13 Kasım 2005
Yazdan kalma bir ekim günü, saat sabahın 11.00’i. İnsan kuyruğu Fifth Avenue’de başlıyor, 42. Sokak’a dönüyor. On dakikadır ben de sıradayım. Önümdekiler her seferinde ayakboyu yol katediyor ama kimse sabırsız değil. Az sonra Soup Man (Çorbacı) dükkanına ulaşacağız.
New York’ta kaldırım üstüne kurulu çorba mutfakları var ama yoksullar için. Çorbacı’nın dükkanında fakirlerin işi yok çünkü en ufak kapta çorbanın fiyatı altı dolardan başlıyor. Kuyruğa girmemin nedeni çorba düşkünlüğümden değil, Al Yeganeh adındaki çorbacının şöhretinden kaynaklanıyor.
*
NBC televizyonunda izlenme rekorları kıran Seinfeld komedi dizisinde canlandırdığı Soup Nazi (Nazi Çorbacı) karakteriyle bir gecede üne kavuşan Yeganeh, asık yüzlü, sevimsiz bir tip.
İran göçmeni Yeganeh, Seinfeld sayesinde şöhrete kavuşmasına rağmen Soup Nazi karakterini kaldırmadıkları takdirde NBC aleyhine dava açacağını söyleyip diziden bu kimliği çıkarttı.
Yeganeh, çorbaları yanısıra huysuzluğuyla da ünlü. 2004 yaz ayında on yıldan sonra kapattığı minik dükkanında müşterilerini azarlaması dillerden düşmüyor.
‘Sıraya gir. Siparişini verdikten sonra sola geç, bekle. Paran hazır olsun. Ismarladıktan sonra konuşma’ diye emirler yağdıran Yeganeh tezgah önünde tercihini değiştirenleri de ‘Sana çorba yok’ diye dükkanından kovuyor. Gene de sadık müşterileri, kışın yağmuruna, soğuğuna katlanıp bir saate yakın kuyrukta bekleşmeye razılar.
*
Bir kap çorba için bu zahmete girmeye, bir de dükkan sahibinden azar işitmeye değer mi?
Arkamdaki genç kıza soruyorum: ‘Çorbaları denediniz mi?’
Tereddütsüz yanıtlıyor: ‘Evet, eski yerine giderdim, çok leziz.’
Genç kızın görüşünü paylaşan çok. Sırada gurme yazarları, gıda eleştirmenleri var.
Bir gurme uzmanı ‘Sıvı altın’ diye övüyor. Ya çıkan diğer yazılara ne demeli?
New York Magazine: Tadına baktığımız en nefis çorbalar.
The New Yorker: Kimse inkar edemez. Al’in çorbası en iyisi.
New York Times: Yeganeh ölçüyü çizdi, herkes ulaşmaya çalışıyor. Bu çorba değil sanat.
Zagat: Tahayyül edilecek en şahane çorbalar.
Newsday: Bu çorbanın benzeri yok. Cennet tadında.
Oprah Winfrey, eski belediye başkanı Ed Koch, tenor Pavarotti, Çorbacı’nın NBC stüdyolarının yakınındaki eski dükkanının müşterileri arasında.
*
Al Yeganeh, geçenlerde bir yatırımcıyla birlikte ‘Uluslararası Çorba Mutfağı’ adında bir şirket kurdu. İlk planda Amerika’da 150 kentte Çorbacı dükkanları açacak. Ardından başta Amerika ve Kanada olmak üzere çeşitli ülkelerde 1000 çorba lokantası eklenecek. Oldukça iddialı girişimde, süpermaketlerde ’Isıt-İç’ sloganıyla plastik kaplar içinde hazır çorbalar satışa sürülecek.
Projenin başarıya ulaşma şansı yüksek zira Amerikalılar çorbaya düşkün bir millet. Yılda 10 milyar kap çorba tüketiyorlar. Çorbacı’nın yakında mültimilyonerler sınıfına girmesi sürpriz olmayacak.
*
Yeganeh’in New York’ta yeni lokantası Hürriyet ofisine bir sokak mesafede.
Öğle paydosuna daha yarım saat var. 42. Sokak’a dönüyoruz. Önümdeki kalabalık giderek azalıyor. Az sonra tepesinde Orijinal Çorbacı levhasıyla koridor gibi uzun dükkana giriyorum.
Tezgahlarda siyah metal güğümler, çorba çeşitleriyle dolu. Damak tadı farklı kişiler için 49 çeşit çorba. Hepsi de İranlı Al’in formülüyle hazırlanmış.
Etyemezler için mantar, kabak, pirinç, mısır, patlıcan, fasulye, mercimek, darı, kuşkonmaz dahil 16 çeşit var.
Et ve tavuk listesinde 17.
Deniz ürünleri 9 çeşit.
Salatalık ve bal kabağı ile diğer 6 soğuk çorba; soğan, kereviz, patates içinde parça ıstakoz, şarap katılmış pavurya gibi çeşitleriyle ayrı tarifede.
Peki Al Yeganeh nerede?
*
Tezgahtarların ikisi kız, dördü Güney Amerikalı erkek.
Arkada mutfak kazanlarından buhar yükseliyor. Birkaç kişi var içerde ama Al’e benzemiyorlar. ‘Çorbacı nerede?’
Karışık sebze siparişimi alan genç kız, ‘Bilmiyorum belki mutfakta, belki de dışarda. Görmedim kendisini’ diyor. Övgü yağdırılan çorbalarının formülü gibi nerede olduğu da sır İranlı Yeganeh’in. İçerde olmaması da bir yönden iyi. Müşteri azarlanmadan girip çıkıyor dükkana, ’Sağa geç, solda dur bekle’ diyen yok.
