24 Eylül 2005
TRAFİK yoğun ama süratli akıyor. Cep telefonumdan arayan arkadaşa ‘Sonra konuşalım’ diyerek veda ediyorum. Telefon klipini bel kemerine iliştiriyorum. Sıra gevşettiğim emniyet kemerinde. Metal tokayı ararken caddeden sokağa dönüyorum. Aniden kaldırımda park etmiş bir polis motosikletiyle burun burun geliyorum. Tokayı takıyorum ama çok geç.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2005
<B>KATRİNA Kasırgası</B>’nı arkada bırakıp <B>New York</B>’a geldik ama anılarımız hálá taze. Ofise yürürken etrafa bakıyorum, Manhattan’da günlük yaşam bıraktığım gibi. Yazlık kıyafetler içinde koşar adım yürüyen kadınlar, turistler, tampon tampona trafik... Katrina Kasırgası’nın New York’u ziyaret etmediği aşikar.
Ama Tanrı yazdıysa bozsun, ya Katrina gücünde bir kasırga New York’u vurmuş olsaydı?
*
NEW YORK, adalar üstüne kurulmuş bir şehir. Çevresi nehirler ve okyanusla çevrili. Başlıca avantajı, her biri 2 milyon civarında nüfusa sahip kent büyüklüğündeki beş ilçesinin, su seviyesinin üstünde olması.
Aklıma ilk gelen Manhattan oluyor. Yerkürenin finans, ticaret, moda, kültür merkezi bu ilçe East ve Hudson nehirleri arasında yüzen ada gibi. Güney ucu Atlas Okyanusu’na açılıyor.
Meksika Körfezi odaklı fırtına bölgesi sınırı kuzeye yönelip New York’a erişebilir mi?
Yolun yarısı zaten çoktan katedilmiş durumda. Amerika’nın güney kesiminde yıllardır haziranın ilk haftasından kasım sonuna kadar ‘fırtına dönemi’ yaşanıyor. Florida Yarımadası’nın güney ucundan başlayan fırtınalar, kuzeye tırmanıp Carolina eyaletlerinde de ciddi hasarlara sebep oluyor. Ve Kuzey Carolina, New York’a sadece 700 km. mesafede.
*
KATRİNA Kasırgası’nın 160 bin evi sular altında bıraktığı New Orleans’a ilaveten Mississippi ve Alabama eyaletlerinde bir o kadar ev yıkıldı. Yalnızca New Orleans’tan diğer eyaletlere taşınan insan sayısı 346 bin.
*
MANHATTAN, bir trilyon doları aşkın iş ve ticaret sektörünü barındıran bir ilçe-kent. Katrina gücündeki bir kasırga yolunu şaşırıp New York’a yüklenseydi, elektrik-gaz-telefon ve iletişim şebekelerini tahrip edecek, Amerika’nın iş hayatı felce uğrayacaktı. Bilgisayar sistemlerinin çökmesi ise dev ülkenin diğer ülkelerle ticaretini, dolayısıyla dünya ekonomisini büyük ölçüde etkileyecekti.
Ama en büyük sorun, New Orleans’ta olduğu gibi New Yorkluların şehri boşaltmasında yaşanacaktı.
New York’un nüfusu dokuz milyon civarında. Elektrik ve bilgisayar sistemlerinin çökmesi halinde düşünmesi dahi korkunç bir keşmekeş yaşanır. Sayıları yüzü aşan gökdelenlerdeki binlerce ofis personeli, otellerdeki müşteriler, asasörlerde, hasta-yaşlı insanlar, evlerinde mahsur kalırlar.
Tren ve metro taşımacalığı da kesilir ve vagonlarda kalan yüzbinlerce insan felaket duruma düşer.
*
KENTİN beş ilçesi Manhattan, Queens, Brooklyn, Bronx ve Staten Island bir diğerine köprü ve denizaltı tünelleriyle bağlı. New Jersey ve Connecticut gibi komşu eyaletlere de köprüyle geçilebiliyor. Ama New Yorkluların kentin boşaltılmasını gerektiren 4-5 şiddetindeki bir kasırgaya karşı yetkililerin hazırlığı yok.
New York’un eski Acil Yardım Direktörü Jerome M. Hauser, ‘Kolay bir iş değil bu. Ortaya çıkacak manzara ise hiç hoş değil’ diyor.
1783 Kasım’ında, yenik düşen İngiliz askeri birliklerinin New York’u ancak bir ayda terk edebilmesi de, köprü-tünel bağlantılarının önemini ortaya koyuyor.
New York’un şimdiki Acil Yardım Direktörü Joseph F. Bruno ise, ‘Meteoroloji uzmanlarının önceden ikazı halinde iki milyon Manhattanlı’yı kasırga rotasından çekip emniyetli bölgelere taşıyabiliriz. Ama bu insanları nereye götürüp, nasıl barındıracağımızı bilmiyorum’ diye konuşuyor. Yüksek güçte bir kasırganın Manhattan’ı diğer yerlere bağlayan köprülerde araç trafiğini durduracağını, su basması halinde yeraltı tünellerinin işlemeyeceğinin bilincinde olduğunu da söyleyerek, ekliyor: ‘Şehir parkları altında, atom bombasından etkilenmeyecek ve 1.5 milyon kişiyi barındırabilecek sığınaklar inşa etmeyi planlıyoruz. Kasırga baskınında da kullanılabilir bu sığınaklar. Ama şimdiki halde 4 şiddetinde bir kasırgaya hazır değil New York. Katrina benzeri bir kasırga gelirse Tanrı bize acısın.’
