11 Mayıs 2010
ANAYASA değişikliği tartışmaları hepimizi aldı götürdü. Hemen herkes tartışmalarla ilgili olarak, şöyle veya böyle, keskin bir tavır aldı. Tavır almaktan da öte, ama TBMM’de, ama medyada, iş eninde sonunda kavgaya vardı.
Tartışmaları canla başla yapıyoruz, zira biliyoruz ki tartıştığımız Anayasa değişikliğinden çok öte bir olgudur.
The Wall Street Journal Türkiye’de olan bitenlere “kansız iç savaş” dedi. Ben de uzun süredir Türkiye’de bir türlü sonlandırılamayan “paylaşım savaşı”nın sön dönemde ayyuka çıktığını iddia ediyorum.
Anayasa tartışmaları sadece anayasa tartışmaları değildir!
Türkiye Cumhuriyeti çok önemli bir yol ayrımında. Bu hafta salı-çarşamba-perşembe günleri bu konuyu tartışacağım.
* * *
Galiba Cumhuriyet tarihinde bir dönem sona eriyor. Bu dönemin adına kabaca “askeri-bürokratik vesayet” dönemi diyebiliriz. Bu saptamada hükümet yandaşı bazı yazarlarla benzer düşünüyorum.
Ancak, ben onlar gibi Türkiye’nin “demokrasi”ye değil, başka bir vesayete, “sivil vesayet”e yönlendiği düşüncesindeyim.
Söyledim, Türkiye’de “paylaşım savaşı” devam ediyor. Üstelik en keskin dönemine girildi.
Savaş, paylaşımdan yeteri kadar pay almadıklarını düşünenler ile cumhuriyetin kuruluşundan beri aldıkları payın elden gitmesinden korkanlar arasında.
Ne zaman ki, paylaşım savaşı sona erer, taraflar aldıkları paya rıza gösterirler, işte o zaman optimum noktada “bir arada yaşamak” için demokrasi aranır.
Demokrasi uzlaşma rejimidir. Taraflar ancak paylaşımdan aldıkları paya razı olduklarında uzlaşma ararlar. Bu uzlaşma Türkiye için henüz çok erken!
* * *
Savaşın adına “sınıf savaşı” diyemiyorum. Marksist anlamda sınıflar arası bir savaş yok. Her iki tarafta da çeşitli ekonomik sınıflardan insanlar var. Hatta, aynı sınıftan insanlar değişik saflarda da olabiliyor.
Paylaşım mücadelesi sadece ekonomik alanda da değil. Ekonomik düzlemde bir paylaşım savaşı muhakkak var. Ama savaş aynı anda siyasal ve sosyal alanda da veriliyor.
Türkiye, cumhuriyet kurulduğundan beri her türlü sosyal katmanın karmakarışık bir şekilde içinde bulunduğu ekonomik/siyasal/sosyal bir paylaşım savaşı veriyor ve AKP dönemi ile finale gidiyoruz.
* * *
Bugün kuruluş şekline şiddetle itiraz edenlerin, o dönem yaşasalardı, yine aynı tarzda kuracakları gibi, Türkiye Cumhuriyeti tepedeki bir avuç elitin askeri ve sivil bürokrasi üzerinden devlet aygıtını ele geçirerek zihinlerindeki tasavvuru hayata geçirmek için verdikleri mücadele sonunda kuruldu. Başka türlü olamazdı, iyi ki de böyle davranmışlar. Ancak onların zihnindeki tasavvur kitlelerin paylaştığı bir tasavvur değildi ve elit, evladının iyiliği için gerekirse zor kullanmaktan çekinmeyen ebeveyn edası içinde kendisi için doğru olanın kitleler için de doğru olduğu inancı ile tasavvurundaki Türkiye’yi dayattı.
Her ihtilal gibi “Anadolu ihtilali” bir avuç önderin tepeden inme yaptırımları ile gerçekleşti!
Yaptırımlar acele yapılması gereken eylemlerdi ve zihinlere yer edecek zamanı yoktu.
Tersten söyleyelim, kitlenin zihni değişimi kaldıracak altyapısı da yoktu.
O zaman “devrim” görünümü hedef almak zorundaydı ve nitekim de öyle yaptı.
