Ebru Çapa

Pek tırnak içinde deprem "gerçeği"

10 Kasım 2006
O kadar komik ki komik bile değil. Geçtiğimiz ay yaşanan 5 küsurluk depremler, yer altında uyuyan bir zalim -demeyelim, doğası itibarıyla korkunç- devin, ölmediğini, sadece uyuduğunu hatırlatmış durumda. Bunun yaygarası kopacaktı elbet; nitekim, kopuyor da... Allah cümlemizi öncü-artçı depremden sakınsın; muhtemel depremin öncü polemiklerini yaşamaya başladık bile.

Kendi iddiasına göre en bi’ Nietzsche’ci ve body building’ci ve o saç modeli neyi simgeliyorsa artık işte bi’ de ocu "deprem bilirkişisi" Prof. Şener Üşümezsoy, meslektaşlarını rant için deprem paniği yaratmakla suçladı. Akşam gazetesi, salı günü, "Kamuoyu, spekülasyonlara son vermek için profesörlerin malvarlığını açıklamasını bekliyor" şeklinde bir manşet attı. Diğer deprem bilirkişileri de ona cevap vermeye girişti. Filan feşmekan...

Özetle: Deprem popçularımız, iddia edildiği üzere emlak piyasasıyla ilişki içersinde midir bilemeyeğim ama işin magazininden yana nemalanmak ve 99 depreminde, deprem misáli sarsan, bitmek tükenmek bilmeyen geyikleriyle edindikleri popüleritelerini tekrar kazanmak adına kolları sıvamış vaziyetteler; bakın ondan yana en ufak bir şüphem yok.

Memleket şöyle bir titreyegelince, depreme hazırlık tatbikatları da huzura geldi. Birkaç gündür deprem tatbikatını izliyoruz.

Gülelim mi ağlayalım mı bilemiyoruz. Allah yanıltsın, tatbikatın gösterdiklerine bakılırsa, deprem olması hálinde ölmez de sağ kalırsak nasılsa bolca ağlayacağımız için, hiç değilse bari şimdi gülelim hesabına, oyumuzu kahkahadan yana kullanıyoruz.

ABD’den beher adedi 1 milyon dolara satın alınan ve neye istinadense artık, Koca Yusuf adı konan itfaiye araçlarının tanıtıldığı tatbikatı gördünüz mü meselá?

Yangın ve deprem sırasında trafiği engelleyen araçları kaldırması gereken, 30 cm.’lik betonu delerken aynı zamanda su fışkırtan aracı kullanan arkadaş, temsili araç işlevi gören mavi kamyoneti kulağından bir tuttu, o tutuş... Káğıt gibi buruşturdu. Araç, direkt hurdalık oldu. İnsan maazallah, depremden mi kaçsın sevmeye çalışırken dövmekten beter eden araçtan mı kaçsın şaşırır...

İroninin boyutu kesmediyse, bu aracın, muhtemel depremde yolların alacağı hálin baş müsebbibi sayılabilecek Kadir Topbaş’ın huzurunda denendiğini de hatırlayın. Ve Topbaş’ın hadiseye kondurduğu pek nüktedan noktayı: "Bizim atari oynayan çocuğu getirsek bunu yapar. Çünkü iki tane joystick, iki tane tık tık... Eğitim vermişler ama bu yeterli değil. Nokta çalışması yapması lázım. Bizi görünce bildiğini de unuttu." İlahi... Kendilerinin böyle bir etkisi oluyor hakikaten bünyede. Ben meselá her Allah’ın sabahı trafiğe çıktığımda kendi adımı bile unutuyorum; nerde kaldı iki joystick, iki tık tık nokta atışı...

Tatbikatlar boyunca, buna benzemez türlü çeşit "komiklik"ler yaşandı. Ve Vali Yardımcısı Adem Karahasanoğlu, "İstanbul büyük bir depreme hazır ama çalışmaların yeterli olduğunu söylemek de çok iddialı olur" şeklinde temkinli olduğu kadar, kendileri "tevazu" takılsalar da "iddialı" bir açıklama yaptı.

Sizin hazırdan anladığınız nedir Allah aşkına? 99 depreminde hasar görmüş binaların durduğu gibi durduğu, iki damla yağmur yağdı mı sel feláketinin yaşandığı, trafiğin depreme gerek kalmadan normal bir günün her saati felç olduğu bir bölgede; büyük bir depreme hazır olmak nasıl bir şeydir?

"Şu okullar olmasa Maarif’i ne güzel idare ederdim" vecizesi gibi bir şey midir?

Büyük bir depreme hazırlıklıyız. İş ki deprem olmasın... Deprem olmadığı sürece, asayiş berkemáldir...
Yazının Devamını Oku

Işınla beni günlük

5 Kasım 2006
Sevgili günlük;<br><br>Hani ne zaman teknolojik arızalar üst üste gelse, kedi kuyruğuna takılmış konserve tenekesi gibi peşisıra "Mars geri gidiyormuş abi, ondandır" geyiği de gelir ya...

Mars’ın, bu aralar, geri geri deparlı koşu branşında kendi rekorunu kırmak gibi bir misyonla Kozmos Şampiyonası’na filan hazırlandığını tahmin ediyorum.