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2005
<B>S</B>t. Ann Street’e geliyorum. Arkamdan biri sesleniyor, dönüyorum. Günlerdir tıraş olmadığı belli, gençten bir adam, üstünde yalnızca beyaz slip külot. Kelimeleri yutarak, boğuk bir sesle konuşuyor: ‘Televizyonum bozuldu, düğmelere basıyorum açılmıyor. Bana yardım eder misin?’ Yüzünde depresyon ifadesi. Tüm kentin elektriklerinin kesildiğinin farkında değil. Yatıştırıcı birkaç laf ediyorum.
55 NORTH isimli karayolundan güneye iniyorum. Altı şeritli yolun iki yanında kavak, meşe ağaçları. İleride yeşil bir levha, okumak için yavaşlıyorum: ‘Konuksever Louisiana’ya hoşgeldiniz.’
Mississippi’yi geride bırakmışım, gaz pedalına yükleniyorum, gideceğim yer New Orleans. Daha 140 km yol var önümde.
Yılankavi virajlardan sonra göller bölgesine ulaşıyorum. Sağda Maurepas, solda New Orleans deltasında çöken barajlarıyla binlerce ocak söndüren Pontchartrain Gölü.
*
YOL köprüyle birleşiyor. 10 numaralı karayoluna geçiyorum. Kilometre saatim 160’ı gösteriyor. Amerika’da bunca yıldır bu kadar hızlı araba kullandığım olmadı.
Göz alabildiğine uzayan yolun geliş-gidişinde trafik yok denecek kadar az. Kavşakta bu kez, ‘New Orleans’a hoşgeldiniz’ tabelası çıkıyor. Gösterdiği yöne sapıyorum.
Karşıma aniden mavi civalı lambaları yanıp sönen bir araba konvoyu çıkıyor. Ters istikamete girmişim. Ama kime dert, günlerdir trafik yasalarını çiğneyerek araba sürüyoruz. Konvoyun önündeki ilk polis otosunun sürücüsüne el sallayarak selam veriyorum. Gülerek aynı şekilde selamıma mukabele ediyor.
İçimde coşkun bir özgürlük duygusu var. Pontchartrain Gölü’nün sular altında bıraktığı New Orleans’ta yasa sadece kitaplarda kalmış. Herkes dilediğini yapıyor.
Kentte sokaklar hálá bomboş. French Quarter’a gelince, arabamı Saks Fifth Avenue mağazası önüne park ediyorum. Lüks mağazanın köşesinde ‘No parking’ (park edilmez) ikazlı levhaya rağmen.
*
BU kez önceki günlerde gördüklerimi kıyaslıyorum. Değişen bir şey yok. On gün öncesinde Yeni Dünya’nın Anglo-sakson, İtalyan, İspanyol, Alman ve Afrika kökenlilere ev sahipliği eden, Cajun-Creole mutfaklarıyla ünlü romantik şehri New Orleans, hayalet kent görünümünde. Uygar Amerika’nın Meksika Körfezi’ne uzanan 945 kilometrekarelik bölümü, doğa felaketinin sebep olduğu bir vahşet sergisine dönüşmüş.
Madison Street köşesine geliyorum. Tabelası düşmüş bir barın önünde bel kılıfında Gluck 9 silahlı, tişört giymiş bir sivil, kucağında M-16 otomatik silah taşıyan, kamuflaj üniformalı askerle sokak ortasına kurdukları masada sohbet ediyorlar.
Barın kapısı açık, camlar yere inmiş. Tezgahlarda votka, viski, likör şişeleri. Sivil polis takılıyor bana: ‘Gündüz içki servisi yok. Hava kararınca biz gitmiş olacağız. Eğer buralarda isen gel, canının çektiği içkiyi raftan al. Ama su, buz ve elektrik yok biliyorsundur. Bir de fener getirmen gerekecek zifiri karanlıkta etrafı görmek için.’
*
FRENCH MARKET’in yolunu tutuyorum. Çevrede tüm dükkanların kapı ve vitrinleri kontraplak levhalarla kaplı. Geçtiğim sokakların iki yanına bakıyorum, arada bir devriye gezen askerler, gelip geçen polis araçları dışında sivil giyimli tek bir Allah’ın kulu yok.
St. Ann Street’e geliyorum. Arkamdan biri sesleniyor, dönüyorum. Günlerdir tıraş olmadığı belli, gençten bir adam, üstünde yalnızca beyaz slip külot.
Kelimeleri yutarak, boğuk bir sesle konuşuyor: ‘Televizyonum bozuldu, düğmelere basıyorum açılmıyor. Bana yardım eder misin?’
Yüzünde depresyon ifadesi. Tüm kentin elektriklerinin kesildiğinin farkında değil. Yatıştırıcı birkaç laf ediyorum.
*
GÜNÜN 24 saatinde açık sebze-meyve, gıda pazarı, açık otoparka dönmüş. Katrina Kasırgası başlayınca, insanlar tüm pazarı yağmalamışlar, tezgahlara varıncaya kadar. Turist uğrağı yer harabe halinde.
Marriott Oteli’ne yaklaşıyorum. Lüks otelde cinler top oynuyor. Kapılarında güvenlik görevlileri de yok. Yolda siyah ceketli bir adam, iki bavulunu yerleştirdiği tekerlekli taşıyıcıyı sürükleyerek yürüyor.
‘Merhaba, nereye gidiyorsun?’ diyorum. Ciddi bir ifadeyle ‘Los Angeles’a’ diyor.
‘Nasıl gideceksin?’
Ciddiyetini bozmuyor: ‘Taksi arıyorum havaalanına gitmek için. Sonrası kolay, ilk uçakla.’
Bu da bunalım içinde. Uzun süredir kapalı olan alanın ne zaman açılacağını bilen yok.
*
YÜRÜMEYE devam ediyorum. Mississippi Nehri’ne bir sokak mesafede aşina bir manzara çıkıyor karşıma. Yeni model sarı renkli bir Corvette araba bu. Üç gündür yol ortasında çaprazlama duruyor. Alıp götürmeye kalksam kimse çıkıp ’Dur’ demez.
