelim: Gözümüz aydın, aranan yeni pop yıldızı bulundu!

Ki, gayet de ortalarda, piyasadaymış, kayıp filan değilmiş esasında. Müzik camiasının iyi saklanmış sırrıymış Murat Boz meğer. Hoş, iyi saklanmış dedik ama şanı Shakira’nın kulağına kadar da gitmiş gerçi... Türkiye’ye konsere geldiğinde, Murat Boz’u özel olarak istemiş. (Abla ağzının tadını biliyor velhasıl...)

KARADENİZ’DEN TARKAN’A

Özgeçmişine bakınca, 26 yaşına (Böyle söyleyince nispeten iyi hissediyor insan. "80 doğumlu" kalıbı, tokat gibi patlıyor 34 yaşındaki bir kulakta!) epey bir şeyler sığdırdığını görüyorsunuz zaten.

Müziğe ortaokul yıllarında merak salmış. 15 yaşında, İstanbul Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi yetenek sınavını kazanınca doğduğu Zonguldak’ın Karadeniz Ereğli’sinden İstanbul’a gelmiş. Bu arada Atatürk Kültür Merkezi, Cemal Reşit Rey’de müzikallerde koroda yer almış. 1998’de Milliyet Gazetesi’nin meşhur liselerarası müzik yarışmasında erkek solist dalında Türkiye birincisi olmuş. Lisenin ardından Bilgi Üniversitesi caz vokal bölümüne burslu olarak girmiş.

Bu dönemde Tarkan’la tanışmış ve beş yıl boyunca onun vokalistliğini yapmış. 2003 yılında İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler bölümüne girmiş. Hálá da buradaki eğitimine devam ediyor.

Tarkan’ın yanı sıra Nilüfer, Nazan Öncel, Demet Sağıroğlu, Hande Yener, Nil Karaibrahimgil, Emel Müftüoğlu, Burcu Güneş, Zeynep Dizdar, Zeynep Mansur, Hepsi, Rapsodi ve Popcorn gibi solist ve grupların sahne performanslarında ve albümlerinde çalışmışlığı ve reklam jingle’ları seslendirmişliği de var.

Bir de tabii, ayrı bir bilgi olarak belirtmenin gereği var mıdır, görünen köye dekoder lazım mıdır bilmem, gerekmese de söylemeden edemeyeceğim, adam GÜZEL.

MASUM STRİPTİZİ ONDAN ÖĞRENİN

Tamam, söylerlerdi de, şakağına kır düşmemiş erkeğe erkek demeyen bir kadın olarak inanmazdım, ama hakikaten yaş alınca oluyormuş öyle, bir süredir Aysel Gürel moduna geçmiş olabilirim. Yine de ben ergenken bile böyle poster çocuğu kıvamında güzel adamlardan hazzetmezdim. Murat Boz’un kerameti nedir bilemeyeceğim ama ekranda belirmeyegörsün ve gözümün ucu görüntüsüne değmeyegörsün, gözüne fener tutulmuş zargana gibi kalakalıyorum öyle... İçinden dışına fosfor mu salgılıyor nedir, anlamış değilim...

Murat Boz, söz ve müziği, aynı zamanda arkadaşı olan Nil Karaibrahimgil’e ait olan Aşkı Bulamam Ben’in klibinde, cam separatörlerin ardındaki üç Brezilyalı, üç Çekoslovak mankenin ortasına konuşlanmış, küçük çaplı bir striptiz yaparak dans ediyor.

Yine aynı zamanda arkadaşı olan yönetmen Süleyman Yüksel, seksi klip istemiş. Ki Murat Boz bu striptizi "masumane" olarak addediyor.

Öyle de nitekim. Atlet bile çıkmıyor yani. Güneş gözlükleri, kot mont ve gömlek fora ediliyor o kadar...

Bu aralar çıkacak albümde Aşkı Bulamam Ben gibi, çapkın sözlere sahip bir başka şarkı daha var mıdır bilemiyorum ama Süleyman Yüksel’in başarılarının devamını diliyoruz kadın arkadaşlarımla birlikte; bakın onu biliyorum...

Klibin çekimleri 14 saat sürmüş. Bu da Murat Boz 14 saat boyunca kalça ve gerdan kırmış anlamına geliyor ki bu anlamda çekim ekibinin çok sıkılmadığını tahmin ediyorum. (Aaa, kendimden sıkıldım yahu! Bu ağzını toplayamayan azgın kadın durumu hangi ara tebelleş oldu bünyeye bilmem. Şu yazıyı Murat Boz’un içkisine ilaç atmadan bitirmeyi başarırız inşallah!)

Murat Boz, sadece güzel ve okumuş çocuk değil, aynı zamanda iyi aile terbiyesi almış bir iyi insan da anladığımız kadarıyla bu arada. Tanıyanların yalancısıyız...

Çıktığı programlardan ve verdiği röportajlardan edindiğimiz intiba da bu bilgiyi yalanlamıyor nitekim...

