Dünya Kitap tarafından verilen Yılın En İyi Telif Polisiye Kitabı Ödülü’nü Ercan Akbay ‘Yağmurdan Önce: Sami Tuzcu Dosyası’ kitabıyla kazandı. Kitap, bir tarikat liderini alt etmek ve onun çevresindeki kızları özgür kılmak için yapılan çok yönlü bir operasyonun perde arkasını anlatıyor. Akbay aynı zamanda bir müzisyen ve ressam; birçok resim sergisi açmış. Herhangi bir akımın takipçisi değil. Şimdi sadece yazıyor, resmi bırakmış. ‘Yağmurdan Önce’nin adı nereden geliyor diye sorarsanız: “Dergâha dönüp kış bahçesinden içeri girdiğimde, ağız armonikası virtüözü Lee Oscar’ın fırtına öncesi gerilimi betimleyen albümü ‘Yağmurdan Önce’ çalıyordu. Müzik çok ifadeci, çok etkileyiciydi. Evet, yaklaşan tufanın kokusunu algılıyor, kaotik gerilimi hissediyordum ama bunların hepsi bana vız gelir, tırıs giderdi. Yağmur, kasırga ya da tufan... Hiçbir afet yıkamazdı beni.”
Bir cumartesi gecesi Joy bistro-barda tanışan erkek ve kadının aşk öyküsüne gölge düşüren bir cinayetle başlıyor roman. ‘Yağmurdan Önce’nin oluşumunu, kitabın başındaki, Akbay’ın kaleme aldığı ‘Başlamadan Önce’ bölümünden anlıyoruz: “‘Yağmurdan Önce: Sami Tuzcu Dosyası’, 2006’da yayımlanan ‘Tilki Tilki Saat Kaç?’ romanındaki olay örgüsünün farklı bir anlayışla ele alınarak genişletilmiş ve serinin ardılı kitaplarla uyumlu hale getirilip modernleştirilmiş yeni versiyonudur.” Üçlemenin diğer iki romanı ‘Fotoğrafçılar Kulübü: Nadia Groza Dosyası’ ve ‘Akılçelen: Dr. Sinan Us Dünyası’ adını taşıyor.
Medici Hanedanı’nın destansı romanı
Tarihte bazı aileler vardır ki siyasal güçlerini, zenginliklerini elde ederken sanatı da ihmal etmemişlerdir. Medici Ailesi de bu tanımın içine girer. Medici Ailesi bankacılık ve başka alanlardaki teşebbüsleriyle de tanınmıştır. Bu gücü engebeli siyaset yaşamlarına yansıtmışlardır. Hatta bir yazıya göre Fatih döneminde yönetimde olan Medici Ailesi’nin bir ferdi bastırdığı madalyonun bir yüzüne kendisini diğer yüzüne de Fatih Sultan Mehmet’i koymuştur. Birçok sanatçıya maddi destek sağlamışlar, zengin bir kütüphane kurmuşlardır. Michelangelo’yu, Lenardo da Vinci’yi, Boticelli’yi desteklemişlerdir. Bu kitabın yazarı Matteo Strukul, 1973’te İtalya’da doğdu. Medici Ailesi’ni konu edinen ve tarihi gerçeklere dayanan kitapları 20’den fazla dile çevrilerek tüm dünyada milyonlarca okura ulaştı. Bu eserin sonunda yer alan ‘Teşekkür’ bölümünde yazarın ne kadar çok kaynağa başvurduğunu göreceksiniz.
İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerde, çeşitli ülkelerdeki göç olgusu hiçbir zaman güncelliğini kaybetmiyor.
Yalnız savaş dönemlerinde değil, barış dönemlerinde de uluslararası bir anlaşmazlık unsuru olan göç, yalnız gazete haberleriyle, arşivlerdeki tutanaklarla anılmıyor.
Göçün insanda bıraktığı maddi ve manevi yaralar, bir ömür boyu kapanmıyor. Bunu insanlığa hatırlatmak da hiç kuşkusuz sanatın işi, yazının dışında görsellik de acının onulmazlığını adeta hafızalara mıhlıyor.