Tasavvur 600 yıllık “hayat tarzı”nı hedef aldı ve elit 600 yıldır muhafaza edilen hayat tarzını “İstanbul-Ankara yataklı treni”nde bir gecede değiştirmeye kalktı.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2010
HER sene Anneler Günü’nde mutlaka bir yazı yazarım.
Sanırım bunun en önemli nedeni 24 sene evvel kaybettiğim anamın acısını bir türlü içimden atamamam.
Eski yazılarıma baktım, anamla ilgili, annelerle ilgili hep duygusal yazılar yazmışım. Bu sene öyle yapmayacağım.
Anama ne borçluyum?
Kendi yemedi beni yedirdi. Kendi gezmedi, beni gezdirdi.
İnsanoğlunun en büyük ihtiyacı sevgiyi bana fazlası ile verdi.
Bunlar için ona minnet borçluyum.
Ama bence bana yaptığı en büyük katkı benim eğitimim için gösterdiği olağanüstü çabadır. Ona bu açıdan sonsuz borçluyum.
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2010
GEÇEN hafta İngiltere’de bir toplantı oldu. Joost Lagendijk yazıyor:
“...Davutoğlu bakanlığının birinci yılı kutlama partisini Oxford’da yapmaya karar verdi. Bazı önde gelen gazetelerin yayın yönetmenleriyle ve etkili köşe yazarlarıyla birlikte Britanya’daydı ve ...bir konferansta politikasının temel ilkelerini anlattı.” (Radikal, 5 Mayıs 2010)
Konferansa katılan gazetecilerin yazdıklarını elimden geldiğince okumaya çalıştım. Hepsi Ahmet Davutoğlu’nun şahsi özellikleri, ilginç akademik görüşleri, velhasıl üstün meziyetleri üzerine yazdılar. Yazılanların bir kısmına katılıyorum. Ancak bir kısmını da abartılı buldum.
* * *
Ben de “komşularla sıfır sorun hedefi” ve Davutoğlu’nun akademik dünyaya kazandırdığı stratejik derinlik konseptine kapı açan tek merkezden bağımsız- “çok odaklı dış politika” söylemini anlamaya gayret eden bir kişiyim.
Ancak, aldığım öğreti gereği, bu köşede zaman zaman vurguladığım gibi, ben iş hayatında olduğu gibi başarının siyasi hayatta da “netice odaklı” olması gerektiğine gönül veren ekoldenim. Ele alınan meseleleri aydınlatmak için akademik hayatta ortaya konan kavramsal münakaşalar bir akademisyenin performansını ölçebilir ama iş hayatı ve siyaset “netice odaklı” olmak zorundadır.
* * *
Kusura bakılmasın ama Davutoğlu döneminde dış politikaya “netice odaklı” baktığınız zaman ortada pek bir başarı göremiyorsunuz. Kişisel kanaatime göre:
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2010
YALE Üniversitesi Rektörü (President) Richard C. Levin “iktisadi kalkınma” ile “eğitim” arasındaki ilişkiyi irdelediği makalesinde Batı kültürünün önemle eleştirel düşünmeyi, Doğu’nun ise muhteva hâkimiyetini-bilgiyi ezberlemeyi (Foreign Policy-Mayıs-Haziran 2010-s. 53-75) teşvik ettiğini vurguluyor. Ben de dün yazdım. Bizim de içinde olduğumuz Doğu kültürü, genellikle imana-sorgulanamaz muhtevaya hâkim olmaya çalışarak kanaatlerin oluştuğu bir kültür. Batı’da ise sorgulanabilen bilgi ve o bilgiye dayanan gerekçeler ışığında eleştirel düşünce üzerinden kanaat oluşturuluyor.