Kentin, su basmayan ufak kesiminin sokaklarında, kaldırımlar üstünde Honda, Ford markalı terk edilmiş çok sayıda araba tespit etmiştim.
Dev kumarhane Harrah’ın karşısında, mızrak şekilli metal direğin üstüne düşen ikindi güneşi ‘Birisi milyon dolar kazanacak. Bu sen olabilirsin. İçeri gel.’ levhasına vuruyor. Oysa Harrah’ın kapıları kapalı. Önünde kurtarma ekipleri ızgara fırınları kurmuşlar, jeneratörle hamburger, biftek, mısır kızartıyorlar.
*
HAVA kararmaya başlıyor. Acilen çekip gitmem lazım. Kurşun geçmez yeleğinin kemerini sıkan üniformalı polis, ‘Gün batmadan yola çık. Silahlı yağmacıların saati geliyor’ diye ikaz ediyor. Bagajdaki benzin variliyle depoyu takviye ediyorum. Yılda beş milyon turisti barındıran New Orleans’ta tüm oteller ya su altında ya da kapalı.
55 No’lu karayolu ile Mississippi’de kaldığım otele gideceğim. İki saat sonra uygar Amerika’da olacağım.
Karayoluna çıkmak için trafiğin ters istikametine direksiyon kırıyorum. İbre az sonra 140’ı gösteriyor.
Güney istikametinde tek araba yok. Bir saat sonra karanlığa bürünecek şehre kim gelir ki?
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2005
<B>ÖNÜMDEKİLER</B> sağa dönünce sokaktan caddeye girdik. Bir saattir <B>St. John the Divine</B> <B>Katedrali</B>’ne girmek için kuyruktayım. Kapılar saat 9’da açılacak. Herkes benim gibi bekleşiyor. Az sonra bu tarihi katedralde hayvanların takdis töreni başlayacak. Yılda bir kez tekrarlanan bu etkinliği yerinde görmek istemiştim. Evcilinden çiftlikte beslediğine, insanlar hayvanlarını kapıp gelmişler.
Tekir kedisini kucaklamış, minik Chihuahua köpeğini göğsüne yaslamış kadınlar, iri boy iguanayı omuzuna asmış erkekler kış soğuğunu umursamadan açılış saatini bekliyorlar. Manzara garip olduğu kadar ilginç.
İkiye katlayıp okuduğum dergiye dalmışım. Arkamda bir kadın bir şeyler söylüyor. Döndüğümde kanım donacak gibi oluyor. Simetrik çizgili yüzün içine gömülmüş bir çift göz beni süzüyor. Kobra yılanı bu olsa gerek. Aramızdaki mesafe iki karış. Hayvanını saz sepetiyle getiren kadın önümdekilerin yürüdüğüne dikkatimi çekiyor. Yana çekilip ‘Buyrun geçin’ kabilinden laf ediyorum.
*
HAYVANLARIN takdisi, Hıristiyanlığı diğer dinlerden farklı kılan inanç örneklerinden yalnızca biri. Ama Hıristiyan dünyası çok uçlu. Doğu Ortodoksluğu, Roma Katolikliği ve Protestanlık ana gruplarından başlayıp, Luteryan, Presbiteryan, Babtist, Episkopal, Adventist, Mormon, Kalvinist, Yehova Şahitleri, Cizvit gibi düzinelerce mezhebi içeriyor.
Mezheplerde birden fazla kadınla evliliğe, aile içi izdivaçlara yeşil ışık yakan, kürtaj yapan doktorun öldürülmesini Tanrı buyruğu gören, nehre topluca girip iman temizleyen gruplar da var.
Amerikalılar dini inançlarına bağlı. Kiliselerden bağımsız bazı vaizler, radyo ve televizyon aracılığıyla geniş kitlelere hitap ediyorlar. Televanjelist diye tanınan bu vaizler, İncil yorumculuğu yapıyorlar.
Ülkede din, devlet ve politika içiçe. Yarım asırdır bazı Evanjelist vaiz ve rahipler, ‘Tanrı’nın Cemaati’, ‘İsa’nın İzindekiler’ gibi ruhani isimler ardında yoğun din istismarı sürdürüyorlar.
*
GEÇENLERDE, ‘700 Kulüp’ adlı grubun lideri Pat Robertson, Venezuela Cumhurbaşkanı Hugo Chavez’in Amerika’ya kafa tuttuğunu ileri sürerek öldürülmesi çağrısında bulundu. Robertson, Televanjelizmin öncülerinden.
Nüfuzlu Robertson’ın bir devlet başkanına suikast çağrısına Başkan Bush yorum yapmaktan kaçındı. Amerikan medyası da bu çağrının üstüne fazlaca gitmedi.
Oysa İran’ın ruhani lideri Ayetullah Humeyni, 1989’da ‘Şeytan Ayetleri’ kitabının yazarı Salman Rüşdi’nin katli fetvasını çıkardığında, Hıristiyan aleminin şiddetli tepkisiyle karşılaşmıştı.
Evanjelistlerin lideri Billy Graham ile oğlu Franklin de hem İslamiyeti hem de kutsal kitap Kuran-ı Kerim’i yanlış tanımlamalarla eleştirirken, Müslümanları terörizmi desteklemekle suçluyorlar.
*
Bunlar işin bir tarafı. Diğer yandan halkın saflığını istismar eden Televanjelistlerin toplum sömürüsü hayli yaygın.
1980’lerin başında Robertson’un eski çırağı Jim Bakker ile eşi Tammy, 24 saat yayın yapan bir TV’den müritlerine ‘Haftada bir milyon istiyorum’ diye seslenip gönderilen yüzlerce milyon doları özel hesaplarına geçirdiler. Malikaneler, villalar, Rolls Royce otomobiller aldılar.