İnsanoğlunun en unutkan olduğu sayfalar göç tarihi ve göç edebiyatı üzerine olandır.
Türkiye, göçün bütün sancılarını çekiyor, göçmenlere en insancıl anlayışta davranan Türkiye’dir.
Her zaman ummuşumdur, sanattan, sinemadan bu acıları okuyanlar, görenler belki ders alır.
Ama almadığını bugün de görüyoruz.
Göç olgusuna festivalde ayna tutulacak. 50’den fazla filmin gösterileceği festivalde, insanlığın ortak kaderi göç olgusunun medeniyet kavramı içindeki yeri irdelenecek.
18 yıldır açılan fuara katkıda bulunan kurumlar:
Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği,
Bursa Büyükşehir Belediyesi,
Bursa Ticaret ve Sanayi Odası,
Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü,
Bursa Uludağ Üniversitesi.
Fuara bu yıl 300 yayınevi ve sivil toplum kuruluşu katılıyor.
Dokuz gün boyunca düzenlenecek panel, söyleşi, atölye çalışmaları ve çocuk etkinliklerinden oluşan 90 kültür etkinliği ve imza günlerinde yazarlar okurlarıyla buluşacak. Fuarın konukları:
Alâattin Diker’in yazısından başlangıç satırlarını aldım:
“Bugün Avrupa ülkelerinde 5 milyondan fazla Türk yaşamaktadır. İşçi göçünün bireye ve topluma etkisi olduğu kadar kültür hayatımızda da sonuçları olmuştur. Avrupa’da yaşayan Türkler bugün iki kimlikli bir hüviyete sahiptirler.
Amin Maalouf, ‘Çivisi Çıkmış Dünya’ isimli kitabında bu yeni durumu şöyle anlatır: ‘Yabancı ülkeye göç eden birinin, öncelikle kendi ülkesinden göç ettiği unutuluyor. Sıradan bir ayrıntı değil bu. Göçmen gerçekten iki kişidir; kendini öyle görür. İki farklı topluma aittir.
Türkçe yazdığı için Türk edebiyatına; Almanca yazıldığı zaman Alman edebiyatına dahil edilmek gerekir.
Bulgar yazar Elias Canetti ile Kırımlı yazar Cengiz Dağcı Londra’da yaşamışlardır. İlki Almanca diğeri Türkçe yazmış eserlerini. O yüzden ‘Göçmen Edebiyatı’ uygun bir tanımdır.”
Kendi ülkesinin dışında yaşayanları, yazanların tümünü bu tanım altında açıklamak mümkün değildir.
Almanya’daki yazarların ilk kuşağı için doğru bir sınıflama ama ondan sonra gelen kuşakları göçmen statüsünde değerlendirirsek onları eksik tanımlamış oluruz.
Diker
“Her şeyden önce buradan, dün akşam Suriye’de hayatını kaybeden askerleriniz için en samimi duygularımızla başsağlığı dilediğimizi ve Türkiye ve Türk halkıyla tam bir dayanışma içinde olduğumuzu ifade etmek istiyorum. İdlib’in statüsü konusunda varılan anlaşmaların ve genel anlamda uluslararası insancıl hukukun Suriye rejimi ve Rusya tarafından tekrar tekrar ihlal edilmesini kınıyoruz. Tekrar başınız sağ olsun. Fransa, Türk dostlarının yanındadır. Bugün bir araya gelmemize vesile olan konuya dönecek olursak, bu yıl Fransa’nın onur konuğu olduğu 14. Ankara Kitap Fuarı’nın açılış törenine katılmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum.
