Bu çelişkiyi anlamış değilim. Aletleri satın alanlar, neyi çalacaklar. Teknolojinin müziğe sağladıkları yetersiz.
Eskiden AVM’deki kitapçılarda gerek Türk gerek CD-long play ve DVD bulunurdu. Çoğu mağaza bunları kaldırdı, dinleyenlere karşı kabul edemediğim bu anlayışı geri getirmek ancak devlet desteği ile gerçekleşecektir.
Kulaklıklarla, Bluetooth’la sürdürülmesine karşıyım.
Bir tek Tünel’de Lale Plak vardı, onun sahibi Hakan Atala da müzikten anladığı için, bir dinleyicinin çeşitli türlerdeki seçişine yardımcı olurdu. Devlet, Kültür ve Turizm Bakanlı?? ona bir mek?n bulmal?.
ğı ona bir mekân bulmalı.
Çoğu şeyi ben bir bütün halinde değerlendiririm. AVM’lerde kitapçılar, kırtasiye de satıyorlar. Gelin görün ki içi bittiğinde yedekleri bulamıyorsunuz.
Onlar da sattıkları müşterilerin yaz-at anlayışından olmadığını bilmeli.
Okuduğum müzik dergilerinde de birçok yeni long play ve CD çıktığını okuyorum, eleştiriler yayınlanıyor. Neden onları buradaki mağazalarda bulamıyorum.
Edebiyat tarihinin hiç eskimeyen bazı soruları vardır. Her dönemde sorulur, her kuşak cevap verir. Siyasal ve toplumsal değişimlerin doğrultusunda bunlardan yararlanabiliriz. Neymiş o soru? ‘Millî Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz?’
Nusret Safa Coşkun’un (1915-1971) bu sorusunu 46 ünlü yazar yanıtlıyor. Yayına Şaban Özdemir hazırlamış.
Millî kelimesinin etkisini kaybetmeyen çekici bir yanı vardır. Dilde başlayan millileşme hareketinin seyrini takip ederseniz, bugünü daha iyi ve daha doğru anlayabilirsiniz. Edebiyat tarihini idrakinizde de size yardımcı olur.
Özdemir’in Sunuş’unda, benim de katıldığım Orhan Okay’ın bir saptaması var:
“Kronolojik bir düzen bahis konusu olmaksızın, hatta hiç şüphesiz kalabalık mensuplarından birkaçının bile ortak kararları olmaksızın, bütün bu siyasi-ideolojik-edebî akımların bu buhranlı yıllar sürecinde, çeşitli zamanlarda birbirine yaklaşarak, hedefi az çok belli fakat sınırları ve prensipleri fazla net olmayan bir bileşkede buluştukları hedef ‘millî edebiyat’tır.”
Her edebiyatçının gündeminde olan bu soruyu Şinasi Özdenoğlu da 26 edebiyatçıya sormuş, 1947’de kitap halinde yayımlanmıştır.
Söyleşilerdeki üslup kitaba bir roman/deneme lezzeti katmış
Sedat Ergin’in yazısının doğrultusunda kaleme almış.
Bazı otomobillerin fotoğrafını gördüm, ne Ertuğrul Özkök’ün ne Sedat Ergin’in ehliyeti yok. Onlara birer Bentley armağan etsem kapıda kalacak.
Ben çok az otomobil kullandım, kırk seneye yakın da direksiyon başına geçmedim.
Çok kısa mesafeleri aşmadım, Fatih–Taksim, Cağaloğlu–Taksim. Genellikle gezi amacıyla annemi, teyzelerimi alırdım, muavinliği de annem yapardı. Bana sağa dön derdi, dönerdim, sola dön derdi, dönerdim.
Bir gün muavinsiz araba kullanayım dedim, Cağaloğlu’ndan çıktım, Göztepe Sosyal Sigortalar Hastanesi’ne gitmeye kalkıştım. Binayı görüyorum ama birden ters yola girdiğimi fark ediyorum. Sora sora bir buçukta çıktığım yolun sonunda hastaneye altı buçukta vardım.
Yol bilmeyen dostlarımdan biri de rahmetli arkadaşım Turhan Selçuk’tu. Bir gün Cağaloğlu’ndan birlikte Yeşilköy Çınar Oteli’ndeki karikatürcülerin kokteyline gidiyoruz.
Florya’ya varıyoruz ama otele bir türlü ulaşamıyoruz, tahmin edeceğiniz gibi rehber de benim. Sonunda aynı köprünün atından birkaç kez geçtiğimizi fark ettik.
Büyük Rus yazarı
Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Kenan Kocatürk iyimser konuştu. Belki karantina öncesi kitap satışları biraz daha fazla olabilir. Ama çoğunluk online kitap alışverişini pek kullanmazdı. Genellikle benim gibilere zaten yayınevi gönderirdi, eksikleri de kitapçıları dolaşarak sağlardık.
Yayınevleri yekilileriyle yaptığım konuşmalarda, bazı izlenimler edindim. Eski kuşak yavaş yavaş interneti kullanıyor, genç kuşaklar ise bütün alışverişlerini online gerçekleştiriyorlar. Home office çalışmaya başlamanın da bu ısmarlama yöntemini öne çıkardığı gerçeğini söyleyenler var.
Hiç kuşkusuz yalnız yeni kitaplar değil, sahafların da bugünlerde satış açısından görüşleri olumlu.