YAKIŞIKLI OLDUĞU KADAR MÜTEVAZI

Albümden önce bir single ile piyasaya düşüşünün nedenini açıklarken; "Bu yaz Ajda Pekkan, Kenan Doğulu gibi büyük isimler albüm çıkardı. Benim gibi no name (isimsiz) adamların kendisini önce single’la tanıtmasını daha doğru buluyorum" şeklinde cümleler kuruyor. Ki bu beyanatlarından da yakışıklı olduğu kadar küstah, pardon, ne münasebet, mütevazı ve akıllı bir kardeşimiz olduğunu anlıyoruz. (Evet, kardeş faslı tamamen muharrirenin kendini telkin etme gayretinin bir ürünüdür!)

Murat Boz, Aşkı Bulamam Ben’de kiminin göbeğine, kiminin uzun bacaklarına, kiminin saçına kiminin osuna busuna tav olduğu için manitaları birbirinden ayıramayacağını, tek bir kişiye bağlanıp Mecnun olamayacağını söylüyor ya...

Aferin demek istiyoruz kendisine. Kim tutar seni güzel kardeşim. Bağlasalar durma, yakışır...

Tek bir kişiye yedirtmezler böylesini zaten... Bazı erkekleri tekele almak, bülbülü öldürmek gibi bir şey olur... Diyorum... Ve konserlerde saçını başını yolan ergen yaklaşımımdan kaynaklanan utançla kızarmış yanaklarımı da yanıma alıp, mevzudan ikiliyorum.

Şimdi böyleysek, 50’lerimizi devirdiğimizde ortaokul kapılarından toplamaları gerekmez inşallah. Tövbe tövbe...

Ferda Anıl Yarkın ağır döndü

Yiğit Özgür karikatürlerini andıran bir hál. Hani siparişi gecikmiş müşteri bakkalı arayıp; "Bizim bir sipariş vardı, n’oldu?" diye sorar; bakkal da; "Ya, onu bırak da bir zamanlar bi’ İlhan İrem vardı, o n’oldu?" diye yanıtlar... (Bu arada, İlhan İrem de alınmaz inşallah.)

İşte; "Ya, bi’ Ferda Anıl Yarkın vardı, o n’oldu?" merakımız da çok şükür, Ferda Anıl Yarkın’ın Ayrılmayalım isimli dördüncü albümünü piyasaya sürmesiyle giderilmiş durumda. Çok şükür diyoruz, hiç ses seda çıkarmadığı yedi yıllık sürede bir ara öldüğüne dair rivayetler bile dolaşır olmuştu zira...

Yarkın, hiçbir zaman yanar döner fıkırdak popçulardan olmamıştı ya, yaşının getirdiği bir şey de olsa gerek, son albümünde iyiden iyiye ağır abi takılıyor. Albümün tümünü dinlemeyenlere, albümle aynı adı taşıyan çıkış şarkısı Ayrılmayalım, bir fikir verecektir.

Ayrılmayalım’ın klibinde Yarkın, ayrılmayalım diye tutturduğu ablayla bol bol hüzünlü bakış paslaşıyor. Bir de duman basmış bir yatakta tek başına kahır yapıyor.

Kötü mü? Ne münasebet... Yalnız, nasıl desem, ağır yani; ağğğyyrılmayalıııım, ağğğğyyyrılmayalııım şeklinde son derece ağdalı giden nakarat sağolsun, şarkıyı üç-beş kez üst üste dinlemeye kalktı mı insanın başı tutuyor.

Turkuaz’dan Rahime Sezgin de röportaj esnasında Ali Atıf Bir’in "Ferda Anıl Yarkın, Müslüm Gürses tadında döndü" cümlesine de atıfta bulunarak, gerek Yarkın’ın görüntüsüyle gerek albümdeki parçalarla ilgili, bu "ağır" duruşun ne ayak olduğunu sormuş nitekim.

BEN DİNLER MİYİM?

"Şuna inanıyorum; Türkiye’de biraz da yorumcu dinlemek lázım. Hep klip izleyerek olmaz. CD’leri dinlenilsin diye yapıyoruz. Kimseye saldırıyor değilim bunu derken, isim de vermeyeceğim o yüzden" diye yanıtlıyor Ferda Anıl Yarkın.

Şahsen Ferda Anıl Yarkın’ın "dinlenilsin" diye albüm yapma arzusunu son derece saygıdeğer buluyorum. Ha, 7/24 bu kadar ağdalı bir albümü dinler miyim? Ağır depresyonda değilsem, girmeye niyetli de değilsem, yine şahsen dinlemem, o da ayrı...
Yazının Devamını Oku

Yaşasın hamaset!