Evlerinde musluklara altın kaplama, bahçede köpek kulübelerine klima yaptırttılar. Hatta Kuzey Carolina’da Heritage USA adlı bir eğlence parkı kurup, Disney World’e rakip bile oldular.
Metres tuttuğu sekreterinin şikayetinden sonra hakkında soruşturmalar açılan Jim Bakker, sonunda sahtekarlık, vergi kaçakçılığı suçlarından 45 yıl hapse mahkum oldu. Ciddi din liderlerinin ‘Hıristiyanlığın kanseri’ diye kınadıkları Bakker, Evanjelistlerin önderi Billy Graham’ın nüfuzu sayesinde beş yıl hapiste kaldıktan sonra serbest bırakıldı.
*
BİR diğer Televanjelist öncü Jimmy Swaggart, 1984’te cennetin anahtarını vereceği vaadiyle bir yılda 150 milyon doları aşkın bağış topladı. Evlilik dışı seks düşkünü Swaggart, 1987’de bir fahişeyle basıldı. Ekrana çıkarak ‘Affedin beni günah işledim’ diye ağladı.
Vaazlarına devam ettiği yıllarda ise arka arkaya arabasında, motellerde seviştiği fahişelerle yakalandı. Rock’çu Jerry Lee Lewis’in dayı oğlu Swaggart hálá sahte din adamlığını sürdürüyor.
*
HIRİSTİYANLIĞIN en köklü olduğu Katolik alemine baktığımızda da, evliliğin yasak olduğu bu grupta baş rahiplerden papazlara kadar sekreterleriyle aşk kaçamakları, mihrap oğlanları denilen genç kilise görevlileriyle ilişkiler yaşayanların sayılarının binin üstünde olduğunu görüyoruz.
Bu çocukların daha sonra açtıkları davaları, kiliseler milyonlarca dolar tazminat ödeyerek kapatıyor. Kimse de din istismarının üstüne gitmeye yanaşmıyor.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2005
<B>LALE</B> çizgili kahve bardağı uzunca. Tepesinde karbeyazı köpük. Kaşıkla aralayınca rayihası yayılıyor. İçime çekiyorum. Capuccino’nun kokusu keskin. Duvardaki tabelada ‘<B>New York’ta ilk orijinal capuccino burada yapıldı. Cafe Reggio-Yıl 1927</B>’ yazıyor. Reggio’nun sabah müşterileri Starbucks’ların genç ağırlıklı kalabalığından farklı. Orta yaşı aşmış insanlar İtalyan gazetelerini okuyorlar. Mutfağa yakın bir masadayım. Acaba şöhrete ulaşmadan önce sabah kahvesine Reggio’ya gelen James Dean bu masada hiç oturmuş muydu? Cep defterime efsanevi aktör Dean’in 1950’li yıllarda bu kahvehanenin müdavimi olduğu notunu düşmüşüm.
*
CAFE Reggio, Manhattan’da bohem sanatçılara ev sahipliği eden Greenwich Village’in merkezinde.
İtalyan göçmenlerinin 1850’de yerleştiği kısa adıyla Village, minik park ve meydanları, birbirini çapraz kesen sokaklarında lokanta, bar, kahvehane, butik, hediyelik dükkanları, caz kulüpleriyle günün 24 saatinin dolu dolu yaşandığı bir yer. Oysa kapladığı alan mahalle boyutları ölçüsünde. Diklemesine üç kilometre. Enlemesi ise 800 metre. Ama kısa tarihçesinde sinema dünyası ünlülerinden mafyaya, yazar-çizer takımından Amerika’ya korku salan Weathermen anarşistlerine geniş bir yelpaze karşımıza çıkıyor.
Amerikan İç Harbi’ni takiben iktidara gelen Abraham Lincoln’ün zencilere esareti yasaklamasını hazmedemeyen ırkçı John Wilkes Booth, ABD Başkanı’na suikast hazırlığını Village’da Christopher Sokağı’ndaki evinde yaptı.
Başkan Franklin D. Roosevelt’in eşi, yazar, diplomat Eleanor Roosevelt, 1945’te dul kaldıktan sonra Washington Meydanı’na bakan apartmanını eşcinsel ilişki kurduğu sevgilileriyle paylaştı.
Drew Barrymore’un büyükbabası, döneminin yıldız aktörü John Baryymore, Bayan Roosevelt’ten iki sokak ötede bir binanın üst katında uzun yıllar yaşadı.
Ölümünden sonra harap binayı satın alan yazar Paul Rudnick, Shakespeare karakterlerini canlandıran Baryymore’un hayaletini binada sürekli gördüğünü ‘Hamlet’ten Nefret Ediyorum’ adlı kitabında dile getirdi.
Piyes yazarı Edward Albee, 1960’lı yıllarda gişe rekorları kıran ‘Kim Korkar Hain Kurttan?’ yapıtının kazancı ile 10. Sokak’ta aktör Maurice Evans’ın dört katlı evini satın aldı.
Menekşe gözlü aktris Elizabeth Taylor’un Oscar kazandığı ‘Butterfield 8’ filmi, Christopher Sokağı’nda bir binada çekildi. Filmde Taylor’un annesi rolünü canlandıran Mildred Natwick bu binada yaşıyordu.
Kadınların rüyalarına giren aktör Rock Hudson aynı sokaktaki eşcinsel barı ‘Boots and Saddles’ın müdavimi idi. Rock, bu bara takılan eşcinsellerin yarısı gibi AIDS’e kurban gitti.
Şair Dylan Thomas, bara yakın evinde alkol tutkusuna kurban giderek can verdi. 10. Sokak’ta ünlü yazar Mark Twain’in apartmanında oturan avukat Joel Steinberg, evlatlık kızını döverek öldürdüğü için 15 yıl hapse mahkum oldu.
