22 Ekim 2006
İki haftadır, kellemin içinde bir süngerle yaşıyorum. Döküle saçıla, hatta dökülüp saçılmaya bile takatım yok, sürüngen edasıyla dolanıyorum. Evden çalışayım desem, o da mümkün değil. Çünkü sırf benim değil, benim evdeki her şeyin içine virüs kaçmış durumda. Evet efen’im, laptop’a da virüs bulaştı. O benden bile beter durumda: Kaputt...
Hastanenin yakınındaki bir inşaattan bulunup Başbakan’ın makam otosunun camını kırmaya yarayan balyozu "Cenab-ı Hakk’ın lütfu" olarak addedip ofisine taşıyan AKP Bingöl Milletvekili Feyzi Berdibek’ten ricacı olmayı düşünüyorum.
Yok, haşa, balyozu bana versin demeyeceğim. Teklif etmeyi aklımdan bile geçirmem. Yedi düveli bir araya gelse bile balyozu kimseciklere elletmeyeceğini, bir tek Başbakan rica ederse, ona vereceğini açıkladı zaten biliyorsunuz. Sadece Sayın Berdibek kutsal balyozu beynime ekleştirmek suretiyle beni takdis etsin diyorum. Ben de kurtulayım, siz de benden kurtulun.
BAŞKÖŞEDEKİ PANTOLON
AKP müritlerinin dalkavukluk konusundaki yaratıcılıklarına ve medeni cesaretlerine hayranlık duymamak elde değil. Yakında bu azimle Tayyip Erdoğan’ı uçurmayı da başarırlar eminim. O saçma şarkı vardır ya hani: "Is it a plane? Nooo! Is it a bird? Nooo! Is it a twister? Yeaaaah!"
İşte biz de bir bakarız: Amanın o bir uçak mı? Hayııır! E peki bir kuş mu? Hayııır! Yoksa? Yoksa? Başbakan mı?! Evveeeeaaat!!! Aha gördün mü lan! Bak olmaz diyorduk, olduruldu; şeyh nihayet uçtu; pardon, uçuruldu...
Geçen yılın haziranında Erdoğan’ın bir kermese bağışladığı eski bir çift kahverengi ayakkabısını, bir pantolonunu ve yağlı boya tablosunu 21 bin YTL’ye satın alıp şöminesinin üzerine yerleştirmek suretiyle gazetelerin manşetine çıkan AKP’li işadamı Hüseyin Akar’ı hatırlayanlar ellerini kaldırsın?
Gururla sırıtıyordu kameralara. Eve gelen misafirlerin nasıl da beğendiklerini anlatıyordu tatlı tatlı. Şömine üzerinde son derece renksiz bir pantolon ve iki adet kahverengi ayakkabı! Böylesi bir misafirperverlik şıklığı...
Berdibek de balyozu cam vitrine koymayı düşünüyormuş. Olur tabii, olabilir... Altına mum yakıp tapınabilir. Elinde davulla etrafında dans edebilir. Önünde secdeye yatabilir. Ve en önemli nokta da şu ki: Bunları yaparken, kendisini görüntülesin diye Meclis’teki makam odasına medya organlarını çağırabilir. Pardon, abilir değil esasında: Eşyanın tabiatı gereği illá ki çağırır...
KUTSAL BALYOZ
Zira bir balyoza totem muamelesi çekecek kadar maşuk bir mürit de olmasına olabilir ama bildiğiniz üzre iman dediğiniz biraz da sükûnet ve tevazu gerektirir ya hani, işte beyefendinin inandırıcılığı o noktada biraz çuvallıyor...
Yani; al o ucuna demir ekleştirilmiş sopayı hakikaten mübarek buluyorsan, git koy ofisine, soran olursa, dalga geçilme ihtimalini de göz önünde bulundurarak yüzünü kızartıp belki söylersin di mi?.. Yok; en yaman Başbakan dalkavuğu benim şeklinde bangır bas reklam da yapmak lázım ki sağır sultan bile duysun.
Bizim sultan sağır değil; şu aralar hipoglisemiden hafif bitap düşmüş olabilir ama kendileri çok şükür, tüm melekeleri yerinde, kapı gibi adam. Gelin görün ki etrafı biraz kalabalık maalesef. Dolayısıyla çok bağırmak gerekebiliyor.
E n’apsın onlar da? İşte; bağırıyor... Yok bir mahzuru... Ar damarı fay hattına dönmüş bir kez. Muhtelif yerlerinden tekrar tekrar, çatır çatır çatlatılabilir...
Benim bu konuda naçizane bir önerim olacak: Başbakan kendine, atıyorum, Demirel’in fötrü gibi bir alameti farika yapsa da adamlar hiç değilse ne kovalayacaklarını bilseler.
Öyle bir şey olsa, yağcılığı bir sanat dalına dönüştürmek adına her seferinde ayrı türden bir yaratıcılık sergilemek zorunda kalmayabilirler. Üstelik bu sayede, mecburiyetten sahtekárlık da sergilemezler.
Malumunuz, bütün bu hikáyenin en vurucu esprisi, Berdibek’in balyozla objektiflere poz vermesi değil çünkü. Milletvekillerinin o balyozu görmek için kuyruğa girmesi de değil. Balyozun "sahte" çıkması!
Sormayın, meşhur balyozlu açıklama esnasında "hem hastane yüzünden, hem inşaat yüzünden" Güven Hastanesi’ne teşekkür edip şükranlarını sunan (İnşaat olmasa, balyoz nasıl bulunurmuş yoksa?) Berdibek, hastane yetkilileri tarafından çok ağır ihanete uğradı.
Daha "Kutsal balyozu bennn kaptım" haberlerinin buharı tüterken, Başbakan’ın kaldırıldığı hastanenin yetkilileri, Berdibek’in yandaki inşaatta bulunan çok sayıda balyozdan birini hatıra olarak aldığını açıkladı.
AYAKKABI EKSPERİ
Hayatımızda "orijinal balyoz" diye bir şey var artık iyi mi! Hadi buyrun burdan yakın şimdi...
Hüseyin Akar’ın satın aldığı ayakkabıların da kendisine ait olmadığını bizzat Başbakan açıklamıştı, yine hatırlarsanız. Numarası bile Başbakan’ın ayak numarasını tutmuyormuş!
Ayakkabı eksperi, balyoz eksperi... Böyle yeni "uzmanlık dalları" yaratma ihtiyacına kadar gider bu mesele...