10 Eylül 2006
Bilenler bilmeyenlere anlatsın, bundan yaklaşık iki ay önce TSE’nin kalite yönetim belgesinin flamasını gururla göndere çeken, işi gücü bırakıp ele güne karşı o biçim kaliteli yönetildiğini gösterebilmek için ISO 9001 belgesi edinen kaliteli Meclis’imizin, Türkiye Milletvekillerini İzleme Komitesi tarafından hazırlanan, senelik performans "karne günü"nü idrak ettik. Meclis Başkanı Bülent Arınç, ISO 9001 belgesinin verildiği gün düzenlenen törende renkli kumaşlarla süslenen sandalyelerin beşinin kırılmasını "Tam Aziz Nesin’lik hikáye" patlangacıyla, hafiften bıyık altı bir gülücükle aktaran, bizim gazetede yayınlanan habere büyük teessüflerini sunmuştu. Ne alákası var canım, bu Meclis’in kaliteli bir şekilde yönetildiğine dair bir gurur belgesidir, burada sergilenen art niyettir minvalinde cümlelerle...

Eh işte... Geçtiğimiz hafta karne belgesini de görmek nasip oldu. Ve karnelerin durumuna bakacak ve okul tabiriyle ifade edecek olursak, kimi Milletvekilleri’nin eline resmen belgesini vermek lázım. Kulağından tutup, "Sizin çocuktan milletvekili olur, nitekim olmuş ama o ünlü çulsuz dervişin padişah oğlu masalını da hatırlatmadan edemeyeceğiz" diyerek ebeveynlerine teslim etmecesine...

Düşünün ki dördü AKP’li, üçü CHP’li, biri ANAVATAN’lı, biri de bağımsız dokuz milletvekilinin haklarında, hiçbir etkinlik verisi tespit edilemediği için rapor bile hazırlanamamış.

İnsan sırf merakından "Dur lan bi’ görelim, ben neciymişim, bizim dükkan ne mene bir yermiş?" diye bir gidip bakmaz mı? Tam dokuz milletvekili, bakmamış...

Meclis’in favori etkinliği sataşma ve kavga. Şaka değil, sataşma ve kavga, TBMM genel etkinlik sıralamasında yüzde 20.21 oranıyla birinci sırada.

Milletvekillerinden 102’si hakkında dokunulmazlığının kaldırılması istemiyle dosya bulunuyor. Suçlanma nedenlerinin birinci sırasında seçim ihlalleri var. Bunu sahtecilik, dolandırıcılık, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma, görevi suiistimal suçları izliyor.

Bu arada, Milletvekillerini İzleme Komitesi yetkilileri, raporu açıkladıktan sonra aldıkları hakaret ve tehdit telefonlarından hafif tırsmış vaziyette, kendi tabirleriyle "Bir uzlaşma zemini arıyor."

Nasıl bir uzlaşma zemini bulabilecekler merak içindeyim. Kırmızı kurdele mi takacaksın, "Bak bu sene çok haylazlık yaptın ama ben yine de mahsusçuktan elmanı kızartıyorum" mu diyeceksin?

KAHRAMAN ORGANİZATÖRLER

Eylülün ortasını idrak ettik. Bu saatten sonra "Geçen sene yediğin hurmaların tırmalamasını telafi etmek istiyorsan, eylülde ikmále gel" de diyemezsin?

Belki Bülent Arınç, hani 23 Nisan da değil ama Meclis’in gençlerinden bir elemanı (Valla en genci kaç yaşındadır bilemem ama en genç seçilme yaşı 30; ordan hesap edin işte...) çıkartıp şöyle vicdanlara da seslenen bir hamaset şiiri okutur. Çocuk, pardon genç, biraz da ağlağı abartıp, hakikaten gözyaşları dökmeyi becerirse, hislenir, "E, bu delikanlıların da kanı kaynıyor tabii, hep yoklama hep yoklama nereye kadar, mazur görmek lázım" diye kurul kararıyla sınıf atlatırız?

Hamaset işe yarar bakın... Meselá Formula 1 Türkiye Grand Prix’si sonunda birincilik ödülünü KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a verdirmek suretiyle cümle áleme KKTC’yı tanıtmadık mı, tanıttık...

Gerçi, bunun üzerine, Uluslararası Otomobil Federasyonu FIA’dan, "kürsüdeki siyasal karakterli bu tören" yüzünden, Türkiye’nin, Dünya Binek Otomobiller Şampiyonası (WTTC), Dünya Ralli Şampiyonası ve Formula 1 organizasyonlarını kaybetmesinin söz konusu olabileceğine dair açıklama geldi. Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu’nun FIA üyeliğinin sona ermesi de ihtimaller dahilinde.

Akıbetimiz, bu sorunu görüşmek üzere 19 Eylül’de düzenlenecek olağanüstü komite toplantısına bağlı. Orada, Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu ve 2006 Türkiye Grand Prix’sinin organizatörleri dinlenecek. Bugüne dek yapılan tüm yatırımların, senelerdir hasretle özlenen reklam ve tanıtım olanağının hepi topu bir senelik muhabbetin ardından çöpe gidip gitmeyeceğine ona göre karar verilecek...

Umarız orada da "Kahrolsun tabansızlar! Biz kendimize yeteriz!" diye slogan filan atmazlar.

Atarlarsa da ne yapalım artık...

Kim ne düşünürse düşünsün. Değil mi ki biz bir kere kendi anlattığımız masala en önce kendimiz inandık:

En kaliteli Meclis bizim Meclis... En kahraman organizatörler bizim organizatörler...
Yazının Devamını Oku