Karşıya geçip New York Kütüphanesi yanındaki iskemleyi çekip plastik çorba kabını açıyorum. Kimyon kokulu buhar yüzümü yakıyor. Sebzeler erimemiş, diri. Suyu az, çeşnisi bol, yemek gibi bir çorba. Tadı gerçekten leziz ve doyurucu. Bir de asık yüzlü Çorbacı’yı görseydim iyi olacaktı.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2005
Uzun siyah saçları, bordo renkli saten tuvaletin sırtına düşmüş. Şefika Kutluer, ayakta Ekrem Zeki Ün’ün ‘Yunus Emre’nin Kabrinde’ parçasını üflüyor flütüne. Hüzünlü ve icraası güç bir parça bu. Notalar inişli-çıkışlı Carnegie Weill Salonu’na yayılıyor. Kutluer, gözleri yarı kapalı, kısa fasılalarla, Japon, Çin, Azeri bestekárların flüt aranjmanlı parçalarını zorlanmadan çalıyor. İki elinin parmakları, flüt düğmelerinde birbiriyle yarış halinde. Salondakiler huşu içinde dinliyorlar.
*
Carnegie Hall, müzik dünyasının en ünlü salonu. Şarkıcısından enstrüman virtüözüne, bu salonda konser başarısını gerçekleştirenler sanat zirvesine erişmiş olanlar. Uluslararası klasik müzik çevrelerinde Sihirli Flüt sıfatıyla tanınan Kutluer, yabancı bir ortamda değil. Carnegie’de dördüncü konseri bu.
Genç kız görümündeki sanatçı, flüt aranjmanını kendi yaptığı ‘Katibim: Üsküdar’a giderken’ parçasının ardından, Bach, Gershwin, Doppler ve Mozart’ın Türk Marşı’nı içeren müzik turuyla konseri tamamlıyor. İzleyiciler ayakta alkış tufanına tutuyorlar Şefika Kutluer’i.
*
Ankaralı sanatçının özgeçmişi, gıpta edilecek zenginlikte. Ama başarı çıtasını her yıl daha yukarı taşıyarak flüt virtüözü seviyesine erişmesinde erkeklere taş çıkartan azim ve kararlılığı asıl etken.
‘Ankara Devlet Konservatuvarı’nı en iyi dereceyle bitirdikten sonra İtalya’da eğitim gördüm. 1980’de Roma’da bir okul konserimizi izlemeye gelen ünlü Avusturyalı flüt hocası Werner Tripp, ‘Seni beğendim, üstün kabiliyetlisin. Solistlik eğitimi için Viyana’ya gel’ diyerek beni sınıfına kabul etti. 1984-1987 arasında Viyana’da Tripp gözetiminde solistlik çalışması yaptım. Tüm öğrencileri gözünde, Tripp bir aile reisi idi. Üçüncü yıl sonunda ‘En iyi öğrencim sensin. Ancak Türklerin dünya müzik camiasına girmesi mümkün değil. Karşına hep engel çıkacak. Burada kal, sana Avusturya kimliği verelim. Ancak Avrupalı kimliğiyle layık olduğun şöhrete ulaşırsın’ dedi.’
Şefika Kutluer şaşırıyor. Sanatçı, kişiliğinden ödün verecek birisi değil. ‘Her şeyimi geride bırakmam lazım. Vatanıma çok bağlıyım. Müzik hayatıma Ankara’da başladım. Türkiye’ye çok şey borçluyum. Nankörlük edemem.’ Tripp yalnızca, ‘Bu inadın sana pahalıya mal olur’ diyor.
*
Tripp’in sınıfında bazı öğrenciler, adları Margareth, Helga, Sylvie gibi Avrupa adlarıyla anons edilerek konsere çıkarken, sanatçımız Viyana’da solo konserlere ’Şefika Kutluer-Türkiye’ kimliğiyle çıkıyor. Yoğun çalışmasıyla hocasının işaret ettiği ’Türk engeli’ni aşıyor.
1985’te Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Madalyası’nı, bir yıl sonra da Avusturya’da Uluslararası Flüt Yarışması’nda birinciği kazanan Kutluer’in şöhreti giderek sınırların, denizlerin ötesine ulaşıyor.
Komşu kapısı yaptığı Avrupa’da bir konser turunda İspanya Kralı Juan Carlos ve Kraliçe Sophia, ‘İnanılmaz bir müzik ziyafeti sundunuz. Bulutların üstünde, cennette duygusuna kapıldık’ diye övgü sunuyor.
Uzakdoğu turnesinde Japon Prensi Mikasa da, hayranlığını dile getiriyor: ‘Bir flütten böylesine büyüleyici seslerin çıktığına ilk kez şahit oldum.’
İsrail’de kendisini dinleyen ünlü orkestra şefi Zubin Mehta, genç sanatçıya Amerika kapılarını açıyor. Organizatörler Kutluer’e Carnegie Hall, Kennedy Center dahil Yeni Dünya’da 20’ye yakın konser düzenliyorlar.
*
1995’te Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Nişanı’na layık görülen Kutluer’in ekşi-tatlı bir anısı da Hollanda’da bir konser turunda: ‘1998 Cumhuriyet Bayramı’nda Amsterdam yakınında Leventer’de çalacağım. Kırmızı bültenle aranan kişilerin yaşadığı bu yerde hiçbir Türk etkinliğine izin verilmemiş. Hollandalı yetkililer, ’Tehditler aldık, sizi koruyamayız, vazgeçin’ dediler. ’Hayır, konsere çıkacağım’ diye direttim. Ankara devreye girip bir özel tim gönderiyor. Zıpkın gibi komandolar: ‘Abla merak etme, kimse kılına dokunamaz.’ Çok etkilendim. Flütümü üflerken sevinç gözyaşları döküyordum.’
‘Korkmadınız mı?’