Her sanat eksperi de top sakallı olmak zorunda değil ya canım? Bu dönemin yağ sanatı eksperleri de çember sakallı oluverir. Elleri çenelerinde uzun uzun inceleyip: "Hmmm... N’ayır, bu orijinal balyoz değil. Demirinin üzerine füme rengi cam kırıkları yapışmış olması gerekirdi azizim; bunlar bildiğin, şeffaf, adi cam... Ayakkabılardan da şüpheliyim. Bizim Başbakan içe içe basıyor. Bunun topuklar o şekil aşınmamış?"
Başbakan, bu gayretkeş abilerle ilgili ne yapıyor hakikaten merak ediyorum. "Etrafımda çok yalaka var" diye yakın çevresine yakındığı rivayet ediliyor ama bu işlerin herhalde bir getirisi de olmalı ki bu abuk sabuk şovlar, harala gürele devam ediyor.
YA KULLANILMIŞ MENDİL?
Başbakan’ın yerinde olsaydım, ilk iş o balyozu Berdibek’ten ister, alır almaz da kullanmaktan yana siftahı Berdibek’in kafasına indirmek suretiyle yapardım: "Sizin bu saçmalıklarınız yüzünden elálemin ağzına sakız oluyoruz; bize bakıp ağızlarından gayrı yerleriyle gülüyorlar" diye höykürerek bir yandan... Hani "Berdibek, bak senin kafanı kırıyorum, AKP’li yoldaşlar, siz anlayın!" şeklinde Meclis koridorlarını inletmecesine höykürmekten söz ediyorum...
Fakat Başbakan herhálde böyle bir şey yapmıyor. Ne de olsa, bu şekilde bir kötü örnek olsaydı, bir korku efsanesi olarak namı yayılırdı. "Başbakanımız, üzerinize afiyet nezle olmuş; cebinden az da olsa kullanılmış káğıt mendil düşürdü, çerçeveletip makam masamın üzerine astım. Bedri Baykam’ın spermli mendilinden daha değerli bir sanat eseri olduğu kanaatindeyim. Şimdi size bu konuda gururla sırıtarak poz vereceğim" şeklinde bir tavır sergilenmeden önce iki kere düşünülürdü o zaman. Belki o zaman adamlar tırsar, biraz daha az saçmalardı.
Demek ki Başbakan böylesini seviyor. Kimbilir, belki istikbálini göklerde arıyor; gün gelir biz de uçarız elbet diye düşünüyor.
Ne balyozmuş be... İnsan izlerken utanıyor.
Ben de istiyorum o balyozdan. Evet lütfen; tam şuraya; tepeme...
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
Birkaç haftadır, Alex’in Bir Bildiğim Var adlı şarkısına bakıp bakıp, bünyeyi yokluyorum. Henüz ne ne düşündüğümü ne de ne hissettiğimi idrak edebilmişliğim var. Alex Bey’in bir bildiği olabilir ama şahsen benim bir bok bildiğim yok yani... Empati-sempati ve cümleten artık nobranın ne olduğunu biliyoruz dı mııaaa aşkım?- en nobranından bi’ "Ne lan bu salak saçma sakalet!?." hissiyatı arasında gidip gelip duruyorum.
Alex Bey, bildiğiniz üzre, taverna álemlerinin en atkuyruklu tabak kıran sanatçısı Hayko Bey’in mahdumu. Kendisinin de ilk gençliğini eller havaya kulüplerinin sahnelerine gömmüşlüğü, bu konuda epeyce bir mesai vermişliği var.
Seveni seviyor. Sahnesini de kendisini de... Katıldığı birkaç televizyon programında rastladığım kadarıyla da iyi aile terbiyesi almış, nazik, son derece edepli bir genç adam. Bunların yanında bir de pop albümü çıkarmış durumda ki Allah için, tabiri caizse, gayet "temiz" bir albüm.
Şahsen bir kez dinledim, bir ikinci kez alete yerleştirmek için özel bir gayret sarf etmem. Ama diyelim ki komşu 24 saat onu dinlemeye karar vermiş; gidip bu konuda kapısına da dayanmam. Çalabilir öyle fonda; en ufak bir itirazım olmaz.
BULUĞ ÇAĞI HALLERİ
Albümün çıkış şarkısı Bir Bildiğim Var’ın klibi müzik kanallarında sık sık döndürülüyor. Arada bir VJ geyiği faslında denk geldim; istek de alıyor.
Şimdiii, diyeceksiniz ki, e o zaman ne diye nobranlık ediyorsun huysuz ve dangalak kadın?
Şöyle ki, şarkı, tatlı su tadında bir pop şarkısı. "Ne lan bu" faslı da şudur: Klip kahramanlarımız, şarkısını söyleyerek sokakları arşınlayan, tüm kolları dövmelerle dolu Alex Bey ve klibin senaryosu gereği tutkulu bir aşk yaşayan iki ergen.
Kızımız siyah dikenli saçları, kapkara göz makyajı, her köşe başında gördüğümüz teenager kostümüyle (Renklerde hafif oynanabilir ama genellikle: Siyah tişört, siyah mini etek ve siyah naylon ya da file çorap altına renkli, ekseri pembe Converse...) klip çekimi bittikten sonra bir koşu Rock’n Coke, daha da doğrusu Barışa Rock’a gidip head bang yapacakmış gibi görünüyor.
Oğlanı hiç sormayın, en son o kafayı nerede gördüğümü hatırlamıyorum. Diken diken bir mohikan kesimi; anlayacağınız punk’ın kulağına su kaçırmış...
İşte bu ikisi habire birbirlerini tartaklıyorlar filan. Bir kavga, sonra bir sarılış... Hani insanın ikisini kulağından tutup "Ayrılın bakayım, şimdi böyle yapıyorsunuz ama vallahi bünyeyi buluğ basmış da ondan. Bakın valla ileride hatırlayıp bu hállerinize çok güleceksiniz" diyesiniz gelir. Benim geliyor en azından ya, artık iyiden iyiye kocakarı muhabbetine sardırmış olduğum için utanıyorum da bir yandan...
Yani şimdiden bu kadar kocamış geyiklere sardıracaksak, 50’lerimizde, 70’lerimizde bahçemize kaçan topu da keseriz maazallah. Tövbe diyelim...
AH O HORMONLAR!
Empati-sempati faslına gelecek olursak da, e ne diyeyim... Biz de gençtik vaktiyle dermişim... Dermişim... Dedim...
Yani, üstelik de o acayip 80’ler kostümleriyle saçları tiftikler, yakaları uzay filminden fırlamış gibi tavana diker ve etrafı her an birilerini jiletleyecekmiş gibi keserken... Ve müzik konusunda pek rafine bir zevkimiz varmış gibi birbirimize ukalálık taslarken, çok zaman gizli gizli, bazı bazı da hep birlikte ev partilerinde filan en arabeskinden ya da lay lay lomundan pop şarkıları dinliyorduk.