Benim laptop, bir tür teknolojik komada. Tamir ettireceğim tabii de şu dönem bir geçsin diye bekliyorum. Konunun içinden teknoloji geçmesi, batıl triplerden muaf olduğumuz anlamına gelmiyor. Evet efendim, dalga geçmeyelim; virüsten temizlenecek diye yatırıldığı ameliyat masasında hastayı kaybedebiliriz diye korkuyorum.

Bir haftaya yakındır internetle ilgili dakka başı sorun yaşamamız, aldığım ve yolladığım üç e-postanın 103’ünün banned, yani sakıncalı olarak huzura gelmesi filan yetmezmiş gibi, tanıdığım ve yoğun teşriki mesaimin bulunduğu bilgisayar yazılımcısı bir arkadaş, motosikletten düşüp mouse kullandığı sağ elini bilekten çatlattı.

Vahamet o noktaya geldi dayandı.

Yazının Devamını Oku

Hediyelik klipler

4 Kasım 2006
Bir süredir, gazeteye gelen postalarımı bir-iki haftalık paketler şeklinde, toplu olarak ve háliyle biraz rötarlı tarifeden alıyorum. Son seferki paketten çıkan birikmiş bayram tebriklerini göz önünde bulunduracak olursak, bana hálá bayram. ("Ruh sağlığı açısından ele alacak olursak, sana zaten her gün bayram" şeklinde esprimsi buyuracak olanlara buradan peşinen şirin şirin el sallamak isterim.)

Bu arada, bayram vesilesiyle, müzikal álemde yeni bir trendin doğduğunu fark etmek de nasip oldu. Bir baktım ki ne göreyim: Paketten, kimilerinin ismini ilk kez duyduğum altı-yedi ayrı şarkıcının, bayram hediyesi bábında yolladığı klip DVD’si çıktı...

"Hafif" kel aláka bir durum ama: Hayatımın kaplumbağa olmayı dilediğim bir döneminde, doğalgazcıların beni takip ettiğine dair paranoyaya kaptırmıştım kendimi. Karakıştı, memleketin muhtelif mahalleleri, doğalgaz denilen hadiseyle yeni tanışmaktaydı. Kömür yakan merkezi kalorifer sistemlerinden, doğalgazlı kat kaloriferine geçmek gerekiyordu. Ve o dönem álemin bütün zalim ev sahipleri birleşip canıma okumaya karar vermiş ve ağız birliği etmişler gibi; "Valla benden kapik işlemez. İstiyorsanız kat kaloriferini siz yaptırın; olmadı soba kuruverin" tonundan akıllara ziyan öneriler getiriyordu. Bu yüzden, bir buçuk yıl içinde o semt senin, bu semt benim, dört ayrı ev değiştirmiştim neticede. Bir yerden taşınıyordum ve tam kıçımı bir koltuğa yerleştirmeye kalkıyordum ki haberi alıyordum: Mahalle doğalgaza geçiyormuş. Hadi bakalım; Abbas yine azapta gerek... Şuuru zorlayan bir durum olduğu için iyiden iyiye psikopata bağlamıştım. İstem dışı, habire aynı şeyi düşünüyordum: Doğalgazcılar beni takip ediyor!

Şu Kliptoman köşesi zaten pek tekin sularda gezinmeyen ruh sağlığımla istop oynuyor. Zarf üstüne zarf açıp da bayramın bendenizi klip manyağı yaptığını görünce, gayrı ihtiyari kendimi benzer bir cümleyi kurarken yakaladım: Klipçiler beni takip ediyor!

Dediğim gibi, "şeker niyetine klip" yollamak suretiyle bayram kutlayan sanatçıların bir kısmını isimlerini ilk kez duymacasına, tanımıyorum.

İyisi mi hadiseyi, Ferhat Göçer’in Çok Yorgunum ve Nez’in Sevgi Bu Mu Diye isimli şarkılarının kliplerinden bahsedip; "örnekler çoğaltılabilir" diye bağlayalım.

TEKNOLOJİ, HAYAL GÜCÜNE YOL VERMEDİ

Ferhat Göçer’in klibi, Nazım Hikmet’in şiirinden derlenmiş sözlerini Cem Karaca’nın davudi sesinden dinlemeye alıştığımız o müthiş şarkıya çekilmiş: "Çok yorgunum / Beni bekleme kaptan / Seyir defterini başkası yazsın / Çınarlı kubbeli mavi bir liman / Beni o limana çıkaramazsın..."

Yönetmenliğini Kamil Aydın’ın, çizimlerini Şilili Rodrigo Miguel’in yaptığı, canlı görüntülerle animasyonun harmanlandığı ve 40 bin dolara mal olduğu söylenen klipte ekip, Nazım Hikmet ve Cem Karaca’ya saygılarını sunuyor.

Klibin hikáyesi, Ferhat Göçer’in hayal gücüne dayanıyormuş. Şöyle ki: Göçer, albümden son klibi, bu şarkıya çekmek ve klipte Nazım Hikmet ile Cem Karaca’nın görüntülerine de yer vermek istemiş. Hayalinde, klibin sonunda ikisinin bir martıya dönüşerek uçup gittiklerini canlandırmış. Gelin görün ki, reel görüntüler buna imkán tanımayınca, klip animasyona kaymış.