‘Hayır. Acı duyduğum her an Atatürk’ün ‘Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’ diye biten Gençliğe Hitabesi aklıma gelir.’
*
Berlin Senfoni, Royal Flarmoni dahil şöhretli orkestraların refakatinde çalan, onlarla 13 CD hazırlayan Kutluer’in evi, Sony Classics, Gallo International’dan aldığı altın CD’ler, çeşitli ödüller, klasik müzik eleştirmenlerinin övgülerini içeren gazete sayfalarıyla dolu.
American Records Guide dergisi, Şefika Kutluer’in sanat gücünü, ‘Tanrı’nın ilahi hediyesi’ şeklinde tanımlıyor.
20 yıllık eşi Ankaralı turizmci Refik Kutluer, ‘Şefika çok mükemmeliyetçi. Başarılarını bireysel gayret ve çalışmaya borçlu. Bir notayı doğru üflemek için bir buçuk saat çalıştığını çok gördüm’ diyor.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2005
Kıştan ilkbahara geçerken Manhattan’ın Soho kesiminde uçuk giysilerin satıldığı bir butik önünde gene Oscar ödülü kazanmış Julia Roberts’la burun buruna gelmiştim. 1990’lı yıllarda filmleri hasılat rekorları kıran aktris, kısa vizörlü bir balıkçı kasketi, diz üstünde kalın kumaşlı bir palto, ayak bileklerinin yukarısında kesik blucin, çift renkli lastik ayakkabı giymişti. Film başına milyonlar kazanan Hollywood şöhretleri, giyindiren olmazsa giyinmesini bilmiyor. Bu görüşümü modacı Valentino’nun da paylaştığını bir gazetenin dedikodu sütunlarında gördüm.
‘Varsa ancak orada buluruz’ diyen arkadaşımın ısrarı üzerine gittiğimiz Strand’de Geceyarısı Ekspresi’ni arıyoruz. Strand, New York’ta okunmuş, kullanılmış kitap satan en büyük kitabevi. Uzunluğu sekiz mil (12.8 km) diye ilan edilen raflarında tüm edebiyat türlerini içeren onbinlerce kitap var. Ama Türkleri haksız yere karalayan Geceyarısı Ekspresi’ni bulmak mümkün değil. Anlaşılan 1977’de basılan kitabı alanların çoğu Strand’a gelip düşük fiyatla satmaya yanaşmamış. Bunda romanın aynı isimdeki filme dönüşünden sonra değer kazanması da rol oynamış olabilir.
*
Arkadaşım geçen yüzyılda basılan bir dünya atlasına ödeme yapmak için kasiyerde sırasını beklerken heyecanla seslendi: ‘Gördün mü kim var önümüzde?’
İşaret ettiği yere bakıyorum. Sırtında eski püskü pardösü, orta yaşlı, gözlüklü bir kadın, uzun etekliği altında lastik ayakkabının rengi sararmış. ‘Kim?’ diyorum. Kulağıma fısıldıyor: ‘Meryl Streep.’
Uzun yıllar, kendim dahil, pek çok erkeğin hayran olduğu, çifte Oscar ödüllü Meryl bu kadın olamaz.
Strand’e yakın kesimde oturduğunu anımsadığım ünlü aktris 50 cent’e eski kitapların satıldığı bu yerde ne arıyor?
Başında el örgüsü yün şapka, kumral saçları boynuna iniyor. Ama görünümü sıcak buhar çıkaran mazgallara yakın kuytularda geceleyen ’evsiz’leri andırıyor. Sinema alemine meraklı arkadaşım diretiyor: ‘Kalıbımı basarım bu kadın o.’
*
Greenwich Village’deki kitabevinden çıkışımızda bir İtalyan lokantasında kahve içerken yılın büyük kısmını New York’ta geçiren beyazperde ve eğlence dünyası şöhretlerinin özel hayatlarında dış görünüşlerine dikkat etmediklerini yineliyor arkadaşım. Örnek vererek anlattıklarına büyük ölçüde katılıyorum.
Kıştan ilkbahara geçerken Manhattan’ın Soho kesiminde uçuk giysilerin satıldığı bir butik önünde gene Oscar ödülü kazanmış Julia Roberts’la burun buruna gelmiştim. 1990’lı yıllarda filmleri hasılat rekorları kıran aktris, kısa vizörlü bir balıkçı kasketi, diz üstünde kalın kumaşlı bir palto, ayak bileklerinin yukarısında kesik blucin, çift renkli lastik ayakkabı giymişti. Siyah camlı kalın gözlükleri ile makyajsız yüzünü tanımakta zorlandım. Ayrı istikamete yürürken böylesine cazibeli bir film yıldızının giyimindeki zevk yoksunluğu beni şaşırtmıştı.
*
Film başına milyonlar kazanan Hollywood şöhretleri, giyindiren olmazsa giyinmesini bilmiyor. Bu görüşümü modacı Valentino’nun da paylaştığını bir gazetenin dedikodu sütunlarında gördüm.
Jackie Kennedy, Yunanlı armatör Aristotle Onasis’le evlendiğinde onun nikah tuvaletini hazırlayan, son 30 yılda başkan Ronald Reagan’ın eşi Nancy’den Elizabeth Taylor’a, Imelda Marcos’a şimdilerde ise Gisele Bundchen’dan Penelope Cruz’a, Gwyneth Paltrow’dan Cate Blanchette’a birçok şöhreti giydiren Valentino, bazı Hollywood şöhretlerinin ‘Altı kaval, üstü şeşhane’ görünümünü sert dille şöyle eleştirdi: ‘Eskiden film yıldızları sokağa çıkarken baloya gidiyormuş gibi özenle giyinirlerdi. Son zamanlarda beyazperde ünlüleri dilenci kadınları çağrıştıran kıyafetlerle çarşı-pazara çıkıyorlar. Manzara sakil ve çirkin.’