* * *
Dünkü makalemde Cengiz Çandar’ın bir yazısını örnek olarak kullandım. (Radikal-30 Nisan 2010) Bu yazısında Çandar kulaktan duyduğu bilgiye dayanarak, hiçbir somut gerekçe göstermeden, Finli devlet adamı Marti Ahtisaari’nin Gareth Jenkins’in “Ergenekon Raporu”nu nasıl yargıladığını yazıyor ve bizi sorgusuz imana davet ediyordu. Cengiz Çandar yazımın yayınlandığı gün (4 Mayıs 2010) Ahmet Davutoğlu hakkında yazdığı methiyede de şöyle diyor:
“...Ahmet Davutoğlu, bugün Türkiye’nin Dışişleri Bakanı. Çok bilgili, çok düşünen, çok araştıran, çok çalışan ve üretken bir insan. Cumhuriyet tarihimizin en çarpıcı Dışişleri Bakanı.” (Radikal)
Cengiz Çandar eğer “Cumhuriyet tarihimizin en çarpıcı Dışişleri Bakanı”nı bilgiye dayanan eleştirel akıl ile seçmeye kalksaydı tüm Cumhuriyet tarihinin dış politikası üzerine çalışması, çok güçlü gerekçelerle, belki de ortaya bir kitap koyması gerekirdi. Bunun yerine köşe yazısında Çandar yine imana dayanan kanaat edinme yöntemini seçmiş, bizim de kanaatini tebellüğ ederek iman etmemizi beklemiş.
* * *
Engin Ardıç da Sami Selçuk’u değerlendirdiği yazısında şunları yazıyor (Sabah-29 Nisan 2010):
“Sami Selçuk, diğer maddelere itiraz etmiyor ama (Anayasa değişikliği teklifindeki ünlü) üç maddeyi beğenmemiş... Sami Selçuk gibi bir adamın bile, ‘kendi kastının, yani kendi çevresinin, kendi zümresinin, kendi sınıfının çıkarları ve ayrıcalıkları tehlikeye girdiği zaman’ hemen böyle bir tavır takınıvermesi son derece üzücüdür.. siz de ‘Ankaralı’ çıktınız Selçuk Bey...”
Ben yazısında Engin Ardıç’ın Sami Selçuk’a ünlü “üç madde” nedeni ile kızdığını anladım ama hangi somut gerekçelerle kızdığını anlayamadım. Üstelik, Selçuk’un “beğenmediği” “üç maddeyi” Ardıç hangi gerekçelerle savunuyor, hiç çözemedim.
Kaldı ki, Sami Selçuk son yazısında (Star-04 Mayıs 2010) açık/seçik gerekçeler vererek “1982 Anayasası meşru değil, kaldırılmalı” diye yazıyor, bugün devam edecek.
* * *
Son örneğim ise Başbakan’nın peşinden Anayasa Mahkemesi’nin AKP hakkındaki kararının meşru olmadığı gerekçesi ile yeri göğü inletenlerle ilgili (Örnek: Mümtaz’er Türköne, Mehmet Metiner):
“TÜBİTAK’ın, Danıştay’a yönelik silahlı saldırının kamera görüntülerinin silindiğini tespit etmesi, AK Parti’yi ‘laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı olduğu’ yolundaki Anayasa Mahkemesi kararı konusunda hareketlendirdi. Ancak, Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti hakkındaki gerekçeli kararında ‘partinin odak sayılma’ nedenleri arasında Danıştay saldırısı bulunmuyor. Tam tersine AK Parti ile şiddet bağı olduğu iddiası reddediliyor.” (Milliyet-web: 02.05.2010)
Başbakan’ın sözlerine iman edenler Mahkeme’nin “AKP kararını” okuyup kanaatlerini pekiştirecek somut gerekçeleri arama ihtiyacını hiç duymamışlar!
“Durmuşlar divana, uymuşlar imama!”
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2010
KÜLTÜRLERİN düşünce üretme/kanaat edinme sistematiği farklı. Bizim de içinde olduğumuz Doğu kültürü, teolojik anlamda inanır olmayanların bile, genellikle imana dayanarak kanaat oluşturduğu bir kültür. Batı’da ise, özellikle Anglosakson kültür, bilgi ve o bilgiye dayanan gerekçeler ışığında kanaat oluşturuyor. Dolayısı ile kanaatler bilgi ve somut gerekçelerle savunuluyor.
Bizde ise, tam tersine iman ile kanaat oluşturan kişi kanaatini sadece beyan etmenin onu savunmak için yeterli olduğunu düşünüyor. Bilgi ve gerekçe o kadar önemli değil. Kanaati sorgulandığında da imanı sorgulanmış gibi alınganlık gösteriyor.
Bugün ve yarın ne demek istediğimi örneklerle anlatmaya çalışacağım.
* * *
Bugün Cengiz Çandar’ın bir yazısından örnek veriyorunm.
