Kitap dünyasına yeni bir yayınevi katıldı: VakıfBank Kültür Yayınları.
Yayınladığı kitapları önceki hafta yapılan TÜYAP Kitap Fuarı’nda gördüm. Çeşitli türlerdeki yayınlarla hiç kuşkusuz edebiyat ve düşünce dünyamızı zenginleştirecekler. Edebiyat dergilerinin önemini, işlevini bütün dergi okurları bilir. Birçok kişi ilk edebiyat zevkini o dergilerden almış, yeni yazarlarla o sayfalarda tanışmıştır.
Edebiyat dergileri sadece edebiyat çerçevesi içinde var olmamışlardır, o günün dünya görüşünü, ülkenin kültürel hayatındaki yerini de yansıtmışlardır.
Dünün dergileri ile bugünküleri karşılaştırdığımızda dergi türünün eskisi kadar etkileyici olmadığını söyleyebiliriz.
Aslı Uçar’ın ‘1950’ler Türkiye’sinde Edebiyat Dergileri’ (*) adlı çalışması, iyi bir dergi okuru olduğum günlerle örtüştüğünden ilgimi çekti.
‘1950’lerin Genel Görünümü’ giriş yazısında, dergilerin yerini tayine girişiyor: “Edebiyat dergilerinin modern Türk edebiyatına yaptığı katkı genellikle kabul edilmekle birlikte, dergilerin Türk edebiyatının gelişiminde nasıl bir rol oynadığına ilişkin bir araştırma bulunmamaktadır. Bu çalışmada, 1950’li yıllarda yayımlanan Hisar, Mavi, Pazar Postası, Varlık ve Yeditepe dergilerinin yazınsal anlayışlar ve birbirleriyle ilişkilerini inceleyerek bu dergilerin edebî değerlerin oluşturulmasında, korunmasında ve değiştirilmesinde nasıl bir rol oynadıklarını araştırdım.” Uçar, dergileri değerlendirirken, toplumsal, siyasal ortamına da göndermelerde bulunuyor.
Program saat 10.00’da başlayacak:
Fahri doktora ödül töreninin ardından ‘Edebiyatın Adalet Ağaoğlu Çağı’ başlıklı panel olacak. Zeynep Uysal’ın moderatörlüğündeki panelin konuşmacıları Ayfer Tunç, Nüket Esen ve ben. Sonrasında ‘Ölmeye Yatmak’ okuma tiyatrosu düzenlenecek. İyi bir yazar, yaşadığı çağın sorunlarını, özelliklerini, acılarını, mutluluklarını edebiyata getirir, onlara kalıcılık kazandırır. Her dönemde, her rejimde, bu yapıtlar yalnız burada yaşayanlara değil dünya ölçeğinde tartışma, düşünme malzemesi sunar.
Edebiyat tarihini ben verimli bir alan olarak görürüm. Bir toplumbilimci, bir edebiyat tarihçisi, bir siyasetbilimci bu romanlardan yararlanabilir.
‘Ölmeye Yatmak’tan başlayıp son kitabına kadar, hakkında milimetrik bir çizelge hazırlayabilirim. Hayatın somutluğu, tartışılacak bir tespit de olsa onda romanın soyutluğuna dönüşür. Sarmal bir yapıyı böyle tanımlayabilirim.
Yazara ilginin medya kavramı ekseninde bir konuşma yapmış, benim yazıma da bir yanıt vermiş, onu da yayımlamıştım.
Televizyon aracılığıyla edebiyatın tanınmasını eleştirmişti o yazısında. Şöyle demişti: Yılmaz Karakoyunlu ‘Salkım Hanımın Taneleri’ romanı film olduktan sonra tanındı. Halit Ziya Uşaklıgil’in romanı ‘Aşk-ı Memnu’ da dizi olunca ilgi gördü. Hatta ironik bir söylentiye yol açtı: Biri kitapçıya gelmiş, ‘Aşk-ı Memnu’nun romanı çıktı demiş.
Konu nereden kaynaklanmıştı? Adalet Ağaoğlu, trafik kazası geçirdikten sonra hastane kapısında muhabirler, televizyoncular birikmişti ama ne yazık ki ödül aldığında bu tür bir ilgi yoktu.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Anadolu Ajansı’nın yayımladığı ‘Savaş Muhabiri-Riskli Bölgelerde Habercilik’ kitabını okurken, o görüntüleri yeniden anımsadım, hayatını habere adayanların çalışmasını okudum, ölenleri de rahmetle andım.
Bir savaş muhabirinin eğitimi, sağ kalabilmeleri için yapacakları, yalnız başına başarabilecekleri sıralanıyor.