İyi niyetli, üzerinde emek sarf edilmiş bir çalışma elbet. Yine de insan bu şarkıyı kimden dinlerse dinlesin, zihninin bir yerinde Cem Karaca’nın sesini özlemeden edemiyor.

KENDİ Mİ TASARLAMIŞ KEDİ Mİ, ANLAMADIM

Nez’in, üzerindeki jelatinde fotoğraflarının yer aldığı çikolatalarla birlikte "hayranlarına ve müzikseverlere bayram hediyesi olarak sunduğu" klibine gelince: (Nez, bu konuda "Bu klip bilgilerini gönderdiğim setteki yüzde 100 Nez’li bayram çikolatalarınızı da keyiflice yiyin" temennisinde bulunuyor.)

İkinci albümü Yüzde Yüz Nez’den, "Hey DJ"in ardından hangi şarkıya klip çekileceği, resmi sitesindeki ankete katılan hayranları tarafından belirlenmiş. (Bu da son birkaç yılın olmazsa olmaz trendi biliyorsunuz. Allah için isabetli yaklaşım.) Hayranlar, Fikret Şenes’in "Sevgi Bu Mu Diye" adlı şarkısında karar kılmış. Klip, Kanal 6 stüdyolarında, Tamer Aydoğdu yönetmenliğinde, 50 kişilik bir teknik ve set ekibiyle, iki günde çekilmiş. Ve tebrik klibinin kapağının içindeki bültenin yalancısıyız; "Çekimler boyunca Nez’in keyifli ve şakacı tavırları görülmeye değer"miş...

Kendileri, çekimde, yine kendi tasarımı olan "birbirinden güzel" üç ayrı kostüm giymiş. (Ki bendeniz, az önceki cümlede, buna tashih demek ne kadar doğrudur bilemem, daha ziyade bir lapsus neticesi olduğunu tahmin ediyorum, "kendi tasarımı" yerine "kedi tasarımı" yazmış olduğumu fark ettim. Evet, Nez Hanım’ın kıyafet tercihleri birçokları gibi bende de "Çizmeli Kedi"yi çağrıştırıyor.)

"Peki klipte n’oluyor?" derseniz, her zaman olan şey oluyor. Nez, memleketteki ilk ve "büyük" çıkışını "yerli Shakira" olarak yapmasına vesile olan kalça kıvırma hareketlerinden ve sevimli mi sevimli gülücüklerinden bolca bahşederek şarkısını söylüyor.

Kalça cephesinde yeni bir şey yok anlayacağınız.

Tamam mı ey kári; sessizce dağılalım mı? Haftaya Yerli Plaka’lı bir yazıda buluşalım mı? Bu arada hayat da bayram olsun mu? Olsun. Amin.

Tırsss notu: Yok artık! Yemin ederim ki, iki gözüm önüme aksın ki az önce binanın makyaj odasında Ferhat Göçer’i gördüm. Benim psikopat olmam, hayatın bir komikçi olduğu gerçeğini değiştirmez. Size ne diyorum: Klipçiler beni takip ediyor! Korkuyorum.
Yazının Devamını Oku

Kış baba; kış kış...

3 Kasım 2006
Bir albümü sevmeyegörsün, kendisi yorulana, çevresi de kusma raddesine gelene kadar dön dolaş onu çalan, "plağı değiştirmeyi" bir türlü beceremeyen obsesif bünye yine hadiseyi abarttı. Bu hafta benim odada durmaksızın Nazan Öncel’in sesi yankılandı. Tabiri caizse, "7 bitirdi" beni Nazan Öncel. Hele ki dışarıdaysam ve şehrin tepesine kırbaç gibi inen kışın dayağına maruz kalmaktaysam, Nazan Öncel anında beynimin içinde fısıldarcasına başlıyor: "Kış baba kış kış / Çüş baba çüş çüş..."

Yine senenin "o" dönemleri geldi. Ve yağmur yağdı. Yağacak elbet.

Tabiat; "Yau şu Türkler şehir plancılığından dirhem nasiplerini alamamış. Hadi bu sene ne yağmur, ne kar yağdırmayayım. Zaten garibanları AB’ye de almıyorlar. Elemanlar ne Doğu’ya ne Batı’ya yaranabiliyorlar; hadi bu sene benden 12 ay ilkbahar" demeyecek herhálde.

Nazan Öncel mırıl mırıl söylüyor: "Kış baba geliyor eli kulağında / Kaşlarını çatıyor, öfkesi burnunda / Kış baba geliyor / Cebinde ayazıyla / Kış baba kimden yana? / Kış baba, kış kış / Kış baba, çüş çüş..."

Kış baba geldi. Ve yağmur yağdı.

Rahmettir, değil mi?

Allah rahmet eyledi: Bir günde 21 ölü...

Memleketin muhtelif yerlerinde sel baskınları...

İstanbul’da Beykoz, Sarıyer, Kemerburgaz gibi yerleşim bölgelerinde okullar iki günlüğüne tatil.