Serde buluğ çağı ve ilk aşk olduğu takdirde, fonda ne çaldığı kimin ipinde... Yani, müzik her zaman olduğu gibi, hatta en çok da o dönem hayati önem arz eder elbet de bünyeyi şaşırtır da bir yandan. Belli olmaz yani...
Brahms ya da Iron Maiden çalarken göbek atılabilir, Müslüm dinlerken kahkaha krizine gark olunabilir, en neşelisinden, ne bileyim bir Beach Boys şarkısında gözyaşları dökülebilir.
Hep o hormonlar; ah o hormonlar...
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2006
Bu satırların kaleme alındığı vakitlerde (Gün: Çarşamba) Galatasaray’ın, bu yılki Şampiyonlar Ligi’ndeki 3. maçına çıkıp, PSV Eindhoven’le karşılaşmasına birkaç saat var. Her zamanki gibi, gazetelerin spor sayfaları, manşetlerinde, maçın skoruna dair tahmin yürütmekten çok, GS Teknik Direktörü (Gazetelerin yarısında ilk ismi Eric olarak geçen) Erik Gerets’in akıbetini tartışılıyor. Eh, yarın da (Sizin bu satırları okuduğunuz tarihin dünü) Beşiktaş Tottenheim Hotspur ile, Fenerbahçe ise Newcastle United ile karşılaşıyor.
Onların maçları da ne getirir ne götürür şu anda kesin bir şey söylemek mümkün değil ama çoğunluğun damgasıyla "bekleneni veremeyen" Fenerbahçe Teknik Direktörü Arthur Antunes Coimbra, yani bildiğiniz Zico ve düzenli aralıklarla kıyım kıyım kıyılan Beşiktaş Teknik Direktörü Jean Tigana’nın da her hafta olduğu gibi "kader maçı"na çıktıklarını söylemek malumu ilamdan öte bir anlam taşımıyor.
Yenerlerse "Kralsın" yenilirlerse "Sefil bir böceksin" muamelesi görecekler ve bu haftanın kralsın ve böceksin fasılları, bir sonraki hafta oynanacak maçlarda konuşulacaklar açısından herhangi bir şey değiştirmeyecek. Haftaya yine sil baştan bir tertip okuruz her biri hakkında: "Gidiyor"; "Yok, Başkan memnunuz sinyali verdi, kalıyor"; "Yok yok, bu sefer kesin gidiyor..." "Beter böcek!-Arslan kral!"
Mübarekler, her hafta, her hafta, her hafta bir "KADER MAÇI"na çıkıyor.
Bildiğiniz, klişe... Seneye fikstür belirlendikten sonra, bahis organları, üç büyüklerin o yılki teknik direktörlerinin kaçıncı haftada gönderileceğine dair bahis de oynatmayı düşünebilirler bence. İlgi gören bir damar olabilir valla...
Bilmem kim gönderiliyor, yok gönderilmiyor, onun yerine bilmem kim gönderiliyor "dedikodularının" kaçıncı haftada çıkacağına dair ayrı bir iddia da yürütülebilir diyecektim ki vazgeçtim. O standart zira: İkinci, bilemediniz üçüncü hafta başlamak üzere, tüm sezon boyunca...
Tigana, NTV Spor’dan Gökmen Örkmez’e konuşurken teşhisi şahane bir şekilde koydu işte: "Bu hafta (lig maçında) kazandığımız için eleştirilerden biraz uzak kaldım. Yani bu hafta sarışın ve mavi gözlüydüm. Ama İnönü’de kaybetseydik zenci olurdum. Türkiye’de futbolda sadece Gerets, Zico ve ben varım sanki. Her gün bir teknik adam eleştiriliyor. Bunun sonu yok gibi..."
Yoktur tabii; adam gelir gelmez hadiseye aymış... Hatta belki tüyoyu gelmeden evvel, Türkiye’deki "büyükleri" dövüle dövüle dolanıp, sonunda da utanç verici bir şekilde yollanan Mircea Lucescu’dan almıştır. Ki şimdilerde Lucescu, bu yıl dibe vurma konusunda rekabet etmekte olan "üç büyükler"in her birinin derdine deva olarak yeniden gündeme gelen isim malum.
Şahsen, BJK’nin Avrupa’da başarılı olmasını isteyen bir GS’li olarak, umarım ki Tigana cuma itibarıyla, ima ettiği şekilde "faşizan" ithamlara maruz kalmaz.
Lucescu da zarif adamdır ya, yine umarım ki Türkiye’de geçirdiği yıllarda "bizleşip", lepistes belleğiyle terbiye olup, neler yaşadığını unutmuş olduğundan dönecek olursa, bir kez daha aynı yüz kızartıcı muamelelere maruz kalmaz.
Ve bu hállerden o kadar usandım ki (GS geçen seneki gibi bir şampiyonluk elde edecekse hemen şu an fikrimi değiştirebilirim; ayrı!) umarım bu sene üç büyüklerin üçünden de Süper Lig’e cacık çıkmaz.
Ben bu sene Galatasaraylı ve ezelden ebede KafSinKaf’lı olduğum kadar biraz da Vestel Manisaspor’luyum. Her ne kadar Teknik Direktör Ersun Yanal, öncelikle futbol oynamayı düşündüklerini belirtip "Şampiyonluğun ardından birçok şeyi kaybetmektense şampiyon olmamayı tercih ederim" demiş olsa da... Ve tam da bu yüzden...
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2006
Çok şahane bir şekilde hasta oldum yine. Olan biten hadiselerden dalağımız yeterince şişmemişti ya; bademcikler de ona eşlik etmeye karar verdi. Dün akşam eve gidip televizyonun başına çöktüm. Hırsız Polis’i izledikten sonra 32. Gün’ü beklemeye koyuldum. Zira dizi boyunca ekranın altından geçen bantta, 32. Gün ekibinin çuvaldızı kendine batırmaya soyunduğunu, medyada çalışan kadınların hakkının yenilip yenilmediğini tartışmak gibi bir cesaret sergilemeye karar verdiklerini duyuruyorlardı.
Program başladı ki ne görelim: Günün harlı gündem maddesi olduğu için, Ali Bayramoğlu, Sinan Aygün ve Hırat Dink ile birlikte, tarihin Nobel Ödülü aldığına bin pişman olan ilk edebiyatçısı kılmadan şurdan şuraya bırakılmayacağından adım gibi emin olduğum Orhan Pamuk’u ameliyat masasına yatırmaya karar vermişler önce...