Folk-rock müzisyeni Bob Dylan, Village’da çeşitli kulüplerde sol eğilimli repertuvarını sundu. Ünü yayılıp para kazanınca aynı muhitte altı katlı bir bina satın aldı, 1980’lere kadar orada yaşadı.
Adı ’Türk Hamamı’ olan eşcinsellerin uğrağında şarkıcılığa başlayan Bette Midler, şöhreti artınca Barrow Sokağı’nda bir tuğla ev aldı. Beyazperdeye geçtikten sonra bu evi kız kardeşine hediye etti.
Aynı sokakta hippi lideri Abbie Hoffman, uyuşturucu ve silah satıcılığı yapıyordı.
Midler’ın yanısıra Oscar ödüllü Dustin Hoffman, Jessica Lange, Gene Hackman ve Sally Kirkland gibi oyuncular, New York’a ilk geldiklerinde Village’da oturdular.
1970’li yıllarda Jessica, Lion’s Head barında garsonluk yaptı.
Dustin’in Gene ile paylaştığı 11. Sokak’taki dairesinin yanındaki evi Weathermen anarşistleri kiralamıştı. Devlet ofislerine saldırı planlayan üç anarşist, hazırladıkları bomba patlayınca öldüler. Dustin Hoffmann’ın dairesi infilak sonucu büyük hasara uğradı.
*
VILLAGE, New York’u haraca kesen mafya aileleri arasında da sürekli çatışmalara sahne oldu.
Gambino, Genevese ailelerinin ’baba’ları, Village’da İtalyan kulüp ve lokantalarında sık sık boy gösterdiler. 1972’de Gambino’nun liderliğini ele geçirmeye çalışan ’Çılgın’ lakaplı Joe Gallo’yu, Mulberry Sokağı’ndaki Umberto’s Clam House restoranında dostlarıyla yemek yerken, rakip grup tetikçileri kurşun yağmuruna tutarak öldürdüler.
*
KISA tarihçesi böylesine renkli olan bu mahalle şimdilerde etnik kimliğini kaybetme tehlikesinde. Sanatçı ve aktörlerin çoğu Village’dan taşındı.
Güney komşusu Çin Mahallesi’nde nüfus patlaması, Çinlileri Village’daki İtalyan bina ve işyerlerini yüksek meblağlar ödeyerek satın almaya yöneltti.
Cafe Reggio, hálá varlığını sürdürmekte kararlı. Bakalım ne kadar direnecek.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2005
Gazeteci Mehmet Barlas’ın yeni aldığı evinde eşi Canan’ın doğum günü daveti hayli eğlenceli idi. Nefis manzaralı evde İbrahim Tatlıses’ın mangalda hazırladığı et yemeklerini tatmak için yakın dostları sıraya girdi. Sanatının doruğuna erişen ressam Ömer Uluç’un son yapıtlarını içeren ‘Heves Kuşu Durmaz Döner’ adlı kitabından gece boyunca övgüyle söz edildi. Prof. Nilüfer Göle, yazar Vivet Kanetti, Semiramis Pekkan, Selma Türkeş gibi popüler kişilerin olduğu davet sabahın ilk saatlerine kadar sürdü.
HAVA alaca karanlık. Kınalıada ufuk çizgisi üstüne oturmuş. Sağında solunda şilep, tankerler sıra sıra dizilmişler. Günün ilk ışıklarını otel balkonumdan seyrediyorum. Gök mavileşmeye başlıyor. Marmara hálá lacivert. Yeşilköy açıklarında gemilerin renkleri belirginleşiyor. Ama turkuvazı merak edenlerin Çınar’ın havuzunu görmesi lazım, mavi-yeşilin coşkunluğu bu.
Personel havuzbaşı şezlonglarını yerleştirirken otel bahçesi ardındaki sahil şeridi hareketleniyor. Çevre halkı sabah yürüyüşünde. Bir grup çimlerde yoga ile meşgul. Yeşilköy istikametinden seri adımlarla yürüyen pantolonlu iki hanıma gözüm takılıyor. Biri topuklarına inen siyah çarşaf içinde, başörtüsünde sadece gözleri açıkta. Diğerinin krem rengi pardösüsü topuklarında. Saçları sıkma eşarplı, yüzü açık. Fener istikametinden, jogging yapan beyaz şortlu, genç bir kız yanlarından geçiyor. Kameram bavulumda, bir diğeriyle tezat kıyafetle sabah egzersizine çıkmış bu üç Türk kadınını bir karede görüntüleme fırsatını kaçırmış olduğuma üzülüyorum. Tatilimin ilk günü böyle başlıyor.
*
İSTANBUL-Bodrum ikilemiyle sürdürdüğüm yaz tatilim bende karışık duygular bıraktı.
Doğum yerim İstanbul’un doğal güzelliğini, nefes kesen haşmetini anlatmama gerek yok. Son ziyaretimden bu yana kentin çeşitli kesimlerinde inşa edilen mini-gökdelenlerin zarafeti son 30 yılda yetenek, görgü, teknik bilgi ve zevk yoksunu müteahhitlerin ortaya çıkardığı yapıların çirkinliğini bir nebze de olsa kapatmışa benziyor. Buna karşın bu kez mahalle arasında yeni açılan lokantaların lüksü gözlerimi kamaştırdı. Mardin, Maraş, Kars gibi az gelişmiş kentlerimizden dünya incisi İstanbul’a göç eden insanlarımızın büyük para döktükleri bu restoranlar, gerek iç mimari gerekse mobilya donanımıyla New York, Londra, Fransız Riviera’sındakilerden aşağı değil. Basında Çeşme, Marmaris, Antalya, Alaçatı’yla kıyaslaması sürekli yer alanBodrum bir keşmekeş beldesi. Gündüzleri dar sokakları, rıhtımları yerli-yabancı turistten geçilmeyen kentin cezbedici fazlaca özelliği yok. Türkiye ve Avrupa’nın ortadirek sınıfı karadan, zengin tabakası ise Bodrum’a yat ve teknelerle denizden geliyorlar. Güneş batışını takiben Bodrum geceleri deniz üstü sal lokantalarında başlayıp, kulak zedeleyici müzikli kulüp ve barlarda sabahın erken saatlerine kadar devam ediyor. Yaz tatilini yılın stresini atıp dinlenmeyi amaçlayanlar için kentin gece hayatı 20-30’lu yaşları geride bırakmışlar için tek kelimeyle yorgunluk.