Bu kitap elbette savaş muhabirlerinin okuması gereken bir başucu kitabı.
Ana başlıklardan bazılarını okuduğunuzda hem savaş muhabirliği hem de çalışma koşulları üzerine bilgiler edineceksiniz.
- Savaş Muhabirliği Tarihi
- Savaş Ortamında Gazetecilik
- Gazeteci Olarak Hak ve Yükümlülükler
Hiç kuşkusuz gazeteci ve gazeteci olmayanlar için en ilgi çekici bölüm
İyi bir girişimde bulunuyorsanız, hele bu sanat alanında ise destek buluyorsunuz. Çünkü orada yaşayanlar bildiler ki böyle bir müzik hareketini desteklemek, sanatı desteklemek, müzik dünyasına genç yetenekleri kazandırmak.
Ayvalık’a yıllar önce gittim, Filiz Ali’nin bu projeye nasıl kendini adadığına tanık oldum. Zaten bir konuşmasında ne demişti, bir müzisyen 24 saat müzisyendir.
Ayvalık’ta küçük bir ev aldı, ondan sonra Ayvalık’ta yaşayan birçok kişi evlerini, bahçelerini, mekânlarını açtılar.
Metin Avda’nın yönettiği AIMA belgeselini seyrettim. Belgeselin içeriğini şöyle özetleyebiliriz:
Filiz Ali’nin Ayvalık’ta bir “müzik akademisi” kurma hayalini gerçeğe dönüştüren ilk tohumlar 1998’de, Ali’nin sanat ve iş dünyasından dostlarının desteğiyle atıldı. Ayvalıklı müzikseverlerin desteğiyle büyüyen ve bir dernek statüsü kazanan Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi (AIMA) tam yirmi yıldır her yaz keman, viyola, viyolonsel, kontrbas, piyano, bazen de gitar, flüt ve klarnet branşlarında uluslararası alanda tanınan usta müzisyenlerle genç müzisyenleri Ayvalık’ta bir araya getiriyor. AIMA’da eğitim alan gençler müzik eğitimlerine yurtdışında devam ediyor, konserler veriyor ve önemli orkestraların parçası oluyor. Bu gençler aynı zamanda Ayvalık AIMA Müzik Festivali’nin lokomotifi olan AIMA Festival Orkestrası’nda da yer alıyor. İlki 2013 yılında düzenlenen Ayvalık AIMA Müzik Festivali Ayvalık’ın, Ege Bölgesi’nin ve Türkiye’nin kültür yaşamına önemli katkı sunuyor.
Belgesele emek verenler :
İyi yazar Tarık Buğra’nın doğumunun 100’üncü yılında ayrıntılı bir kitap yayımlandı. Mehmet Tekin’in yazdığı kitabın adı: ‘Tarık Buğra-İtaatsiz Bir Taşralının Entelektüel Portresi’.
Kitapta; hayatını, yazdıklarını, serüvenlerini, gelgitlerini okuduğunuzda başlığın doğru bir saptama olduğunu anlıyorsunuz.
İthafları daima yazıma alırım, emek verenin çevresini yansıtırlar: “Bu kitabı, Şelâle’ye, Ömer Bilge’ye, Orhan Ertuğrul’a adamak isterim. Çünkü kitabın, uzun ve yorucu geçen hazırlık sürecinde, onların ‘aile boyu’ sabrı, feragat ve fedakârlığı, benim için gayret, güven ve umut kaynağı oldu. O yüzden hak ediyorlar.”
Kitabın anabaşlıkları:
◊ Birinci Bölüm: İtaatsiz Bir Taşralının Portresi
◊ İkinci Bölüm: İmparatorluk’ta Doğmak Cumhuriyet’te Büyümek
◊ Üçüncü Bölüm: İnkılâp Yıllarının Gölgesinde
Sempozyumun adı: “Hatırlayıp Yeniden Bulmak-Tarık Buğra 100 Yaşında.”
Yazarın doğumunun 100. yılında birçok kentte ve mekânda anma toplantıları yapıldı.
Anma günlerinin önemini her zaman vurgulamışımdır. Böyle günler yeniden okumaları sağlar, edebiyatın kuşaktan kuşağa devrini mümkün kılar.
Genç kuşak iyi bir yazarı okur, hatırlatır; eskiden okuyanlar da Türkiye gibi değişimler yaşayan bir ülkenin estetik, siyasal, toplumsal sorunlarına bakarken ondan da yararlanırlar.
Buğra, birçok türde eser vermiştir; gazeteciliği de onun güncel sorunları tartışmasını, dilden edebiyata kadar geniş bir kültür ıskalasında düşüncelerini iletmesini sağlamıştır.