Ali Bayramoğlu’nun her şeyin tartışılması gerektiğine; tartışılamadığı için, tarihle hesaplaşılmadığı, birçok konuya tabu diye girilmediği için Türkiye’nin boka sardırdığına dair sözlerine; Sinan Aygün’ün "Aman canım, bin yıl geçmiş, ne gerek var? Tartışacaz da n’olacak?" gibi, akıllara ziyan "karşılık"lar vermesine baktım ööö’le. Tartışsak mı tartışmasak mı tartışması bittikten sonra, saat 2’ye doğru sıra "hanımlar"a gelebildi.
Bil bakalım? Mehmet Ali Birand; Vivet Kanetti, Mutlu Tönbekici, Elif Aktuğ, Elif Çakır’dan mürekkep kadın gazeteciler ekibinin yanı sıra bir de Hakkı Devrim’i çağırmış.
32. Gün ekibi üşenmemiş, gazetelerin künyelerindeki kadınları ve erkekleri saymış. 190 küsur erkeğe karşılık, 20 küsur kadın. Niye böyledir diye tartışılmaya başlandı.
MAAŞINIZ DÜŞÜK MÜ?
Vivet, meselenin ekonomik olduğunu, erkeklerin yöneticilik pastasından kadınlara bir şeyler koklatmama gayreti içinde olduğunu söylüyor meselá.
Mehmet Ali Birand, bunun üzerine, dekoder vazifesi üstlenip, Hakkı Devrim’e Vivet’in esasında ne demek istediğini anlatıyor. Hakkı Devrim de, "Ben bilmiyorum, a-a, kadınlar daha düşük mü maaş alıyorlar? Sizin maaşınız düşük mü meselá? Vallahi ben bilmem ne gazetesinde çalışırken, bir kadın vardı, hepimizden çok maaş alırdı. Onu da istifa tehdidiyle almıştı gerçi ama sonra züppelik etti, mesleği bıraktı gitti" mealinde cümleler kuruyor.
Mutlu, kadınları "light" ve hafif yazılar yazmaya erkek yöneticilerin yönlendirdiğini söylüyor.
Ağzını açıp iki kelime eleştiri getirmeye kalkıyor.
Bunun üzerine Hakkı Devrim, karşısındakinin bir meslektaşı olduğunu filan hiç umursamadan, tek kaşını havaya dikip; "Bak güzelim" diye lafa girip Mutlu’ya diskur çekiyor. (Bunun üzerine Birand, Devrim’i; "güzelim" faslı konusunda "lütfen ama"ladı da bu sayede Hakkı Devrim’in erkek meslektaşlarına da kimi zaman "sevgilim" diye hitap ettiğini öğrendik.)
Tempo dergisinde yazan Elif Çakır, türban taktığı için kendisine ulusal medyada yer veriliyor olmasına dair düşüncelerden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Vaktiyle Yeni Şafak gazetesinde de çalışmış olan, şimdilerde Akşam’da yazan Elif Aktuğ da seksi meksi de konu eden ironik aşüfte kadın yazıları yazıyor olmasının 15 yıllık muhabirlik deneyimi olan İletişim Fakültesi mezunu olmasının önüne geçmesinden...
SABAHA KARŞI SON SÖZLER
Bil bakalım günlükçüm; konu nasıl kapandı? Mehmet Ali Birand, son ve en bi’ tabu konu olarak "taciz" meselesini masaya yatırdı. Mutlu, şahsen tacize uğramadığını ama her gazetenin kadrolu bir tacizcisi olduğunu, herkesin de bunu bildiğini, kendisinin tercihen onun bulunduğu kata uğramadığını söyledi.
Veee: Saat 4’e yaklaşmaktayken Mehmet Ali Birand’ın "büyük bir alicenaplıkla" "Bunların da bir yerde konuşulması lázım" diye kapattığı, banttan yayınlanan programda, hadiseyi, gördünüz mü, istemeyen tacize uğramayabiliyor, her şey kadının elinde, kadın kuyruk sallamasa, erkek köpek havlamaz tonunda bağladı!!!
Saat olmuş bilmem kaç... Saç diplerim, diş etlerim bile ağrıyor ama sinirden bünyeyi adrenalin basmış. Uyku yine hakgetire... Kral TV’ye geldim. Klip mlip yok. Sahur programı gibi bir şey var. Daha önce de rastlamış olduğum "edepli çocuk" edalarıyla konuklarından habire feyzler meyzler alan adamın programının konukları, eskiden "laçka" türküler söylemiş olduğu için nedamet getiren ve şimdilerde mümin ve milliyetçi olup doğru yolu bulduğunu iddia eden İsmail Türüt ile o konuşurken habire gözlerini deviriyor oluşunu "Ulan biz bizim davaya böyle tipleri niye kabul ediyoruz" şeklinde hayıflanıyor olmasına yorduğum Ömer Lütfü Mete... Belki Sedat Peker de hapishaneden telefonla canlı yayına bağlanır merakıyla bir süre izledim ama muhabbet beni aştı.
YERİMDEN KIMILDATAMADI
Ve fekat, hálá uyku gelemedi bedene? N’apmalı?
Sonunda dayanamadım. Vazo ebadında bir bardağa iki Tylolhot’ı boca ettim.
Canımcım günlükçüm, bugün gözümü açtım ki ne göreyim? Cuma günleri temizliğe gelen Leyla, burnumun dibini Vileda’lıyor. Kanepede sızmışım. Sonra uyurken her zaman olduğu gibi yine yere düşmüşüm. Genelde bu gibi durumlarda yere düşünce uyanır, yatağa yollanır, orda zıbarırım. Fakat parasetamol cini kaçmış içime. O sırada uyanmadığım gibi, Leyla’nın uyandırma çabaları da fayda etmemiş. Burnumun dibinde elektrik süpürgesi çalıştırmış, onu yapmış, bunu yapmış... Neticede pes etmiş ve üzerimi örtmüş. Ben yerde, orta sehpası, kitaplık benzeri demirbaş ekibinin bir üyesi olarak mal gibi duruyorum; Leyla etrafımdan evi temizliyor. Hatta kanepeyi meselá, kaldırıp altını siliyor; beni yerimden kımıldatamıyor.
Validenin tabiriyle "Yatmayı bilmez, kalkmayı hiç bilmez" tarihçemde, yeni bir ilke imza attım. Kendimle gurur duyuyorum.
Ya, bu arada... Günlük be; sana ne sorucam... Hani kendi varoluşuyla meselesini hálledememiş herkes kapağı atıp kendi yerine düşündüğünü zannettiği için biat edeceği bir şeyhin, hocanın, gurunun filan şey ettirdiği bir tarikat arıyor, aklı yeten kurnaz da kendi tarikatını kuruyor ya... "Yedi uyuyanların tek bedende hortlamış háliyim ben" iddiasıyla kendime bir cemaat yapsam diyorum?