Dev tasarımcının eleştiri listesinde Erin Brockovich filmiyle kazandığı Oscar ödülü gecesinde kendi kreasyonu siyah kadife elbiseyi giyen Julia Roberts ile son yılların en seksi yıldızı Cameron Diaz da var.
*
Bir başka modacı Blackwell ise Valentino’nun listesine Meryl Streep, Anna Nicole Smith, Nicolette Sheridan, Courtney Love, şampiyon tenisçi Serena Williams, Pamela Anderson, Christina Aguilera, Tara Reid, Britney Spears, Paula Abdul, Jessica ve Ashlee Simpson kardeşler ve modacı Versace Donatella’yı da ekliyor.
*
Moda çevreleri, yeni ürünler pazarlayan firmaların film yıldızları yerine toplum karşısına bakımlı giysilerle çıkan modelleri tercih ettiklerini söylüyorlar.
İç gıcıklayıcı kadın çamaşırları üreticisi The Victoria’s Secret, son on yıldır pahalı taşlarla bezenmiş sutyenlerini, beyazperde şöhretleri yerine podyumlarda ün yapmış modellerle tanıtıyor. Firmanın, 2005 kışı için hazırladığı ‘Fantezi Sutyen’i de, süper manken Gisele Bundchen lanse edecek.
18 karat altın, 2900 pırlanta ve 22 yakutla işlenen sutyenin fiyatı 12 milyon 500 bin dolar.
Milyon dolarlık sutyenleri önceki yıllarda Claudia Schiffer, Tyra Banks, Daniela Pestova, Karalina Kurkova ve Heidi Klum gibi modellere giydiren firma yöneticileri, ‘Paparazziler, bu modelleri hiçbir zaman üstü başı dökülen giysiler içinde görüntülemeyi başaramadılar. Üstelik modellerimiz kaprisli değil’ diyor.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2005
CAMEKAN içinde rengi kaçmış bir kağıt parçası. Üstünde el dizisi harflerle bir gazete ilanı: ‘Satılık - Van Zandt İskelesi’nde Afrika’dan gelen Elliot gemisi, bir parsel genç, sağlıklı yeni zenci getirdi. Erkek, kadın, oğlan ve kızlar. 10-22 yaş arasında. Çok ucuz fiyatla. 16 Ağustos 1770.’ Kartvizit boyu duyurunun sol köşesinde bir ev kesiti, önünde yarı çıplak dört zencinin resmi, satılık malın görünümünü vurguluyor.
*
NEW York Tarih Cemiyeti’nin düzenlediği ‘New York’ta Esaret’ sergisini geziyorum. Salonlar gece kulübü karanlığında, sergi konumuyla uyuntulu. Duvarlar karton üzerine suluboya zenci esirlerin resimleri, mektuplar, adli tıp raporlarıyla kaplı. 1600’lü yıllardan başlayıp 1800’lerin ortasına uzanıyor. Genç hizmetçi, aşçı, bahçıvanlar, yaşça büyüklerine dadılık yapan çocuklar, tüccar sahiplerinin ürünlerini pazarda satanlar, inşaat işçileri, sokak çöpçüleri, yeni doğmuş bebekleri emziren kadınlar, gemilerden yük boşaltanların tasvirleri, camlı dolaplarda sıra sıra. Hepsi de kara derili.
Sergiye zenci ana-babalar çocuklarıyla gelmiş. Zenci esaretini yansıtan yazılı-resimli tarih örneklerini birlikte izlerken rahatsızlık duyuyorum. Yandaki salona geçtiğimde sergi kataloğunun kapağındaki tabloyla karşılaşıyorum. ‘Caeser’ isimli zencinin ‘daguerrotype’ (metal üzerine işlenmiş) stilinde çekilen portresi.
1737 doğumlu Caeser, ceket altında yelekli, gömlek boyunda fularıyla görüntülenmiş. Saçları karbeyaz, kömür karası gözlerine umutsuzluk çökmüş. Kendisini satın alan Rensselaer Nicoll Ailesi’ne yıllarca hizmet verdikten sonra 80 yaşında emekli olmasına izin verilmiş. Yine de ailenin yanında kalmaya devam etmiş. 1852 yılında 115 yaşında ölen Ceaser’a ’efendi’leri zenci esaretinin 1827’de kaldırıldığını söylememişler.
*
AMERİKA bu ilginç sergiyle kendi tarihiyle hesaplaşıyor. Vatanları Afrika’dan silah zoruyla koparılıp esir pazarlarına düşen, açık artırmalarda en yüksek parayı ödeyene satılan, beyaz efendilerinin ev ve çiftliklerinde boğaz tokluğuna çalıştırılan zencilerin hikayeleri içler acısı.
Sergi, ilk kez zenci esaretinin bilinmeyen New York bağlantısını ortaya koyuyor. 1991’de Manhattan’ın güney ucundaki bir devlet binasının inşaat kazılarında 419 cesedin tamamının zencilere ait olduğunun anlaşılması Amerika’nın merkezi sayılan New York’u esaret tarihinde ön plana çıkardı. Manhattan’ın bankacılık kesiminin simgesi Wall Street’e (Duvar Sokağı) adını veren duvarı da zenci kölelerin inşa ettikleri belirlendi.