Cengiz Çandar Balyoz Davası çerçevesinde Prof. Dr. Dani Rodrik’in hakkındaki iddialarını (Devrim Sevimay ile Milliyet’te yaptığı söyleşiden: 19-20 Nisan 2010.) yanıtlamamayı tercih etti ama çok kızdığı Gareth Jenkins aleyhine kanaat beyan etmeyi çok seviyor.
Cengiz Çandar 30 Nisan 2010 günü Radikal’de şöyle yazdı:
“...‘Akil Adamlar’ diye tanınan ‘Bağımsız Türkiye Komisyonu’nun üç üyesi, bir süre önce Deniz Baykal ile görüşüyorlar... Başta 2008 Nobel Barış Ödülü’nün sahibi, eski Finlandiya Cumhurbaşkanı, uluslararası saygınlığı tartışılmaz, deneyimli devlet adamı Marti Ahtisaari... Görüşmede Ergenekon konusu açılıyor. Deniz Baykal, İngiliz gazeteci Gareth Jenkins’in İngilizce raporunu ‘Bağımsız Türkiye Komisyonu’na iletiyor... Raporu okuyan Marti Ahtisaari’nin yakın çevresine yaptığı değerlendirme iki İngilizce sözcükle özetleniyor: ‘Whitewashing military’? Yani, ‘askeri temize çıkarma’ belgesi. Ergenekon’u karartma ve sulandırma lobisinin mal bulmuş Mağribi gibi sarıldığı Gareth Jenkins’in çalışmasının, son yıllarda Avrupa’da Türkiye için en etkili çalışmayı yürütmüş olan uluslararası şahsiyetlerin başında gelen Marti Ahtisaari nezdindeki izlenimi bu: ‘askeri temize çıkartmak’...”
* * *
1) Cengiz Çandar’ın Gareth Jenkins’in raporu hakkındaki kanaatinin olumsuz olduğunu biliyoruz. Ama, Çandar’ın raporu hangi somut gerekçelerle beğenmediğini veya rapordaki hangi gerekçeleri yalanladığını halen bilmiyoruz.
2) Ahtisaari “Jenkins Raporu” hakkındaki kanaatini “yakın çevresi”ne söylemiş, yakın çevresi de Cengiz Çandar’a söylemiş. O da bize söylüyor.
3) Ahtisaari yakın çevresine hangi gerekçelerle rapor hakkında “askeri temize çıkarma” gayreti taşıyor diye kanaat beyan etmiş, Cengiz Çandar yazmadığı için biz bilmiyoruz.
4) Çandar “2008 Nobel Barış Ödülü’nün sahibi, eski Finlandiya Cumhurbaşkanı, uluslararası saygınlığı tartışılmaz, deneyimli devlet adamı” olduğu için Marti Ahtisaari’nin kanaatine doğrudan iman etmemizi istiyor.
5) Zaten Gareth Jenkins’in çalışmasının “Ergenekon’u karartma ve sulandırma lobisinin mal bulmuş Mağribi gibi sarıldığı” bir rapor olduğu kendinden menkul. Ahtisaari’nin kanaati ise bu imanı güçlendirmeli.
* * *
Kanaat oluştururken bilgi ve somut gerekçenin önemini benden iyi bilen Marti Ahtisaari’ye ben yine de sormadan edemiyorum:
Gareth Jenkins hakkında “askeri temize çıkarma” gayreti içinde olduğuna dair ağır ve önemli bir ithamı içeren kanaatinizi hangi somut gerekçelere dayandırdınız? Raporda hangi bölümler bu kanaatinizi destekliyor?
(Yarın diğer örneklerle devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2010
33 sene önce Taksim Meydanı’ndaydım. O zamanlar ateşli bir komünist, 26 yaşında damarlarından adeta sadece adrenalin akan bir gençtim. Şimdi liberal-demokrat görüşlerin şekil verdiği bir insanım. Artık Marksizm’in öngörüleri benim açımdan sadece tatlı bir rüya. Ancak, Marksizm’in “öldüğünü” hiçbir zaman düşünmedim. 33 sene önce Taksim Meydanı’nda devletin nasıl bir acımasız aygıta, daha açık yazalım nasıl bir seri katile dönüşebileceğine, yüz binler gibi, ben de şahit oldum.