Ne? Göğüsleri aldırıp bir de penis taktırmazsam ekmek çıkmaz mı diyorsun? Selülozun cinsiyeti oluyor muydu; sen de mi erkek çıktın lan günlük! Esefle kınıyorum...
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2006
Bilgisayarda Fly Me to the Moon’u dinliyorum Frank Sinatra’nın sesinden. Diazem iğnesi yemişçesine bir huzura ermişim. O bitiyor, bu kez Bobby Darren All of You’yu söylemeye başlıyor. Bir süre böyle geçiyor: Gelsin Dean Martin, gitsin Tony Bennett... Bir süre sonra, kendimi Doris Day filan gibi hissetmeye başlayacağımın sinyalini alınca bünyeden, Outkast radyoma geçiyorum. Bir süre de böyle: Gelsin Jay Z, gitsin Dungeon Family...
Pandora.com gibi bir güzelliğin mevcudiyetine uyandığımdan beri, kendime kaç "radyo istasyonu" kurdum bilmiyorum. Kaydı var, sayarım da kim uğraşacak şimdi; ayrıca ne gerek, di mi... Varlığından haberdar olmayanlara hizmetimiz olsun: Pandora.com, özellikle bilgisayar başında çalışırken müzik dinlemeden duramayanlar için pek faideli bir site...
2000’in başında bir grup müzisyenin ve müziksever teknoloji dehasının bir araya gelmesiyle oluşturulan Music Genome Project’in tasarımı. Efendim, bu elemanlar oturmuşlar, melodiden armoniye ve ritime, enstrümantasyondan orkestrasyona, aranjmandan şarkı sözlerine ve icracının stiline, kılı kırk yararak incelemek üzere müziği ameliyat masasına yatırmış, hadisenin "genlerine" inmeye çabalamışlar.
Tabiri caizse, müziğin gen haritasını çıkarmışlar.
Sonra altı yıl boyunca birçok farklı janrda müzik yapan 10 binin üzerinde sanatçının eserlerini analiz etmişler. Ortaya çıkan sonuç şu: Pandora.com’a giriyorsunuz, siteye üye olduktan sonra önünüze gelen tabloya dinlemek istediğiniz bir şarkının ya da sevdiğiniz bir sanatçının ismini giriyorsunuz. Bunun üzerine site size, o ve ona benzer şarkı ya da sanatçıların eserlerinden oluşan bir radyo istasyonu kuruyor.
"Kur" diyorsun "bana bir Elvis Castello radyosu", kuruyor... Moduna göre ne istersen: "Kuruver yavrum şurdan bir U2 radyosu"; kuruyor. "Bundan sıkıldım biraz Prince ve muadili şeyler dinleyeyim" diyorsun; sen istiyorsun, o çalıyor...
Peşpeşe spesifik olarak şarkı istemeye kalkarsanız, bakın onu yapmıyor. Bir kere istekte bulunup, sonrasını biraz onların keyfine bırakmanız gerekiyor. Sen bu herifin müziğini ya da bu şarkıyı seviyorsan, bak bu da ona benziyor, muhtemelen bunu da seversin mantığından yola çıkıyor.
Caz mı istiyorsun; buyur... Pop mu; istediğin o olsun... Rock mı; peki, gitar cayırtısıyla binayı başına yıkarız... Acid jazz, klasikler, ne ararsan var...
Yalnız, ne ararsan derken, meselá Vladimir Vissotsky’yi istediğimde "Buyur?" çekmişlikleri de var. Bunun yanında, Sezen Aksu’ydu, Mor ve Ötesi’ydi, Ajda Pekkan’dı, hiçbir Türk sanatçıyı da tanımıyorlar. Bir teeek: Evet, bildiniz, "Tarkan radyosu kur" dediğinde, önüne Tarkan’ın Come Closer albümü geliyor. Onun ardından da meselá, Lionel Ritchie çalmaya başlıyor! Ezelden ebede Tarkan fanı olduğum hálde, İngilizce albümünden zerre hazzetmemiş biri olarak, yine de "Gururumuzsun Tarkan!" şeklinde slogan atmak isterim.
Bir isteğinizi karşılayamadıklarında, önünüze gelen bir yazıyla sizden özür dileniyor ve "Biz de yeni şeyler öğrenmek derdindeyiz, isteğinizi aldık kaydettik, kimdir, nedir, konuyu araştıracağız" şeklinde bir vaatte bulunuluyor.
Kurban olduğumun teknoloji çağı... Pandora’nın kutusundan böyle şeyler de çıkıyorsa, sormaz mıyız azizim: Şeytan bunun neresinde?
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2006
Bu aralar tahminim o ki, müzik kanallarımızın güzide VJ’leri, Emre Aydın’ı karanlık bir köşede sıkıştırırlarsa fena benzetecekler. Hani bir yandan önlerinde açık bilgisayardan, izleyicilerden gelen soru ve istekleri filan okuyorlar, bir yandan da şarkı sunuyorlar ya... Geçen gün Dream TV’deki bir VJ hanımefendinin yüzü programın sonuna doğru iyiden iyiye düştü. Çünkü kendileri, sadece ama hakikaten sadece Emre Aydın’la ilgili soru ve onun Afili Yalnızlık şarkısına istek geliyor olmasından resmen yorgun düştü. Siz de olsaydınız düşerdiniz inanın; ben izlerken fena oldum.
Bu kanallara takılıyorsanız, fark etmemiş olmanız imkánsız: Digiturk’te, sırayı şaşırıyor olabilirim ama peş peşe, Mezzo, VH1, MTV, Kral TV, Number 1, Dream TV ve Power Fm’de müzik yayını yapılıyor. Ve son bir haftadır, süratli bir zap turunda, bu kanallar arasında Türkçe müzik yayınlayanların en az birinde, Emre Aydın’ın Afili Yalnızlık’ına denk düşmemek için zoru başarmanız gerekiyor.
Ki benim buna en ufak bir itirazım olabilir mi? Olamaz... Neticede her program akışında sadece bir kez Afili Yalnızlık’ı çalabildiği için talepleri karşılayamıyorum tribine giren VJ’le empati kurmam gerekmiyor. Bilákis, muharrireniz, (Hani hayatımda, ergenken filan bile herhangi bir radyo ya da müzik kanalından istekte bulunmuşluğum yoktur ama...) o bıktırıcı "Ben VJ’e VJ demem Afili Yalnızlık’ı çalmayınca" tayfasına daha yakın hissediyor.
GÜNLERİ ŞAŞIRDIM
Şimdiii, şöyle bir durum var. Allah biliyor ya, Kliptoman köşesinin ruhumu daralttığı çok oluyor. Yani, insan doğal olarak zaman zaman "Kazık kadar kadın olmuşum, memleketin de bunca meselesi var (Hastası olduğumuz bir klişedir!) hálá İsmail YK’ya akıl yürütmeye gayret etmekle niye uğraşayım canım?" hissiyatına kapılabiliyor.