Şaşırdık mı?

Ne şaşırması? Bunlar mevsim normalleri bir yana, mevsimine göre sezonluk memleket normalleri sayılır; yine sayıldı.

Bu kez dillendirmek Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’e düşmüş. Bir başkası da olabilirdi. Ne de olsa siyasiler için bayrak yarışı ya da ne bileyim, elim ucu sende oyunu bir nev’i: Mutat "Her türlü imkánı seferber ettik, yaralar sarılacaktır" beyanatı...

Bu kez Afet İşleri Genel Müdür Mustafa Taymaz’ın dillendirdiği, yine mutat avuntular: Selden evleri zarar görenlere yapılacağı vaat edilen kira yardımları...

Ve o standart klişe. Bu durumun müsebbibi ne hava şartlarıdır ne de yetkililer mesuldür durumları...

Hata kimde? Hep o kaka çarpık kentleşmede...

Vergisini veren insanların elektriğinden, suyundan çalarak gecekondu diken mütecaviz yurdum insanının evi gölete dönünce adı mağdur olur.

Oy dilenme dönemlerinde olana bitene göz yuman, başını diğer yana çevirip havalara filan bakan, hatta ruhsat vaadinde bulunan "sorumlu"lar sonradan "Ama ah, biz hep size yapmayın etmeyin demiyor muyuz" şeklinde cık cıklayıp vah tüh edebiyatından buyurur; en nihayetinde de sıvasız binasının tepesine habire habire izinsiz kat çıkan mağdur kasaba kurnazının önüne üç kuruşlu iane atar; üstüne bir de vatankurtaran álicenap hükümran rolüne soyunur...

Kış geldi. Ve perdelerde memleket normalleri...

Hepsi kış babanın ve tabii ki "ismi var-cismi yok" kaka sistemin kabahati.

Kış geldi. Gelirken bize mi sordu diyeceksiniz ama? Bir yandan hani sürpriz de yapmış değil; tarihin başından beri senenin üç ayı geleceğini duyuruyor kendileri. Taş gibi bilgi.

Bize ne abi... Bir kerecik de gelmeyiverseydi di mi...

Üstelik kışkışlayınca da gitmiyor adi...
Yazının Devamını Oku

Elegan kuple

2 Kasım 2006
Pazar akşamı, İbo Show’da Hülya Avşar ile İbrahim Tatlıses’in 18 yılın ardından ilk kez bir araya geleceğini biliyorduk. Neresinden baksanız, yazıya ekmek çıkar diye insan şöyle bir göz atar değil mi? Yok; artık her ikisine de tahammül edemediğim için, zap maratonunda, geçerken uğramadım bile.

Şaka değil; kişiliklerinden öylesine sıtkım sıyrılmış durumda ki neredeyse, muhteşem bir ses olmasına rağmen Tatlıses’i dinleyemez, son derece yetenekli bir aktris olmasına rağmen Avşar’ı bırakın televizyonu, sinemada bile izleyemez oldum.

Yine de bütün gazeteler programın "sansasyonel" bölümleri alıntıladığı için, dönen muhabbetten haberdarız tabii...

Hemen her televizyon programlarında ve konserlerinde birbirlerine laf atmak suretiyle magazin nemasından ortak nasiplenen çift, elbette ekidi kikidi flört mılört etmiş.

Tatlıses Avşar’a evlenme teklif etmiş. Avşar, ne zaman aralarında bir yakınlaşma olacak gibi olsa seti basan Derya Tuna ve Perihan Savaş’ı "sağ olsunlar"lamış... Bu sayede vallahi de billahi de o dönem aralarında bir şeycikler olmamışmış... (Pek very inandırıcıymış...)

Bu arada Derya Tuna stüdyoyu arayıp, "Benim ismimi anmasınlar; fena yaparım" ültimatomu verince, canlı yayında pardonlanmış... Filan feşmekan... Derken...

İbrahim Tatlıses, geçmiş "güzel" günlerden bir anektodu aktarmış. Diyaloğa gel, mide ilacını ihmal etme ey okur:

İ.T.: Nevin Serengil’in evinde çanak oynuyorduk. Annen de vardı. En büyük çanakçı annen zaten. Benim yanımda oturuyordun. Sen atacaksın, bir türlü atmıyorsun. Ben de; "Hadi atsana" diye seni dürtmüştüm. Sen de; "Ne dürtüyorsun... Beni Derya mı sandın?" deyince sana bir çakmıştım. Ağlayıp odana koştun. Annen de hemen gönlünü almam için odana çıkmaya ikna etti beni.

H.A.: Odaya geldiğinde sesinden tanıdım seni. Böğürüyordun.

Böyle de bir rahatlık: Adam televizyona çıkmış; vaktiyle nasıl da tokat ekleştirmiştim sana şeklinde böbürleniyor: SANA BİR ÇAKMIŞTIM.

İyi halt etmiştin. Aferin.