*
GİYİM modası ise evlere şenlik. Merak duyarak izlediğimiz bazı kulüplerde Arap stilli, şalvar pantolonlu, yukarıdan düğmeleri açık, kalçaları kucaklayan bol gömlekler, dizlere inen çadır şekilli çarşaf elbiseyle moda gösterisi sergileyen kadın ve erkeklerin görünümü sakil. Sanki kadın-erkek hamile bunlar!
Bodrum’u deniz, güneş, plaj olarak sınırlayanlar ise tatil köylerine gidiyorlar. Ege’nin bu güzel beldesinde körfezlere yayılmış tatil köylerine gitmeden dikkatli araştırma yapmak gerekiyor. Önceki yıllarda dört kez kaldığımız bir tatil köyüne rezervasyon sırasında kişi başına yüzde 15 basın indirimine rağmen üç kişi için günde 960 milyon lira ödeyeceğimizi öğrenince on günlük ziyaretten vazgeçtik. İnternet’i tarayarak çok daha hesaplı bulduğumuz bir diğerine alelacele kayıt yaptırdık. Beş yıldızlı bu otel-tatil köyün de hak etmediği yıldızlarla ödüllendirildiğini anladık. Canımı sıkan önemli bir husus ise İtalya, Almanya veRusya’dan turlarla gelen turistlere uçak parası da dahil yüzde 40’a yakın indirim yapılmış olması.
*
YALIÇİFLİK’te kaldığımız tatil köyünden yarım saat sürenTürkbükü ve Gündoğan’a taksiyle gidişlerimizde bahşiş hariç 85 YTL, New York rayici ile de çok yüksek idi. Gazeteci Mehmet Barlas’ın yeni aldığı evinde eşi Canan’ın doğum günü daveti hayli eğlenceli idi. Nefis manzaralı evde İbrahim Tatlıses’ın mangalda hazırladığı et yemeklerini tatmak için yakın dostları sıraya girdi. Tatlıses çocukluğundan gençlik yıllarına anılarını değme komedyenlere taş çıkarırcasına esprilerle süsleyerek anlattı, saz-çalgı takımı olmadan güçlü sesiyle şarkılar söyledi. Sanatının doruğuna erişen ressam Ömer Uluç’un son yapıtlarını içeren ‘Heves Kuşu Durmaz Döner’ adlı kitabından gece boyunca övgüyle söz edildi. Prof. Nilüfer Göle, yazarVivet Kanetti, Semiramis Pekkan, Selma Türkeş gibi popüler kişilerin olduğu davet sabahın ilk saatlerine kadar sürdü.
Odadan plaja araba servisiyle gidilen, lokantalara merdiven tırmanıp, iniş-çıkışlı yokuşlarla geçen, dinlenmesi dahi yorucu bir tatil geçirdim. Kavurucu sıcağına rağmen rutubet yoktu. Deniz pırıl pırıl idi. Okyanus aşmaya değdi.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2005
Araştırmalara göre kadın-erkek zeka düzeyi birbirine eşit. Peki hemen her alanda erkeklerden niye gerideler? Feministler, sosyal baskı, kısıtlı özgürlük, gerekli imkan tanınmamasını gerekçe gösteriyorlar. Kadınlar, genelde fazlaca zeka gerektirmeyen müzik, dans, sinema, eğlence aleminde başarılı oluyorlar.
HAVUZUN çevresi Galatasaray Hamamı’nın özel günlerinden farksız. Kadından geçilmiyor. Plaj kumsalındaki şezlonglar da öyle.
Ten renginden, bu tatil beldesine kimin ne zaman geldiği hakkında tahmin yapmak güç değil. Alman, İtalyan, İsviçreli ve Rus’u ile çok yabancı var burada. Avrupalı hanımların gözü kara. Böylesine geniş kalçalar, palmiye gövdesine taş çıkartan iri bedenlerinin görünüşünü umursamadan bikini giymek doğrusu cesaret ister. Üstelik mendil boyunda.
Türk kadınları daha ihtiyatlı. Açılıp saçılmadan önce ayna karşısında teftişten geçmiş olmalılar. Çoğunlukla tek parça mayo seçimleri bu yüzden olsa gerek. Oysa en fazla dikkatimi çeken, İngiliz dilinde ’flip-flop’ denilen ’tokyo’lar. Saymadım ama her on kadından yedi-sekizi tokyolu. (Japonya başkentinden söz etmiyorum, parmak arası terlikleri kastediyorum.)
*
FETİŞİSTLER nasıl düşünüyor bilmiyorum ama ayağı tümüyle açıkta bırakan tokyoları giymek, başlı başına bir sorun. Tırnak temizliği, boyası, parmakların nasırdan arınmışlığı, topukların toz-topraktan kararmasını önlemek ancak sürekli bakımla mümkün.
Bir dergide, yakından çekilmiş bir balerin ayağının resminde, yıllarca zıplamaktan sertleşip kalınlaşmış parmakların, ezilmiş tırnakların, zarif balerin vücuduna ne kadar ters düştüğü dikkatimi çekmişti. Acaba balerinler plajda ne giyiyor ayaklarına?