Fakat şöyle söyleyeyim, Cumartesi eki, perşembe günü bağlanır. Ekin planı da çarşamba gününden belli olur. Bunun üzerine Cumartesi’nin editörü Evrim arar ve tebliğ eder: "Yerin şu kadar, şu kadar... Allllllaaaaah aşkına yazıyı geç yollama. Bak geçen hafta şu şu saatte bitirdik..."
Bu hafta editör-yazar çatışma tarihimizde ilk kez Evrim’i salı günü ben aradım ve "Birader benim yerim ne kadar, ayrıca Tolga ne yazıyor?" dedim.
"Salı bugün; ne planı?" diye sordu Evrim háliyle...
Salıymış, farkında değilim. Derdim, Popvirüs’ün yazarı Tolga’yla pişti olmamak, ayrıca Emre Aydın’ı ondan önce kapmak. Gerçi Emre Aydın’ın albümü önümüzdeki salı (10 Ekim) piyasaya sürülecek ama ne olur ne olmaz yani... Tolga’yı arayıp, ne yazdığını sorup, evvelden rezervasyon bile yaptırdım; anlayın yani.
Zira kendilerine müteşekkirim. Emre Aydın’a yani... Vazife icabı müzik kanallarını turlayıp, sevdiğim şarkılarla birlikte birbirinden beter çöpleri izlemek zorunda kaldığım o süreci, çekilirden öte, hevesli bir şey kıldığı için... Çok uzun zamandır, karşısında mazoşistik bir zevkle oturduğum böylesi bir klip izlemedim, yemin ederim.
Mazoşizmden bahsederken de kliple ilgili en ufak bir kinayem varsa, iki gözüm önüme aksın. İnsanı acıtan bir şarkı, o sebepten...
Çok, çok ama ve çok güzel şarkı ya; insanın depresyonunu itinayla şahikaya ulaştırmaya da muktedir.
İKİNCİ KLİP ÇEKİLMİŞ BİLE
Cehaletimi mazur görünüz, 6. Cadde grubu hakkında eksper filan değilim. Bilmem yani. Klibi ilk izlediğim an itibarıyla "Kim bu Emre Aydın, ayrıca hassas bünyemizle böyle istop gibi oynamaya ne hakkı var?" halet-i ruhiyesine kapıldım.
6. Cadde’nin eski solisti ve gitaristiymiş. Grup ilk kez 2002’de Sing Your Song yarışmasını kazanarak ismini duyurmuş ve Emre Aydın’ın yanı sıra Onur Ela’dan oluşuyormuş. 2003 yılında bir albüm yayınlamışlar. O albümdeki 11 şarkının dokuzunun söz ve müziklerini Emre Aydın yazmış. Ayrıca grup Sabuha’yı cover’lamış. Ki bakın onu duymuştum işte... Kim yapmış diye merak etmemiş ya da etmiş, öğrenmiş, kayda düşmemişim. Bu da benim ayıbım olsun.
Sonra Onur Ela, müziği bırakma kararı almış. Emre Aydın yola tek başına devam etmiş ve Belki Bir Gün Özlersin isimli şarkısını resmi internet sitesinde yayınlamış.
Ben tüm bunları birkaç gün içinde öğrenmiş bulunuyorum. Yoksa, geçen hafta, o bezgin VJ’leri izlerken, kendilerinin niçin "Daha durun canım, Afili Yalnızlık’ın klibi bile yeni yayınlanmaya başladı. Belki Bir Gün Özlersin’e de yakında klip çekilecektir elbet" diye dil dökmeye çalışmalarına; "Belki Bir Gün Özlersin ne be? Biz daha ’Emre Aydın kim?’ safhasındayız. Bu insanlar bu ismi ve şarkılarını nerden biliyor? Ben arada ne kaçırdım? Yoksa, yoksa? Oh mon dieu; yaşlandım!?" şeklinde hayıflanmalarda, pek anlam veremiyordum. (Bu arada, Belki Bir Gün Özlersin’e de klip çekilmiş bile; yakınlarda o da yayınlanmaya başlayacak; ayrı... Şarkıyı dinledim; şahsen Afili Yalnızlık’ın üzerine gül koklamam; o da ayrı...)
Afili Yalnızlık’ın klibini yabancı bir yönetmen, Yon Thomas çekmiş. Emre Aydın’ın suretini göstermediği klibin başrolünde, bültene göre "kendisine aşık bir kadını canlandıran" Şebnem Dönmez var.
Kliple nasıl şizofrenik bir ilişki kurduğumu şöyle anlatmaya çalışayım: Bence Yon Thomas, kesinlikle Türkçe biliyor olmalı. Duygusal muygusal olarak da... Sırf literal değil, dilde değil yani; dilin duygusunda da...
Ve bence o bülteni yazan arkadaş, -ki o Emre Aydın bile olabilir, şarkıyı da klibi de şiir sahiplenircesine sahiplenmiş durumdayım, umurumda değil- şarkıyı da klibi de satıhta algılıyor maalesef.
O kendisine aşık bir kadından ziyade, geçmişine aşık bir kadın bana sorarsanız.
Zira, yine son derece sübjektif bir kanaatle, memlekette benim diyen hokkabaza, hatta, gerçekten, eğitimini filan almış alayına rahmet okutacak derecede kabiliyetli bir aktris olan Şebnem Dönmez, klibin başında kendisine gönderilmiş bir zarfı açıyor. İçinden özenle hazırlanmış muhteviyat dökülüyor. Kendisinin fotoğraf karelerinden oluşan ve saniyede 24 kare, film gibi akan hálleri... Mektuplar; özlem dolu aşk nameleri...
BİR ŞARKI NELERE KADİR
Klip ilerledikçe, o zarfın, itinayla Şebnem Dönmez (ki klipte kendileri Arzu Aydınoğlu ismini taşıyor) tarafından hazırlandığını anlıyoruz.
Bütün bu süreçte, yani Şebnem Dönmez, hafif kafayı sıyırmış şekilde aynada kendini izlerken, bir haince sırıtıp bir rimelleri akıtmacasına ağlarken, zarflar açar, zarflar kapatırken, Emre Aydın’ın "Memlekette iyi güfteler de yazılıyor" dedirten şarkısını dinliyoruz:
"Ölsem... Ölsem... Ölsem... Hemen şimdi / Kaçsam... Gitsem... Kaçsam... Tam da şimdi / Sövdüm... Sövdüm... Sövdüm ben dünyaya / Acılara... Sokaklara... Ait olmaya... İnsanlara / Bu kez pek bir afili yalnızlık / Aldatan bir kadın kadar düşman / Ağzı bozuk üstelik; bırakmıyor acıtmadan / Bu kez pek bir afili yalnızlık / Ağlayan bir kadın kadar düşman / Tuzaklar kurmuş üstelik; bırakmıyor acıtmadan / Değmezmiş hiç uğraşmaya / Bu kez mecalim yok hiç dayanmaya... / Bitiyorum her nefeste / Ne hálim varsa gördüm / Çok koştum çok yoruldum / Ve şimdi ben de düştüm..."