Seçimlerde Urfa’dan bağımsız milletvekili adaylığını koymayı düşündüğünü söyleyen İbrahim Tatlıses’e birileri, yok vergi borcu, yok mafyozi ilişkileri yüzünden, hakkındaki bilmem kaç davadan yırtmak adına milletvekili olup dokunulmazlık kılıfına bürünmek gibi bir formül kovalarken, bir yandan da mağara adamı imajını temize çekmek için biraz gayret sarf etmesi gerektiğini anlatsa iyi olacak.

Adama bak... Çıkmış, flört soslu bir geyikte, "Kız seni ne biçim dövmüştüm hatırlıyon mu lan; hahoyt" muhabbeti koyuyor.

Bir gazeteci için imkánsız bir misyon olabilir ama ne yapalım, görevimiz tehlikeyse onu da göze alırız (!) kardeşim. İddiamdır; nahan da bakın şuraya yazıyorum (Muharrire, klavyeye davranmadan önce, parmağıyla masanın üzerine sert bir çizgi çeker!): Meslek hayatımın geri kalanında, birer seferlik joker hakkını saklı tutmak üzere, her ikisinin de bir kez daha ismini anmamaya yemin ediyorum.

Evet efendim, resmen ant içiyorum: Bundan böyle ne Hülya Avşar’ın ne de İbrahim Tatlıses’in medyada en çok yer alan ünlü sıralamalarında liste başı olmalarına hizmet edeceğim. Şahsi mütevazı katkım, yanisi bir çentikçik, eksik kalıversin...
Yazının Devamını Oku

Binlerce dansöz var...

29 Ekim 2006
Ne mümtaz bakanlarımızın harem selamlık tekne gezisi, ne altı yaşındaki balerin kız çocuklarının fotoğraflarının bacak bölümlerini mozaikleyen İslamcı necip basın, ne "vallahi kadınlar öyle istediği için" sadece kadınların gireceği bir park hayal eden güzide hükümet ve belediye, ne bir şey... Son derece çirkin şekillerde "Nahan da bak böyle şeyler bizde olmaz dediniz; yer misiniz yemez misiniz!" şeklinde inadına bir fütursuzlukla gözümüze sokulan bir bağnazlık şovu... Bünye istifrağ noktasına geldi. Biteceği de yok ayrıca...

Hakikaten sıtkım sıyrılmış olsa gerek; taammüden tavukkarasıyım bu hafta. Nerde böyle bir haber izliyor ya da okuyorum; izle(ye)miyor ve oku(ya)muyorum. Mola alasım var. Dı. Aldım. Gel gör ki manevi terör konusu mu ararsın memlekette... Efen’im, memleketin diğer "Vah ki ne vah; e peki yeri gelmişken bu memleketin háli n’olacak?" meselesi Hokkabaz’ın galası vuku bulurken bizdeniz de (!) ordaydık. Girdik, filmi izledik, Cem Yılmaz’ın kendi /images/100/0x0/55eaa04bf018fbb8f88c4f16ağzıyla dalga geçtiği ve/ama beğenilsin beğenilmesin mutlak bir gerçeklik arz eden tabirle "sıcacık bir film" izlemiş olmanın hazzıyla içimiz ısınmış olarak çıktık.

Çıkışta izleyici görüşü almaya çalışan meslektaşlarımız gırla... Zaman gazetesinden, gencecikten bir muhabir arkadaş burnumuza teybi dayadı. Filmi nasıl bulduğumuzu sordu.

Bayıldığımızı söyledik. Arkadaşı kesmedi. Benim bildiğim muhabir dediğin görüş alacaksa görüş alır; manipüle etmez. Ve fekattt olur mu hiç? Bu bir Cem Yılmaz filmi?

Nitekim bu arkadaş da uzaklaşırken arkamızdan yetişip, tek kaşını havaya dikip, güya sorar gibi, yargıda bulunuverdi: "Fakat Fatma? Fatma karakteri oturmuş muydu sizce?" (İki gözüm önüme aksın ki şahidim var, yalanım yok.)

Böyle de fakatla başlayan bir soru cümlesi işte... Az zorlasa; "N’ayır, nasıl böyle hamamda ayılar gibi hemencecik bayılırsınız? Ve fekat Fatma? Ya Fatma, ama ama ah o Fatma?.." Bir Fatma’dır gidecek ööö’le...

"Neye oturmuş muydu?" diye sordum. Háliyle...

HEPSİNİ Mİ ÇALDI?

"Kendineee" dedi muhabir arkadaş iyi mi! Zannedersiniz ki bir önceki hayatında Fatma oydu ve kendi kendine oturmadığından çok emin olduğu için fena hálde bozuldu; intikam alacak ve intikamı çok acı olacak!

Bunu zaten daha filmin çekim haberleri ortama düştüğünde öngörmek için kahin olmak gerekmiyordu ya, "A ha" dedim, "dayak sezonu resmen açılmış bulunuyor." Müteakip hafta, Hokkabaz filminin "eleştirilerini" ve film ekibinin verdiği beyanatları, röportajları takip etmekle geçti. Çok şaşırmadık; hemen her şey beklendiği üzre gelişti.