Kitap fuarı, bütün okuyucu nesillerinin, kalabalık ve kitap dolusu koridorlarda gezinmenin keyfini yaşayarak, kültür, edebiyat veya felsefeye dair bir kutlama için bir araya gelmekten keyif aldıkları açık bir yerdir. Kitaplarını imzalayacak onlarca saygın yazarın katılımının yanı sıra, fikir ve teatileri canlı kılmaya yarayan konferanslar düzenlenecektir. Bu konuda kendisiyle bütünüyle hemfikir olduğum Yazar Alice Ferney şöyle yazmıştı: Öyle zannediyorum ki hayatın kitaplara ihtiyacı var.
Kitapların, okuyuculara olduğu kadar yayıncılara da ihtiyacı vardır. Bugün, ziyaretçilere son yayınlarını tanıtmak üzere Türkiye’nin dört bir köşesinden gelen altmış kadar yayınevini selamlamak istiyorum. Türkiye’deki kitap pazarı iyi durumdadır, hatta son yıllarda istikrarlı bir yükselişte olduğuna tanık oluyoruz. Keza yayımcılık alanındaki üretim, 2010’da yıllık 35 bin eserden geçen yıl 65 bin esere yükselerek son 9 yılda neredeyse iki katına çıkmıştır. Söz konusu eserlerin yüzde 15’i çeviridir ve bu alanda Fransızca, İngilizceden sonra, Türkiye’de en çok çevrilen ikinci dil olmaya devam ediyor.
Fransa, üç alanda bu etkinliği desteklemek üzere Türk yayıncı ve okuyucularının yanındadır. Bunlar genç edebiyatı, beşeri ve sosyal bilimler ile çağdaş edebiyattır. Yılda iki kez, otuz kadar eserin çevrilmesine olanak tanıyan Yayım Yardım Planı yayınlıyoruz. Örneğin geçen yıl Mathias Enard’ın (2015 Goncourt Ödülü sahibi) Boussole (Pusula ) adlı eseri çevrilmişti. Bu arada, bugün aramızda bulunan bahse konu eserin çevirmeni Sn. Ebru Erbaş’ı (1) selamlıyorum. Çok başarılı bir çevirmen ve yazar olan dostumuz Sn. Yiğit Bener (2) ile birlikte bir konferans verecekler.
Son yıllarda yine, Gilles Deleuze’ün, Michel de Certeau’nun , metinlerinin yanı sıra Albert Camus’nün mektuplarının Türkiye’de yayımlanmasına imkân sağladık.
Mükemmel çevirmenler olmadan iyi çeviriler olmaz. Çevirmenlerdir, iki ülke kültürünün birleşme noktasında yaşayanlar.
Fransa’nın Türkiye Büyükelçiliği, Fransız Kültür Merkezi ile birlikte, ‘Ulusal Çeviri Ödülü’ kurmaya karar verdik.
Bu ödülün ilk kazananlarının isimlerini gelecek haziran ayında İstanbul’da düzenlenecek bir tören münasebetiyle kutlayacağımızı buradan resmen açıklıyorum.
Büyüklerin ve çocukların sevgilisi
ürk tiyatrosunda ve sinemasında ‘komik’ sözünün hatırlattığı adlardan biri de Adile Naşit’tir. Tiyatroda, sinemada hep iyilikten yana bir insanı temsil eder. İyi kalpli, yardımsever, güldüren ve ağlatan bir oyuncu... Haldun Dormen’in ‘Hisseli Harikalar Kumpanyası’ndaki bale sahnesinden ‘Hababam Sınıfı’ndaki oyununa kadar birçok sahnesi belliğimde yaşar.
Sibel Öz, ‘Oyuncu: Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız Adile Naşit’ (İletişim Yayınları) kitabını yazma nedenini şöyle açıklıyor: “Uykudan Önce çocuklarından biri olarak Adile Naşit’e karşı duyduğum derin sevginin yanı sıra Yeşilçam sinemasının pek çok değeri gibi Adile Naşit hakkında da yeterli çalışmanın olmamasının verdiği sorumluluk duygusuyla belki de kuşağımızın ‘Adoş’a olan borcunu ödemek istedim şahsen. Özellikle çalışmanın başlangıcında, Adile Naşit’e verdiğim kıymetten dolayı çok ürktüğüm, korktuğum, tökezlediğim dönemler oldu. Ancak onun sevgi ve mücadele üzerine kurulu yaşamöyküsünün peşine takılmıştım bir kere, bir daha bırakmak mümkün olmadı.