Şöyle söyleyeyim: Geçtiğimiz, şahsi fonumda mütemadiyen Afili Yalnızlık’ın çaldığı hafta, iyi bir şeyler hatırlamak istediğim için fotoğraf albümlerimi ve almış olduğum mektupları sil baştan hatmettim.
Kendinden menkul iddiam ise şudur: Bu klip ve şarkı, kendine aşık bir kadını filan anlatmıyor kardeşim. Geçmişine aşık, şimdisiyle de kendisine hiç acımadan hesaplaşan bir insanı anlatıyor.
Üstelik o insan, yarınlarda, bugünlere de aynı meşkle bakacağını, çok iyi biliyor.
Zira şimdi hasretle andığı o günleri yaşarken de aynı bok olduğunu, o günlerin de zift karası bir "şıklık" taşıdığını, kendine yazdığı mektuplardan (Günlük dediğiniz nedir ki?) teyit ederek, çok iyi bilerek, biliyor.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2006
Esasında bugün, kıymeti kendinden menkul "duayen"lerden mürekkep errrkek basınımızdan dem vuracaktım. Uzun uzun ve isimli cisimli... Ancak bir haftadır izlediğim, izlemek yeterince mideye zarar değilmiş gibi kıyısından köşesinden ismimin de meze edildiği paçoz bir geyikten dolayı öylesine öfkeliyim ki, birincisi, zehrimi akıtabilmem için en azından ilansız milansız, tam sayfalık bir yere ihtiyacım var; bu ölçü kesmez...
İkincisi, zırt fırt böylesi iğrençliklerle hálleşmek zorunda kalıyoruz ama insan kanıksayamıyor maalesef; hakikaten çok öfkeliyim; böylesi bir öfkeyle klavyenin başına çökersem, öyle bir dökülürüm ki mesleği, sektörü bırakmak filan yetmez, bir uçağın yanında son açıklamalarımı yapıp iltica etmem gerekir. Üçüncüsü, "muhabbet" o kadar, o kadar mesnetsiz, tıynetsiz, haysiyetsiz bir zeminde seyrediyor ki bu kakofoninin bir parçası olmaya da bünyem elvermez. Evet, aynen öyle; isterseniz kibirli deyin, tenezzül edemem yani...
NEDEN AGRESİF MİŞİM?
Çok sık karşılaştığım bir sorudur. Sen de e-postalar aracılığıyla sık sık soruyorsun ya ey okur: Neden bu kadar depresif ve agresifmişim?.. Benim de bir kontr-sualim olacak: Siz niçin değilsiniz? Nasıl olamayabiliyorsunuz diye sormuyorum, hele ki bu ülkede yaşayan bir kadınsanız, ne hakla olmayabilirsiniz?
"Bu ülkenin en büyük sorunu nedir"i kaşıyan, çiklet misali gevişi getirilen bir söylemler silsilesi vardır ya hani...
"Eğitim şart"tır... Ah, ekonomi bir düzelse, Türk’ün kıymeti o zaman anlaşılacaktır... Sonracığıma, siyaset kışlayla cami arasındaki kısırdöngüsünden bir çıksa, Avrupa bize bakıp 10 parmağını birden ısıracaktır...
Ben diyorum ki, hatta belki iç bayacak derecede ısrarlı iddiamdır ki: Bu ülkenin erkekleri, kadınlarına saygı duymayı öğrenmediği, kadınları da kadınlara saygı duymayı bilen ve bunu mecbur olduğu için değil, içinden gelerek gösterebilen erkek evlatlar yetiştirmediği sürece, bu toplumdan cacık olmaz.
Memleketin, vandallık derecesinde maço sektörlerinden birinde çalışıyorum 13 senedir. 13 senedir, olan bitenlere bakıyorum ve hálá "Allah sizi davul etsin!" diyerek bırakıp gitmemişliğimi, işin kendisine tutkuyla sevdalı olmamın yanında ancak ve ancak bünyeye har veren öfkeme bağlayabiliyorum.
Gelin görün ki, bizim sektör, en bir maçolarından biri olmakla birlikte, maalesef erkek azalarının bel altı cenahlarıyla düşündüğü yegáne sektör de değil elbet.
Buyrun meselá, daha geçen hafta, TBMM Başkanı Bülent Arınç, Kanal 7’de, Nazlı Ilıcak’ın sunduğu Sözün Özü programında, buyurdu: "Başka şeylerden değil, iki şeyden korkarım; bir kadın ilişkileri; bir de para ilişkileri..." ("Bö!" demek isterim kendilerine, kadın başıma, en cadı, en öcü hállerimle...) Şöyle ki programda Nazlı Ilıcak, son dönemde gönül ilişkileriyle ve türbansız ikinci eşleriyle gündeme gelen bazı AKP’li milletvekillerinden laf açıyor ve Arınç’a; "Dört yıl önce ’Arkadaşlarımız hanımlarla ilişkilerde çok tecrübeli olmadığı için başlarına bir şeyler gelebilir’ demiştiniz" diye hatırlatıyor.
Arınç, bunun üzerine, her zamanki gibi Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi’nin "tarafsız" olması gereken Başkanı değil, bir AKP kurmayı olarak esefle dile geliyor: "Bizim camiayı tanırım. Başka şeylerden değil, iki şeyden korkarım: Bir, kadın ilişkileri, bir de para ilişkileri. (...) Bizim camiada birisi söyler; ’Biraz para geçerse elimize, önce araba değişir, sonra hanım değişir’ filan... Ben kendimi de kontrol etmek zorundayım; arkadaşlarımız da kendilerini kontrol etmek zorundalar."
Siz şuna özetle, aç doğmuşuz, sonradan görmüşüz, obur tüketeceğiz, doyamadan göçeceğiz desenize?..
TAHRİKE MEYYAL BÜNYE
Ve Allah aşkına, mini etek altından diz kapağı, iki tel de saç görünce tahrik olmaya meyyal bünyenizin zafiyetini, kadınların aşüfteliğinden korkmak gibi, eleştirmeye kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir söylemin kisvesi altına gizlemesenize?