Ta ki Hokkabaz’ın senaryosunun kendisinden çalındığını söyleyip Cem Yılmaz’ı, her zamanki "ağabey" edasıyla "hiç yakıştıramayarak" intihalle suçlayan Savaş Ay, hadisenin dalağını yarana kadar... Ki yanlış anlaşılma olmasın, konu ne olursa olsun, Savaş Ay’ın dalak yarmasında enteresan bir taraf olduğunu iddia etmek safdilliğe girer.

Şaşırtan, sahneye ilk çıktığı günden beri bir iğneli fıçıda yaşamasına rağmen, kanamamayı başarmış biri olarak, bana sorarsanız gerçek bir sihirbazlık performansı sergileyen Cem Yılmaz’ın bile nihayet isyan noktasına gelmesi oldu: "Bundan sonra Savaş Ay’la bir ilişkim kalmadı. Ben Oscar alsam bunlar döverek elimden alırlar. Eşek gibi çalışıyorum. Güler yüzlü, neşeliyiz diye bu kadar da olmaz. Lan ben hırsızlık tercih ediyor olsam, bu sektörde ne işim var. Kurnaz adamın tekiyim, giderim başka iş yaparım. Gençlere tavsiyem boşuna çalışıp çabalamasınlar. Kendi gayretleriyle bir yere gelmeye çalışmasınlar. Benim gibi çalıp çırpsınlar diyorum. Karikatür çizdim, dediler ki Mehmet’ten çaldı. Sahneye çıktım, Hasan’dan çaldı. G.O.R.A.’yı yaptım, benden çaldı."

Efendim, Savaş Ay’ın babası, ömrünü yollarda geçiren bir sihirbazmış. Kendileri bu senaryoyu teee bilmem kaç yılında yazmış, hatta, o zamanlar senaryoyu parası olmadığı için çekememiş ama o biçim bir senaryo yazdığını, vaktiyle gazetedeki köşesinde de yazmış. Bu nasıl bir ayıpmış? Dava açacakmış.

DANSÖZ FİLMİNDEN ARAK

Naçizane tavsiyemdir: Cem Yılmaz, meselá bir sonraki projesinde Savaş Ay’ın 2001’de çektiği Dansöz filminden inadına fikir araklamayı planladığını açıklasın.

Hatırlayanlar hatırlamayanlara hatırlatsın: Türk sinema tarihinin gördüğü en zavallı gişe "başarı"larından birini yakalamış, ileride okullarda "Sinemaya giriş" derslerinin "Ne değildir" başlığı altında okutulması caiz olan Dansöz’ü, filmin senarist, yönetmen ve yapımcısı olan Savaş Ay, o dönem şöyle tarif ediyordu: "Çok ünlü bir dansöz var, ismi Cobra... Kim izliyorsa inanılmaz etkileniyor. Bir gün sevdiği adam tarafından vuruluyor ve kötürüm kalıyor."

Bu filmin ilerleyen yıllarda, İbrahim Tatlıses, Asena ve bir tetikçinin başrolleri paylaştığı bir "yeni gerçekçi" versiyonu çekildi ama Ay, nedense o dönem kimsecikleri intihalle suçlamadı gerçi... Adam da haklı; öyle ya... Öyle büyük bir sanatçı ki, kimi zaman hayat bile kendini tutamayıp onun sanatını taklit edebiliyor.

Hırsızın anatomisi

Çalmak demişken... Bu geyiklerin doğrucu bir tarafı da yok değil. Cem Yılmaz, evet, yeri geldi mi fena çalar... Misál, çok pis rol çalar...

Kendilerinin Şeker Bayramı’nda NTV’de yayınlanan, Ahmet Yeşiltepe’nin "bir kısım" Hokkabaz ekibine sorular yönelttiği "bayramlık sinema sohbeti" tadındaki programda, filmde kim hangi rolü oynamayı tercih ederdi faslının konuşulduğu bölümde, laf rol çalmaya geldiğinde şöyle bir cümle sarf etmişliği var: "Rol çaldığım zaman o durum filme zarar veriyorsa, bunu istemem tabii."

Niyeyse? Benim bildiğim bir filmin ne kadar rol çalan oyuncusu varsa, o film oyunculuktan yana o kadar iyi bir seyirliktir. Değil midir?

Türk seyircisinin Cem Yılmaz’a ama olumlu ama olumsuz "bakışının", bakmaktan alıkoyamayışının yarattığı etkiyi bir yana bırakın. Cem Yılmaz’ın bugüne kadar başrol canlandırdığı kendi filmleri haricinde rol aldığı filmleri, yani Vizontele ve Organize İşler’i göz önünde bulundurunca; şu rahatlıkla iddia edilebilir: Alın o filmleri yurt dışında, Cem Yılmaz’dan bihaber bir seyirciye, eleştirmen kitlesine gösterin, Cem Yılmaz yine öne çıkan, hadi ecnebi lisanıyla da söyleyelim; "outstanding" performansıyla rol çalacaktır. Ki bizim bildiğimiz, bu da kabahat değildir. İyi oyuncu zaten rol çalar. İşi budur.