*
SERGİLENEN belgeleri ibretle inceliyorum:
n 1675’te New York’lu esir tacirlerinin Batı Afrika’da zenci başına ödedikleri meblağ bugünkü parayla 354 dolar.
n Gemilerde zincir altında tuttukları zencilerin New York pazarlarında satış fiyatı, ortalama 3 bin 792 dolar. On yıl içinde alış-satış fiyatları ikiye katlanmış.
n 1703’te New York’ta beyaz halkın evlerindeki zenci sayısı yüzde 42. Zenci esirler ev işleri yanısıra çiftliklerde tarım ürünleri geliştirmekte, yol-köprü inşaatlarında kullanılmış.
n Zenci esareti 1600’lü yıllarda Hollandalılarla başlamış, İspanyol, Portekiz denizcileriyle geliştirilmiş.
n İngiliz gemileri, 17’nci yüzyılda Afrika’da Yeni Gine, Sierra Leone, Fildişi Sahili, Benin ve Jamaika rotasında silah karşılığı aldığı zenci köleleri, pirinç, tütün, un ve balık ürünleriyle Amerika ve Avrupa’ya taşımış.
n 400 yıla yakın sürede Atlantik köle ticaretinde 12 milyon Afrikalı zenci, Amerika’ya getirilmiş.
n New York, 1775’te 3 bin 100 zenci esirle Yeni Dünya’nın önde gelen esaret merkezine dönüşmüş.
*
NEW York’ta uygulanan esir yasaları çok ağır, cezalar oldukça sert, özgürlüğe kavuşmaları imkansız idi. Ölülerini gömmeleri engelleniyordu. Birkaç ayaklanma girişiminde elebaşları meydanlarda asıldı. Ağır suç işleyenler çarmıhta yakıldı.
New York’u kar kümeleri altında bırakan 1741 kışında Diana adlı bir esir, çocuğunu emzirdikten sonra donarak ölmesi için sokağa bıraktı. ‘Köle olarak yaşayacağına ölmen daha iyi’ dedi. Diana’nın genç komşusu Sandy, ertesi gün efendisine çay demlemek için Hudson Nehri’nden taze su çekerken öfkesini kustu: ‘Lanet olsun beyazlara. Gücüm yetse hepsini yakarım.’
Harvardlı tarihçi Prof. Jill Lepore, esaretin dayanılmazlığını ‘New York Yanıyor’ başlıklı bir kitabında dile getirdi. Boğaz tokluğuna çalıştırılan zenci köleler New York’ta milyoner sınıfının doğuşunda, ticaretin gelişmesinde büyük rol oynadı.
Sergiden buruk duygularla ayrılırken Amerika’nın en önemli siyasi belgesi ‘Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilk satırını anımsıyorum. ’Tüm insanlar eşittir.’ Belgenin yazarı Thomas Jefferson düzinelerle zenci kölenin sahibi idi.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2005
TAŞ zemine serili halı üstünde kordonla çevrili kömür karası bir spor araba. Hem de Grand Central Terminali’nin ana holünde. New York’u sayfiyelere bağlayan trenler ile kentin ana metro istasyonunda bu gösterişli arabanın ne aradığını keşfetmeye çalışırken birisi omuzuma dokunuyor. 20’li yaşlarda sevimli bir kız. Soruyor: ‘Şahane, değil mi?’
Futbol sahası büyüklüğündeki hole getirildiğine göre birtakım özellikleri olması lazım. ‘Güzel bir araba’ diyorum.
Genç kız kurulu ses bandı gibi bilgi veriyor: ‘Son model Lamborghini Gallardo. 4961 cc V10 motorlu. 4.2 saniyede 96 km hıza ulaşıyor. Azami sürati ise 307 km. İç kaplaması kırmızı deri. Yağışlı havada viraj alırken yola yapışıyor, direksiyon titremesi yapmıyor.’
Konuşması bitince hol batı girişini işaret ediyor: ‘Kahverengi bir modelimiz daha var ileride. Şansınızı denemek ister misiniz?’
Nasıl yani?
‘Lamborghini Gallardo’nun etiket fiyatı 200 bin dolar. Piyango bileti alacaksınız bin dolara. Çekiliş için sadece 300 biletimiz var, şansınız 300’de bir.’
Piyangoya rağbet var mı?
‘İki çekiliş yaptık, yeniden iki araba getirdik.’
Teşekkür edip ayrılırken, ‘Merdiven başında MV Augusta F4 motosikletlerimiz de var. Satış fiyatları 21 bin-14 bin dolar. 50 dolardan 500 biletli piyangoda’ diye ek bilgi veriyor.
*
HÜRRİYET bürosu Grand Central Terminali’ne komşu. New York’un göz bebeği bu tarihi bina ile aramızda iki sokak var. Günde 700 bin kişinin ziyaret ettiği terminalin içi, otomatik silah taşıyan kamuflaj üniformalı asker, resmi ve sivil polislerle dolu. Belediye Başkanı Michael Bloomberg’ün tren ve metrolara bombalı saldırı tehdidi alındığını açıklamasından sonra güvenlik önlemleri üst düzeye çıkarılmış. Ortadaki tablo tipik bir kara mizah örneği. Tehdit ihbarı Irak’tan geliyor. Amerikan komando birliklerinin Bağdat çevresinde bombalı saldırılar sürdüren teröristlerle çatışması sırasında sorguladığı iki kişi, El Kaide’nin New York’ta 11 Eylül benzeri eylemlere girişeceğini ihbar etmiş. Belediye Başkanı Bloomberg ile Başkan Bush, aynı günde yazılı ve görüntülü basın kanalıyla Amerikalıları terör tehdidine karşı uyardılar. Başta metro ve tren trafiğinin en yoğun olduğu Grand Central olmak üzere toplu ulaşım yerlerinde güvenlik birimleri kontrollere başladılar. İstasyonlarda çocuk arabaları ile ataşe çantaları taşıyanlar, patlayıcı madde şüphesiyle aramaya tabi tutuldular.
*
1913 yılında işletmeye açılan Grand Central, bizim Haydarpaşa Garı konumunda ama farklı. Ulaşım servisleri yanısıra New York’un buluşma, alışveriş, lokanta, gıda malzemeleri satış dükkanları, mağazalarını barındıran bir yer. Çevresi Grand Hyatt, Roosevelt gibi oteller, hepsi 50 katın üstünde Chrysler, Chanin, Lincoln, Graybar, Met Life gökdelenleriyle çevrili.