Ayrıca kimse kimseyi kandırmasın ve gerekirse kursuna filan gidip bir parça edep ve haya takınsın. Hayatta kendilerinin dengi iş yapan, çok daha tembel ve yeteneksiz erkeklere kıyasla, çok daha düşük maaşa çalışan ve tek başına çoluk çocuk büyütüp, tek başına omuruyla dik durup, her şeye rağmen onuruyla yaşayan milyonlarca kadın var.
Ha, diyeceksiniz ki, bacak arasıyla kariyer yapmayı marifet sayan hesapçı kadınlar da var. Evet, vardır...
Fakat bu kadınların sayısı, (Amirinin karşısında sevdalı ve flörtöz bakışlarla kendi saçlarıyla oynaşan adam bile görmüşümdür. Manzaranın en komik yanı da bu adamın heteroseksüel olması değildir üstelik, resmen kel olmasıdır!) iktidarın önünde son derece müstehcen şekillerde eğilip bükülen erkeklerin sayısından, bahsi bile geçmeyecek kadar azdır.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2006
Sabah, gazeteci bir arkadaşın telefonuyla uyandım; "Yeşim Salkım, bir televizyon programının kulisinde kendisiyle ilgili İngilizce dedikodu çeviren Deniz Akkaya’yla Güzide Duran hakkında; ’Devede de boy var ama eşek çekiyor’ demiş. Okuyunca aklıma sen geldin" dedi. Tam olarak deve kısmında mı aklına düştüm eşek kısmında mı sormadım artık. Zaten niyeti belli ki iyi... Al sana pazar yazısının yazıldığı bir kanlı cuma sabahı muz orta; doksana takarsın artık diyor özetle...
Gelin görün ki bu haftayı, depresyon battaniyesi altına kıvrılıp kalmak mümkün olmadığı için battaniyesiyle dolanan Charlie Brown gibi geçiriyorum denebilir... Yeşim Salkım "kalitesinde" polemik filizlerini böğürerek gülerken saçacağım tükürüklerle sulamaya takatım yok. Onun o, artık, kadınlığımdan utandıran, "Nasıl o biçim kaptım kocayı" patetikliğiyle uğraşmaya hele hiç midem elvermez. "Gezilecek kız olmayın, evlenilecek kız olun" nasihatleri vermek de Yeşim Salkım’a kalacakmış bu memlekette.
Başbakan olduğunda kimi ne bakanı yapacağının hesabını güden bir Hülya Avşar varken, ettiği her zırva kelám mühim beyanat muamelesi görürken, neden olmasın?
Onlar içgörüden zerre nasiplenememiş hormonlu özgüvenleriyle, zır cahil çokbilmişlikleriyle, kekeme gevezelikleriyle geveliyor, Türk bakıyor. Yakışır; müstehaktır.
ÇORAPLAR ÖRDÜRSEM
Kalkıp duşa girdim ve sıcak musluğuna hiç bulaşmadım. Buz gibi su bile kendime getiremedi; şu yerlerde sürünen kellemi nasıl bir spatula yapıştığı yerden kazır diye düşünüyorum. Bir iplik imalatçısına gidip kendime üzerinde nal gibi puntolarla; "Ebru Çapa / Anacığının babacığının kara kuzusu" filan yazan çoraplar ördürsem işe yarar mı diye niyetlenir gibi oldum. Direkt vazcaydım. Bende bu bahtsız bedevilik durumu hüküm sürdüğü sürece, imalatçı kalkar o çorapları başıma örer, ben de ayağına hangi çorabı giydiğini fark etmediğini söyleyen Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’ten daha az şuursuz olmadığım için kalkar o çorapları kafama geçiririm, o olur yani...
Neden sonra, gördüğüm rüyayı hatırladım. Başbakan, TBMM kürsüsünde, geçen gün ajanslara düşen haberden dem vuruyor, nedamet getiriyordu: Yale Üniversitesi’nde yapılan ve Journal of Biological Chemistry dergisinde yayımlanan bir araştırma, fazla testosteronun beyin hücrelerini öldürdüğünü, östrojenin ise beyin hücrelerini koruduğunu ortaya çıkardı bildiğiniz üzre. Erkeklik hormonunun fazlası, intihar eğilimi, saldırganlık gibi sonuçlar doğuruyor, bünyeye zarar yani; bilimsel olarak kanıtlandı.
İşte Başbakan kürsüye çıkmış, "Ağalar, biz şu kadınların beyinlerindeki gri hücrelerden biraz faydalansak mı ne?" diye sorar gibi yapıp emrediyordu: "Bakın Hülya Avşar beni rahmetli Turgut Özal’a benzetiyormuş; hem poposunu açıp başını örttüğü, enteresan birkaç türban takma denemesini de gördük kendisinin. Siyasete atıldığında bizim partiye alalım diyorum. Filmleri gişe, programları reyting almıyor pek ama maşallah kıymeti kendinden menkul reytingi taş gibi yerinde. İkinci kocası Hakan Uzan’ın ortak düşmanımız olduğunu düşününce, Yeşim Salkım da fena isim sayılmayabilir. Kendisine iktidarın ucunu koklatmayı vaat ederiz, burkaya bile girer evellallah. Deneyelim diyorum, ne dersiniz? Oybirliğiyle kabul ediyoruz sanırım? İtirazı olanlar, vestiyerden ananızı alınız da gidiniz..."
KABUSUMU ONAYLATAYIM
Korkunç kábuslar görüyorum derken, bilmem anlatabiliyor muyum? Geçen hafta, DHA’dan İsmail Akduman’ın imzasını taşıyan bir haber vardı; hatırlayacaksınız. Samsunlu vatandaş Hasan Sancak’ın, gördüğü ve notere onaylattığı bir rüyasının beş yıl sonra bir meşrubat firması tarafından reklam filmi yapıldığı iddiasıyla "Rüyalarımı çaldılar" diyerek açtığı dava görülmeye başlandı.
Ben de gördüğüm kábusu bir notere onaylatayım diyorum işte. Bu ülkeyi kurtarırsa, kadınların kurtaracağına dair çelik gibi bir iman var olmasına var ya içimde... Memlekette göre göre bir tek yukarıda bahsi geçen kadınların haberini görüyor olmamızdan da dehşetli ikrah getirmiş vaziyetteyim.
Pek bıyıklı ve "Oha! Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!" dedirten, fena ötesi beyaz çoraplı mecliste, bir de kadın zekásı adına bir tek onları görmemiz durumunda, depresyona bir daha çıkmamacasına girebilirim endişelerindeyim.
Ben, diyorum, bir notere gideyim. Ki ilerki yıllarda es kaza hakikaten bu hanımefendilerin siyasete bulaşmaları durumunda, "Rüya hakkı bende saklıdır, görülebilinemez kardeşim" diyebileyim.
Yazının Devamını Oku