Nuri Bilge Ceylan Antalya Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü Cem Yılmaz’ın elinden alırken, onu bir filminde oynatmak isteyebileceğini söylemişti. Aynı muhabbet, bu ayki Rolling Stone dergisindeki Fatih Özgüven, ki pek çok şeyin yanı sıra memleketin en iyi sinema eleştirmenlerinden biridir takdir edersiniz, ve Yeşim Tabak imzalı röportajda da dile geldi. Cem Yılmaz röportajın bir yerinde şöyle hayıflanıyor: "Tüm bu tantananın arasında oyunculuğum es geçiliyor. Geçenlerde gazetede sinemanın genç yüzleri vardı; bir sürü erkek, ben yoktum. Ama neden?"

Ve röportaj şöyle sonlanıyor:

SORU: Peki başka yönetmenlerle bambaşka şeyler yapabilir misin?

"Valla hiç radikal bir değişiklik olmaz. Meselá Uzak’taki adamlardan biri olmak beni hiç rahatsız etmezdi. Komik unsur olarak teklif edilmesi beni rahatsız ediyor."

O günleri de görmemizi dilerim. Şiddetle... Niyedir derseniz; seçeneklerden birini beğeniniz:

a) Yalakayım biliyor musunuz... b) Cem Yılmaz’a vuralım trendine uymayıp kendime anti-trendsetter babında tarz yapıyorum; nasıl, çok havalı di mi? b) Cebime harçlık koyuyor. d) Ben bilmem beyim bilir. e) Bilemedim, sizce niye? f) Savaş Ay’a aşığım, ondan. g) Sessizce dağılalım; bu böyle gidecek yoksa. ğ) Hadeee...
Yazının Devamını Oku

Boş bir İstanbul ve sultanlar...

28 Ekim 2006
Fi tarihinden beri bahsini açasım var; olamadı gitti... Basiret bazen böyle bağlanıyor. Bayramın da etkisiyle midir nedir (Sizin cumartesi okuduğunuz bu satırlar çarşamba günü yazılıyor efen’im. Bayramın son günü yani... Bu arada biraz geç oldu ama geç olsun güç olmasın: Geçmiş Şeker Bayramınız kutlu olsun.) bu hafta, yerimiz de dar olmasına rağmen, Sultanlar Aşkına hakkında yazmaya karar vermiş bulunuyorum.

Bayramın etkisi derken; tenhalık sayesinde, "Ha, bu da böyle bir şehirdi di mi?" idrakı geliyor bünyeye; ondan bahsediyorum. İstanbul, İstanbul olmaktan çıkıyor, daha doğrusu tam da kendine geliyor ya bayramlarda. Bu sene durum tavan yaptı. Şehir, nötron bombası yemiş gibi. Yollar öylesine boş ki, trafik niyetine Fatih’in gemilerini Barbaros Bulvarı’ndan geçirmeniz bile mümkün... Tıkır tıkır yürürler valla... Geniş geniş, ferah ferah... (Evet, lafı bir yerlerden Can Atilla’nın klibine getirmek için perende attığımı kabul ederim...)

Can Atilla’dan bahsetmek için hakikaten yerimiz dar. Zira kendilerinin, "69 doğumlu biri kariyerine bunları nasıl sığdırır" diye düşündüren pırıl pırıl CV’sinin tamamını buraya almaya kalksak, ilansız bir sayfa gerekir.

Ferhunde Hanımlar, Bizim Evin Halleri, Şaşıfelek Çıkmazı benzeri 40’a yakın dizinin, Gayriresmi Hürrem, Kuvayı Milliye Destanı, Yer Demir Gök Bakır gibi bir o kadar da tiyatro oyununun, Atatürk ile Tanrıların Tahtı Nemrut’un da aralarında bulunduğu daha da çok sayıda belgeselin, Sır Çocukları, Bir Erkeğin Anatomisi, Kuruluş-Osmancık gibi birçok sinema filminin müziklerini yapmış bir müzisyenden söz ediyoruz.

98 Avni Dilligil Tiyatro Ödülü, 2002 Sanat Kurumu Yılın Sanatçısı Ödülü, 2004 Afife Jale Ödülü sahibi bir müzisyenden söz ediyoruz.

Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı, yüksek lisans, yaylı sazlar bölümünden mezun olduktan sonra iki sezon Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda görev yapmış, ’92 yılında yayınlanan Bilinçaltı’ndan bugüne, yurtiçinde ve yurtdışında Hollanda, İngiltere, Almanya, Fransa, Polonya, Rusya, ABD, Norveç, Kanada gibi ülkelerde toplam 11 albüme imza atmış bir müzisyenden söz ediyoruz.

HEP TATİL OLSA

Ki şimdilerde, müzik kanallarında, kendilerinin Cariyeler ve Geceler ile başlayan, Anadolu tarihini anlatmayı hedefleyen bir üçlemenin ikinci ayağı olduğunu söylediği "1453- Sultanlar Aşkına" albümüyle aynı adı taşıyan şarkısının klibini izliyoruz.

Sultanlar Aşkına’nın klibi de öncekiler gibi bir animasyon klip ve İstanbul’un fetih aşamasını anlatıyor. Vokalde Ayça Dönmez tarafından seslendirilen çok güzel bir şarkı eşliğinde...