Bir edebiyatçının günlük gazetede yazması, konuya güncel saplantıların ötesinde bir yaklaşım getirir.
Gazete yazılarını okuduğumda o yılların kültür dünyasını da öğrenmiş oluyorum.
Bu sempozyuma gelenler, edebi ve kişisel bir
Bu yıl da ana sponsor DenizBank.
Etkinliğin Pera Palas’ta yapılmasının da tarihi bir olaya dayandığını anımsatmak isterim. Ünlü polisiye yazarı Agatha Christie burada kalmış, hatta kaybolma efsanesi ile de anılır olmuştu.
‘Kara Hafta’ dört yıldır yapılıyor ve bir polisiye yazarı inceleme, araştırma masasına yatırılıyor. Böylece onun hakkında bilgi veriliyor.
Bu yıl Mike Hammer anılacak. Mickey Spillane’in ünlü kahramanı sinemaya da aktarılmıştı.
Mike Hammer’in bizim edebiyatımız için de önemli bir durumu söz konusu. Onun yazdıkları tükenince Kemal Tahir takma adla o kahramanı romanlarda yaşattı. Onları okuyanların birçoğu bu kitapların gerçekten çok nitelikli birer polisiye eseri olduğunu vurgular.
Kemal Tahir romanlardan dört tanesini çevirmiş, diğerlerini de ‘F.M.’ rumuzuyla yazmış.
Bu kitapların bazıları da İthaki Yayınları tarafından yayımlandı.
Kemal Tahir
Adana Seyhan Belediyesi ve Yaşar Kemal Vakfı, ‘Yaşar Kemal Sanat Günleri’ni bu yıl Çukurova Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin katılımıyla gerçekleştirdi.
Günlerin mottosu Yaşar Kemal’in şu sözüydü:
“İnsanı tanımak, insanın en büyük özelliklerinden birisi olan yaratıcılığı tanıyabilmekten geçer... Doğa ve insan ilişkilerini anlamak, doğayı yaşamak günümüzde her zamankinden daha anlamlıdır.”
İkincisi gerçekleştirilen günlerin amacı, gençliğin Çukurova’nın özelliklerine, doğaya ve sanata duyarlığını geliştirmek, onların rekabete yönelmeden çevrelerine, doğaya yeniden bakarak, bölgelerini daha iyi tanıyarak yaratıcılıklarını ifade etmelerine olanak sağlamak.
Röportaj, kısa film yapımı ve kapak tasarımı konularında atölyeler düzenlendi. Lise öğrencileri Yaşar Kemal’in ‘Hüyükteki Nar Ağacı’ yapıtından yola çıkarak gözlemlerini, algı ve yorumlarını farklı bir sanat diliyle aktardılar.
‘Hüyükteki Nar Ağacı’ yazarın bir gençlik çağı eseri. Daha sonra derinlemesine işleyeceği pek çok temayla ilk bu romanda karşılaşıyoruz: doğanın şiiri, insanın kendi şiiri, insanın insanla ilişkisi, özveri, dayanışma, dostluk, sevgi ve sıkıştıkça bir düş, bir mit dünyası yaratıp oraya sığınmak gibi...
Romanın yazıldığı yıllar, tarımda makineleşmenin başladığı 1950-53 yılları, Marshall Yardım Planı çerçevesinde Türkiye’ye 40 binden fazla traktör girmiştir. Yaşar Kemal bu dönemi şöyle anlatır:
“Doğa karşısından makina karşısına geçiş, örneğin atla toprak sürerken traktörle toprak sürmeye başlama, insanlık için yepyeni durumlardır. Kadim geleneklerden, duygulardan, alışkanlıklardan vazgeçip başka bir duruma, başka duygulara, başka alışkanlıklara geçiş demektir. Bu durum bence insanoğlunun en ilginç durumudur. İnsan doğadan makinaya geçerken, en kaba çizgisiyle, tarihinde belki ilk olarak kesinlikle bir durumdan başka bir duruma atlıyor. Geçiyor demiyorum, gerçekten atlıyor. Bir romancı için, insan psikolojisini sonuna kadar deşmeye, bütün olanaklarını sonuna kadar aydınlığa çıkarmaya, insanda, insan psikolojisinin sonsuzluğunda yeni ufuklar bulmaya çalışan bir romancı için bu atlama durumu bulunmaz ilginçlikte bir durumdur. Hele bu durumu bir romancı bizzat yaşamışsa, öküzle atla çift sürerken traktörle tarla sürmüşse, hele dev fabrikalarda köyünden on iki yaşında gelip çalışmışsa...”