32 sene sonra işçi sendikaları tekrar Taksim Meydanı’nda bayramlarını kutladılar.
Bütün emekçileri, Marksizm’e gönül vermiş tüm insanları candan kutlarım.
Tarihe mal olmuş bir hakkı teslim eden AKP Hükümeti’ne de teşekkürlerimi sunarım.
* * *
Ruhum mı isyankâr olduğu için mi, yoksa gerçekten Türkiye’nin makûs talihi böyle buyurduğu için mi, artık ayırt edemiyorum, Marksist/liberal, hep muhalif oldum.
Aydın olma iddiasında bir kişi olarak, aydının ana görevinin muhalefet olduğuna iman ettim. Aydın, görüşü ne olursa olsun, toplumdaki eksik/yanlış/haksızlıkları aramakla görevlidir.
Aldığım eğitimin etkisi ile kanaat/fikir/yargı oluştururken somut gerekçeler ile görüş beyan etme mecburiyeti beynime nakşedildi. Dünyaya bilimsel metodoloji gözlüğü ile bakmaya başlayınca da, insan ister istemez, sahip olduğu kanaat/fikir/yargıları zaman zaman sorgulamak zorunda kalıyor. Somut olgular kanaatlerle çeliştiği zaman somut olguları esas almak bilimsel tavır ahlakıdır.
* * *
1 Mart Tezkeresi’ni destekledim. Irak Savaşı’nı bir paylaşım savaşı olarak gördüm ve Türkiye’nin payını alması gerektiğini düşündüm. Ancak, ABD’nin Irak’ta sevk ve idareyi bu kadar yüzüne gözüne bulaştıracağını öngöremedim. Bu yanlışımı teyit eden iki özeleştiri yazısı yazdım. (“Irak Savaşı: Özeleştiri Yapmanın Zamanıdır-1-2”: Hürriyet 5 ve 6 Mayıs 2004)
* * *
Liberal demokrat olarak piyasa ekonomisinin zaman zaman krize girebileceğini kabul ediyor ama bu krizlerden kendi doğal tepkileri ile kurtulacağına iman ediyordum. Ancak, 2008 bana insan denen yaratığın içindeki hayvanın ancak devlet müdahalesi ile dizginlenebileceğini öğretti. Bunu kabullenmek çok zordu. Ancak, somut olgular böyle söyleyince gerçeği kabullenmek gerekti. Bu konuda da bir özeleştiri yazdım. (“Bir Liberal Olarak Özeleştiri”-Hürriyet 25 Eylül 2008)
* * *
28 Şubat sürecinde mağdur sıfatı ile Recep Tayyip Erdoğan’a sahip çıktım. O dönem güzel bir arkadaşlık yaptık. Şimdi yalakalığını yapan bazı arkadaşların o dönemde kendisinden nasıl kaçtığını çok iyi hatırlarım. AB’ye destek verdiği dönemde de AKP’yi destekledim. Ama gün geldi yollarımız ayrıldı. AKP ile vardığımız yol ayrımı üzerine üç yazı ile özeleştiri yaptım. (“Ben mi, Yoksa Hükümet mi Değişti?-1-2-3-”: Hürriyet 5, 6, 7 Temmuz 2005)
* * *
Bugün bunları neden yazıyorum. 32 sene sonra “1 Mayıs’ın sihri” hâlâ üzerimde de ondan. Taksim Meydanı’nı tekrar emekçilere açarak kendisi ile yüzleşen devlet karşısında bir vatandaş olarak kendim ile yüzleşmeyi bugün bir görev bildim.
Kimse mutlak gerçeğe ulaşamaz.
Yanlış olan bazen doğruya, doğru olan bazen yanlışa düşer!
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2010
DÜNKÜ makalesinde Oral Çalışlar (Radikal) şu cümleleri kullanıyor:<br><br>“...Ergenekon davasının militarizmle bir hesaplaşmaya dönüşmesinden hoşlanmayan çevreler... Ergenekon davası, varlığını sürdüren bir darbecilikle hesaplaşıyor...”
Oral Çalışlar askeri darbeler döneminde haksız darbeler yemiş, çok meşakkat çekmiş bir kişi. Askerlerle (militarizm) hesaplaşmak arzusu çok insani bir talep.
