Jöleli saçları itinayla arkaya taranmış genç adam ‘‘Otelimizde misafir misiniz?’’ diye soruyor.
Hayır yanıtını verince rezervasyon defterine bakıp masa için yirmi dakika kadar bekleyeceğimi söylüyor. Ne zaman gelsem hep aynı şey. Güneş battıktan sonra ‘57-57’de yer bulmak imkansız. Burası New York'un en işlek barlarından biri. Çift eş numaralı adı ise içinde bulunduğu Four Seasons otelinin 57'inci sokakta olmasından kaynaklanıyor.
Jet sosyetenin yanısıra sinema ve eğlence aleminin şöhretleri, Avrupalı asil tabaka, Orta Doğulu tüccarlar, Güney Asyalı sanayicilerin New York ziyaretlerinde tercih ettiği otelin barı dar gelirli akşamcıların takılacağı cinsten değil. İki kadeh içki vasat işçinin yevmiyesi kadar. ‘57-57’de Amerikan hastaneleriyle iş anlaşması yapmak üzere New York'a gelen Prof. Cemşit Demiroğlu'yla buluşacağım. Bara yöneliyorum. Oturacak tabure şöyle dursun ayakta duracak yer yok. Tezgah önü etten duvar. Ama bu iş çıkışı stres atmak üzere toplanmış kalabalığa benzemiyor. Tek omuzu açıkta bırakan Mark Jacobs stili kokteyl kıyafeti, kruvaze ceket altında ipek gömlekli, göbek çukurunu sergileyen siyah jean pantolonlu genç kadınlarla koyu takım elbiseli erkekler burun buruna koyu sohbet içindeler. Arada bir eğilip parke zemindeki Prada, Louis Vuitton çantalarına uzanıp sigara alıyorlar.
Beklediğimi farkeden garsona önümdeki müşterilerin arasından sıyrılıp içki siparişimi veriyorum. Yanı başımda 30'lu yaşlarda bir erkek, elinde yarılanmış şarap kadehi. İlginç bir tip bu adam. Sırtında zeytin renkli bir kaban, dik yakalı süveter, rengi uçmuş blucin altında mokasen ayakkabı. Ama ilgimi çeken tarafı kıyafeti değil, bara gelen her kadınla senli-benli konuşmaya başlaması. Kadınlara kırk yıllık tanıdık havasında yaklaştığı için ‘57-57’nin müdavimlerinden biri diye düşünüyorum oysa yanıldığımı anlıyorum. Dik göğüsleri şeffaf bluzunu zorlayan çekik gözlü bir kıza yılışık tebessümle ‘‘Selam Laura nasılsın?’’ diyor. Daha önce iki kıza da ‘Laura’ diye hitap ettiğini hatırlıyorum. Uzakdoğulu kızın yüz hatları sertleşiyor. Bakışları etrafta gezinirken adının Laura olmadığını söylüyor. İlginç tip pes edecek cinsten değil, diretiyor. ‘‘Jennifer, değil mi?’’ Çekik gözlü yanıt vermiyor, adam hala konuşuyor. Kız barın diğer ucuna yürüyor. Omuz başımdaki azılı çapkın şikayete başlıyor: ‘‘Haspaya bak, altı ay önce ondan hastalık kaptım, şimdi beni tanımazlıktan geliyor.’’ Peki adı Laura mı? ‘‘Nerden bileyim, buradan çok kadın alıp götürdüm, isimler karışıyor. ‘57-57' bereketli yer. Boş çıktığım olmadı. Dört kişi hayır dese, beşinci tava düşüyor. Bara zengin avlamaya gelen hayat kadınları da geliyor ama onlarla işim yok. Kadının kişiliğini bir bakışta anlarım. Klası yoksa elimi sürmem’’ derken gözü arkamda birine takılıyor: ‘‘Merhaba, seninle Wyoming'de Rock Spring'de sazan avında karşılaşmıştık, hatırladın mı?’’ Ufak tefek genç bir kız bu. Kuzu derisi diz üstünde palto giymiş. Kız Texaslı, hayatında Wyoming’e gitmemiş ama sohbete hazır. Bizimki Dallas'ta rodeo yarışmasına girdiğini anlatıyor: ‘‘Azgın bir at verdiler, iki dakika sonra beni silkeyip fırlattı. Dallas'ta ana meydan karşısındaki McDonald's'ı biliyor musun, Big-Mac'leri harika?’’
New York'un kalbi Manhattan zampara erkekler için ideal yer. Resmi kayıtlara göre her 87 erkeğe düşen kadın sayısı 100. Manhattanlıların ancak yüzde 25'i evli. Geri kalanlar dul veya ‘single’ denilen bekar takımı. Erkek eşcinsellerin ikiyüz bini aştığı da dikkate alınırsa bu ünlü kentte yaşayan kadınların eş bulma şansı fazlaca yüksek değil.
Nüfus sayımcılar iki milyon nüfuslu minik adada yaptıkları araştırmalarda erkek veya kadın nüfus sayısına göre bazı mahalleleri ‘‘Piliç Mahallesi’’, ‘‘Testosteron Bölgesi’’, ‘‘Kadın Yağmuru’’, ‘‘Erkek Şovu’’ şeklinde argo sıfatlarla isimlendirmişler.
Kentin finansman ve bankacılık kesiminde, moda, halkla ilişkiler, hukuk dallarında çalışan profesyonel evli olmayan bazı kadınlarla konuştuğumda garip şeyler öğreniyorum: ‘‘New York'ta koca bulmak güç. Mesleğimizde erkeklerin çoğu evli veya çeşitli sebeplerle evlenme niyetinde değil. Geç saatlere kadar çalıştıktan sonra yorgun argın evin yolunu tutuyoruz. Hafta sonunda kız arkadaşlarla müzelere, tiyatrolara gidiyoruz. Genç olanlarımız pazar sabahları kahvehanelere, Barnes and Noble gibi kitapçılara gidiyor. Oralarda bekar erkekler var ama çoğu erkek arayışında. Son zamanlarda lokal gazetelere ilan verip hayat arkadaşı aramaya başladık. İnternet kanalıyla bekarlarla temas kuruyoruz. Bıktırıcı bir iş bu. İlanlarla, ekran yoluyla haberleştiğimiz erkeklerle buluştuğumuzda garip kişiler çıkıyor karşımıza. Beş dakika geçmeden ‘Gel, yatalım', ‘Geçen hafta işimi kaybettim, sende kalabilir miyim?' diye teklifte bulunuyorlar. Bir çift laf ettikten sonra ‘Akşam yemeğine annem gelecek' bahanesiyle kaçıyoruz. New York'ta birlikte hayat kuracak erkek, dört yapraklı yonca bulmak kadar güç.’’