Gene de yaz modasında en yaygın aksesuvar bu plastik sandallar. Bence laubali bir moda ürünü tokyolar, Amerika’da da hayli yaygın. Kadınlar işe tokyo veya lastik ayakkabıyla gelip, ofiste çantalarında taşıdıkları normal ayakkabıyla değiştiriyorlar.
*
MODAYI rahat, pratik giysiler olarak gören Amerikan kadınlarını örnek almamak lazım. Bir grup Türk kadını, cumhurbaşkanının Çankaya’da verdiği davete tokyo giyerek gider mi? Hiç sanmıyorum.
Buna karşın Northwestern Üniversitesi kız takımı, lacrosse şampiyonluğu kazandıktan sonra Başkan Bush ile Beyaz Saray’da buluşmaya ayaklarında tokyo ile gittiler. Başkan ile boy resmi çektirdiler.
*
KADINLARIN moda tutkunluğunu, moda uğruna girdikleri kılıkları düşünürken bir Alman bilim adamının Türk çocuklarının zeka düzeyi hakkındaki açıklamalarını, ardından Tülay Tuğcu’nun Anayasa Mahkemesi başkanlığına atanması haberini hatırladım. Acaba kim daha zeki? Kadınmı, erkek mi?
Dipsiz kuyu gibi bir soru bu. Yanıtı kitaplar dolduracak nitelikte. Aklıma gelen erkek ünlülerden başlıyorum.
Dünyanın en zengin kişisi, elektronik iletişimin öncüsü Bill Gates.
Dünyanın en büyük şirketi, perakende zinciri Wal-Mart mağazalarının sahibi Sam Walton.
Finans sihirbazı, bir numaralı yatırımcı, milyarder Warren Buffett.
Modada en büyük ismi Ralph Lauren.
Bilim dehası, bedenen özürlü fizik alimi Stephen Hawking.
Gelmiş geçmiş en büyük dansçılardan, balet Mikhail Baryshnikov.
Film yapımcısı, Hollywood sihirbazı Steven Spielberg.
Alanında çığır açan kalp mucidi Robert Jarvik.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk.
İkinci Dünya Harbi’nin muzaffer komutanı General Douglas McArthur.
Dinamitin mucidi Alfred Nobel.
Felç aşısını bulan Jonas Salk.
Modern ilmin babası Albert Einstein.
Zenci özgürlüğünün bayraktarı Martin Luther King.
Irk ayrımcılığına karşı mücadelenin öncüsü Nelson Mandela.
Hepsi de erkek...
Gerilere döndüğümüzde,
Sanat aleminden Michaelangelo, Leonardo da Vinci, Picasso, Matisse, Van Gogh, Cezanne...
Edebiyattan Shakespeare, Tolstoy, Dostoyevski, Hugo...
Müzikte Beethoven, Bach, Mozart...
Hepsi erkek.
*
Kadınları giydirenler, mutfak becerileriyle ün salmış aşçılar, şair-yazar-ressamlar, spor, sanat, bilim, buluşun her dalında erkekler ön planda. Devlet ve hükümet başkanları, politika arenasında da öyle.
Kadınlarda ise karşımıza uzunca bir liste çıkmıyor. Kraliçe Victoria, İndira Gandhi, Tansu Çiller, Condoleezza Rice hatırlanan isimlerden.
Ama 200’e yakın ülkede devlet ve hükümet başkanı kadınların sayısı ancak bir düzine kadar.
Son 20 yılda dev şirketlerin yönetimlerinde ise yüzlerce kadın var. Ama Rönesans döneminden bu yana erkek karşıtlarıyla kıyaslanacak düzeyde kadın yok.
Son yüz yılda balede Martha Graham, resimde Georgia O’Keefe, modada CoCo Chanel, edebiyatta Bronte Kardeşler, astronot Sally Ride, kimyacı Marie Cruie, Nobel ödüllü Antonio Novella, yazar Toni Morrison, TV sunucusu Oprah Winfrey ancak belirli kesimde popüler kişiler. Harry Potter’ın yaratıcısı J.K. Rowling, edebiyat şöhretleri arasında sıyrılmış tek kadın.
*
ARAŞTIRMALARA göre kadın-erkek zeka düzeyi birbirine eşit. Peki hemen her alanda erkeklerden niye gerideler?
Feministler, sosyal baskı, kısıtlı özgürlük, gerekli imkan tanınmamasını gerekçe gösteriyorlar.