Demem o ki, nasılsa Can Atilla’nın "müzikal yolculuk" hikáyesi devam edecek. Üçlemenin ilerleyen ayaklarında bilahare görüşürüz. Şimdilik teaser vermiş olalım. Daha yol uzun, bir sonraki klipte, Allah’ın izniyle İstanbul’u fethedeceğiz.

Bendeniz yarın itibarıyla İstanbul’u fethedecek İstanbulluları düşünmekteyim daha ziyade. Çıkıp son bir kez şöyle uzun uzun bomboş yollara bakayım diyorum. Biraz hüzünlü bir havası da oluyor olmasına ya, tatil dönemlerinde İstanbul’a bayılıyorum...
Yazının Devamını Oku

Emret telefonum

27 Ekim 2006
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir habere göre, ABD’de yapılan bir araştırma, cep telefonunun yaydığı radyoaktif dalgaların, günde dört saatten fazla cep telefonuyla konuşan erkeklerin sperm sayısında, yüzde 25 oranına varabilen düşüşlere neden olabildiğini ortaya koymuş. Hani benim bildiğim Türk erkeği, böyle bir sonuca sebebiyet veren herhangi başka bir şey olsa, elindeki etini kavuran kormuş gibi fırlatır atar. Ama bu da cep telefonu; ahir zamanlarda benim diyen eleman, canından, hatta can şöyle dursun, koç yumurtalarından geçer, telefonundan geçebilemez... Mecburen, mecburiyetten...

Bu durumda ne yapmak lázımmış? Cep telefonunu kemer ya da pantolon yan cebi yerine arka cepte taşımakta fayda varmış...

Cep telefonlarının nerede taşınacağı zaten olduk bittik büyük mesele...

Gömlek ve ceket cebinde taşımak kalbe zarar. El kulakta devamlı cep telefonuyla konuşan "ver coşkuyu" sinirseğine ya da "nobran ne Nobre kim" muallağındaki aşk sersemi ergene benzer tiplerin durumunun hepten kötü olduğu da epeydir bilinen bir şey. Zira cep telefonunun yaydığı radyoaktif dalgalar, sperm sayısı düşürdüğü gibi, beyin hücrelerini de olumsuz etkiliyor.

Ben ki telefon muhabbetinden hazzetmeyen, telefonun az çalmasını mutlanma vesilesi olarak addeden bir insanım; elimden gelen minimum derecede kullanıyor olmam beynimdeki gri hücrelerin ağır hasara uğramasını engelleyememiş demek ki birtakım manasız koşullanmaların kurbanıyım... Bir süredir cep telefonu olsun, normal hattın yönlendirildiği manuel telefon olsun; çaldı mı Pavlov’un kuçusu gibi yerimden fırladığımı fark ettim. Mümkün değil, oturarak telefonla konuşamıyorum.

İş yerindeysem, konuşurken, bir bakıyorum; a-a? Kendimi binanın kapısındaki turnikelerin orada, ya da koridorun ucundaki tuvalette bulmuşum.

Hadi o bir yere kadar... Kıç kadar evin içinde, kalkıp dört dönerek volta atmak neyin nesidir?

Otur, ne konuşacaksan, poponu yaydığın rahat kanepeden konuş? Telefon çalınca "Emret kom’tanım" fazına geçmek niyedir?..

Telefon buyurdu mu akan sular duruyor. Komplo teorisine itibar edecek olsa, insanın, o radyoaktif dalgaların aynı zamanda başka türden bir güdümlenmeye yol açtığını düşünesi geliyor. Mançuryalı Aday filmindeki beynine çip yerleştirilmiş zavallılar gibi; telefon çaldı mı, gaipten gelen bir komutun emirlerine illá ki uyacaksın.

Konuşmak da bir yere kadar. İnsanın canını emanet ettiği taksinin şoförünün bir yandan otomobil kullanıp bir yandan da cep telefonuna gelen SMS mesajına yanıt verdiğini gördüğünde artık isyan edesi geliyor. Kırmızı ışıkta geçilebiliyor ve fakat bilmem ne ülkesinin başbakanı kırmızı hatlı telefondan arıyormuşçasına aciliyetle ele alınan o SMS mesajını yanıtlama vazifesinden geçilemiyor.

Bayramın getirdiği iletişim trafiğinin de katkısı (!) vardır sanırım, bu ara telefondan yana bana yine fena bastılar... Malumunuz, senenin bu dönemleri geldi mi memleketin bilumum belediyelerinin, ıvır kıvır derneklerinin, varlığımızı hatırlayıp, bayram tebriği vesilesiyle sevgilerini sunası da geliyor.

Bir Bilen Bey, benim zırt fırt cep telefonu kaybetmemi, bilinçaltımdaki telefon nefretime bağlar dururdu bir zamanlar. Korkum odur ki bu aralar, yine telefonun kaybolması yaklaşıyor. Hoş, direkt gidip yeni bir tane almam gerekecek; o da ayrı.

Zira maalesef artık, her cebe hitap eden cep telefonu var; o olmadı, yeni bir tane edinene kadar kullanmak üzere arkadaşların yedek telefonları var; ve her şeyin başında da "ulaşılabilir" olma mecburiyeti var; telefonu kaybetmek mazeretten sayılmıyor.
Yazının Devamını Oku