5 üzerinden 4 yıldızOyuncu:
Yeşilçam Yıldız Sisteminde
Bir Anti-Yıldız
Camilerinden saraylara, korularından adalara bu geniş coğrafyayı gezerek keşfedemezsiniz, hakkında kitaplar da okumalısınız. Tavsiyem, gitmeden önce kitapları okuyup gittiğiniz yerin tadına varmak.
Saffet Emre Tonguç’un ‘Kanatlarımda İstanbul’ kitabını okurken gördüğüm yerleri bile yeniden görme arzusu uyandı bende. İstanbul için yazılanlar bir büyük kütüphaneyi doldurur. İstanbul’u öğrenmek için Soğukçeşme Sokağı’ndaki Çelik Gülersoy’un İstanbul Kitaplığı’na da gidebilirsiniz.
Her zaman söylerim, insan en az yaşadığı şehri tanır, çünkü nasıl olsa bir gün giderim deyip hep ertelersiniz. Gezeceğiniz yerlerin tarihini bilmek de yetmez, orayı şairler, yazarlar nasıl anlatmış, bunları da okuyarak bu şehri daha çok seversiniz.
İstanbul’un bazı yerleri vardır ki görmüşsünüzdür, belki de her gün önünden geçip gidersiniz, merak eder misiniz? Günlük telaşın içinde hepimiz ihmal edebiliriz.
Cağaloğlu’ndan inerken basın tarihinin duraklarını
öğrenmek istersiniz, Eminönü’nde eski sokakları hatırlayıp Mısır Çarşısı’na girersiniz.
Beyazıt bir çoğumuz için öğrenim hayatımızın başkentidir. Üniversitesi, kütüphanesi, Sahaflar Çarşısı ile...
İstanbul’un tarihini okuduğunuzda dünle bugün arasında yaptığınız mukayese size hoş saatler geçirtir. Kozmopolit İstanbul’un camileri, kiliseleri, havraları bu şehrin uhrevi havasının kendine özgülüğünü ispatlar. İstiklal Caddesi’nden geçerken Batı ile Doğu’nun kültür bileşkesinin yalnız yaşama biçimine değil, mimariye de nasıl yansıdığını gözlemleyebilirsiniz. Boğaz’ın iki yakasındaki Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı arasındaki benzerlikleri de, farkı da hissedersiniz.
Öyle yayıncılar vardır ki, çıkardıkları kitaplarla yalnız yayıncılık tarihine değil, özgürlük tarihine de geçmişlerdir.
Tan Matbaası baskınından kitap toplatmalara kadar bizi hüzünlendiren, üzen olayları anımsadım.
27 Mayıs 1960’tan sonra yayın dünyasına gelen özgürlük, solun temel kitaplarının okunmasını sağladı.
Üniversite yıllarında sol edebiyat eleştirmenlerinin kitaplarını üniversitenin arka kapısından çıktığımda Redhouse Yayınevi’ne uğrar oradan alırdım. Dil bilenler bu kaynaklardan yararlanabilir ama Türkçeye çevrilemedikleri için birçok kimse bu olanaktan yoksun kalırdı.
Bu dönem sadece çeviriler açısından zenginlik kazanmadı, yerli incelemeler de bu dönemde yapılabildi, yayınlanabildi.
Ankara’da yaşamadığım için Muzaffer İlhan Erdost’un kitabevini çok az biliyorum.
Pazar Postası dergisini yönetirken ona birkaç yazı gönderdim ve yayınlanmıştı.
Sol Yayınları’nın kitaplarını o zaman kitap dağıtımını yapan bugün Sosyal Yayınlar’ın yönetim yeri Kitap Sarayı’nda bulabilirdiniz.