Terör ihbarı üzerine tüm bölgeye her biri tonlarca ağırlıkta beton bloklar yerleştirilirken, polis araçları Grand Central’ı kuşatmaya aldılar. Ama birkaç gün içinde Bush ve Bloomberg’ün açıklamalarındaki tehditlerin doğruluk derecesi tartışma konusu oldu.
Cumhuriyetçi yönetimin muhalifleri, Irak kaynaklı El Kaide eylemi ihbarının asılsız olduğunu ileri sürüp ‘Halkın Başkan Bush’un terör politikasını destekleme oranı yüzde 37’ye düştü. Bush yeniden destek kazanmak için Amerikalıları korkutmak istiyor’ diyerek eleştirmeye başladılar. Akabinde, yönetimin iki terör uzmanının, ihbarı gerçekdışı nitelemesiyle Beyaz Saray saldırı ikazından çark etti.
Bir New York gazetesi de son gelişmeleri ‘Uyduruk Korku’ başlığıyla okurlarına duyurdu.
*
GRAND Central Terminali müdavimlerinin El Kaide’yi umursadığı yok. Lamborghini piyangosunda şans deniyorlar, çatallı vinçlerin yerleştirdiği beton barikatların aralıklarından geçerek ünlü basketbolcu Michael Jordan’ın et lokantasına yemeğe gidiyorlar. Terminalin zemin katındaki aşevleri tıkabasa dolu. 100’e yakın dükkanda müşteri trafiği eskisi gibi. Çevredeki dev binalarda çalışanlar, günlük rutin işlerine devam ediyorlar.
Çehrelerde umursamazlık kaygının yerini aldı.
New Yorklular terörle içiçe yaşamaya alışık artık.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2005
YAĞMURDAN, şemsiye uçurtan rüzgardan yoksun bir gün. Gökdelen gölgelerini dışlayarak yürüyenler için güneş tepede hazır ve nazır. Hava ilkbahar sonu yaz başlangıcı sıcaklığında. Takvime göre yaz mevsimini geride bıraktığımızdan beri havalar hep böyle. Gençler gibi yaşlılar da kent parklarının çimlerinde sereserpe, ılımlı mevsim güzelliğini paylaşıyorlar. Yıllardır özlemini çektiğim nefis bir sonbaharın içindeyim.
Yaşamın haftanın yedi günü, günde 24 saat (7/24) sürdüğü New York’un ekim acendası dopdolu. Mağaza ve butiklerin vitrinleri yenilenip çehre değiştiriyor. Cadde-sokaklarda çukurlar doldurulup asfalt döşeniyor. Cam gövdeli yüksek bina inşaatlarının yağmurlar başlamadan önce bitirilmesi için üç vardiya çalışılıyor.
Bu, şehrin dış görünümünü yansıtan kozmetik manzarası. Dikkatimi çeken husus ise New York’a dünyanın kalbi tanımını kazandıran niteliklerinden biri olan sanat etkinlikleri. Masamı kaplayan programlara baktığımda karşıma çıkan liste öylesine yüklü ki yırtınsan yetişemezsin izlemeye.
*
METROPOLITAN Sanat Müzesi’nde Fra Angelico, Vincent Van Gogh sergileri, Lincoln Center’da Orpheus and Euridice operası, Joan Didion gibi ünlü yazarların yeni kitapları için düzenlenen okuma geceleri, folk şarkıcısı Judy Collins, müzisyenliğe soyunan aktris Minnie Driver’ın kulüplerde performansları, Broadway tiyatrolarında bir düzine yeni oyun...
Ama esas etkinlik cümbüşü Madison Square Gardens’da. Kısa adıyla Gardens, yerkürenin en ünlü arenası. Muhammed Ali’nin şampiyonluk maçlarından Frank Sinatra konserlerine, basketbol, buz hokeyi maçlarından Ringling Brothers sirk gösterilerine ev sahipliği yapan salonlarında; ünlü film yıldızı Marilyn Monroe’nun ABD başkanlarından J.F. Kennedy’yi doğum günü partisinde şarkıyla ağırlamasını beş kıtada milyonlarca insan ekranlarda izlemişti.
Gardens, 2005 sonu etkinlik programını Paul McCartney’in konseriyle açtı. Ekim boyunca sırada müzik aleminin şöhretleri var. Bono ve U-2, Rod Stewart, Earth, Wind and Fire, Cyndi Lauper, Melissa Etheridge, Seather and 30 Seconds to Mars, Eric Clapton-Ginger Baker ve Jack Bruce üçlüsünün 37 yıl önce oluşturduğu Cream, romantik stilin yeni Julio İglesias’ı Luis Miguel, Madison Square Gardens’da konserler verecek. Gene bu ay içinde Gardens’da 2005 Kedi Yarışması Şovu, Devlerin Savaşı adı altında sumo güreşçilerinin karşılaşması da yer alacak. New York Knicks basketbol, buz hokeyi Rangers ve Devils takımlarının hazırlık maçları gene Gardens’da.
*
AMERİKAN rock-pop müziğinde ‘işçi sınıfının şarkıcısı’ diye tanınan Boss(patron) unvanlı Bruce Springstein, Nassau Coliseum salonlarında, hafif müzik sanatçısı İngiliz Engelbert Humperdinck, North Fork Tiyatrosu’nda, İskoç rock dörtlüsü Franz Ferdinand ve Steve Winwood, Rusted Root Nokia Tiyatrosu’nda, Def Leppard ile Bryan Adams, Woo Fighters-Weezer, Queen, Jay-Z, Continental Arena’da, Avrupa folk müziği düeti Dead Can Dance ve David Gray, Radio City Music Hall’da, pop-rock’çu Tracy Chapman ile Ben Taylor, Hammerstein Balo Salonları’nda sanatlarını icra edecekler.