Ancak yazdıklarını okurken şu soruyu sormadan edemedim.
Kişisel duygular talep edebilir ama yargının görevi hesaplaşmak mıdır?
Hukuk felsefesine göre cevap “hayır!”
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2010
MEHMET Altan dün Star’da doğru bir soru soruyordu: “Lafı bırak, 27 Nisan’da ne yaptın?” Özetle diyordu ki: “Bizlerin gördüğü en son darbe 27 Nisan 2007’de yaşandı... Kimin ne ‘olduğunu’ da, en iyi o darbeye karşı alınan tutum test etti... Şimdi ortalıkta, 27 Nisan e-muhtırası sırasında ne yapıp ettiğini herkesin bildiği sürüsüne bereket adamın ‘demokrat’ sıfatı üzerinde şarap yalamış fare usulü dolanmasına bu nedenle eğlenerek bakıyorum...
Halbuki tatavayı bıraksalar da, 27 Nisan’da ne yazıp söylediklerini bir ortaya serseler ya...”
Ben Mehmet Altan’ın uyarısını ciddiye alıyor ve 27 Nisan 2007’den sonraki ilk yazımda “27 Nisan Muhtırası millete hayırlı olsun” başlığı ile yazdığım makalemi (29 Nisan 2007) kısaltarak aşağıda tekrarlıyorum.
İşte 27 Nisan’da ne yaptığımın cevabı yazı:
* * *
“İki ay ileriye, bir gün geriye farkla; adı yine ilan edildiği tarihle anılacak yeni bir muhtıramız oldu: 27 Nisan Muhtırası!..
Post-postmodern muhtıra!..
Bu ülke öğrenmemekte çok ama çok ısrarlı.
‘Muasır medeniyet’e en çok, ona sarılanlar darbe vuruyor.
* * *
TBMM, 27 Nisan günü kendi kendini rezil etmiştir... Ama, ne olursa olsun, ortada bir bildiri değil, muhtıra vardır.
‘27 Nisan Muhtırası’, milletin iradesine müdahale eden, demokrasiyi bir kez daha yırtan açık bir girişimdir.
Gerekçesi ne olursa olsun, tarihimizde ‘darbeli bir sayfa’ olarak yer alacaktır.
* * *
Şimdi ne yapmalı?..
TBMM derhal toplanmalı ve erken seçim kararı almalıdır.
(Erken seçim kararı
alınmıştır-CÜ)
Demokraside açılan yaranın tek panzehiri yine demokrasidir!
Milli irade tek seçicidir!..
...Anayasa Mahkemesi’nin şu veya bu şekilde alacağı kararın hiçbir anlamı kalmamıştır.
(‘367 kararı’ bir yüz karası olmuştur-CÜ)
Milli iradenin bir kez daha hakemlik etmesiyle toplanacak yeni Meclis, pekâlâ Abdullah Gül’ü yeniden cumhurbaşkanı adayı seçer ve o da yaralanmadan berelenmeden cumhura başkan olur.
(Erken seçim ardından Abdullah Gül cumhurbaşkanı olmuştur-CÜ)
* * *
...Üzgünüm, birileri bu ülke için neyin iyi olduğunu milletten daha iyi bildiklerini yine gösterdiler.
Üzgünüm, son söz bir türlü milletin olamıyor!”
Yazının tamamını okumak isteyenler Hürriyet-Arşiv’e başvurabilirler.
* * *
Haklı uyarısına çok teşekkür ediyor ve ben de Mehmet Altan’a soruyorum:
Hadi şimdi sadece bazı gazetelerden takip ettiğin için bilmiyorsun. Eğer, içlerinde benim de olduğum bazılarının iddiaları üzere, Ergenekon Davası İddianameleri’nde yer yer vahim tahrifat, kes-kopyala, yanlış bilgi olduğu ortaya çıkarsa, şimdi yaftaladığın, etiketlediğin bazı insanlardan özür dileyecek misin?
Örneğin, Taraf Gazetesi’nin geçen gün Çetin Doğan hakkında inatla kullandığı terimi birdenbire değiştirerek “Balyoz planının altında imzası olan” yerine “altında ismi olan” ifadesini kullanması dikkatini çekti mi, çekti ise ne düşündün?
Yazının Devamını Oku