Turkuaz Sahaf’ın sahibi Emin Nedret İşli, bu dönemi ve sahafları şöyle anlatıyor:
“Sahaflık adına söyleyebiliriz ki son iki ayda herhalde bu pandeminin etkisiyle internet satışları oldukça artmış durumda.
Sahaflardan yaşlı genç pek çok esnaf bu işe entegre olmaya başladı bile.
Tabii ki bu işe daha kolay ayak uyduracak olan genç nesle mensup olanlar.
Örneğin benim yerime Sahaf Turkuaz’ı yönetmeye talip oğlum
Dergide fotoğrafın altına bakın ne yazmışlardı:
“İtaliyan tenor nasıl müziğin birinci global yıldızı oldu”.
Onu hangi kaynaktan dinledim:
The Complete Caruso
Including
The Original Master Recordings
From The RCA Label Archives
Ondan alıntılar konulur yazıya, fotoğrafla daha da dikkati çeker.
Ne var ki sözü edilen kişinin kitapları bu yazıların çoğunda yer almaz. Sanırım bu biraz da internetin yüzeyselliğine olan inancımızdan kaynaklanıyor.
Orhan Kemal’i yazarsanız, Nâzım Hikmet’le olan Bursa Hapishanesi’ndeki arkadaşlıkları söz konusu olduğunda, onun “Nâzım Hikmet’le 3.5 Yıl” kitabını anmak gerekir.
Tavsiye edeceğim bir başka kitap da Fikret Otyam’ın “Arkadaşım Orhan Kemal–Mektuplar”ı.
Orhan Kemal’i yakından tanıdım, İsmail Cem–Ercan Arıklı’nın birlikte çıkardığı haftalık ABC gazetesinin hazırladığım edebiyat sayfasında ilk röportajı onunla yapmıştım. Edebiyat ile edebiyyat arasındaki farkı anlatmıştı. Bazı sabahları da Nuruosmaniye’deki Meserret Kahvesi’nde görür, konuşurdum.
Meserret’in önünden birçok edebiyatçı geçerdi, Edip Cansever de oradan dükkânına giderdi.
Edip Cansever’
Bu gerekçeye uyan adların başında Oruç Aruoba geliyor.
Bir yazarın bütün kitaplarını okuduğunuzda şunu söyleyebilirseniz o size karşı görevini yapmıştır.
Aruoba, bizi felsefenin soyut labirentlerinde dolaştırırken rehberlik yaptı.
O, felsefeyi, şiiri, günlük yaşamı yazmanın ustalık bileşkesinde buluşturdu. Çünkü o türleri de özümsemişti. Albert Camus’nün bir sözü yazınsal gerçeği simgeler:
“Anlatamıyorum demek anlayamadım demenin eşanlamlısıdır”.
Bildiklerinizi, okuduklarınızı hayatın içine yediremezseniz, etki gücü yitip gider.
Cesare Pavese’nin “Il Mestiere di Vivere”* kitabını çok severim, Cevat Çapan dilimize Yaşama Uğraşı olarak çevirdi.
Yaşamanın hem sanat hem zanaat olduğunu düşünürsek, bazı kitaplarından bu anlamı da çıkarmak mümkün.
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) ve Londra Filarmoni Orkestrası’nın viyola sanatçısı olarak görev yapan viyola virtüözü Ruşen Güneş, (1940–2020) Londra’da 80 yaşında vefat etti. İngiltere’de yaşayan ve bir süredir kanser tedavisi gören Güneş, Londra Filarmoni ile BBC Senfoni orkestralarında viyola grup şefliği yapıyordu. Türk bestecilerin dünyaya tanıtılmasına öncülük eden sanatçıların başında geliyordu. CSO’nun ilk solo viyola sanatçısı Güneş, 1998’de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca devlet sanatçılığı unvanına layık görülmüştü. 1971 yılında İngiltere’ye taşınan sanatçı, İngiliz Oda Orkestrası’nda 4 yıl solo viyola çaldı, 1979–1987 yılları arasında Londra Filarmoni Orkestrası’nda, 1988-2000 yılları arasında da BBCSO’da sanatını sürdürdü.
Başta Adnan Saygun’un viyola konçertosu olmak üzere Türk bestecilerin eserlerini seslendirmişti. 2014 yılında da Sevda-Cenap And Vakfı Onur Ödülü Altın Madalyası’nı kazanmıştı. Orhan Ahıskalı da sanatçıyla ilgili ‘Viyola Düştü Yola’ adlı bir kitap hazırlamıştı. Albümün başında Şefik Kahramankaptan’ın bir sunumu yer alıyor. Güneş, Orhan Veli’nin şiirleri üzerine besteleriyle özel dinletiler de düzenliyor. Usta bir icracının bir enstrümana müstakil iyi besteleri çalması, müzikseverler için önemli bir çalışma. Ayrıca her zaman dediğim gibi, iyi bir Türk solisti mutlaka kendi ülkesinin bestelerini de çalmalı. Tek bir enstrümanın tınısı, bir dinleyici olarak beni bütün günlük telaşlardan arındırıyor. Bestecinin bir başka yönünü de tanıyorsunuz...
MİLLİ KÜTÜPHANE KORUNACAK
BEŞTEPE’de kütüphane açıldığında birçok okurum bana şu soruyu yönetmişti: Milli Kütüphane ne olacak?
Milli Kütüphane’den hepimizin çalışma, araştırma süreçlerinde yararlanmışızdır.
Ben İstanbul’da yaşamama rağmen arşivi benim için bir kaynak niteliği taşımıştır.
Sık sık andığım gibi, hâlâ onun üyesiyim.