Kadınlar, genelde fazlaca zeka gerektirmeyen müzik, dans, sinema, eğlence aleminde başarılı oluyorlar. Ama üzüntü duymasınlar. 6.5 milyar nüfuslu yerküremizde Guinness Rekorlar Kitabı’na zeka düzeyi en yüksek insan olarak geçen kişi erkek değil, Marilyn vos Savant adlı bir kadın.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2005
Araştırmalara göre kadın-erkek zeka düzeyi birbirine eşit. Peki hemen her alanda erkeklerden niye gerideler?Feministler, sosyal baskı, kısıtlı özgürlük, gerekli imkan tanınmamasını gerekçe gösteriyorlar. Kadınlar, genelde fazlaca zeka gerektirmeyen müzik, dans, sinema, eğlence aleminde başarılı oluyorlar.HAVUZUN çevresi Galatasaray Hamamı’nın özel günlerinden farksız. Kadından geçilmiyor. Plaj kumsalındaki şezlonglar da öyle.Ten renginden, bu tatil beldesine kimin ne zaman geldiği hakkında tahmin yapmak güç değil. Alman, İtalyan, İsviçreli ve Rus’u ile çok yabancı var burada. Avrupalı hanımların gözü kara. Böylesine geniş kalçalar, palmiye gövdesine taş çıkartan iri bedenlerinin görünüşünü umursamadan bikini giymek doğrusu cesaret ister. Üstelik mendil boyunda.Türk kadınları daha ihtiyatlı. Açılıp saçılmadan önce ayna karşısında teftişten geçmiş olmalılar. Çoğunlukla tek parça mayo seçimleri bu yüzden olsa gerek. Oysa en fazla dikkatimi çeken, İngiliz dilinde ’flip-flop’ denilen ’tokyo’lar. Saymadım ama her on kadından yedi-sekizi tokyolu. (Japonya başkentinden söz etmiyorum, parmak arası terlikleri kastediyorum.)*FETİŞİSTLER nasıl düşünüyor bilmiyorum ama ayağı tümüyle açıkta bırakan tokyoları giymek, başlı başına bir sorun. Tırnak temizliği, boyası, parmakların nasırdan arınmışlığı, topukların toz-topraktan kararmasını önlemek ancak sürekli bakımla mümkün.Bir dergide, yakından çekilmiş bir balerin ayağının resminde, yıllarca zıplamaktan sertleşip kalınlaşmış parmakların, ezilmiş tırnakların, zarif balerin vücuduna ne kadar ters düştüğü dikkatimi çekmişti. Acaba balerinler plajda ne giyiyor ayaklarına?Gene de yaz modasında en yaygın aksesuvar bu plastik sandallar. Bence laubali bir moda ürünü tokyolar, Amerika’da da hayli yaygın. Kadınlar işe tokyo veya lastik ayakkabıyla gelip, ofiste çantalarında taşıdıkları normal ayakkabıyla değiştiriyorlar.*MODAYI rahat, pratik giysiler olarak gören Amerikan kadınlarını örnek almamak lazım. Bir grup Türk kadını, cumhurbaşkanının Çankaya’da verdiği davete tokyo giyerek gider mi? Hiç sanmıyorum.Buna karşın Northwestern Üniversitesi kız takımı, lacrosse şampiyonluğu kazandıktan sonra Başkan Bush ile Beyaz Saray’da buluşmaya ayaklarında tokyo ile gittiler. Başkan ile boy resmi çektirdiler.*KADINLARIN moda tutkunluğunu, moda uğruna girdikleri kılıkları düşünürken bir Alman bilim adamının Türk çocuklarının zeka düzeyi hakkındaki açıklamalarını, ardından Tülay Tuğcu’nun Anayasa Mahkemesi başkanlığına atanması haberini hatırladım. Acaba kim daha zeki? Kadınmı, erkek mi? Dipsiz kuyu gibi bir soru bu. Yanıtı kitaplar dolduracak nitelikte. Aklıma gelen erkek ünlülerden başlıyorum.Dünyanın en zengin kişisi, elektronik iletişimin öncüsü Bill Gates.Dünyanın en büyük şirketi, perakende zinciri Wal-Mart mağazalarının sahibi Sam Walton.Finans sihirbazı, bir numaralı yatırımcı, milyarder Warren Buffett.Modada en büyük ismi Ralph Lauren.Bilim dehası, bedenen özürlü fizik alimi Stephen Hawking.Gelmiş geçmiş en büyük dansçılardan, balet Mikhail Baryshnikov.Film yapımcısı, Hollywood sihirbazı Steven Spielberg.Alanında çığır açan kalp mucidi Robert Jarvik.Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk.İkinci Dünya Harbi’nin muzaffer komutanı General Douglas McArthur.Dinamitin mucidi Alfred Nobel.Felç aşısını bulan Jonas Salk.Modern ilmin babası Albert Einstein.Zenci özgürlüğünün bayraktarı Martin Luther King.Irk ayrımcılığına karşı mücadelenin öncüsü Nelson Mandela.Hepsi de erkek...Gerilere döndüğümüzde,Sanat aleminden Michaelangelo, Leonardo da Vinci, Picasso, Matisse, Van Gogh, Cezanne...Edebiyattan Shakespeare, Tolstoy, Dostoyevski, Hugo...Müzikte Beethoven, Bach, Mozart...Hepsi erkek.*Kadınları giydirenler, mutfak becerileriyle ün salmış aşçılar, şair-yazar-ressamlar, spor, sanat, bilim, buluşun her dalında erkekler ön planda. Devlet ve hükümet başkanları, politika arenasında da öyle.Kadınlarda ise karşımıza uzunca bir liste çıkmıyor. Kraliçe Victoria, İndira Gandhi, Tansu Çiller, Condoleezza Rice hatırlanan isimlerden.Ama 200’e yakın ülkede devlet ve hükümet başkanı kadınların sayısı ancak bir düzine kadar.Son 20 yılda dev şirketlerin yönetimlerinde ise yüzlerce kadın var. Ama Rönesans döneminden bu yana erkek karşıtlarıyla kıyaslanacak düzeyde kadın yok.Son yüz yılda balede Martha Graham, resimde Georgia O’Keefe, modada CoCo Chanel, edebiyatta Bronte Kardeşler, astronot Sally Ride, kimyacı Marie Cruie, Nobel ödüllü Antonio Novella, yazar Toni Morrison, TV sunucusu Oprah Winfrey ancak belirli kesimde popüler kişiler. Harry Potter’ın yaratıcısı J.K. Rowling, edebiyat şöhretleri arasında sıyrılmış tek kadın.*ARAŞTIRMALARA göre kadın-erkek zeka düzeyi birbirine eşit. Peki hemen her alanda erkeklerden niye gerideler?Feministler, sosyal baskı, kısıtlı özgürlük, gerekli imkan tanınmamasını gerekçe gösteriyorlar. Kadınlar, genelde fazlaca zeka gerektirmeyen müzik, dans, sinema, eğlence aleminde başarılı oluyorlar. Ama üzüntü duymasınlar. 6.5 milyar nüfuslu yerküremizde Guinness Rekorlar Kitabı’na zeka düzeyi en yüksek insan olarak geçen kişi erkek değil, Marilyn vos Savant adlı bir kadın.
button
Yazının Devamını Oku