NBC ve ABC TV kanallarının binaları önünde sabah programlarını izlemeye gidenler Bon Jovi, Faith Hill ve Clint Black gibi rock ve halk folkloru şarkıcılarını dinleme fırsatı bulacaklar.
Ekim içinde ayrıca Fiona Apple, Twista, Bette Midler, Ricky Martin, Ashlee Simpson, Dolly Parton ve Black Rob’un yeni plakları gene New York’ta piyasaya sürülecek.
Bir ay içinde böylesine dolu etkinliği izleyecek meraklısı var mı diye sorarsanız cevap hazır. Hem de nasıl! Çoğu salonda biletler daha ilk gününden karaborsaya düştü. U-2’nun 15 bin iskemleli Gardens salonlarında beş konseri haftalar öncesinden kapışıldı. New York bir kez daha müzik aleminin başkenti olduğunu kanıtladı.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2005
<B>HER </B>zaman yanıtı en çok merak edilen sorulardan biridir: ‘<B>New York</B>’ta yaşamak için kaç paraya ihtiyaç var?’<br><br>Soru özünde doğru ama ayrıntısında yanlış. Kent ismini doğduğum şehirle değiştirerek yanıtlıyorum: ‘İstanbul’da yaşamak için kaç para gerekli?’
Yaşam evden başlar. Aylık bütçede en pahalı kalem, kira parası. Soru sırası karşı tarafta: ‘İstanbul’un neresinde oturacaksın? Müstakil ev mi, apartman dairesi mi istiyorsun? Kaç odalı olacak, ne kadar kira verebilirsin?’
Eğer geliriniz İstanbul’un bu yüksek kiralı semtlerine uygun düşüyorsa gıda, ulaşım ve diğer masrafların üstesinden gelebilirsiniz. Bu durum aynen New York için de geçerli.
Tek fark özel araç. Belediye ve özel işletmelerin otobüs şebekeleri, metro ve trenleri aksamasız çalışıyor, trafik kitlenmesinden etkilenmiyor. Üstelik ucuz. Bu nedenle New York’ta araba kullanmak bir lüks. İstanbulluların çoğunluğu açısından ise özel araba ’olmazsa olmaz’ bir gereksinim.
*
KONUT ise, Amerika’nın içinden veya dışından New York’a yerleşmeye gelenlerin karşılaştığı en önemli sorun. Yalnızca New York’un değil Amerika’nın da can damarı sayılan Manhattan’da, kiralar şehir sakinlerinin ortalama gelir düzeyine yakın. Kira sonrasında kalan meblağ aylık harcamalara yeterli değil.
Kentin bazı kesimlerinde dar gelirli vatandaşların yaşadığı binalarda kiralar devlet kontrolünde. Geçen yüzyılda yaşam standartlarına göre belirlenen kiralar, dar gelirli sınıfta kazanç artışına rağmen yükseltilemiyor. Gözde semtlerden Lincoln Center çevresindeki bina sahipleri -aralarında Mia Farrow’un da bulunduğu aktris ve ünlü yazarlar- uzun yıllardır iki bin dolar aldıkları sekiz yatak odalı, beş banyolu dairelerinin kirasını dört misline katlamak üzere açtıkları davaları, kira kontrolü kapsamına girdiği için kazanamadılar.
*
PEKİ şimdilerde Manhattan’da ev aramaya başlasanız ne olur?
l Minik adanın herhangi bir yerinde ’stüdyo’ denilen yatağı, koltuğu, dolabı, mutfak ve banyosu tek oda içinde bir yerin kirası 1200 dolardan başlıyor.
l İki odalı ufak bir daire için iki bin doların üstünde kira vermek gerekiyor.
l Bu daire şehir merkezine yakınsa kira, üç-dört bin dolara çıkıyor.
Ev arayanların bir kısmı, emlakçılara asgari bir aylık kira bedelini komisyon olarak ödüyorlar. Diğerleri gazetelerin emlak sayfalarında, internet sitelerinde bütçelerine uygun ev avcılığı yapıyorlar, sokak sokak dolaşıp ’kiralık’ levhası asılı binaların sahiplerine ulaşmaya çalışıyorlar.
Ömür törpüsü bir uğraş bu. Başını sokacak ev peşindeki kadınlar, seks ve cinsel fantezilerini yem olarak kullanan erkeklerle karşılaşıyorlar. İnternette ‘Evimi paylaşacak genç bir kız arıyorum’ mesajını veren bir bankacı ‘Kira ödemeyecek yalnızca bana masaj yapacak, evde çıplak dolaşacak’ diye şart koşmuş örneğin. Bir diğeri, ‘Benimle yaşayacak genç kadın, tüm ev işlerimi yapacak, ayda bir dolar ödeyecek. E-posta ile resimlerini istiyorum, aksi halde cevap vermem’ diyor.
*
İNTERNETTE sütunlar boyu ilanların doğruluk derecesini tespite çalışan lokal bir dergi, geçenlerde ‘East Village Mahallesi’ndeki dairenin bir odasına 200 dolara kiracı. Tek isteğim evde iken üstünde çok az giysi olması’ şeklinde duyuruyu ‘Uygun Kadın Aranıyor’ başlığıyla yayımladı.
İlana beş günde 18 yanıt gönderen kızlardan biri Fransız masör Laurie idi. 34 yaşındaki Laurie’nin yanıtı olumluydu: ‘Bu adam röntgenci olmalı. Bir erkek için sağlıklı eğilim, benim için sorun değil. 200 dolara gardırop boyu yer bulunmaz.’
