Geriye Yazılar Kaldı’yı yutarcasına okuyup bitirdiğimde az da olsa bir düş kırıklığına uğradım.
Leyla’nın ’bizim kapıyı’ aralayıp, sonradan dış ülkelere taşıdığı Beyoğlu muhabirliğinde görüp geçirdiklerinin tümünü anlatacağını, nostaljik bir geziyi izleyeceğimi sanmıştım. Oysa büyük aşkı Refik Erduran’la ilişkilerini ayrıntılarla eklemesi anılarını sulandırmıştı. Sevgi, cinsel arzu, özlem, aldatma, hüzün ve hüsranla süregelen, özel kalması gereken hususlar yersiz bir yükleme idi.
Satırları süratle tarıyorum. Bir sayfadan diğerine hızla geçiyorum. Okunması kolay bir kitap bu. Geriye Yazılar Kaldı başlığı da çekici. Yazarı Babıáli yokuşunun emektarlarından. Eski dost Leyla Umar.
Kulağıma aşina bir parça geldiğinde bakışlarım ekrana takılıyor. 1950’li yılların popüler parçalarını bir araya getiren müzik programında ’Four Lads’ (Dört Delikanlı) adlı grup ‘İstanbul, Not Constantinople’ parçasını icra ediyor. Delikanlılık mazide kalmış, biri hariç saçları kar beyazı. Gene de seri ritmi aksatmıyorlar. Şarkı bitince tekrar kitaba dönüyorum.
*
Leyla Umar, 1950’lilerden yakın geçmişe kadar, Türk basınının en popüler gazetecilerinden biriydi. Zeyyat Gören, Vedii Evsal, Sami Kohen, Fethi Pirinççioğlu, Meryem Abigail, Necati Zincirkıran, Muammer Kaylan gibi ’Beyoğlu muhabirleri’ ekolünden geliyordu. Zamanla yenilenen bu gruba mesleğimin ilk yıllarında ben de katıldım.
Geriye Yazılar Kaldı’yı yutarcasına okuyup bitirdiğimde az da olsa bir düş kırıklığına uğradım. Leyla’nın ’bizim kapıyı’ aralayıp, sonradan dış ülkelere taşıdığı Beyoğlu muhabirliğinde görüp geçirdiklerinin tümünü anlatacağını, nostaljik bir geziyi izleyeceğimi sanmıştım.
Muhabirlik döneminde cazibesi dillere destan arkadaşımın yerli ve yabancı şöhretlerle görüşmelerinin perde arkasını naklettiği kitap, mesleğe yeni başlayan muhabirler, gazetecilik eğitimi gören öğrenciler için ışık tutacak bir referans kaynağı olabilirdi. Oysa büyük aşkı Refik Erduran’la ilişkilerini ayrıntılarla eklemesi anılarını sulandırmıştı. Sevgi, cinsel arzu, özlemin yanı sıra aldatma, hüzün ve hüsranla süregelen, özel kalması gereken hususları da içeren kısımlar yersiz bir yükleme idi. Bunları başka bir kitaba konu yapsaydı daha iyi olurdu.
*
Leyla Umar’ın Refik Erduran’la evliliğinde bir kez bir arada olduk. Erduranlar 70’li yılların başında Los Angeles’ta yaşıyordu. Fanatik Ermeni Gourgen Yanikian’ın Santa Barbara’daki evinde iki Türk diplomatını tuzağa düşürüp katletmesi üzerine New York’tan California’ya uçmuştum. Beverly Hills’te oturan Leyla evinin birkaç sokak ötesindeki Holiday Inn’de bana yer ayırtmıştı. Çifte cinayet olayı ile ilgili yazı-resimleri gazeteme geçtiğim ilk gece Erduranlar’ın evine yemeğe gittim. Refik Erduran o dönemde yanılmıyorsam ‘Cengiz Han’ın Bisikleti’ piyesini film yapmaları için Hollywood’a pazarlamaya çalışıyordu. Yemekten sonra Refik bana, ‘Ben muhabirlik yapmıyorum ama Abdi (İpekçi) telefon etti, bize de yazı geç Milliyet için, dedi. Olup bitenler hakkında bilgi verirsen sevinirim. Merak etme seninle yarışa girecek halim yok’ dedi.
Ortak çalışmaya, haber paylaşmaya alışık değilim ama kıramadım Refik Erduran’ı. Anlattıklarımı notlar halinde defterine geçirdi. Sonra ‘İstanbul’a haber geçeceğim’ diyerek yatak odasına gitti. Leyla oturma odasındaki koltukta yün örüyordu. Bir süre lafladık. Ama Refik görünürlerde yok. Üstelik yandaki odadan çıt bile çıkmıyor. Meraklandım. Leyla’ya ‘Hayrola, ses seda yok içerden, ne oluyor?’ deyince işlemesini koltuğuna bıraktı: ‘Gel de gör.’
Odaya girdik, içeride kimse yok. Ama yataktaki yorgan altında bir küme var. Boğuk sesler de geliyor. Birkaç dakika sonra yorgan açıldı, altından kan ter içinde Refik belirdi, bir elinde telefon, diğerinde not defteri. ‘Sorma çektiklerimizi, ıstırabın dik alası bu’ diyerek kısık sesle anlatmaya başladı:
‘Yandaki daireye aylar önce genç bir kız taşındı. Hayli çapkın birisi. Sık sık evine erkekler geliyor. Geceyarısına doğru sevişmeye başlıyorlar. Yatak odalarımızı ayıran duvar prefabrik karton. Aşk yaparken çığlıkları, inlemeleri uzun sürüyor, sanki onlarla aynı odayı paylaşıyoruz gibi her şeyi duyuyoruz. Seslerden uyumamız mümkün değil. Bir süre dayandık. Kapısının altından not dahi attım dairesine ama değişen bir şey olmadı. Bu arada Türkiye’ye saat farkını hesaplayarak sabaha karşı telefon açtığımda komşumuz olan genç kız ‘Yüksek sesle konuşmayın, uyuyamıyorum’ diye bağırıp duvarı yumrukluyor. Kavga etmek istemiyoruz, polis çağırmaya da niyetimiz yok. Bu yüzden İstanbul’a telefon edeceğim zaman yorgan altına girip fısıltıyla konuşuyorum.’
*
Aklıma geldiğinde gülme tutan bir olay bu benim için. Leyla hatırlamış olsaydı belki Amerika’da gazetecilikte karşılaştığı garip bir durum diye kitabına da geçirirdi. Refik’in mahrem dünyasında bunalan okurları, sanırım eğlenceli bulurdu bu anıyı.