İri göğüsleriyle övünen Lucy adlı genç kız ise ‘Ben zaten evde yarı çıplak yaşarım. Tasarruf edeceğim parayla kolej masrafını öderim’ diye cevap verdi.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2005
<B>TRAFİK</B> yoğun ama süratli akıyor. Cep telefonumdan arayan arkadaşa ‘Sonra konuşalım’ diyerek veda ediyorum. Telefon klipini bel kemerine iliştiriyorum. Sıra gevşettiğim emniyet kemerinde. Metal tokayı ararken caddeden sokağa dönüyorum. Aniden kaldırımda park etmiş bir polis motosikletiyle burun burun geliyorum. Tokayı takıyorum ama çok geç.
Motosikletin yanındaki genç polis arabamı yana çekmemi istiyor. Yaklaştığında camı açıyorum. Yüzüm asık olsa gerek, zira en basit trafik cezası 95 dolar.
‘New York’ta bel kemerini takmadan araç kullanamazsınız. Beni görünce kemeri taktınız’ diyor. Tartışmayla değişecek bir şey yok. Gene de motosikletini görmeden kemeri ayarlamaya çalıştığımı söylüyorum. Ehliyet ve sigortamı inceliyor, sonra gerekli bilgileri, ceza pusulasına aktarıyor. Çehresinde müstehzi bir ifade: ‘On gün içinde ödersiniz.’
Pusulayı torpido gözüne koyuyorum: ‘Mutlu musunuz şimdi?’ Ayakları açık, iki eli belinde: ‘Bazılarını suçsuz olduklarını bile bile tevkif ediyorum. Mücrim oldukları kesin insanları delil yokluğundan bıraktığım çok oldu. İşimden memnun değilim.’ Gözlüklerini çıkarıp yüzüme bakıyor. Geri çekiliyor, önden arka tampona, arabamı alıcı gözüyle süzüyor: ‘Burcun aslan. Mick Jagger ve Madonna’nın burcundan. Şanslı bir insansın.’
Garip bir konuşma bu. Burcumu, ehliyetimde yazılı doğum tarihinden anladı herhalde. Madonna ile Mick de aslan burcundan imiş, bana ne! Polisliğinden memnun olmaması gibi. O sabah yıkattığım arabamı beğenerek şanslı olduğuma mı hükmetti acaba? Hoşçakal dahi demeye gerek görmeden ayrılıyorum.
*
İNSANOĞLUNUN şans derecesi nasıl tespit edilir bilmiyorum. Bence doğumda sağlıklı biçimde dünyaya gelmek, şanslılık kriterlerinin başında geliyor. Bunu mutlu bir yaşam sürmek takip ediyor.
Oysa bazıları şanslılığı zenginlik ve şöhret sahibi olmakla özdeşleştiriyor. Para ve şöhret, refah içinde yaşamın iki önemli kriteri. Ama bu ikisine sahip insanları bir kalemde ’şanslı’ diye tanımlayabilir miyiz? Sanmıyorum. Masamın üstünde, yüksek tirajlı tabloid Daily News gazetesi. Kapak sayfası, Dennis Kozlowski’nin kafa resmi. Başlığı ise ‘Bu küçük domuz cezaevine gitti.’
Kozlowski, geçen yılın başına kadar elektronik cihazlar üreten dev şirket Tyco’nun icra kurulu başkanı idi. Hafta başında şirketin mali direktörü Mark Swartz’la birlikte Tyco’yu 600 milyon dolar dolandırma suçundan hapis cezasına çarptırıldı. 12 yıl süren başkanlığında Siemens, AT&T, Raytheon’un temsilcilikleri dahil 1000’i aşkın şirketi Tyco şemsiyesi altına geçiren Kozlowski, zengin kesimde dahi gıptayla izlenen bir hayat sürüyordu.
Tyco; Kozlowski’nin ikinci eşine beş milyon dolarlık nikah yüzüğü, Sardinya Adası’nda ’Baküs Şenlikleri’ adlı doğum günü eğlencesine iki milyon dolar, Manhattan’da şahane dubleksine 16.8 milyon dolar, dekoratörüne 12 milyon dolar, bir duş perdesine altı bin dolar, şemsiye muhafazasına 15 bin dolar ödedi. Milyarder işadamı, metresliğini yapan sekreterine dahi şirketinden bir milyon dolar prim sağladı.
New York sosyetesi nezdinde de şanslı bir işadamı idi Kozlowski. Ama şimdi cani ve soyguncularla birlikte demir parmaklıklar ardında uzun yıllar yaşayacak, hortumladığı yüzlerce milyon doları da şirketine ödeyecek. Özel partilerine davet edilmeye can atan gazeteler bir gecede 58 yaşındaki milyarderi ‘domuzcuk’, ‘hortumcu’ başlığıyla birinci sayfadan aşağılamadan geri kalmadılar. Kozlowski’ye ’şanslı’ demek mümkün mü?
*
PİYASADA daha çok ’şanslı’ var.
WorldCom’un başkanı Bernard Ebbers, on bir milyar dolarlık yolsuzluğu planladığı için 25 yıl hüküm yedi.
Adelphia kablolu TV zincinin kurucusu ve sahibi John Rigas ve oğlu Timothy, hissedarlarının iki milyar dolarını dolandırmaktan ötürü 20 ve 15 yıla, Teksas merkezli Enron şirketinin mali direktörü Andrew Fastow 10 yıla, başmuhasebecisi Ben Glisan 5 yıla mahkum oldular. Şirketin başkanı, Bush Ailesi’nin yakın dostu Kennth Lay da gelecek yıl yargıç karşısına çıkacak.
Bu karakterlerin hepsi ünlü ve hálá zengin ama şanslı değiller. İnanmazsanız gidin onlara sorun.
Yazının Devamını Oku